Her Şeye Rağmen Muhakkak Bir Aydınlığa Doğru Yürümekteyiz.

      "Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır." (Falih Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s. 13)


      ( * )
      "Muhterem gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmamak . Size, Türk gençliğine devir ve emanet ettiğimiz vicdani görev, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin yücelmesi uğrunda yapılacak işlerde, atılacak adımlarda katiyen tereddüt etmeyin. Milleti o yüce hedefe götürmek için konulacak engellere hep birlikte mani olacağız. Bunun için dimağlarınıza, malûmatınıza, icap ederse bileklerinize, pazılarınıza, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız."

      ( * )
      "Her gün, sabah, akşam, gece, ne zaman sırasına getirebilirseniz bir çeyrek, yarım saat, ne kadar vakit ayırabilirseniz kendi içinize çekilin, o gün yaptığınız işi göz önünden ve düşüncelerinizin tartısından bir defa geçirin, ne ettiğinizi, ne işlediğinizi her gün bir defa kendi kendinize yoklayın. Şuurunuzdan alacağınız cevapların ne kadar faydalı olacağını tasavvur edemezsiniz. "
      "Büyüklük odur ki, kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksı n, memleket için hakikî mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetli olacaksın. Önünde namütenahi manialar yığılacaktır. Kendini büyük değil küçük, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kani olarak bu maniaları aşacaksın, ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin."

      Sevgimle..
      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      İstikbal Göklerdedir

      “İstikbal Göklerdedir!” M.Kemal Atatürk.

      Merhaba dostlar,


      Atatürk bu cümleyi o yıllarda coşkula söylediğinde sırf bir ulaşım hedefinden ibaret değildi..
      Ki o yıllarda uçak ulaşımı yapılmaktaydı ve sadece gelişmesi ve buna katılmamız için adımlar atılmıştı.
      Ne yazıkki bu derin ve ufkumuzun ötesini zorlayan cümlenin anlamı idrak edilemedi..
      Atatürk Türk’ü bağımsız kılarak önünü açmış ve geleceğin yapılanmasındaki büyük rolünü cümlelerinde yerleştirmişti.
      Tüm insanlığı birleştirecek o ”yurtta sulh,cihanda sulh” ile pekiştirerek egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu tescillemiştir.
      Öyle ise;
      Neydi bu gelecek..?
      Beslenmenin yemekten gelen doğasını sömürüden kurtarmanın çok kapsamlı hali ile insanlığı sömüren emperyalist sistemin mekanizmasının işleyişine son vermek ve değişimin kaçınılmaz doğası olan insan olma evresini tamamlayarak geleceği inşaya başlamaktır.
      Her türden ezen ve kaba olma halinden sıyrılarak hakimiyete vakıf bir varlığın zaafları,esareti,otomatlığı son bulduğunda var olabilirliği ile değişen DNA sı ve şuuru ile tüm insan topluluklarının birlik içinde egemen olan barışın hafifliğidir.
      İstikbal (geleceğimiz) hafifliği gerektirir. Ağır ve kaba olan varlığın göğe teması mümkün değildir. Öyle ise hafif olmanın yollarını bularak bugünden hücrelerimize işleyeceğiz ki istikbalimiz göklerdenin inşasını yapabilelim.
      Atatürk’ün söylemlerinin derin ve geniş kapsamlı oluşu ben, bize götüren basamakları varlığımızda,toplumumuzda ve tüm dünya insanlığında birleşmektedir.
      Türkiye Cumhuriyeti payidardır. Bu öylesine bir rejim değildir tüm insanlığı barışa götüren ve birleştiren bir misyonun belgesidir.
      Elbetteki bunu yıkacak ve bozacak dahili ve harici bedbahtlar olacaktır. Dünyayı yöneten insanlığı sömüren emperyal sistem ve uşakları bağımsızlığı red edecek ve mücadele edecektir.
      Kimliksiz bırakmanın yollarını arayıp zayıf ve bağımlı kılarak egemenliklerini devam ettirme çabaları boştur
      Bugün aklımızın sınırlarını aşıp ufukların ötesine ulaşmak, tam bağımsız bir millet olabilmenin asıl gayesini idrak edip işaret edilen geleceğimizi göklere taşımakla mükellefiz.
      Fert,bireyden biz olabilmenin şuuru ile bağımsızlığın, insanlığı bölen sınırların kalkması ,sıkışıp kalmış zamanlardaki şuurların çoktan olması gereken geleceğinde bugündür.
      Bırakınız yerde kalan yere aitliğini tescillesin. .

      Sevgimle,,

      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      birde ben yazim gülay ablam sen biriciksin anladın sen onu ;)

      BİZİM IŞIK İÇİN AMPUL KAFALARA İHTİYACIMIZ YOK ...BİZİM HİÇ SÖNMEYECEK BİR IŞIĞIMIZ VAR O IŞIK MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'TÜR...

      NE MUTLU ATATÜRKÇÜYÜM DİYENE ;)
      Resimler
      • AtaSlide1.gif

        130.96 kB, 75×75, 449 defa görüntülendi
      Hak(cc) kuluna eyler nazar
      Dört kalıptan Adem dizer
      Kalleş gelmiş CUMHURİYETİ bozar
      ATAM sana haber olsun

      ENELHAK

      CVP: birde ben yazim gülay ablam sen biriciksin anladın sen onu ;)

      Yazar: seveholu Tarih: 06.06.2007 Saat: 19:55

      BİZİM IŞIK İÇİN AMPUL KAFALARA İHTİYACIMIZ YOK ...BİZİM HİÇ SÖNMEYECEK BİR IŞIĞIMIZ VAR O IŞIK MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'TÜR...

      NE MUTLU ATATÜRKÇÜYÜM DİYENE ;)


      YAKUP SENİ ÖZLEMIŞIM KARDEŞ. DURUP DURUP TURNAYI GÖZUNDEN VURUYORSUN.
      TOPRAĞIM HEMŞİN sana elbet bir gün geri dönücem.
      YARINLAR YORGUN VE BEZGİN İNSANLARA DEĞİL, RAHATINI TERK EDEBİLEN GAYRETLİ İNSANLARA AİTTİR.

      TÜRK MİLLETİNİN YÜCE İDEALLERİNİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN KAHRAMAN ASKER EVLATLARI HEP ÖNDE GİDECEKTİR.

      ZAFER "ZAFER BENİMDİR" DİYEBİLENEN, BAŞARI, "BAŞARACAĞIM" DİYE BAŞLAYANIN VE "BAŞARDIM" DİYEBİLENİNDİR.

      EY KAHRAMAN TÜRK KADINI SEN YERDE SÜRÜNMEYE DEĞİL, OMUZLAR ÜZERİNDE GÖKLERE YÜKSELMEYE LAYIKSIN.

      BİZ TÜRKLER, TARİHİMİZ BOYUNCA HÜRRİYET VE İSTİKLALE TİMSAL OLMUŞ BİR MİLLETİZ.

      CUMHURİYET; FİKİRCİ, BİLİMCE, BEDENCE GÜÇLÜ VE YÜKSEK KARAKTERLİ KORUYUCULAR İSTER.

      KEMAL ATATÜRK

      Atatürk ün "millici"Batıcılık anlayışı, enternasyonalist batıcılık anlayışının tam tersidir

      Merhaba
      "Milli Misak, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin gelişmesine engel olan bütün nedenleri bir daha geri gelmemek üzere kesinlikle kaldıran bir ilkedir." Atatürk bu anlayışla herşeyde milli olmayı istedi. Milli sanayici milli bankacı, milli tüccar, mühendis teknisyen ve işçi özlemini dile getirerek "Emek Milli Misakı" görüşünü ortaya atarak, yabancıları ve levantenleri Türk ekonomisinden uzaklaştırmıştır. Atatürk ün "millici"Batıcılık anlayışı, enternasyonalist batıcılık anlayışının tam tersidir. Atatürk'ün Batıcılık anlayışı, türk milletinin Avrupa milletlerine her bakımdan eşit olduğu, Türk insanının Avrupa insanının bütün yeteneklerine sahip bulunduğu ve Türkiye'nin en ileri uygarlık düzeyine yükseleceği inancına dayanır. Bu inançla bu yükselişi Avrupalıdan değil, kendinden bekler, kendine güvenir, Türk işçisinin, Türk mühendisinin, Türk öğretmeninin,Türk çiftçisinin, Türk sanayicisin, Türk doktorunun, vb..Türk milletinin uygarlık düzeyinin her türlü imkanlarını ve haklarını Avrupa milletleriyle eşit haklarla sahip olmasını hedefler. Emperyalizm bir boşaltma bir sömürü sistemidir. En önemli silahları toplumların milli benliklerini silmek, milli duyguları yokederek rant elde etmek ve kendilerine alan yaratmaktır. Türkiye'nin Avrupa sermayesine dayalı enternasyonalist batılılışma süreci, yüzelli yılı aşan bir geçmişe sahiptir. Bu büyük süreç içinde. Milli Kurtuluş döneminin "millici" Batılılaşma çabası, ancak 15 yıl, hatta Lozan Antlaşmasının takıntıları yüzünden dahada kısa sürmüştür. Bu gün yitip giden değerlerimiz, kültürümüz Emperyalist sistemin içinde erimektedir. Milli benliğimize sahip çıkmadığımız sürece birer birer sömürü sisteminin uzantıları içerisinde yitip gitmeye mahkum kalırız. Kapitalist sistemin içine nasıl çekildik; Her türlü iletişim araçları,medya, bankalar,vs vs bizi yabancı sermayenin kölesi haline getirdiler. Gençlerimizin beyinleri üretemeyen sadece tüketen, tüketime hizmet eden marka düşkünü avrupa özentisi boş kabuk haline getirldi. Ekonomimiz çökertilerek halkı güçsüz bırakma yolarıyla emperyalist tuzakların içine çektiler. "Bağımsızlık kayıtsız şartsız milletindir." ilkesinden uzaklaştırarak milli şuurumuzu faşizmle(sözüm ona) eşleştirdiler. Üstelik buna karşı sol görüşü cephe yaparak ve buna karşıda İslamcı görüşü cephe tutarak ayak oyunlarıyla terörü desteklediler. Soruyorum size bağımsız karakteri olan bir millet nasıl bağımlı hale getirildi..? Bizler kendi üretimimizi, kendi pazarımızı dışarı açmak yerine yabancı sermayeye dayalı ekonominin kölesi haline nasıl geldik..? Un var, şeker var, yağ var ama helva yok...) Her Türk evladının vazifesi önceliği, vatanı ve milletinin refahını, barışını,gelişmesini ve ilerlemesini sağlamak yolunda kendi milli benliğine sahip çıkarak sağlam bir şekilde ayakta durma mücadelesine katılma bilincine vakıf olmaktır. Milletler öncelikle kendi iç barışlarını ve varlıklarını sürdürmek zorundadır. Böylelikle dünya ulusları arasında barış, huzur ortamı yaratılır. Atalarımızın, ecdadımızın bu topraklarda döktükleri kan gelecek nesillerimizin varlığını devam etirmek adınadır. Egemenliği elinden alınmış bir millet köle durumuna gelir. Geçmiş tarihimizi bize unutturmaya çalışan, miili benliğimizi hiç etmeye çalışan emperyalist sömürü düzeninin efendileri ellerindeki ipi boynumuza geçirdiler ancak bu millet bu ipi kesmesinide bilir.
      G.D

      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Atatürk'ün tam bağımsızlık stratejisi üzerine/1

      Bu konuşmalar 11,06,1997 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanlığı Orduevi Konferans Salonunda yapılmıştır.


      KEMAL ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR ANLAYIŞI
      VE TAM BAĞIMSIZLIK STRATEJİSİ ÜZERİNE [1]

      Prof. Dr. Dursun YILDIRIM*

      Kültür ve ulusal kültür kavramları, son iki yüz yıl içinde sayısız biçimde tanımlanmaya ve içerisi tekrar tekrar düzenlenmeye çalışılan kavramlardır. Her ulusun sosyal bilimcileri, kültür bilimcileri bu tanımlamalara kendi açılarından katılmıştır. Bu tanımlar arasında büyük aykırılıklar olduğu gibi, kültür ve medeniyet ayırımcılıkları da göze çarpar. Aynı kavramlar üzerinde sayısız farklı tanımlar yapılması, sorunun sadece bir boyutlu olmadığını; tersine çok boyutlu bir konu olduğunu ve buna bağlı özellikler taşıdığını gösterir.
      Sosyal ve beşeri bilimlerin aynı zamanda politik ve stratejik bilimler olduğu gerçeğini göz önünde tutarsak, söz konusu çeşitliliği yaratan nedenleri de anlamakta pek güçlük çekmeyiz. Politik ve stratejik amaç ve hedefler doğrultusunda ortaya sürülen kimi teori ve tanımlamaları, sadece bilimsel verilere dayalı açıklamalar gibi görmek ve onların büyüsüne kapılarak arkalarına takılmak, akılcı bir tutum ve yaklaşım kabul edilemez. Çünkü sosyal ve beşeri bilimler, aynı zamanda uluslararası politika ve stratejilerin en önemli enstrümanlarından biridir. Alt yapıyı hazırlamada, çeşitli hizmet ağlarının kurulmasında, oyun alanlarının istenen biçime sokulmasında veya yatkın hale getirilmesinde bu kavramların çok mühim rolü vardır. Hiç şüphesiz, bu rolün niteliği, niceliği ve işlevinin etkinliği, oyun alanının genişliği ve derinliği; yönetimlerin sağlam seciyesi, üstün yeteneği, etkin gücün ve kapasitenin sürdürülebilirliğ i ile, yakından ilgilidir.
      Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, burada, doğal olarak ulusal sırlar söylenmez ve açıklanmaz ama, biliriz ki, onlar, bu kavramlar ve stratejiler içine gömülüdür. Onlar, ulusal sır olma vasfını ancak yaşanır, sürdürülebilir nitelik kazandıkları zaman yitirir ve bu süreç de, yönetimler için ‘yeni’ ulusal sırlar doğurur. Ezeli ve ebedi zamanın akışı içinde bu anlamda, ne dünya, ne uluslar, ne amaçlar, ne hedefler değişti. Değişen, sadece sözler, oyunlar, siyaset ve strateji araçlarıdır.
      Kültür ve ulusal kültür kavramları da siyaset ve strateji araçları arasında olduğuna göre, bunlar da, kapsamları bakımından değişkenleri içerenler arasına girer mi, sorusu, haklı olarak sorulabilir. Bu sorunun kesin yanıtı, tartışmasız “girer” olacaktır. fiüphesiz burada, ulusal sır ve hedeflerinizin eriştiği genişliğe ve derinliğe göre, yeni stratejinizin gereksinimlerine cevap verecek biçimde bu işlemler, bu yeni düzenlemeler yapılmalıdır. Elbette, bütün bu işlemleri, temel doğrultunuzu yitirmeden, gereksinim duyduğunuz göz alıcı yeni değişkenleri bu kavramların içeriğine katabilirsiniz. Yeni politik ve stratejik gereksinimler için yeni değişkenleri içerecek biçimde, yeni teoriler de kurulabilir. Bunlar, gerçeğe dayanmasa bile, gerçekmişçesine uygulamaya da geçirilebilir. Nitekim, ünlü “Güneş-Dil Teorisi” de, döneminde böylesi bir politik ve stratejik enstrüman olarak kullanılmıştır. Ne var ki, bu gerçek bile, günümüz Türk aydınları arasında pek kavranamamış olduğu için, dil ve tarih konularının tartışma alanına dönüştürülmüştür. Oysa, bu teori, ortaya atılmasını gerektiren hedefi almış ve işlevini çoktan bitirmiş bulunuyor. Ona gereksinim duyulan siyasi süreç, çoktan tamamlanmıştır. Bunu burada belirtmemin sebebi, bu kavramların, uluslararası politika ve stratejilere karşı, içe ve dışa karşı nasıl bir savunma mekanizması işlevi gördüğünü göstermek içindir. Asıl amaç ve politikanın bir ‘sır’ gibi saklandığı bu teori ve onun yarattığı inandırıcı gösteri ve tutum, kimi yıkıcı ve tehditkâr vaziyet alışların akim kalmasına yardımcı olmuştur. Bu tür dönüşümlerin ve bu tür geçici stratejik geçişlerin yapılabilmesi, sadece ulusu için düşünen ve ömür tüketen üstün yetenekler elinde gerçekleşebilir. Veya yönetimlerine bu yeteneği kazandıracak seciyeli, bilgili kadroları çıkaran uluslar bu işlemleri yapabilir. Yeteneksizler elinde ne ulusal sır, ne politika, ne strateji işe yarar; ne yönetimler, ne devletler bir ulusal hedefe varabilir.
      Buraya kadar söylemiş olduklarımız, söz konusu kavramların gerçek tabiatları ve işlevleri ile ilgilidir. Ve ele alıp açıklamaya çalışacağım konuyla doğrudan ilişkisi olduğu kanısındayım. Bir Türk aydını, bilim adamı olarak, M. Kemal Atatürk’ün ‘kültür’, tam bağımsızlık stratejisi [2] tanımlarından ve içeriğinden ne anlıyorum, yukarıdaki çerçeve ve anlayış içinde belirteceğim. Bunu yapmaya çalışırken, onun, düşüncelerinde değişmez çizgi ve kimliğinin temel taşı, kültür anlayışı, tam bağımsızlık stratejisi ve bunların içeriği üzerinde duracağım. Bunun, ne bir konuşmanın, ne bir yazının sınırları içinde tamamlanabilir bir konu olmadığını biliyorum. Ama burada, mümkün olan sınırlar içinde, mümkün olanı gerçekleştirmeye çalışacağım. Ve bunu yaparken de, kelime ve kavramları, mümkün olduğunca sıkıştırıp, istif etmeye çaba göstereceğim. Böylece, sınırlarımı mümkün mertebe zorlayıp, mümkün mertebe anlamlı ve ekonomik anlatım dili kullanmaya gideceğim. işimin zor olduğunu bilerek konuya dönüyorum.
      Önce, düşünceleri üzerinde duracağımız kişinin, nasıl bir ortamda büyüdüğü, neler yaptığı, nasıl bir insan olduğu sorularına bir cevap vermemiz gerekir, diye düşünüyorum. Bu soruların cevabı, bize, M. Kemal Atatürk’ün, çok öz biçimde, ortaya çıktığı, yetiştiği, mücadele ettiği ortamı da çizmiş olacaktır.
      M. Kemal Atatürk, hiç şüphesiz fanilerden bir fani olarak doğdu. O, çağında, dünyaya gelen Türk çocuklarından biriydi. Türk imparatorluğu, Osmanlı Hanedanlığı yönetiminde en karışık ve en bunalımlı dönemini aşma çabası içindeyken dünyaya geldi. Yetiştiği ortamda aydınlar, üç ideoloji içinde imparatorluğu kurtarma çabası içindeydi: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Tarihî süreç içinde ortaya çıkan olaylar, ilk ikisini iflas ettirdi. Türk imparatorluğu her cephede savaş alanına döndü.
      M. Kemal Atatürk, cepheden cepheye koşup dururken tek kurtuluş yolunun Türkçülük siyasetinin olduğunu gördü ve buna göre kendini geleceğe hazırladı. [3] Günü geldi ve Kuvay-ı Milliye hareketini başlattı, istila altındaki devlet merkezini ve Meclis- i Mebusan’ı Ankara’ya taşıdı. Milli Mücadele’nin çizdiği sınırlar içinde devlet, ulusal kimlik üzerine oturtuldu. Meşrutiyetten Cumhuriyete geçildi. Ulusal devlet, çağın şartlarına ve ulusal gereksinimlerine göre yeniden düzenlendi. O, bütün bu işlerin baş mimarıydı. Dönemin hasımları bile, bütün bu, işleri ancak onun yapabileceği, başarabileceği konusunda hemfikirdir.
      Evet, o, fanilerden bir fani, Türklerden bir Türk’tür; ama, ne sıradan bir fani, ne sıradan bir Türk’tür. Bizce o, yirminci yüzyılın başlarında Türk devletinin «devlet-ebed- müddet» ilkesini, bir kez daha tarihe ve dünyaya kanıtlayan Türklüğün muhassalasıdır. Ete kemiğe bürünmüş Türklüğün, savunma ve ilerleme azmidir. Türklüğün, aziz Türk ulusunun, «devlet-ebed- müddet» sırrıdır. Türk devletine elli sene sonra olacakları sır olarak verip, bu gerçeğe göre, hazırlık yapılmasını bildiren insandır. O, ulusunun, eşitler arasında en eşit olması için hedef ve stratejiler çizen insandır. O, Türk ulusu için doğdu, Türk ulusu için yaşadı ve Türk ulusu için ömür tüketti. Ve O, “Benim şan ve şerefimden bahsetmek de hatadır... Mensup olduğum Türk milletinin şanı şerefi varsa, benim de bir ferdi olmak sıfatı ile, şanım, şerefim vardır. Asla gayrı değilim” diyen, olağanüstü bir Türk, olağanüstü bir insandır. [4] Bunu söylerken de ömrünü, ulusunun şan ve şeref kazanması yolunda tüketiyordu. Ve genç kuşaklara, bilim ve tekniğe sahip olmanın yanı sıra, kesin olarak milli benliğimize ve milliyetimize önem vermeleri yolunda kesin talimatlar veriyordu:
      “Dünyanın bize hürmet etmesini istiyorsak, evvela biz, kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün ef’al ve harekâtımızla gösterelim. Bilelim ki, milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin şikârıdır.” [5]
      Biz, bugün, bu hassaya, bu seciyeye yatkın kuşaklar yetiştirdik mi, diye sormuyoruz. Çünkü bugün, Türk toplumu için, bir takım menfaat çevreleri yeniden bir kimlik tartışmaları süreci açmaya çalışmaktadır... Bugün bu süreci yaşamaktayız. Çok kimlikli bir kalabalık halinde, Türk olmamızın dışlanmak istendiği bir ulus, bir toplum tanımı tartışmalarının var olduğu bir süreci idrak ediyoruz.
      Bu ülkede, artık Türklüğümüz, milliyetimiz, dinimiz ve kimliğimiz tartışma konusudur. Siyaset tacirlerinin elinde, ulusun mukaddesleri oy avcıları için malzemeye, sermaye ve ticari alan çatışmaları için, mücadele edenlerce gerilim silahına dönüştürülmüştür.
      Biz kimiz, sorusuna doğru dürüst cevap veren insan sayısı, toplumumuzda giderek eksiliyor. Ama, abuk/sabuk bir sürü olur/olmaz söz, sanki gerçekmiş gibi, bir kimlikmiş gibi, bu tacirler tarafından, utanmazcasına, O’nun ardına sığınılarak veya karşısına çıkılarak halkımıza sıralanıyor. Bu saçmalıklardan hiçbiri, bu özel amaçlı çabalardan hiçbiri, O’nun ile, ulusu arasında kurulmuş kader bağını koparamayacaktı r. O, biz kimiz, sorusuna verdiği cevapla, olmamız gerekeni, devletimizin ve ulusumuzun istinatgâhını belirliyor. Bizim değişmez ölçümüz ve şiarımız olan cevap şudur: “... biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsı ile meşbu olursa, o camiaya istinad eden cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur”. [6] “Türkiye Türklerindir; işte milliyetperverlerin kuralı budur”. [7] Çünki, “Bu memleket, tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır”. [8] Bu sözlerin bir Türk için tartışılır yanı olamaz. İnsan kimliğini tartışma konusu etmez; bir ulusun kimliği ise, asla tartışma konusu edilemez.
      Ülkemizde, son altmış yıl içinde cereyan etmekte olan gelişmeleri bu çerçeve içinde bir değerlendirmeye tabi kılarsak, hangi alanlarda bir mesafe kazanıp kazanmamış olduğumuzu anlamakta güçlük çekmeyiz. Burada, bu konu üzerinde durmayacağım. Burada, «Türk harsı» ve tam bağımsızlık stratejisi üzerinde, kısaca durmak istiyorum. M. Kemal Atatürk, bu konular üzerinde çok hassastır. Çünkü, bu hassa ve seciye, Atatürk için, Türklüğün ve ulusal devletimizin bir varolma sorunudur. Bu hassa ve seciye veya Türk harsı, Doğudan ve Batıdan farklı, kendine özgü bir özelliğe sahiptir. Taklitçi değil, yaratıcı bir mahiyeti vardır. [9] Bu konu, asla göz ardı edilemeyecek kadar hayatî bir öneme hâizdir. Çünkü, içinde, Türk ulusunun, Türk devletinin beka kuvvesini muhafaza eder. Bu nedenle, Atatürk. bu konunun önemini, altını çizerek vurguluyor:
      “Milli harsını ihmal eden milletlerin âtisi musibet, izmihlâl olmuştur. Türkler, her şeyden ziyade hars-ı millîlerinde çok kuvvetlidirler. Bu kuvvet sayesindedir ki, asırların vurduğu darbeler karşısında mevcudiyetini müdaafaya muvaffak olmuştur”. [10]
      Atatürk’ün hassasiyetle üzerinde durduğu kültür, daha doğrusu ulusal kültür kavramı nasıl bir içerik taşıyordu? Neden bu kadar hayatî, vazgeçilmez, ihmal edilmez bir nitelik taşıyordu?
      M. Kemal Atatürk’ün hars/kültür kavramından ne anladığı, neden böyle bir hassasiyet gösterdiğinin nedeni, sözlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere, ulusu ile birlikte, içinden geçip geldiği ateş çemberi sonucu edindiği kanaate, tecrübeye dayanmakta olmasıdır. Bu nedenle, hars ve kültür tanımlarının ayrıştırılmasını doğru bulmuyordu. Ve sözkonusu harstan/kültürden ne anladığını, ne anlaşılması gerektiğini şöyle açıklıyordu:
      “...Benim harstan anladığım (şudur): Bir devleti meydana getiren cemiyeti, yani milleti düşünün. Bir millette kaç türlü hayat tasavvur olunabilir ? Devlet hayatı, fikir hayatı, iktisadî hayat değil mi ?
      Her millet, devlet hayatında, fikir hayatında, iktisadi hayatında bir şeyler yapar. İşte bu üç hayatın toplamına ve sonuçlarına hars denir. Bizim devlet hayatımızda, bilindiği gibi, Osmanlı siyaseti gayr-ı mütecanis unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan bir halita yapmak mümkün olmadığı için, Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli bir siyasettir. Türkçülük siyasetidir. Bu siyaseti ilan edip yaygın hale getirmekle beraber, fikrî, içtimaî, iktisadi hayatı ilerletmek gerekir. Bu üç şeklin hayattaki gelişme dereceleri birleştiği zaman, ortaya o milletin harsı çıkar. Bazıları harsla medeniyeti ayırmazlar. Bundan maksat, devlet, fikir ve iktisadi hayattır ki, bu, o milletin harsıdır. Bilindiği üzre her milletin kendine mahsus bir harsı vardır. Hars, bu hassa ve karakterle ifade edilir. Bence de, en ilmî olanı, harsla medeniyeti birleştirmektir” . [11]
      Bu tanım ve içerik, bugün de, bilimsel geçerliliğe ve yeterli doğruluğa sahip olma niteliğini muhafaza etmektedir. Kültür ve medeniyet kavramlarını birbirinden kesinkes ayıracak ölçütler gerçek bilim alanında söz konusu değildir. Evrensel kültür ve evrensel medeniyet yoktur. Ulusal kültür veya medeniyetlerin toplamı ve bunların, nitelikleri/ nicelikleri, etkinlik alanları vardır. Doğru olan, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, hepsini, insanlığın ortak eseri anlamında, “evrensel”, diye algılamak ve değerlendirmektir. İnsanlar ve uluslar, birbirlerinin kültürüne/medeniyetine , kimliğine hürmet eder, hoşgörüyle karşılarsa, her biri, hem evrensel çerçeve içindeki yerini almış olur, hem de birbirleriyle alışverişe girme olanağı bulmuş olur. Ancak, bunun da, bir ulus için şartı var. Bu şartı, Atatürk şöyle açıklıyor:
      “Bir milletin namuskâr bir mevcûdiyet-i şâyan-ı hürmet ve mevki sahibi olması için, o milletin, yalnız âlim ve mütefennin bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lâzımdır ki, bu da milletin muayyen ve müsbet bir seciyeye mâlik bulunmasıdır”. [12]
      Türk ulusu, böylesi bir seciyeye sahip olmanın sınavını, tarihe, O’nun liderliğinde, son kez Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyetin kuruluşunda yine kanıtlamıştır. Öyleyse, dünya medeniyetleri arasında, Türk medeniyeti/kü ltürü yerini hak ederek almış ve kendini kabul ettirmiştir. Fakat bu sorun, sadece seciye açısından kanıtlanmıştır ve çözülmüştür; ama, bu yetmez, aynı zamanda bunun sürdürülebilirliğ i için, üzerinde sürekli durmamız, uğraşmamız, çalışmamız gereken hususlar vardır. [13] Ulusal kültür veya medeniyetimiz sürdürülebilir total hayatımız ve faaliyetlerimiz olduğuna göre, onlara bakmamız, bu unsurları anlamaya ve geliştirmeye çalışmamız gerekir.
      M. Kemal Atatürk’ün yaptığı ulusal kültür/medeniyet tanımı ve bu tanımlar ile ilgili düşünceleri gözden geçirildiğinde, Türk ulusunun «devlet-ebed- müddet» sahibi olarak yaşaması için, olmazsa olmazları önümüze koymuş olduğu görülür.
      Atatürk’ün yapmış olduğu ulusal kültür/medeniyet tanımı neleri içeriyor, şimdi onlara bakalım: 1-devlet hayatı, 2- fikir hayatı, 3- iktisadi hayat. Ama bu yetmez. Bunları ihata edecek, yönetecek bir siyasete, ulusun seciyesine dayalı bir siyasete ihtiyaç vardır. Bu siyaset, millî siyaset, Türkçülük siyaseti olacaktır. Başka türlü olması düşünülemez. M. Kemal Atatürk, bu çizgiden hayatı boyunca asla bir milim bile inhiraf etmemiştir. Bu nedenle, devlet yönetimini ele alacaklara, devlet hayatını yürüteceklere ısrarla şöyle söylemiştir:
      “Türk ulusunun idaresinde ve korumasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz ülküdür”. [14]
      Ama, biz, bugün, bu sözlerin gereğini bunca yıl, tam anlamıyla yerine getirdiğimizi ve gerçek anlamda hakkını verdiğimizi acaba söyleyebilir miyiz?
      Devlet hayatı, onun bekası, yönetimi, ulusal sırrı, hedefleri ve stratejisi, Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu konular; tanımını kendisinin yaptığı, ulusal kültür/medeniyet tanımı ve kapsamı içinde yer alır. Olayları son derece hassas bir biçimde değerlendiren ve sır/hedef/strateji üçgeni içinde ele alan Atatürk, bu bağlamda, şunları söylüyor:
      “Olaylar, Türk milletine iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: 1- Yurdumuzu ve haklarımızı savunacak güçte olmak, 2- Barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek”. [15]
      Bu sözler, devlet hayatının neye göre tanzim edilmesi gerektiğinin mihenk taşlarıdır. Ve memleket dahilinde baş verecek herhangi bir başkaldırı olayına karşı, nasıl bakılması icap ettiğinin altı da Atatürk tarafından şöyle çizilmektedir:
      “Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın güvenini, devletin bütünlüğünü ve asayişini bozmaya kalkışanlar, devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar”. [16]
      Bu çok önemli hususun bütün şartları, bugün ülkemizde yaşanmaktadır. Ancak, burada söz konusu edilenin sadece güvenlik kuvvetleri olmadığı ve bunun, devletin total gücü anlamı taşıdığı, bir kez daha altı çizilmesi gereken bir gerçektir. Ortada, yılları kapsayan bir zaafiyet olmamış olsaydı, bunca zaman sonra, devlet hayatımızda, fikir hayatımızda ve iktisadi hayatımızda, böylesi olayları yaşamamız söz konusu bile edilemezdi. Bu gerçek bize, yönetim açısından en yüksekte tutulması gereken ülkü ile ilgili uygulamaların, hızla gözden geçirilmesi ve tespit edilen zaafların giderilmesi gerektiğini göstermektedir.
      Devlet hayatında, üç önemli husus vardır: 1- Ulusal sır, 2- Hedef, 3- Strateji. M. Kemal Atatürk, ulusu için bu üç kademeyi kaidesine yerleştirmiş ve çizdiği ulusal politika içinde de, bunları gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu çalışmaları sürdürmek, onları gerçek ve özlem duyulan boyutlarına kavuşturmak ise, gelecek kuşakların kaçınılmaz görevi olarak kalmıştır.
      fiimdi, sıra ile bu unsurlara bakalım: Ulusal sır nedir? Uzak gelecekte olacakları, olması gerekenleri hesaplayarak buna göre ulusun ve devletin hazırlanmasıdır. Bu sır, devlet hayatı içinde, sadece bilmesi gerekenlerce muhafaza edilmesi gereken sırdır. Türk devlet hayatında bu sır, Türklüğün geleceği üzerine kurulu bir sır olmuştur. M. Kemal Atatürk, bu gün çöken Sovyet imparatorluğunun sonunu, 1936’larda görüp, yönetimlerin Türklük dünyası için, bu olgu için hazırlık yapmasını istemiştir. Ne var ki, 1990’ları yaşayan Türkiye, yönetimler açısından, bu sözü pek hatırlayamamış olacak ki, tarihin önümüze çıkardığı bu gerçek karşısında, hazırlıksız yakalanmıştır. Bu durum, bize, yeni nesillerin unutkanlığını mı; yoksa, başkalarının sunduğu bilgilerle vaziyeti idare etme tembelliğini mi gösterir, bilmiyorum; ama, en azından bunun, bir hafıza zaafımız, veya yönetenlerin konformizmi sonucu ortaya çıktığını söyleyebilirim. Devlet hayatında böylesi bir konformizme, veya hafıza zaafiyetine yer olamayacağı gerçeği de, bir kere daha, tarih tarafından bize, Sovyet gerçeği ile kanıtlanmış oldu. Biz, bu deneyimi göz önünde tutarak, açılmış mesafeyi, yine de, hızla kapatmak zorundayız ve bu kaçınılmazdır.
      Hedef sorununa gelince. Bu hedef, devlet hayatı ve devlet yönetimi için, olması gereken biçimde çizilmiştir. M. Kemal Atatürk, bu hedefi «büyük davamız» diye niteliyor ve şöyle diyor:
      “Büyük davamız, en uygar ve en rahata kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir” . [17]
      Elbette böylesi bir davanın, böylesi büyük bir hedefin dayanması icap eden bir yüksek strateji olması gerekir. Bu öylesine bir strateji olacak ki, hem ulusal sırrı, hem ulusal hedefi gerçekleştirecektir. Samimiyetle ifade etmeliyim ki, M. Kemal Atatürk, sadece bizim için değil, dünya tarihi açısından da bakıldığında, bir strateji dehasıdır. Attığı her ilmik, kurduğu her iltisak, aldığı ve uyguladığı her karar, sır/hedef/strateji üçgeni ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bu gerçekçi kurguda, her şey, inceden inceye düşünülmüş, ihtimal hesapları yapılmış ve gergef gibi, her biri, olmaları gereken yere dokunmuştur.
      “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir insanın kuracağı strateji, elbette ulusunu ve devletini sonsuza taşıyacak bir yapı ve seciyeye sahip olacaktı. Başka türlüsü düşünülemez. Nitekim, öyle de olmuştur. Bu stratejinin adı “Tam Bağımsızlık”stratejisidi r. Bu strateji hedefine ulaşmadan, gerçekleşmeden bir ülke için tam bağımsızlıktan söz edilebilir mi? Bu strateji, sokma akıl adamlar tarafından, zaman zaman eleştirilir. “Efendim, kendi kendimizi dünyadan tecrit mi edelim” denir. Bu gibi sızlanmalar, eğer bir ahmaklık eseri değil ise; bilmeliyiz ki, bu eleştiriler, devlet hayatımıza yönelik altıncı kol faaliyetinden ibarettir. Bu stratejinin ne böyle bir hedefi, ne de böyle bir amacı vardır. Tam aksine, en müreffeh, en uygar devlet ve en rahata kavuşmuş millet olma amacı vardır. [18] Eşitler arasında en eşit olma ülküsü üzerinde yürür. Neden bir “tecrit” anlamı içersin?
      Türkiye’de, M. Kemal Atatürk ile Türk ulusu, Türk devleti ile halkımız arasında nifak tohumları ekmeye ve bunlardan geçinmeye çaba gösteren çevreler olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türk devlet hayatının en zor zamanlarında bunlar her zaman ihânetlerini ortaya koymuşlardır. Bu ihânetlerinin, cehâletlerinin, veya gizli hesaplarının bedelini de, çıkar ve melânet yuvaları ile, itaat merkezleri kapatılarak ödemişlerdir. Bugün, toplumda gördüğümüz rahatsızlıkları n temelinde, bu çevrelerin oluşturduğu mahut odakların faaliyetleri yatmaktadır. Bu gerçeği görmezlikten gelemeyiz.
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!
      Devam ile/..2
      Toplumda ulusal bilinç, ulusal dayanışma, ulusal seciye, ulusal duygu ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunu, kimileri çok kültürlülük, çok etniklilik adına, sözüm ona çağdaşlık adına, ne idüğü belirsiz yeni dünya düzeni değerleri (!) adına; kimileri, toplumu yeniden cemaatlere, uydurma tarikatlara bölerek yapmaktadır. Bu çevrelerin ortak hedefi, Türk devletini ortadan kaldırmaktır. Çıkar noktasında çatışsalar bile, hedefte birleşiyorlar. Devleti ayakta tutan tüm kurumları etkisiz, mefluç hâle getirmek yolunda, bugün bir hayli mesafe kazandıkları yadsınamaz. Bu gerçeği görmezlikten gelen devlet hayatı, enerjisini boşa harcamış olur, kalkınmasına, gelişmesine zaman ayıramaz. Ve tabii, bu da, tam bağımsızlık stratejisinin önünü keser, hedefine erişmesini önler. Bu gün, Türk devlet hayatı, bu açmaz ile karşı karşıyadır. Ve ulus, bu açmazı aşacak kadroları, içinden çıkarmak zorundadır.
      Ulusal kültürün ikinci önemli ayağı, fikir hayatıdır. Fikir hayatı, buradaki kapsamı itibarıyla, bilimi, teknolojiyi, eğitimi, dili, dini, tarihi ve sanatı içine almaktadır. Bunlar, ulusal sırrımızı, hedefimizi ve stratejimizi gerçekleştirme yolunda, hareket gücümüzü, yeteneğimizi, kapasitemizi ortaya çıkaracaklardır. Türk ulusuna, gideceğimiz yolu gösterenler için elzem olan şartları, fikir hayatımız yaratacaktır. Bu nasıl olacaktır, sorusuna, Atatürk’ün yanıtı şudur:
      “Bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim. Lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz” . [19]
      Bu mu tecrit politikası? İnsanın kendisi olması, bilim ve teknoloji üretir özellik kazanması bir ulus için gerekli ise, bu yönde çaba gösteriyorsa, nasıl bir tecrit politikası diye eleştirilebilir? Bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu kafalara göre, erişik ülkeler, tecrit politikası uyguluyor olmalı.
      Burada, fikir hayatı ile ilgili her konuya girme imkânımız yok. Ancak, çok güncel, hayatî konularla ilişkili, üç nokta üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan biri dilimiz; ikincisi, eğitim ve üçüncüsü, din olacaktır.
      Dil, her ulusun kimliğinin açık bir ifadesidir. Bireyin nereye, hangi ulusa ait olduğunun en önemli belirleyicisidir. Çünki dil, sadece kelime yığını, gramer kuralları, veya sadece bir anlaşma aracı değildir. Her ulusun dili, o ulusun tarih sahnesinde yer almasıyla birlikte etkinliğini gösterir. Ve ait olduğu toplumun kimliğini belirler. Dolayısıyla, dilsiz oluşan bir ulus düşünülemez. Dilimizin, bizim için, ulusumuz için ehemmiyetini, Atatürk, şöyle ifade eder:
      “Türk milletinin dili, Türkçe’dir. Türk dili, dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünki, Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, ananelerini, hatıratlarını, menfaatlerini, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin, dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir”. [20]Türk dili bugün, bu anlayış içinde görülüp değerlendiriliyor mu? Bu sorunun durumunu kısaca gözden geçirelim.
      Türk dilini başka dillerin egemenliğine karşı koruma göreviyle yükümlü olanlar yönetimlerdir. Her ülke, kendi ana diliyle eğitim ve öğretimini yürütür. Bu, devlet olmanın, bağımsız ulus olmanın bir gereğidir. Farklı dillerle, yabancı dillerle eğitim ve öğretim yapan devletlere, sadece eski sömürge uluslarında rastlıyoruz. Buralarda ana diller tahrip edilmiş, eğitim/öğretim dili olmaktan uzaklaştırılmıştır. Ama bu, sömürge politikaları sonucu bir durumdur.
      Türkiye’de, cumhuriyetten bu yana ilkokuldan üniversiteye kadar, eğitim ve öğretim dili daima Türk dili olmuştur. Yabancı dille eğitim ve öğretim yapan yabancı okullar, yasalar ve anlaşmalar ile sınırlanmıştır. Türk dilinin, bilim dili olması yolunda büyük mesafe kazanılmıştır. Ne var ki, bu tutum son dönemlerde hızlı bir biçimde değişmiştir. Hem de, akıl almaz gerekçelerle. Eğitim ve öğretim bu ülkede, ana dil yerine, büyük ölçekte yabacı dil üzerine yaslatılmıştır. Böylece, bu yöntem ile, çocuklarımıza, yabancı dil öğretmiş olacakmışız!... Türk dili, bilim dili olamazmış!... Bu görüşleri ileri sürenler de, hiç şüphesiz, yabancı dil öğretme işi ile, yabancı dil ile eğitim/öğretim yapma arasındaki farkı çok iyi biliyorlar. Ama bu akıl almaz tutumu, ısrarla sürdürüyorlar.
      Bu tutum, Türk eğitim politikasına egemen görünüyor. Böyle olduğu için de, devlet, kendi eliyle kurduğu ve açtığı pek çok yeni eğitim kurumundan Türk dilini kapı dışarı etmiştir. Bu, dünyada inanılası güç bir olgudur; eşi yoktur. Üniversitelerimiz, yabancı dillerle eğitim/öğretim yapan kurumlara dönüştürülmeye yöneldi. Bu nasıl bir zihniyettir ve nasıl bir Türk dili düşmanlığıdır ki, bin bir kisve altında, eğitim kurumlarımızda bile ana dilimizin etkinliği kırılmak isteniyor.
      Bunlara neden böyle davrandıkların sorarsanız; şüpheniz olmasın savunmalarını size, “çağdaşlık” arkasına sığınıp yapacaklardır. Doğrudan, veya dolaylı biçimde satımını sağladıkları yabancı dille yazılmış eğitim/öğretim malzemelerinin tatlı kârlarından asla söz etmeyeceklerdir. Farklı kültürlerin misyonerlik görevini yaptıklarını da kabul etmeyeceklerdir. Bunlara sorarsanız, pek çoğu “Atatürkçü” olduğunu söyleyecektir. İnsanlarda izan ve vicdan olmayınca, ihanetine en mukaddes değerleri de kalkan etmeye cüret edebildiğini, bu tiplerde görmek mümkündür.
      Bu tipler, yalanları ve Türk diline karşı ihanetleri ile millet önünde, tarih önünde, sadece tıynetlerini tescil ettirmektedirler. Bu ülke, her konuda olduğu gibi Türk dili konusunda da, gerçek bir zihniyet devrimi yaşayacaktır ve Türk dili, Türkiye’deki tüm eğitim/öğretim kurumlarında tek egemen dil olma konumuna yükselecektir. [21]
      Yabancı dil öğretme yetersizliği, bir ulusun dilini, kendi eğitim/öğretim kurumlarında yok sayarak aşılamaz. Böyle bir ihanetin adı, yabancı dil öğretmek olamaz. Bunun anlamı, sadece Türk milletine karşı, geleceğe dönük, hazırlanmış bir ihanet hareketi olabilir.
      Her ülkenin eğitimi, millî olmak zorundadır. Bu bir ulusun, «olmazsa olmaz»larından en önemlisidir. Bu, bir ulus, bir devlet için, hayatî bir var olma sorunudur. Eğitim/öğretim, her ülkenin ana dili ile olur. Bu nedenle, M. Kemal Atatürk, bu konuda çok hassastır:
      “Millî eğitimi esas aldıktan sonra, onun dilini, usûlünü, araçlarını da millî yapmak zorunluluğu tartışmadan uzaktır”. [22]
      Bunu söyleyen Atatürk, Türk ulusu için, bu kaçınılmaz gerçeğe işaret ediyor. Eğitimin millî, yani Türkçü olmasında ısrar ediyor. fiimdi soruyorum: Türkiye’de açılmış bulunan eğitim ve öğretim kurumlarının tamamında bugün Türk dili egemen midir?
      Atatürk, bir Türk milliyetçisi idi. Ve bunu göğsünü gere gere söyleyebiliyordu. Türklüğü ile övünüyor, Türk ulusu için düşünüyor ve Türk ulusunun geleceği sağlam temellere otursun diye uğraşıp, ömür tüketiyordu. Oysa gelenler ne yapıyor? Türk dilinin bağımsızlık alanlarını yabancı dillere açıyorlar. Ne adına? Yabancı dil öğretme adına. Dünyada bundan daha komik, daha gülünç bir misyon savunması olabilir mi? Bu kafalar, Türk ulusu için çizilmiş bulunan sır/hedef/strateji gibi mukaddes kavramlar üzerine gerekli ve yeterli özeni gösterebilir mi, bu gerçeği düşünebilir mi? Burada, bu durumda hangi seciyeden, hangi karakterden söz edebiliriz? Cumhuriyetin dayanağı olan Türk halkına Türklüğünden, kimliğinden söz ettirmek istemeyen bir zihniyetin, bir ihanet elinin vatan sathında dolaştığını ve melanetlerini işlediğini, sinsi propagandasını yürüttüğünü görüyor ve her Türk vatandaşı gibi hissediyorum.
      Hiç kimse, özel hesaplara ve çıkarlara dayalı düşüncelerini Atatürk’ün arkasına saklayıp bu halka dayatma hakkına sahip değildir. Hiç kimse, kendi özel hesaplarına, veya ait oldukları odaklara dayalı düşüncelerini, görüşlerini, Atatürk böyle düşünüyordu, diye topluma, Türk ulusuna yutturmaya kalkışamaz; buna izin verilemez. Atatürk, düşüncelerini, Türk ulusuna berrak bir Türkçe ile ifade etmiştir ve anlaşılmayacak bir sözü de yoktur. Atatürk, bir Türk milliyetçisidir. O, kendi deyimiyle, milli siyasete, yâni Türkçülük siyasetine önem verir. Türklük bilincine, ulusal bilince, ulusal kimliğe ve ulusal kültüre önem verir ve bunları göz diktiğimiz en yüksek ülkü sayar. Devlet hayatımızda, fikir hayatımızda bu görüş ve düşünceler bugün lime/lime edilmiştir. Bu duruma göz yumanlar, bu yıkıcılara oyun alanları sunanlar, hangi yüzle M. Kemal Atatürk’ten söz edebilir? Bu yanlışları, bu ülkede, mutlaka ulusal bir zihniyet devrimi düzeltecek, doğruları yerine oturtacaktır. Bu ulusal zihniyet devrimini Türk parlamentosu, bekâmız için yapmak zorundadır.
      Bir ülke düşünün, ilk, orta, lise, meslek okulları ve üniversiteleri, ana dil ile eğitim ve öğretim hassasından, seciyesinden uzaklaştırılıyor. Bir ülke düşünün; ilk ve orta eğitim kademeleri, hedef ve çizilmiş temel işlevlerinden koparılıp, farklı mecralara yöneltiliyor. Tevhid-i Tedrisat deniliyor. Bir ülke düşünün, hepsi üniversiteye öğrenci hazırlayan bin bir çeşit liseye sahip bir ahtapot yaratıyor. Ülkede mevcut orta öğretim kurumları kendi hâline bırakılıyor ama, bu ahtapotun gelişmesi için önü açılıyor. Meslek okulları ülke ihtiyaçlarını karşılamak yerine, üniversiteye öğrenci yetiştirmeye yöneltiliyor. Lise yetmemiş, Anadolu lisesi, süper lise ve daha bir sürü tip yabancı dille eğitim/öğretim yapan kurum üniversiteye öğrenci yetiştiriyor. Eğitimi, ülke ihtiyaçlarına göre planlama rafa kalkmıştır. Millî amaçlar ve hedefler kaybolmuştur. Ve şimdi, inanılmaz bir eğitim kaosu içinde, ülke kaynaklarını, çocuklarımızı ve geleceğimizi tüketiyoruz. Ortaya çıkan olaylar, dehşet manzaraları çizmeye başlayınca da, bu kurumları kimse denetlemiyor mu, müfredatlar izlenmiyor mu, diye yakınıyoruz. Bu ülke, nasıl bir ülke oldu? Bu nasıl bir millî eğitim politikası, bu nasıl bir ülke planlamasıdır, diye hesap sorulmuyor. Ülkenin bu başı bozuk eğitim çıkmazından, millî karakteri parçalanmış hâlinden kurtarılması şarttır.
      M. Kemal Atatürk diyor ki:
      Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz eğitimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1- Milliyetine, 2- Türkiye devletine, 3- TBMM’ne düşman olanlarla mücadele lüzumunu”. [23]
      Bunlar öğretiliyor mu, yapılabiliyor mu? Bunlar yapılabilseydi, acaba gençlerimiz boşu boşuna birbirini kırıp döker miydi? Acaba yaşadığımız bu kara tablolar karşımıza çıkar, ülkeyi meşgul edebilir miydi? Bu ülkede üç paralık çıkarları için kimi insanlar, ulusun geleceği olan çocuklarımızı tüketme, geleceğimiz karartma hakkına sahip olmamalıdır.
      fiimdi, din konusuna dönmek istiyorum. Hemen ifade edelim ki, M. Kemal Atatürk’ü bu noktada en çok eleştirenler, eski ihânet şebekelerinin artıkları, beslemeleridir. Bu eleştirilere karşılık, Atatürk’ü bilinçli biçimde dine karşıymış gibi göstermeye ve böylece bu çatışma ortamını diri tutmaya, ulus ile arasındaki bağı tahrip etmeye çalışan bir başka çevre daha vardır. Bu iki çevre, ülkemizde, birbirlerine düşman gibi görünen melanet ikizleridir. Bir diğerine malzeme yaratır. Bu iki çevre, M. Kemal Atatürk’e düşmandır. Çünki, her ikisi, de milletimize, millî siyasetimize, millî devletimize, kimliğimize düşmandır. Din adına bezirgânlık yapanlar ile, çağdaşlık adına bezirgânlık yapanlar, bu çevreleri oluşturur. Hiç birinin ne din ile, ne çağdaşlık sorunu ile doğrudan işleri vardır. Yüklendikleri ve geçimlerini sağladıkları misyon için görev yaparlar. Onlar, Türk toplumunda yeşertilen kötülüklerin kaynağıdır. Böyle oldukları için, hepsinin fesat yuvaları M. Kemal Atatürk tarafından kapatılmıştır. Ama bugün anlaşılıyor ki, bu fesat yuvaları yer altında iyi saklanmışlar ve uygun ortam bulunca, yer üstüne çıkıp melanetlerini yeniden örmeye, uygulamaya başlamışlardır.
      M. Kemal Atatürk niye din düşmanı olsun? Neden islamın düşmanı olsun? Bunu aklı başında, vicdanı ve izanı olan bir Türk, bir Müslüman Türk söyleyebilir mi? Ezan nerede, namaz hangi şartlar altında kılınır? Türk halkına, ulusumuza bu imkânı kim sağladı diye düşünür insan. Bir insanda vicdan karalığı bu denli ağır olabilir mi? Ama, olabiliyormuş .
      M. Kemal Atatürk, din hakkında nasıl bir tutum sahibidir, diye insan merak eder. Sözlerini arayıp bulur, öğrenir. Bakın Atatürk, din hakkında, dinimiz hakkında, İslamiyet hakkında ne diyor:
      “Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur”. [24]
      Bu sözün ve inancın sahibi bir insanı, bir devlet kurucusunu, din düşmanı gibi göstermek sadece ihânet ile, Türk devletine düşmanlık ile eş anlamlı kabul edebiliriz. İslam dini hakkında böyle düşünen Atatürk, bakalım din adamları için ne düşünüyor:
      “Milletimizin içinde gerçek din âlimleri, âlimlerimiz içinde milletimizin gerçekten iftihar edebileceği din bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil, ilmi kıyafet altında ilim gerçeğinden uzak, gereği kadar okuyup öğrenememiş, ilim yolunda yeteri kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini bir birine karıştırmamalıyız” . [25]
      Bu sözlerde
      din düşmanlığı, veya din adamı düşmanlığı var mı? Ama, cehalet düşmanlığı var. Dinimiz cehâlete karşı değil mi? Bu cehaleti ortadan kaldırmak isteyen, aydın din adamları yetiştirmek için ilahiyat fakültesi, dinî terbiyeyi takviye edecek mektepler açan bir adam, din düşmanı, din adamı düşmanı olabilir mi? Sadece cehaletten yararlanıp, din adına çıkar sağlayan çevreler M. Kemal Atatürk’e düşman olabilir. Bugün iyice palazlanan bu çevreler, artık işlerinde profesyonelleş miştir. Din ticareti ile siyaset yapmaktadırlar. Halkımızın dinî inançlarını sömürüp, servet üstüne servet katmaktadırlar. [26] Benzer hempaları ile, yani karşıt ikizleriyle iş bölümü yapıp, Türk halkını, laik/antilaik, dinî ve etnik kamplara bölüp çatıştırma, millî devleti yıkma hesapları yapmaktadırlar. Her türlü bölücü akım, o çevreler arasında kendine yer ve destek bulabilmektedir. Aslında bunlar, İslâma da, Allah’a da karşıdırlar. Cehalet gözlerini ve vicdanlarını kör etmediyse, ulusa ve devlete karşı ihânet ihtirasları onları, gerçeği göremez hâle getirmiş, demektir.
      Kur’an’ın akla, mantığa, bilime uygun bir ilahî kitap olduğu, bilime aykırı hiç bir bilgi ihtiva etmediği günümüzde de kanıtlanmıştır. Atatürk, bu gerçeği göreli yıllar olmuş ve bu gerçeği, daha önce söylemiş ise, hata mı yapmıştır? Bu din düşmanlığı mıdır?
      Tarih, veya zaman, dinamik bir akış hâlindedir. Bilgi değişir, anlam değişir, teknoloji değişir, kısaca, her çağda, dünyanın bilgi düzeyi değişir. Ama bu gerçeği anlamada idrak zaafı gösteren ne İslamı, ne Kur’an’ı, yâni ne Allah’ın sözünü, ne de, Atatürk’ün, “Hayatta hakikî mürşit ilimdir“sözünü gerçek anlamda kavrayabilir.
      fiimdi bu din bezirgânlarına soruyorum. İşte size mukaddes kitabımız Kur’an’dan bir Allah sözü, bir âyet: “Her çağın bir kitabı vardır” (Sure 13/Ayet 38). [27] Ammenna, inanıyoruz ki Kur’an, Tanrı’nın bize gönderdiği son kitap, son buyruk. Peki, bu sözün anlamı ne acaba? Bu sözü «her çağda bir kitap gelecek», diye mi anlayacağız. Bu mümkün değil. Öyleyse burada, bize söylenmek istenen farklı bir gerçek bulunmaktadır. O da şudur: “Ey insanlar, beni her çağda, her yüzyılda o yüzyılın eriştiği bilgi düzeyi ile yeniden okuyup anlamaya çalışın”. Bu âyette, dinimizin, kitabımızın akla, bilime, mantığa uygunluğunu bize gösteren Allah. Bu gerçeği, yıllar önceden yakalayıp her şeyin önüne bilimi, tekniği, aklı yerleştirmeye ve bizi, yürüyeceğimiz yolda aydınlatmaya çaba gösteren O’nun kulu bir insanı anlamak ve takdir etmek yerine, Atatürk’ü haksız yere karalamaya kalkışanları, O’nu din düşmanı gibi göstermeye çalışanları, cehalet bezirgânlığına kaçıp ticaret ve siyaset yapanları ne Allah, ne de Türk ulusu affeder. Hele dinî siyaset malzemesi, bir yerlere gelme aracı gibi kullananlar, toplum içinde bu yolda fitne çıkarıp, karışıklıklar yaratıp bundan medet umanlar, emin olunuz, önce Allah’ın, sonra da Türk ulusunun sillesini yiyeceklerdir.
      Burada birkaç söz de, iktisadî hayat ile ilgili söylemek istiyorum. İktisadî kalkınmanın temeli, yüksek düzeyli eğitim, bilim ve teknolojidir. Savunma ve hizmet sanayiinde, teknolojide bağımsız olmanın yolu, iktisadî kalkınma hamlesini gerçekleştirmeden geçer. Tam bağımsızlık demek, bu kalkınmayı gerçekleştirmek demektir. O’nun izlediği iktisadî politikalardaki devletçilik, bugün kimi çevrelerce eleştirilmektedir. Oysa bu devletçiliğin eleştirilecek yeri olmadığı, aksine gerekli olduğu ortaya çıkmıştır. M. Kemal Atatürk, devlet ve özel teşebbüsün yer aldığı bir iktisadî hayat çizmiştir. Ama, O’nun devletçilikten anladığı, ideolojik devletçilik modellerinden farklıdır. O, kalkınmada karma ekonomiden yanadır. Çağımızda, gerçek iktisat bilimcilerinin kabul ettiği bu vazgeçilmezliğ i, O, yıllar önce tespit etmiş ve uygulamıştır. O’nun tesbitleri, dünya ekonomi modellerinin yaşadığı krizler dikkate alınarak yapılmış bir ulusal modele dayanır. Böyle olduğu için de, kimi köşe yazarlarımız, dünyadaki ekonomik modellere, politikalara ve uygulamalara bakarak bugün “hoş geldin karma ekonomi” diye, yeni ekonomik gelişmeler üzerine değerlendirmeler yazıyorlar.
      M. Kemal Atatürk, ekonomik kalkınmayı Türkiye için kaçınılmaz görüyor ve şöyle diyor:
      “Ekonomik kalkınma Türkiye’nin hür, bağımsız, daima kuvvetli, daima daha müreffeh Türkiye ülküsünün bel kemiğidir”. [28]
      Türkiye için bu denli hayatî bir konu, elbette kendi başına bırakılacak bir konu değildir. Devletin elini uzatması, düzenleyici ekonomi içinde yer alması bir zarurettir. Dünyanın hiç bir yerinde, devletler, ekonomik hayatın dışında bulunmaz, hepsi içindedir. Sadece, ekonomi içinde bulunma modelleri ve politikaları farklılık gösterir. Türk devletine, ekonomik hayat içinde Atatürk’ün biçmiş olduğu rol de, kendine özgü bir modeldir. Ve o, bu durumu şöyle açıklıyor:
      “Devletçiliğin bizce mânâsı şudur: Fertlerin husûsî teşebbüslerine ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak”. [29]
      Burada yanlış var mı? Yanlış, olgunun özelliğini anlamadan, bilmeden ahkâm kesmektir. Sır, hedef ve strateji nosyonu olmayanlar ile ülke sorunlarına doğru çözüm bulmak son derece zordur. Çünki, onlar, ülke sorunlarından ziyâde, özel hayalleriyle yaşarlar, ahkâm yürütürler.
      Dünyayı vitrinlerden seyredip, kurmuş oldukları hayalleri ülke gerçeği gibi algılayanlardan M. Kemal Atatürk’ün medeniyet ufkundan Türkiye’yi nasıl bir güneş gibi yeniden yükseltmek istediğini anlamalarını bekleyemeyiz. Bu ülkede, kimseye benzemek istemeyen, sadece kendine benzemek isteyen; eşitler arasında en eşit ülke olmak için mücadele edenler, M. Kemal Atatürk’ü ve düşüncelerini doğru anlayabilirler. Çünki, onlar, Atatürk’ün belirlediği Türk odağından dünyaya bakarlar.
      İçinde bulunduğum sınırlı zamanda, Atatürk’ün, kültür/medeniyet anlayışı ve tam bağımsızlık stratejisi üzerine söylemiş olduğu sözlerden, yapmış olduğu tanımlardan anlayabildiklerimi sizlere sunmaya çalıştım. Atatürk’ün, ne bu konudaki; ne de, sır, hedef ve tam bağımsızlık stratejisi konularındaki görüşlerini yeterince size yansıttığımı sanıyorum. Ama bu bir denemedir. Bu denemede, Atatürk’ün hayatı boyunca değişmez çizgisinin ana hatları sunulmaya çalışılmıştır. Sözlerimi, burada bitirmeden önce bir kere daha belirtmek isterim ki, Atatürk, kendi ifadesiyle, bir Türkçülük siyaseti takipçisi, bir Türk milliyetçisidir. Ben de bu görüş üzerinde yürümeyi, düşünmeyi, çalışmayı ve dünyayı onun belirlediği sır/hedef/strateji üçgeninden görmeyi ve yaşadığım sürece bu ölümsüz türküyü anlatmayı kendime en mühim görev sayıyorum. O’nun gibi olmak mümkün değil, ama, O’nun çizdiği izden gitmek, izlediği politika, sır ve stratejiyi takip etmek ve ulusumuz için dünyaya, hep bu hayatî üçgenden bakıp geleceğimiz için çalışmak mümkündür, diye düşünüyor ve inanıyorum.
      Sözlerimi, Atatürk’ün, Cumhuriyetin 10. Yıldönümü nedeniyle 29 Ekim 1933 yılında Türk milletine ünlü hitâbında söylediği şu sözlerle tamamlıyorum: “... Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. ... asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır... Ne mutlu Türküm diyene!”
      Ne mutlu, bu hedefi gerçekleştirecek yönetimlere, gelecek kuşaklara!
      Ne mutlu, yepyeni, herkesten ileri ve kendine özgü, kendi yaratıcılığına dayalı bir Türk medeniyetini insanlık tarihine armağan edeceklere.
      Ne mutlu o Türk kuşaklarına!..
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Milletin bağımsız olamaması karakteri ya da bağımsız olma karakteri Türkiyenin ekonomi ve siyasi gel

      Yeni Türkiye Hükümetinin öz cevheri millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir.
      1923
      M.Kemal Atatürk

      Evet tüm dünya insanları artık bilmelidirler millet olmanın derin anlamı, birlik şuuru ilkesidir. Tüm uluslar kendi içlerinde barış ve birlik ve hakimiyet realitesini oluşturup oturtmadıkça, insanlık özlediği refah ve medeniyete ulaşamayacaktırlar.
      Kendi varlığımızda hakimiyet ve barış mecburidir. Ferdi egemenlikler külli egemenliklere dönüşmelidir.
      Şuurumuz ve anlayışımızın ölçüsünde kendi değerlerimizi ve doğrularımızı ve sınırlarımızı belirleriz.
      Bu gün artık sınırları kaldırıp farklı görüş ve fikirlere rağmen birlik ruhunu ve o ruhun yaratacağı birleştirici ve ilerletici etkin gücü ile belirleyici ve hakimlik kazandığımızda işte ozaman; emperyalizmin en kılcal damarlarını kesebiliriz.
      Bu her anlamda kazanılmış bir var olma mücadelesi olacaktır.
      Türk ulusu var olma mücadelesinde ancak ve ancak milli iradenin hakimiyetiyle başarılı olacaktır.
      Değerlerimiz, kültürümüz, toprağımız deyip geçmeyin!
      Bu öylesine bir fikir ve ilke değildir.
      Bizi ayakta tutan ve bağımsız kılan bu değerlerin varlığı ve devamıdır.
      Türkiyemizi, ulusumuzu sürüklermek istedikleri karanlık ve bağımlı kılma çabaları her türden oyunlarla, içimizde ve dışımızda devam ediyor.
      Demokrasinin keskin kılıcını şuursuz ellere teslim edilmesine seyirci kalmak ihanettir.
      Medya kuruluşları, aydınlar, diplomatlar,bürokratlar,güvenlik kuvvetleri,politikacılar,parti liderleri,eğitim sektörleri, iş adamları vs vs..içine çekildikleri sistemin kölesi değil,seyircisi değil,kirlenmiş değil ,dürüst,vicdani ve elleri temiz, sorumluluklarının farkında ve sadık olmak mecburiyetindedirler.
      Hiç bir ferdi güç genelin çöküşünden etkilenmeden ayakta kalamaz.
      Bir bedene bulaşmış virüs zaman içinde tüm bedeni çökertir işte o vakit kazanılan sunni gücün değeri yiter gider. Bundan kazançlı çıkacak olanda sömürü sisteminin efendileri olacaktır.
      Her türden arzu ve ihtiraslarımız ve iyi niyetlerimizde dahil bir araç olarak beslemek için kullanılmakta.
      Ancak bağımsız ve şuurlu olan varlık neyi, nasıl ve ne için kullanacağını bilerek hareket eder.
      Milleti idare eden mili iradenin temsilcileri bağımsızlık karakteri ilkesini prensip edinmiş olacaktır.
      O halde milli irade aydın ve şuurlu olmak zorundadır.
      Milletin bağımsız olamaması karakteri ya da bağımsız olma karakteri Türkiyenin ekonomi ve siyasi geleceğini belirler.
      Bu noktada aydınlarımız milleti Nura götürecek ışıkları yakmakla yükümlüdürler.
      M.Kemal Atatürk Kurtuluş mücadelesinde her seviyeden,her türden anlayışta olan ulusumuzun dimağlarında ve yüreklerinde o ışığı yakmış ve birlik ruhu ile harekete teşvik ederek özgür kılmıştır.
      Ne ellerimiz bağlı nede kollarımız...
      En ufak zannettiğimiz adımların devasa adımlara dönüşmesi "ya istiklal! ya ölüm!" kesinliği ile tarzı hareket anlayışını benimseyip yürümektir.
      İşte bu ruh un önünde hiç bir engel muvaffak olamaz.

      sevgilerimle..

      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti ölmüştür.

      Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti ölmüştür. Bütün dünya
      bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini
      tanıtmağa kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için
      bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Haysiyetinin
      bir zerresine, vatanın bir avuç toprağına vuku bulacak tecavüzün
      bütün mevcudiyetine vurulmuş darbe olacağını artık Türk
      milletinin farketmediğini sanmak hatadır.

      1924

      M.Kemal Atatürk.

      Ya İstiklal ya ölüm!


      [B]Merhaba,


      Bu kararın dayandığı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu :
      Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.
      Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
      Halbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kaabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!…
      O halde, ya istiklal ya ölüm!
      İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!
      Peki efendim. Öteki karalara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi?
      Şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakarlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur.
      Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü, millet her türlü fedakarlığı göze alarak istiklalini kazanmış olsa da, saltanat sürüp gittiği taktirde, bu istiklale kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık ,vatan ve milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklâl ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabirdi?
      Halifeliğin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu gerçek medeniyet dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir yanı kalmış mıydı?
      Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlayabilmek için daha milletin alışkın olmadığı bazı konulara dokunmak gerekiyordu. Ortaya atılmasında, kamuoyu bakımından büyük sakıncalar doğuracağı sanılan hususların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zaruret vardı.
      Osmanlı Hükumeti’ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu.[/B]

      Kaynak: Nutuk.

      Sevgimle
      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Her tür inanç ve fikir üzerinden rant elde ederek karanlığa itme politikalarına karşı uyanık olmak z

      Newton fiziğinin ikinci yasası “Her etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluşur” der. Bu türden bir etki-tepki ilişkisi şuur gerektirmez. Adeta doğanın kendi programı olarak her durumda ortaya çıkar. Buna “var olma içgüdüsü” de diyebiliriz. Sadece canlılar değil cansız dediğimiz varlıklar da bu tepkiyi gösterirler. Çünkü bir nesneyi yok etmeye çalışırsanız o size karşı direnecektir. Örneğin suyu düşünün. Su her girdiği kabın şeklini alır. Fakat suyu sıkıştırdığınız zaman direnir. Belli bir hacmin altına suyu sıkıştırmak son derece zordur. Suyun ısısını alıp buz haline getirdiğinizde hacmi küçülmez artar. Yani buz, sudan daha fazla hacim olarak varlık gösterir. Kaybettiği ısı enerjisine karşı gösterdiği tepki daha fazla yer kaplamaktır.

      Varlıklar da aynı etki-tepki mekanizması içinde yaşamlarını sürdürürler.
      Bu gün insanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelinmiştir.
      . Ne kadar gelişirsek gelişelim, aklın ötesinde bir durum her zaman olacaktır. Yani inanç her zaman olacaktır. İnanç iradeyi güçlendirir; inandığımız ve niçin inandığımızı bildiğimiz konularda daha güçlü irade beyanlarında bulunuruz. İrade ancak, inanç ile güçlendirilebilir. İnanç, yerine konulmamış, özüne yeterince nüfuz edilmemiş bilgidir. Anlamak, idrak edebilmek inançtan daha önemlidir. Çünkü bağlayıcı olan inanç ya da inançsızlıktır. Bu ikisi madalyonun iki yüzü gibidir.

      Bakınız Atatürk ne diyor;

      ( * )
      "Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir doğra,hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler; bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve fakat asla taviz vermediğimiz, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. "
      "Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur:
      "Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıkların ortadadır: Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” (Atatürk)

      İnançlarımız üzerinden sömürü yapılmaması için akıl ve ilimi rehber edinmek ve bilgi ile yürümek gerekir.

      Peki bundan kimler rahatsız olur?
      İnsanlığı karanlıkta bırakıp aydınlanmasını engellemeye çalışan sömürü sistemi.
      Ve hedef olarakta kendilerine karşı olan en güçlü alanı seçerler. Böylece o alanı delip dağıtarak ve yok ederek varlıklarını devam etirmek ve kendilerine tabi,bağımlı kalınmasını sağlamlaştırmak isterler.
      Bu alanı nasıl delerler;
      Bir virüs gibi içeri sızarak ve o alanın gücünden beslenerek içten çökertmeye çalışırlar. Hedef aldıklarını karalayarak, suçlayarak susturmaya ve yok etmeye çalışırlar.
      Kahramanı" yaratmak için her zaman bir "anti-kahramana" ihtiyaç vardır...Toplumun bütün hücreleri ile atomize olduğu ve bu dejenerasyon sürecine karşı kitlelerin daha duyarlı hale geldiği bir ortamda hedef daima güçlü alandır.Bu odaklar niyetlerini açıkça sergileyerek işi "hesap sorma" söylemine kadar giderler.
      Her tür inanç ve fikir üzerinden rant elde ederek karanlığa itme politikalarına karşı uyanık olmak zorundayız. Sistemin kendisini kullanarak yapılan bu oyunlara prim vermeye niyetimiz yoktur.

      Yeni bir din yaratmak arayışları, insanlarda itibar görme açlığı, inanç tacirliği yaparak ruhları esir almaya yönelik hareketleri beslememiz söz konusu olamaz.

      Sevgilermle. .
      G.D

      ( * )
      Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye'yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi; mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir.
      Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz. 1921 (Nutuk II, S. 623-624)
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!
      Merhaba,

      Ulusal Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’nun çeşitli yerlerinde birçok ayaklanmalar çıkmıştır. Bu ayaklanmaların bir bölümü Türk topraklarını parçalayarak yeni bir devlet kurmayı amaçlayan, diğer bölümü ise, saltanat ve hilafete geleneksel ve dinsel bakımdan bağlı olanlarca çıkarılmış isyan hareketleridir. Hıyanet, kin ve taassubun yarattığı isyanların amacı; milli hareketi boğmaktır. Atatürk, öncelikle iç isyanların bastırılmasına, ülkede iç güvenliğin sağlanmasına son derece önem vermiştir.
      12 Ocak 1920’de İstanbul’da çalışmalarına başlayacak ve tarihe son Osmanlı Mebusan Meclisi olarak geçecek olan parlamentoyu oluşturan milletvekillerinin bir kısmına, Ankara’da bir eylem planı çerçevesinde çok önemli bir “misak” (yemin)tan söz edilmiştir. Bu misak ileride, Türk Kurtuluş Savaşı’nın siyasi programı ve cumhuriyet Türkiyesi’nin dış politikasının dayandığı temel argümanlarından biri olacaktır.
      “Misak-ı Milli” (Ulusal Yemin) olarak bilinen ve tanınan bu metin, 28 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Mebusan Meclisi’nde yapılan bir gizli toplantıda “Ahd-ı Milli Beyannamesi” adı altında kabul edilmiştir.Mustafa Kemal, Mebusan Meclisi’nde uygulanmak üzere bir plan hazırlamıştır. 19 Ocak’ta meclis açıldığında, Müdafaa-ı Hukuk grubu kurulamadı. Bunun yerine, Rauf Bey ve arkadaşlarının liderliğinde, daha dar ve gevşek yapılı bir grup olan: Felah-ı Vatan (Vatanın selameti) grubu kuruldu.

      Mustafa Kemal nutkunda, bu durumu ağır bir şekilde eleştirmektedir:

      (*)

      “ Baylar, her görüştüğümüz kişi ya da kişiler, bizimle düşünce görüş birliği yaparak ayrılmışlardır. Ama, Mebuslar Meclisi’nde “Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti Grubu” diye bir grup kurulduğunu işitmedik. Niçin? Evet, niçin? Bugün buna cevap isterim!”
      “ Çünkü Baylar, bu grubu kurmayı duyunç borcu, ulus borcu bilme durum ve yeteneğinde bulunan baylar inançsızdırlar… korkaktırlar… bilisizdirler.”


      19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Milli Mücadele hareketini başlatmak üzere Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladı. 28 Mayıs 1919'da Havza Genelgesi’ni yayınladı. Genelgede; İstanbul'daki işgal komutanlıklarına ve hükümet çevrelerine işgalleri kınayan protesto telgraflarının çekilmesini, yurt genelinde protesto mitinglerinin yapılmasını istedi. Mustafa Kemal bu genelge ile milletin işgaller konusunda bilinçlenmesini ve tepki göstermesini sağlamayı hedeflemiştir.
      Havza'dan Amasya'ya gelen Mustafa Kemal burada Ali Fuat Paşa, Refet Bey ve Rauf Beylerle görüşerek Amasya Genelgesi’ni yayınladı.(22 Haziran 1919)
      Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
      İstanbul Hükümeti üzerine düşen görevleri yerine getirememekte, bu durum milleti yok gibi göstermektedir.
      Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
      Milletin haklarını savunmak ve sesini dünyaya duyurmak için her türlü etki ve denetimden uzak milli bir heyet kurulmalıdır.
      Bunun için Anadolu'nun en güvenli yeri Sivas'ta milli bir kongre yapılacaktır. Kongreye katılmak üzere her ilden milletin güvenini kazanmış üç delege seçilerek gizlice Sivas'a geleceklerdir

      Mustafa Kemal Amasya Genelgesi’nden sonra Doğu Anadolu'nun Ermenilere karşı savunulması amacıyla Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından toplanmakta olan Erzurum Kongresi’ne katıldı. Kongreye başkan seçilen Mustafa Kemal bölgesel amaçla toplanan kongreden milli kararlar çıkmasını sağladı.
      (24 Temmuz - 7 Ağustos 1919)
      1-Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz. 2-Yabancı işgal ve müdahalesine karşı Osmanlı Hükümeti'nin dağılması halinde millet hep birlikte savunmaya geçecektir.3-İstanbul Hükümeti vatanı savunamazsa geçici bir hükümet kurulacaktır. Hükümet üyeleri milli kongre tarafından seçilecektir. Kongre toplanmamışsa şimdilik bu işi Temsil Heyeti yapacaktır.4-Kuva-yı Milliye’yi amil (etken), milli kuvvetleri hakim kılmak esastır.5-Azınlıklara siyasi hakimiyetimizi ve sosyal dengemizi bozucu ayrıcalıklar verilemez.6- Manda ve himaye kabul edilemez.7-Mebuslar Meclisi’nin derhal toplanması ve hükümet işlerinin meclis denetiminde yürütülmesi için çalışılacaktır.
      İlk kez milli sınırlar ifadesi kullanılmıştır ,tam bağımsızlıktan yana karar alınmıştır,millet egemenliğine dayalı yeni bir yönetimin kurulacağı ifade edilmiştir ve azınlıklara tanınan ayrıcalıklara karşı çıkılmıştır.Amasya Genelgesi gereği yurt genelinden seçilen temsilcilerin katılımıyla Sivas Kongresi toplandı. Kongre; toplanış amacı, şekli ve alınan kararlar bakımından milli kongredir.((4 - 11 Eylül 1919)1-Milli cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilerek Milli Mücadele hareketinin tek elden yürütülmesi sağlandı.2-Manda ve himaye kesin olarak reddedilerek tam bağımsızlıktan yana karar alındı.3-Erzurum Kongresi kararları tüm yurdu kapsayacak şekilde genişletilerek aynen kabul edildi.4-Temsil Heyeti'nin üye sayısı artırılarak yeniden oluşturuldu. Tüm yurdu temsil etmesi ve bir hükümet gibi çalışması kararlaştırıldı. Başkanlığına Mustafa Kemal getirildi. Temsil Heyeti Ali Fuat Paşa'yı Batı Anadolu'daki Kuva-yı Milliye Komutanlığı’na getirerek yürütme yetkisini kullandı.
      Mustafa Kemal Temsil Heyeti ile birlikte Ankara'ya gelerek burayı Milli Mücadelenin merkezi haline getirdi (27 Aralık 1919). Osmanlı Mebuslar Meclisi 12 Ocak 1920'de toplandı. 28 Ocak 1920'de de Misak-ı Milli kararlarını aldı. Buna göre;
      1-Mondros imzalandığı sırada işgal edilmemiş olan ve Türklerin çoğunlukta yaşadığı topraklar bir bütündür parçalanamaz. Arap illerinin geleceği orada yaşayan halkın vereceği kararla belirlenecektir. 2-Kars, Ardahan ve Batum 'da yeniden halk oylaması yapılabilir. Batı Trakya'nın geleceği de burada yaşayan halkın oyları ile belirlenmelidir3-İstanbul'un güvenliği sağlanırsa Boğazlar dünya ticaretine açılabilir. Bu konuda ilgili devletlerin görüşleri de alınacaktır.4-Azınlık hakları komşu ülkelerdeki Türk ve Müslümanlara verilen haklar kadar olacaktır.5-Milli ve ekonomik gelişmemizi engelleyen siyasi, adli ve hukuki sınırlamalar kaldırılmalıdır. Osmanlı borçları ödenecektir.
      Misak-ı Milli Kararları ile Türk vatanının sınırları belirlenmiş, Türk milletinin asgari hakları istenmiştir. Erzurum ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar kabul edilerek hukuki bir nitelik kazandırılmıştır.

      İtilaf Devletleri alınan kararları hoş karşılamadılar. Önce hükümete baskı yaparak kararları değiştirmeye çalıştılar. Başarılı olamayınca da İstanbul'u resmen işgal ederek meclisi dağıttılar. .
      Mustafa Kemal işgal hareketini dünya kamuoyu önünde protesto etti. Yeni meclisin Ankara'da toplanacağını, bu nedenle her ilden beş milletvekilini seçilerek derhal Ankara'ya gelmesini istedi. Mebuslar Meclisi’nin kapatılması ve İstanbul'un işgali TBMM'nin açılmasını kolaylaştırmıştır.
      Büyük zafer kolay kazanılmadı bağımsızlığımızın mücadesindeki güç milli birlik ve bütünlük ruhundan gelmektedir. Kurtuluş savaşımızda şehitlerimizin dökülen kanları topraklarımızda hayat bulmuştur.Bu topraklar kutsaldır.Hiç bir şartta verilmez ve bölünmezdir.
      Atatürk, milli ve bağımsız bir devlet oluşturarak, milletini çağdaş medeniyetler düzeyine taşımada, Türk ordusunu bir teminat olarak göstermiştir.
      Bakınız ne diyor Atatürk;
      (*)
      "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilalar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir (şunun bunun elinde tutku aracı olmayacak kadar temizdir). İnsanca ve müstakil (bağımsız) yaşamaktan başka gayesi (amacı) olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi (onun emrinde) ve sadık öz evlatlarından mürekkep (oluşan) muhterem ve kuvvetli bir heyettir (saygın ve güçlü bir kuruluştur)."
      Türk ordusundan Atatürk'ün Türk Milleti adına bir de beklentisi vardır. Bu beklenti, zor zamanlarda gösterilen çabanın Cumhuriyet'in hakim olduğu dönemde de sürdürülmesidir. Vatanın bölünmez bütünlüğünün korunmasına, halkın her türlü kargaşa ve anarşiden uzak, refah içinde yaşamasına yönelik gösterilecek bu çabayı Atatürk şöyle ifade etmektedir;
      (*)
      "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
      Memleketi, en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman çizmelerinden nasıl korumuş ve kurtarmışsan, Cumhuriyet'in bugünkü verimli devrinde de askerlik tekniğinin bütün çağdaş silah ve araçlarıyla donanmış olarak görevini aynı başarılılıkla yapacağına hiç kuşkum yoktur."
      Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk'ün çizdiği yolda emin adımlarla taviz vermeden şerefle yürümekte, Türk halkının özgürlüğüne karşı oluşan, gizli ve açık her türlü tehditle mücadele etmektedir.Tü rk milleti varlığının güvencesi olan ordumuzla bir bütündür.Hiç bir kuvvet bu bütünlüğü bozamaz.

      Sevgimle
      G.D


      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Gülay Çepni (Dereci)
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Tarih araştırmaları/Atatürk Bilinmeyenleri/1

      Yıl 1938, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüzyirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:
      "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim" dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal'i. Yada, yıl 1938. Bir İran'lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum.

      Diyor ki;
      "Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir." dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.

      Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki "Bu gün UNESCO'nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal'dir." Öneri nedir ? Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO'nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir.

      Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:
      "Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?" şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
      "Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterimki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız" sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya "ne yani" diye.

      O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynenşunları söyler;
      "Ben ATATÜRK'ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum" diyecektir.

      İşte o muhteşem belge diyorki;
      "ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU"

      Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki "bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin" şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye benim dilim maalesef varmıyor.

      Hadi gelin Haiti'ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti'ye baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere okumak istiyorum.

      Diyorki "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK'ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm"

      Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir yerinde aynen şunları söyler; "Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK'tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir." 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal'in, Devlet adamı Mustafa Kemal'in çok dışında bir Mustafa Kemal.

      2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dediki "Ben Norveçliyim ve şu anda Norveç'te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anlamını anladım" dedi.

      Hanımefendi "nedir o deyim" dedim. "Norveççe'de "ATATÜRK gibi düşünmek" deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi" "nerelerde kullanırsınız" dediğimde "Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün".

      O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorum ki galiba Norveççe'den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.

      Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK'le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal'e şöyle sorar gazeteci; "Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?"

      Mustafa Kemal'in cevabı aynen şöyle:
      "Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz".
      Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye'yi davet edebilmek için yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal'in ülkesi, Türkiyesi Birleşmiş Milletlere.

      Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal'den. Ama bu arada 2005'de daha yeni iki üç gün önce yabancı gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış "Bu gün Ortadoğu'ya düzinelerle ATATÜRK lazım". dedim yazara ATATÜRK 'ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.

      Örnek vermeye devam edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin'e kadar o kadar çok örnek varki. Ama gördük 1925'de 1938'de 1996'da 2000'de 2005'de her ülkeden, her cinsten, her statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa Kemal'den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye'nin en büyük sorunu nedir? Dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye'nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye'de lider yetiştirme sorunu var.

      Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama biliniz ki işte bugün sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK'le sizinle paylaşacağım.

      İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanırımsınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?

      ATATÜRK'ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale'de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankara’sı kurak, çorak bir köy. Çankaya'dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış.

      ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. "Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?", "Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var".Yani "niye şaşırıyorsunuz?" der gibiymiş.

      Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına
      "İşte bu benim..." derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor "Ne yaptınız bu ağaca" diyor.
      "Paşam" diyorlar "yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı".
      "Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum" diyor.
      Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor.

      Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu
      için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal'in omuzlarındadır da onun için.

      Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani "Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim" diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.

      Yıl 1930 ATATÜRK Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir.

      "Yahu" der "sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetişdirdinmi ki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve niye ?" der.
      Bahçıvan derki;
      "Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz".
      Bir an düşünür;
      "Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız" der.
      Derler ki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü tutupta ağaçtan uzaklaştırmak?
      Ama inanırmısınız mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne yapar biliyormusunuz?
      İstanbul'daki köprü altındaki tramvay raylarını Yalova'ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak kendisi de kazma kürek temelini kazar ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.

      Yıl 1930. Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. 1980 den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir Mustafa Kemal aslında.

      Ama, biraz acı parantezlerim olacak bu konferansımda.İlk acı parantezimi ATATÜRK kimdir belgesiyle açmıştım, ikinci acı parantezim burada olacak. Hadi gelin 5 Mart 1996 ya gidelim yani günümüze yakın bir gün. "ATATÜRK ve Türk kadını" konulu tiyatrolu konferansımı 25 gençle sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık, yorulduk, oturduk, televizyonu açtık. ikinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü zumlanmak üzere önemli bir haber verildi televizyonda.

      Haberi aynen aktarıyorum, diyordu ki "Amerika da eski bir ünlü bir müzikhol hiç yıkılmadan dünyada ilk kez uygulanan bir yöntemle raylar üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine yeni bir binanın yapıldığı" haberiydi. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi. gençlerden biri kalktı bana ne dedi biliyor musunuz? "Ya öğretmenim biz tarihe pek bir daldık. Bakın el alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da onlara baksak" diyince arşivimde 1930'da ATATÜRK'ün bu işi yaparken çekilmiş resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim kendilerine ve dedim ki "şu anda ne söyleyeceksiniz bana?". Bir genç kalktı ne dedi biliyor musunuz? "Ya öğretmenim suç bizde mi?

      Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri".Ama o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç, bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faksta aynen şu yazıyordu "İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek suretiyle bu arada da mutlak suretle mesajı iletin dediler "Bu gün 1996, Amerika çekiyor raylar üzerinde iki metre, yerine yeni bir bina yapıyor, 1930 ATATÜRK çekiyor 4 metre 80 santim, bir ağaç kurtarmak için" bu mesajı da çok iyi verin dediler. Yıl 1996 idi. Yıl 2005 hiçbir televizyonda izlediniz mi? İzlemediniz.

      Ya hocam siz bize bir tek çınar ağacı ve iğde ağacı anlattınız bunlar ATATÜRK'ün hayatında tek tek örnekler olabilir. Hadi gelin Söğütözü'ne gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için 80 tane söğüt ağacının olduğu yere. Söğütözüne ATATÜRK hep dinlenmek için gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış;

      "Ah ! burda bi kulübem olsaydı keşke".
      "Ya paşam istediğin bir kulübe olsun hemen yaparız şuraya" demişler.
      "Buradaki ağaçlara ne olacak peki".
      "Paşam buradakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere dikeriz, mutlaka tutar" demişler.
      Bir an durur, "Bir tek şartla kabul ederim" der. "Burada yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin vereceğim".
      Yani bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en güzel örnek teşkil eder bu. Ne yapar biliyor musunuz?
      Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK makamını Çankaya'dan Söğütözü'ne taşıtır hasırlar üzerine. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar, çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan bu Söğütözü'ndeki küçük ATATÜRK kulübesinin yapılmasına izin verir.

      25 yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre hareketine bedenen katıldığına dair. Sade bende 130 belge, kim bilir kaç belge var. Keşke diyorum, keşke bu belgeler, bazı günler bizi okullar da bu kulübeye götürüp te burada anlatılsaydı. sanıyorum bugün betonu yeşile tercih eden hiçbir belediye başkanı yetişmezdi.

      İşte bu anlamda sahneye şimdi Tahsin ÇOŞKAN'ı davet edelim. Tahsin COŞKAN o zamanın genç bir ziraat mühendisi. "Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum" diyor. Giderler, gösterdiği yere bakar Tahsin Bey. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. "Ya paşam hayrola" der. Atatürk, "Buraya bütün masrafı
      cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum" der. "Ya paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?" der.

      ATATÜRK'ün cevabı ATATÜRK'çedir. Derki "Ben en zor olanı yapayımda siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız." Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu aradaTahsin ÇOŞKAN "Paşam burada hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın" der. Ama dinleyen kim. Derki "Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana resmi bir yazı getir burasıyla ilgili".

      Biraz sonra Tahsin COŞKAN çok mutlu, kendi dediği çıktı, üzerinde "Burada hiçbirşey yetişmez"yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal'in önüne koyar. ATATÜRK biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kaleme alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar "BURASI VATAN TOPRAĞIDIR, KADERİNE TERK EDEMEYİZ".

      Etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı oraya 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra.

      Peki 25 Mayıs 1933, ATATÜRK ne yaptı?
      İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugün okullara soruyorum diyorsunuz ki ne yaptınız diye "ya ağaç diktik diyorsunuz ya çöp topladık" öyle falan değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmektedirler, havuz yapılmıştır, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden ödemiştir ama karı da almamıştır, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir, herkes yemektedir. Herkes çok mutlu ama en mutlusu Mustafa Kemal ATATÜRK.

      Nebizade diye bir arkadaşı var, Nebizade'nin kafa çok karışık. "Yahu paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burda orman olacağını?" der.
      "Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin ÇOŞKAN'ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı tebdili kıyafetle Çankaya'dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim.
      "Al dediler", bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. "Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz" dediler.
      Ah o iki gün Çankaya'da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım.
      Dediler ki bana "ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin".
      Ve hani Tahsin COŞKAN'ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış epey de ilerlemiştim" diyecektir.

      Dünya lideri olmak öyle kolay değil biliyor musunuz. Hani ATATÜRK'e kimdi en çok karşı çıkan, evet Tahsin COŞKAN'dı. Onu da ATATÜRK buraya müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil. Bu arada biz bu 130 belgeye hiç çalışmamışız. Çalışmadığımızın en acı örneğini Türkiye yaşadı zaten. Neydi o örnek "17 Ağustos depremi". Evet deprem bir kaderdir ama kader olmanın ötesinde dolgu alan çöktü, dolgu binalar çöktü. Oysa 1930'dan beri bize "lütfen tabiatla oynamayın, tek bir ağaçla bile oynamayın" diye bize örnek olan bir liderimiz varken yaşadık bu acıyı.

      Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919 başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günün Cumhuriyet gazetesinde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye götürüyoruz ve adına da "ATATÜRK Çiçeği" diyoruz. O ATATÜRK çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazeteyi aynen okuyorum. Gazete haberi şu "Chicago özel, geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK'le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK'ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir". Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi ATATÜRK adıyla üretiliyor ve satılıyor.

      Peki başka bir lider varmı diye araştırdım bir çiçeğe adını veren, başka hiçbir lider yok. Çünkü tabiatıyla bu kadar bütünleşebilen bir lideri dünya tarihi yazmamıştır. Diyorki Mustafa Kemal "çevre hareketi dışında eğer lider olacaksanız eğer lider olmaya kalkıştıysanız ki içinizde öğrenci arkadaşlar var mutlaka sınıf başkanları vardır eğer sınıf başkanı olacaksan bu liderliktir sınırın nedir? sınıftır sınıfın içerisindeki tek bir tebeşir tanesi tek bir sıra tek arkadaşının problemiyle ilgilenemeyeceksen o liderliği kabul etmeyeceksin demektedir Mustafa Kemal.

      Peki ikinci sırrımız ne? İkinci Sırrımız; dünya tarihi sadece bir sıfatı Mustafa Kemal'e vermiştir. Başka dünyada hiçbir liderin alamadığı bir sıfattır bu hangi sıfat mı? Ne dersiniz? Evet Başöğretmen diyen var aranızda, hoşgörülü evet biliyorum hepsi gönlünüzden geçen sıfatları ATATÜRK'ün ama soruyorum sizlere bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir ya tiyatrocudur ya sanatçıdır ya arkeologdur bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider Mustafa Kemal ATATÜRK olduğu için dünyada "kültür antropoloğu" sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal'dir.

      Devam edecek/..

      Araştırmacı Yazar
      Prof. Dr. İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI



      Hayal etmek cesaretten bir adım öndedir.Hayalleri gerçeğe dönüştürmek cesarettir.
      İnanmak hayallerinizi gerçekleştirecek cesareti verir..

      Sevgilerimle..
      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Tarih araştırmaları/Atatürk Bilinmeyenleri/2



      Kültür Antropoloğu" nedir ne değildir uzun uzun başınızı ağrıtmayacağım. Hadi gelin 5 Mayıs 1935, Ahlatlıbel'e gidelim. Ahlatlıbel Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bugünkülerde olduğu gibi açın, kazın, imza; öyle değil. Nasıl yetişmiş inanın, 25 yıllık araştırmacıyım hiç anlamadım.

      Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor iki kere gidiyor, Konya'da Asar kazıları başlıyor başında, birde bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. "Ya ne yapıyor Mustafa Kemal" diyorlar. Çankaya'ya gidiyor, Çankaya'da üç gün üç gece hiç uyumadan; uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor bir heyecan bir telaş. Üç gün sonra "gelin diyor Ahlatlıbel'e gidiyoruz". Hemen geliyor diyorki "arkeologlar toplanın". Biliyorsunuz başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir KOŞAR var. Bu Zübeyir KOŞAR'ın bir e bir anısıdır. Toplanıyor ve diyor ki Mustafa Kemal heyecanla; "kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir". Yabancı arkeologlar "el insaf paşam, anladık iyi askersin iyi devlet adamısın ama yani bu işte bizim işimiz niye karışıyorsun" der gibi aralarında birkaç şey oluyor ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal'in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkacaktır. İnat uğruna, kendi ceplerinden öder ve kendi dedikleri yeri kazarlar hiçbir bulguya rastlamıycaklardır.

      Bunun üç gün sonrası, ATATÜRK Galip ARCAN'ın yazdığı "Sırat Köprüsü" adlı piyese davetlidir. Davetiyede böyle yazar piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar bir müddet sonra bitince "bana Galip ARCAN'ı çağırın!" der. Galip ARCAN gelince "bu piyesi siz mi yazdınız? "der. "Evet paşam ben yazdım". "Hayır, bu bir Bolunun Flor Doranj adlı Boldvilin'in aynen çevirisi neden bunu belirtmediniz hakkınızda soruşturma açtırıyorum" diyecektir.

      Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca ne dedim biliyormusunuz. Samimi konuşacağım inanın sizlerle. Dedim ki "a be Atam boldvilin'e varıncaya kadar ne zaman okursun? ne zaman kafanda tutarsın". Ve o sırada ne yaptım biliyor musunuz? Yirmi yıllık araştırmacıydım, ATATÜRK'le iddiaya girmek gibi, dedim "senin başında durmadığın ilerletmeye çalışmadığın bir alan bulmak benim boynumun borcu olsun".

      O sırada da "Sanat ve ATATÜRK" adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Ne? Sinema. dedim "herhalde burda iddiayı kazandım". Hey hat, baş yönetmen Cezmi AR, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal'e tabi Cumhurbaşkanı ya diyemiyor şöyle dur böyle dur diye diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk "Gel Cezmi gel, burda başkomutan sensin. ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın" der. Cezmi AR hayatının son günlerinde "ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım" diyecektir.

      Yıl 1937, Münir Hayri EGELİYLE odalarına çekilirler. Çankaya' da ne mi yaparlar? ATATÜRK bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur; "Ben bir İnkilap Çocuğuyum" dur adı. Kendi yazdığı film senaryosunu Münir Hayri EGELİ çekecektir, ATATÜRK oynayacaktır. Ama yıl 1937 dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu filme çekin pokemondan çok daha faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum.

      Bu arada ATATÜRK'ün her şeyi iyide ben iddiadan vazgeçtim, tamam dedim. Kesinlikle iddia falan yok artık, iddiayı Mustafa Kemal kazandı ama merak ediyorum nasıl yaptı diye. Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen diyorki ATATÜRK için "Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal'dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal'dir". Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor.

      Peki, tamam laf iyid e diyorsunuz ki; laflar karın doyurmuyor. Esas sır nerde çok merak ediyorum. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara'daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, E on yılda bunların hepsi peki nasıl? Ben esas sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine şu sözünü yerleştirselerdi herhalde Türkiye çok farklı bir yerde olurdu şu anda.

      ATATÜRK diyor ki" Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım". Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dünyada pek çok reformist var ama hiç biri dile dokunabilmeyi cesaret edememiştir; dile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal'dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak tarihimize geçecektir Mustafa Kemal.

      Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil. Sizi 1914 Anafartalar'a götürüyorum. Anafartalar'da savaşın bir dinlenme yerinde çadırınıza gelirsiniz postalları çıkarır rahatça dinlenmek istersiniz. Öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet'in, Fransız Türkoloğu Devin'in Türkoloji albümleri duruyormuş.

      Açıyor onları okuyor Mustafa Kemal. Diyorlar ki "niye bunları okuma gereği duyuyorsun" verdiği cevaba bakın. onlara diyor ki "Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var onu tespite çalışıyorum". Yıl 1914, gelelim 1916'ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin ÇALIŞLAR'ı çağırıyor ve eline bir not veriyor.

      Notta ne yazıyor biliyor musunuz? "Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak". Yıl 1916, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Türk kadını geldi Mustafa Kemal'in aklına. Ha, Kurtuluş Savaşında gördüğümüz kadın manzarası, değil ATATÜRK'ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşında görülmektedir.

      Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun'u tanımıştır. Ayşe Hatun'u hepimiz tanıyoruz. Bilmeyen var mı içinizde? Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Benim bir kızım bir oğlum var inanın bu kadar araştırmacıyım düşünüyorum. Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil Hatun'un, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, bütün düşüncesi o Ayşe Hatun'un. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, düşman biraz geç gider, indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunu şehit ettiğini görecektir Ayşe Hatun yada diğer adıyla Tayyibe Hatun.

      Peki ne yapar?
      Çocuğunu koyar üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söylemiştir. Kafile başkanı komutanımız aktarıyor bunu. "Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun" (yani şurada oturan bizler için şehit olan) "bu benim içinde senin içinde bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun" diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler içinizde anne olanlar var. Lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz, tercih yapın sizden sonraki kuşak mı? çocuğunuz mu? İşte bu Ayşe yada diğer adıyla Tayyibe Hatun'u tanıdı Mustafa Kemal.

      Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, -30oC, -40 oC. Ve 75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini gelin kafile komutanı Mustafa Necati'den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür? Bütün yorgan battaniye ne varsa cephanenin üstüne örtmüş kendisi pazen elbiseyle. Aynen şunları söyler "nine kar sepeliyor hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına" dediğinde aldığı cevap "dokunma ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler. hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul" diyen bir nineyi tanıdı Mustafa Kemal.

      Albay Hulusi ATAĞ'ın kafilesinde olan genç bir kadınımız hastadır ve cephane taşırken yere düşmüştür, ölmek üzeredir. Hulusi ATAK sorar "bacım bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım" dediğinde aldığı cevap "adımı ne yapacaksın a oğul yaz benim adım Anadolu" cevabındaki adımın ne önemi var önemli olan ülkemin adı ve gururu düşünüşü keşke, keşke uygarlık savaşımızda aynı şiddetiyle sürebilseydi bugün. Üzerinde ATATÜRK yazılı kapsülü inanın, inanın hiç mübalağa etmiyorum ilk uzaya fırlatan ülke mutlaka ama mutlaka biz olurduk.

      Evet bu savaşta ATATÜRK dünyaya tek geçen Zekiye Hanım'ı tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı biliyor musunuz? Dünyaya ilk ve tek geçen kadınımızdır. 10 Aralık 1919 öğretmen okulu bahçesine 3000 kadını toplamış, dedim herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3000 kadın, yapımcısı, dinleyicisi, konuşmacısı. Kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya ilk geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır, cep telefonu yok faks yok, hiçbir araç yok. Hadi bunlar oldu farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı yokken 3000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Evet bunu incelediğimde inanılmaz bir hem hayranlık hem de üzüntü duydum neden biliyor musunuz?

      Cep telefonunuz var, faksımız var. Pek çok kulübün, pek çok derneğin davetlisi olarak gidiyorum. Hanımlar 50 kişi geldi mi aman diyorlar bu gün çok kalabalığız. 3000 kadından bahsediyorum ama projesinin adını da söylemek istiyorum Zekiye Hanım'ın "MUTFAK PROJESİ", inanılmaz bir proje. Daha sonra bir yerde tekrar geçecek bu proje.

      ATATÜRK Zekiye Hanım'ı, Nakiye Hanım'ı tanıdı bu savaşta. ATATÜRK Melek REŞİT'i tanıdı, Atatürtk Şuküfe Nihal'i tanıdı ve ATATÜRK ekmek pişirerek askere götüren ama bu düşmanlar tarafından tespit edilip askerimizin yerini öğrenmek için çok işkence gören ama söylemediği için ekmek pişirdiği fırına atılarak yakılan Nazife Kadın'ı tanıdı bu savaşta. Bu savaşta ATATÜRK Taccülcalala hanımı tanıdı ATATÜRK üsteğmenlerimizi, binbaşı hanımlarımızı tanıdı, bu savaşta Tuğgeneral rütbesi verilmesi öngörülen 8 yaşındaki, evet yanlış duymadınız 8 yaşındaki Nezahat kızımızı tanıdı.

      İşte Nezahat kızımızın yanında şehit olan bir erimizin cebinden çıkan bir mektubunda annesine şöyle yazmış "anne Nezahatle babasının arasındaki konuşmayı duyaydın benim burada niye olduğumu anlardın" demiş ve bu arada şöyle yazmış" biz Mehmetçik Nezahat'e Türklerin Jean d'Arc 'ı diyoruz" demiş. Bu bana acı geldi. Ben Jean d'Arcı ortaokuldan beri tanıyordum ama Nezahat'i ancak bu araştırmam da tanıdım. Bunun acısını da o mektupla birlikte yaşamış oldum. Bu kadınlarımızı ben ATATÜRK ve Türk Kadını konulu konferansımda anlattığım için burada sadece adlarını anmadan geçemeyeceğimi gördüm.

      Bu arada ATATÜRK okumuş da yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bizler için bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal'dir. İyi ki de yazmış eşkenar üçgen demek için "müselleseyi bilmemne bilmemne..." demek gerekir. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada ATATÜRK her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı "Mimber", 52 sayı çıkmış gazetesi, ve bu gazeteleri okuduğum zaman bu Mustafa Kemal'in gazetesi dedim. "Sansür" kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı çünkü.

      Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri 1908 Şanlı Ordu dergisinde yayınlanmış. Keşke vaktimiz olsa da şiirlerinden de aktarabilseydim. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmışta sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?

      İşte günümüzde 25 yıllık araştırmacılığım sonunda size bir itirafta bulunmak istiyorum, diyorum ki ATATÜRK inanın, bugün sanıyorum 7 Şubat 2005, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, birde bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi ülkede var böyle bir lider. Diyeceksiniz ki lafı bırak bize somut örnek göster. İşte ilk örneğimiz; dedinizki demin Türkiye'deki sorunları sorduğumda size, dediniz ki önemli olan sorunların bir tanesi de ekonomik sorun. Peki Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize şunu öneriyor, diyor ki "ekonomiyle savaşta bir tek ATATÜRK'ü örnek alsın yeter Türkiye".

      ATATÜRK'ün ekonomi ile de ilgili ne görüşleri var acaba, ve bunun üzerine oturdum, Maliye arşivine indim, Maliye arşivini incelememde ATATÜRK'ün ekonomide en önem verdiği şey ne biliyor musunuz? Türk parasının değerini korumak. Peki, 1919'a baktım Türk parası Sterlin karşısında, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605 kuruş. Ha bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki 1938'de kaç kuruş biliyor musunuz? 19 sene sonra inanılmaz bir şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde yanlış okudum banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919'dan 1938 son dört ayına kadar, son dört ayı ilgilenemiyor sağlığından dolayı, son dört ayına kadar 19 sene sadece %8, bu çok büyük bir başarı. Peki son dört ayda ne oldu diye baktım, gülüyorsunuz tahmin ettiniz mi? %15. 19 senede %8. Bari ölümünü bekleseymişiz, ama işte problem bir takım yerlerde sanıyorum.

      Bu arada bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927 tarih. 5 Aralık 1927'de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman 2 dolar alabiliyormuşuz karşılığında. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık size karşı, bugün 20 milyon liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 milyon dolar alacaktınız bizim nesil vazifesini yapaydı. Ama diyorum ki lütfen gençler lütfen, ilerde maliye bakanı olabilirsiniz, ilerde başbakan olabilirsiniz, ilerde aile kurabilirsiniz o da bir ekonomik sektördür ve ekonomiye yön vereceksiniz. Bizim yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik görüşleriyle ATATÜRK'ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum.

      Bu arada biliyorsunuz 1929 da çok büyük ama çok büyük bir şey var. Ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsmış ekonomik kriz. Peki soruyorum size sarsılmayan bir ülke söyleyin. Türkiye tabîi ki. Peki 1929'da bütün dünya buhran yaşıyor en gelişmiş ülkeler bile. Hadi etkilenmedin de, rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir %51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? % -1.2, bunlar resmi rakamlar.

      Peki ikinci örnek, günümüze örnek;1996 İngiltere'de bir seçim yapılır. Meclisteki kadın millet vekili sayısı seçimden önce 13, seçimden sonra birden 123 olur. Hiii derler kim yaptı bu başarıyı, Leslie Abdela diye bir hanımefendi. Leslie Abdela'yı tüm ülkeler çağırır, "ya bize de öğret metodunu da bizde kadını fazla sokalım meclise" derler. Leslie Abdela'yı Türkiye de çağırır. Şile'ye gelir, dolar alır anlatmak için. Ve işte sözlerinin özeti "İngiliz kadını bu başarıyı ATATÜRK'e danıştı". Yani ben Türkiye ye tereciye tere satmaya geldim. Peki Leslie Abdela'nın uyguladığı projenin adını biliyor musunuz? "Mutfak Projesi" peki şöyle yazıyor şurada; "1919 dan beri biz Türk kadını ve ATATÜRK'ün peşindeyiz merak ediyorum iki
      kadın milletvekilinizde benim peşimde niye acaba" diye de ironi yapmış burada. Bu arada eğer biz bu metodu uygulasaymışız Türkiye'de sanıyorum Türk erkekleri şu anda meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı, hiç şüphe yok buna.

      Peki bu arada dünyaya o kadar çok ilk hediye etmişiz ki bunlardan bir tanesi de üniformalı ve rütbeli kadın asker ilk defa bizim ordumuzda, bizden dünya orduları örnek alıyor. Kurtuluş Savaşında rütbe alan kadın askerlerimiz; Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ama dünya tarihine tek geçen bir üsteğmenimiz var; 700 erkek 43 kadından oluşan bir müfrezenin reiseliğine bizzat ATATÜRK tarafından atanmış, Üsteğmen Kara Fatma. Evet dünyadaki ilk müfreze reisesi kadın ünvanını taşır Kara Fatma. Ben geçenlerde Erzurum'a davetliyim, Erzurum Üniversitesi rektörümüz davet etti uçakla gittim. İndim uçaktan "off ayağım belim melim" dedim, bir an aklıma geldi, biliyorsunuz Kara Fatma Erzurumlu; Erzurum'u 13 kadınla müdafaa ediyor, atına atlıyor Bursa'ya kadar geliyor, Bursa'nın Kurtuluşuna da tanık oluyor. Ben uçakla zor gittiğim yere, önümde yemeğim, arkamda suyum, sıcacık, ama bu kadının yaptığı! Ha o zaman sanıyorum şu andaki Türk kadını asla ve asla yoruldum demeye hakkı yok, eğer Kara Fatmaları eğer Şerife bacıları tanısaydı.

      Evet anlıyorum bu hanımlarımızı tanımadan önce bir şey yaptım zannediyordum. Şu anda hiçbir şey yapmadığıma kaniyim. Bu arada Kara Fatma'nın savaşta yaptıklarını, dedim ya Bursa'ya kadar gelmiş, üç oğlunu şehit vermiş, kızının parmakları İzmit muharebesinde kesilmiş, sadece savaşı anlatmak için bir konferans gerekir Kara Fatma'nın. Ama Tamim gazetesini okuyorum, Tamim gazetesini okurken Kara Fatma'yla yapılmış bir röportajı okudum, inanılmazdı. Gazeteci soruyor diyorki; "çok fakirsin çok çok ihtiyacın var paraya neden üsteğmenlik maaşı sana bağlanan maaşı kızılaya bağışladın" diyor. Verdiği cevap tarihi bir cevap aynen şöyle:
      "Ben Kurtuluş Savaşında yaptıklarımı bir menfaat ve çıkar karşılığında yapmadığıma inandığım için en son vatani vazifem olarak maşımı Kızılay'a bağışlıyorum" diyecektir.

      Bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz?
      ATATÜRK'e bir gazeteci sorar; "neden mal ve mülkünüzü milletinize bağışladınız" diye. ATATÜRK'ün verdiği cevabı aynen aktarıyorum:

      "Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır." diye cevaplayacaktır. Ne güzel değil mi en son kademeden en tabana kadar, kadınından erkeğine kadar hepsi aynı söylemde ama alışmadığımız gibi aynı eylemdeler ne diyelim sağ olsunlar, varolsunlar."

      Dileyelim sizin nesle, genç nesle, hortumcular soyguncular değil, Kara Fatmalar, Mustafa Kemaller örnek olsunlar. Tabi Kara Fatma'nın örnek olabilmesi içinde bir okuma kitabımızda hiç olmazsa bir okuma parçası olarak Kara Fatma'nın olması lazım ki örnek alabilesiniz. Bu arada ATATÜRK'ün şu sözü çok hoşuma gider diyorki; "Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur." Biz Kara Fatmaları mutlaka hatırlamalıyız sanıyorum.

      Bu arada bir kadınımızı daha vermek istiyorum, Melek Hanım. Haçin katliamını hepiniz hatırlıyorsunuz, 535 Türk hunharca katledilmiştir. Hepsi öldüğüne göre nerden biliyorsun hunharca katledildiğini? Şair Melek hanım diye anılırmış Haçin'de. Şahadetinden sonra kolunun altından bir bohça çıkıyor, bohçayı açıyorlar, 18 kıtalık bir destan yazmış. O anda
      gördüklerini kaleme almış. Mektupçu Hüseyin nasıl vahşetle öldürüldü, komşu kızı Hatice nasıl vahşetle öldürüldü hepsini kaleme aldığı bir destan. Başına ne demiş biliyormusunuz "inşallah okuna". Ben 45 yaşımda bunu okuyabildim en sonuna da "bizden sonrakiler neler çektiğimizi bileler diye yazıyorum" demiş son iki kıt'ayı sizlere okuyorum

      Meydan kazanı kurdular
      Tüm bebeklerimizi kaynattılar
      Gün görmedik anaları
      Süngü ile oynattılar

      Kundakları verdiler
      Kanlı kundak yu dediler
      Bebelerimizi kaynattılar kaynattılar
      Kuzu eti diye hepimize zorla yedirdiler

      Evet biz burada kolay bulunmuyoruz, bu koltuklarda kolay oturmuyoruz. Evet bakıyorum çok buruldunuz, çok üzüldünüz ama liderlik dedik biraz da gülümseyelim mi?

      Lider dedik, ATATÜRK'ün resimlerine bakıyorum hepsi asık suratlı hepsi ciddi. Lider olmak için böyle mi olmak gerekiyor, acaba ATATÜRK hiç mi gülmemiş, hiç mi espri yapmamış? Hadi gelin Antalya'ya gidelim. Antalya yolunda mola verir kulağına bir türkü gelir "Ya bu türküyü çok sevdim bulun getirin bu türküyü söyleyeni" der. küçücük bir çoban gelir. Derki "Sesin çok güzel bana da bir türkü okurmusun".

      Başlar çoban "demirciler demir döver tunç olur" diye. bitince ATATÜRK dalmıştır "bis bis" der. Çoban böyle bakar. "Oğlum der bis" der "Çok beğendik tekrarla anlamına gelir". Hiç nazlanmaz gene aynı türküyü okumaya başlar. ATATÜRK türkü bitince cebinden bir harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır ATATÜRK'e "bis bis" der. Bu espri ATATÜRK'ün çok hoşuna gittiği için çok ünlü bir sanatçımızın yetişmesi sağlanacaktır.

      Devam edecek/..
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Tarih araştırmaları/Atatürk Bilinmeyenleri/3

      ATATÜRK'ün hayatta en hoşlanmadığı şey dalkavukluk, ama yemek masasında hiç hoşlanmıyor. Karşısındaki adam da ATATÜRK'e "sen Türklerin şahısın şususun bususun...", feci dalkavuk. Yoğurt kasesi adamın önündeymiş diyorki Atatürk;"Şu yoğurt kasesini bana uzatır mısınız". Adam yoğurt kasesi uzatacak, el insaf ayağa kalkıyor, önünü ilikliyor, tam yoğurt kasesini alacak parmakları içine giriyor. "Ah..." diyorlar "...adama taktı ATATÜRK, bir de zaten sinirlenmiş durumda, bir de çok titiz bu konuda, şimdi bir fırtına kopacak". adam perişan, ah paşam vah paşam derken "Ya niye bu kadar üzüldünüz demin yoğurt yiyecektim şimdi cacık yemiş olurum".

      Evet, bu espriyle 25 yılın sonunda ATATÜRK'ün müthiş espritüel olduğunu keşfettim ve yeni hazırladığım konferansımın konusu ne biliyormusunuz? "ESPİRİLERİYLE ATATÜRK". Bugün onu hazırlıyorum, 6-7 ay sonra bitecek inşallah sizlerle buluşacağız. O konferansta çok güleceğiz ama inanın çok da düşüneceğiz. Bir gazetecide Atatürk'e sorar "size de diktatör diyorlar ne dersiniz". Atatürk şöyle bir bakar, "Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız " diyecektir.

      Peki diktatör mü Mustafa Kemal bakalım.
      İzmir kurtuldu, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler. Trene binerler kompartımana çekilirler. Ertesi gün kompartımanı çalar yaveri, açar yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır Atatürk. Yaveri "ya paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz" der. "Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı setremi yastık yaptım üşüdüm bende uyumadım kalktım" der. Yaveri; "aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik" der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan söylüyor bunları tarihi bir cevap derki "Geç farkettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil milletimin rahat uyuması".

      Var mı böyle bir şey! Bu insana diktatör demeye kimin dili varabilir. Ayaklarının altına Yunan bayrağı serildiğinde bayrak bir ulusun onurudur diye basmayıp kaldırtan bir insanın kendi milletinin inancını çiğneyebileceğini düşünmek ancak onuru ve şerefi olmayan kişilerin işi olabilir diye düşünmeden de edemiyorum.

      Bu arada içimizde çok değerli öğretim görevlilerimiz ve öğretmen arkadaşlarımız var. Onların için de çok özel bir anısını anlatacağım. İstanbul Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya ATATÜRK'ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor; "Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır" diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal'i görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .

      Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine ATATÜRK adının verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor meclise. ya İstanbul'a ATATÜRK diyorduk ya Ankara'ya. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor ;"Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet'i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim" diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir. Şimdi bakıyorum da hortumcunun soyguncunun hepsinin adı bitaraflarda şey gibi yazıyor merak ediyorum nasıl oluyor bu diye. Evet, galiba beni bıraktınız, ben 25 yıl kolay değil, beni bırakırsanız sabaha kadar buradayız. En iyisi son iki anı ama onu en iyi anlatan anılarla programıma son vermek istiyorum;

      İşte ilki öğrenciler evet sizin için. Bir öğrenci anlatıyor, Mahmut SADİ. Şöyle anlatır Mahmut SADİ. "Yıl 1923. İstanbul Üniversitesinde öğrenci olduğum sıralar. Okul duvarında bir ilan görüyorum. Avrupa'ya talebe yollanacaktır. Allah Allah diyorum, ülke yıkık dökük yıl 1923 Avrupa'ya talebe! Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına ATATÜRK "Berlin Üniversitesine gitsin" diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, ama kafam öyle karışık ki gitsem mi kalsam mı, orda beni unutur mu bunlar, para yollarlar mı, gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar verdim, döndüm. O sırada bir müvezzi ismimi çağırdı "Mahmut SADİ, Mahmut SADİ, bir telgrafın var" telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu "sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum alevler olarak geri dönmelisiniz".

      Var mı böyle bir şey? 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hesap edebilen bir lider dünya lideri olmasın da ne olsun. Yıl 1923, biz evimizde bir çocuğumuzun huyunu değiştiremiyoruz bir huyunu. Tüm ülkenin huyu değişiyor. Bunla uğraşan bir insan yolladığı 11 öğrenci nerede, ne zaman, ne düşünebileceğini hissedebiliyor. Mahmut Sadi devam ediyor "gel de şimdi gitme, git de orda çalışma, dönde bu ülke için canını verme".diyor.

      Evet bu gün en büyük şikayeti ne Türkiye'nin? Beyin göçü. En iyi beyinlerimizi kapıp götürüyorlar ama o çocuklarımız arkalarına baka baka gidiyorlar. Peki diyeceksiniz ki engellemek o kadar mı zormuş? Ha o gün 11 öğrenciymiş, telgrafmış. Bu gün milyon öğrenci olsun, e-mail bilgisayar var. Yeter ki şu iki cümleyi ifade edebilecek, onların sorumluluğunu alan bir liderleri olsun.

      İşte son anım, Nehire NEHİR hanımefendiden; şöyle anlatır "O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin ERTUĞRUL Darül Bedai'ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul'unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe'den ATATÜRK'ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. ATATÜRK 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar ATATÜRK geldiğinde Muhsin ERTUĞRUL'un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar ATATÜRK "Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul'la Görüşürüz" dedi.

      Herkes Muhsin ERTUĞRUL'un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. ATATÜRK piyesin bitiminde Muhsin ERTUĞRUL'u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi. "Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler " demez mi. Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada". Ama işte liderlik diyorum. Şimdi bir an günümüze geliyorum, hadi bakalım baba iseniz başlatın programı gelmeden. Mümkün mü! Ondan sonra artık beğenin haritadan bir yer, evet ki bu insan bir ülkenin en büyük lideri değil asrın lideri olan bir insan bunu yapıyor.

      Evet ATATÜRK ve onunla el ele verenler sayesinde üç tarafı deniz yerin üstünü anlatayım mı? Lütfen pazara gidelim. Yabancı ülkelere gittim. Portakalı taneyle jelatinlere sarıyorlar, kıymetli madde, karpuzu dilimle yiyorlar, biz kelek çıktı mı atıyoruz, bir tane daha açıyoruz var mı böyle bir nimet. Lütfen pazara gidelim, yeşilin her tonu; geçen bir yabancı konuğum var; pazardan geçmek zorunda kaldık dedi ki bana "Türklerin özel bir günü herhalde bu gün". "Neden" dedim? Eee baktı kadın naylon torba naylon torba yok öyle bir dava, böyle bir nimet nerde, hangi ülkede. Bir tane salatalık, bir tane domates, biz kilolarla. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? "Yahu ülkeme dönünce ne isteyeceğim biliyor musun". "Ne" dedim. "Türkiye'yi isterim de isterim diye tutturacağım" dedi. Bir espriydi ama bir gerçek payı da olduğu su götürmez.

      Peki yerin altına geçelim. Krom, brom , toryum, bor. Tamam güzel ama petrolün zekasına hayranım. Neden mi? Burda çıkıyor, burda çıkıyor, burada çıkıyor ama Türkiye'nin sınırını ezberletmişler petrole, bir kilometre girmiyor içeri. Var mı böyle bir petrol, yani altımız petrol dolu aslında. Hadi petrolü de geçelim, uzaydan çekilen fotoğraflara göre bugün petrolden bir derece zengin maden var, uranyum. Bu gün dünyadaki, Türkiye'de değil dünyadaki eni iyi uranyum rezervi bizim Karadeniz dağlarında arzı endam ediyormuş. Hoş o bize bakıyor biz ona bakıyoruz ama Türkiye'nin dış borcunun 19 katı değeri olduğu tespit edilmiş uzaydan çekilen fotoğraflara göre.

      Yabancı ülkelere gittiğimde ufacık bir tarihi vesika buluyorlar, üç kere etrafını çeviriyorlar, birde bol para ödüyorsunuz, böööyle bakıyorsunuz. 15 ayrı medeniyeti barındıran 10000 yıllık bir tarih var altımızda.

      Romanya devlet bütçesinin üçte birini nasıl kalkındırıyor? Suni termal tesis yapmış adamlar düşünebiliyor musunuz suni. Erzurum'a gittim kaynıyor, Kozaklıya gittim kaynıyor, Bursa'ya gittim kaynıyor, İzmir kaynıyor. Sadece bizim sıcak su kaplıcamız. Hakikisi var çünkü elimizde.

      Geçen gün Isparta Süleyman Demirel üniversitesi beni davet etti rektörlük, oraya gittim. Beni Davraz diye bir kayak merkezine götürdüler. Kayak merkezinde kayakla kayıyordu herkes Davraz'ta. Birbuçuk saat sonra, Antalya Akdeniz üniversitesinde vereceğim konferans için Antalya'ya indim.

      Millet denizde yüzüyordu. Var mı böyle bir ülke söyleyin bana. Birbuçuk saatlik mesafede. Bursa, Uludağ'a gidiyorsunuz kayak kayıyorlar, 20 dakikada Mudanya'ya gidiyorsunuz denize giriyorlar. Hakikaten yok böyle bir ülke. Dünya yuvarlağını çevirin hepsinin bir araya geldiği bir ülke söyleyin bana, ben bulamadım. Ya güneşi var ya karı var ya denizi var ya dağı var birinden biri mutlaka.

      Peki bu kadar özel ve güzel bir ülke bizim elimizdeyken başımız dertten kurtulur mu? Asla. Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede.

      Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan-olmayan, ATATÜRK'çü olan-olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin-fakir alan-alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok.

      Yeni ATATÜRK'ler yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan yada başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. Sizlerden Nakiye Hanım, Kara Fatma, Mustafa Kemal gösterdiğin hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor ve bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle programıma son veriyorum.

      * ATATÜRK de et artı kemik artı kandı,

      * İnsanüstü değildi yani ATATÜRK,

      *ATATÜRK de herkes gibi kusurları olan,

      * Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi,

      * Ama güzeldi

      *ATATÜRK yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,

      *Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Aylayı,

      *Yemeklerden fasulye pilakisini seven,

      *Miri kelam bir İstanbul efendisi.

      *Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,

      *Ama Karadenizli değil Karadeniz kadar canlı,

      *Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,

      *Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.

      * Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.

      *İnsan üstü değildi ATATÜRK,

      *Tam insandı

      Araştırmacı Yazar
      Prof. Dr. İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI



      Hayal etmek cesaretten bir adım öndedir.Hayalleri gerçeğe dönüştürmek cesarettir.
      İnanmak hayallerinizi gerçekleştirecek cesareti verir

      sevgimle..
      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Atatürk değerler üzerinde, Türkiye toplumunu bir değişim, yenileşme, gelişim sürecine taşıyan büyük

      Merhaba,

      Atatürk değerler üzerinde, Türkiye toplumunu bir değişim, yenileşme, gelişim sürecine taşıyan büyük yapılanmanın mimarıdır. , demokratikleş me sürecinde, yepyeni bir siyasal-sosyal yapılanmayı, yeni bir yaşam biçimini hayata geçirmeyi amaçlamıştır. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti' nin kuruluş ilkeleri, yeniden yapılanma ve değişim atılımlarına baktığımızda, bu gün Atatürk'ün düşüncelerini , anlamak ve hak ettikleri gibi değerlendirmek zorundayız.
      Atatürk'ü daha iyi anlayabilmek için O'nun düşünce yapısının bilimsel bir yaklaşımla derinlemesine incelenmesi bağımsızlık mücadelesinin gerçek ve derin anlamını idrak etmemiz için zihinlerimizdeki dirençleri kaldırmak ve laik olmanın geniş ve derin anlamını anlayıp sindirmemiz gerekmektedir.
      Atatürk'ün yakmış olduğu ışığı taşımak borcumuzdur.
      Yok edilmek ve tarihten silinmek istenen bir milletin bağımsızlığını elde etmesini sosyal, kültürel, siyasal ve düşünsel alanda yapılan yenilikler ve Cumruriyet ile payidar kılan Atatürk'ün gayesi değişim fikrini zihinlerden yaşama geçirmek ve insanlığı yüksek medeniyete ve arzu edilen barışa kavuşturmaktı. "Ufukların ötesini" görmek diyerek fikirlerimizi sınırlandıran bağnaz düşünce kalıplarından çıkarak akıl ve bilim rehberliğinde hür ve bağımsız düşünceyi ilkeler ile hakimiyet kazanarak ilerlemek ve ortaçağın karanlık baskıcı ve dayatmacı esir eden gölgesinden aydınlığa kavuşmanın temellerini atmıştır.
      Bu gün hala Atatürk'ün İlkeleri tam olarak anlaşılamamıştır. Asırlardır bilgiden uzak kalan ve kendini teslim etmiş kaderci anlayış ile sömürülen toplumlar ,bilgiyle hareket etmeye başladıkça aydınlanacak ve sınırlar ile ayrılan insanlar birlik şuuru kazanacaktır. Farklı farklı fikirler bir araya getirilerek ortak zemin oluşturmak ve demokrasinin gereğidir. Elbetteki henüz anlaşılamamış ve açıklık kazanmamış ideolojilerin, fikirlerin gerçek mahiyetine hayat vermek zordur.
      İnsanın en büyük yanılgısı anlayamadığına yargısıdır.
      Asrileşme, yani çağdaşlaşmaya ve her türlü ilerici ve müspet gelişmelere karşı çıkmak, değişimin sürecinde bilinmeyenin korkusundan "kendini koruma" içgüdüsünün neticesidir.

      Emperyalizm karşıtı bağımsızlık mücadesi geniş kapsamlı bir harekettir. Bu hareketin bünyesinde yapılan inkilaplar her alanda gerçekleşmedikç e özlenen yüksek medeniyete kavuşmak mümkün değildir.
      Atatürk'ün tüm gayesi insanlık idealidir.Atatü rkçü düşünce sisteminin temelini oluşturan dinamizm, fikir ile hareketi birlikte yürütme esasından kaynaklanır.

      Bakınız ne diyor Atatürk;

      ( * )
      “Şüphesiz fikirlerin, inançların başka olmasından, şikâyet etmemek lâzımdır. Çünkü bütün fikirler ve inançlar bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alâmetidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakikî hürriyetçiler, taassupsuzluğ un umumî bir haslet olmasını temenni ederler”
      ( * )
      “Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun azalarıdır. Ve bu sebeple birbirine bağlıdır”

      Bu hem millî, hem vicdanî ve ahlâkî, hem de evrensel olmanın Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan "yurtta sulh, cihanda sulh ", insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde esastır.

      Sevgimle..

      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Atatürk düşünüşünde “milliyet meselesi kişisel ve müşterek özgürlük meselesidir.”

      Merhaba,

      Atatürk, Türk Milletinin kendi kendisini tanıması konusunu, eğitim yoluyla bilinçlendirmeye başlamıştır. Türk Milletinin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşları olarak kim olduğu, ne olduğu, nereden geldiği, gelecekte ne olacağı; vatandaşların hakları, özgürlükleri, devlet ile karşılıklı görev ve yetkilerinin neler olduğunu öğreten bir kitabın müsveddelerini kendisi yazmıştır. “Yurttaş îçin Medenî Bilgiler” adıyla yayınlanan bu kitapta, Türk Milletinin düşünce yapısı içinde güçlendirmeyi istediği konulara yer vermiştir. Bunların tümünü gözden geçirdikten sonra, millî eğitim programlarına koydurarak Türk gençliğinin inkılâplar doğrultusunda eğitilmesini başlatmıştır.
      Medenî Bilgiler kitabında Türk Milleti konusunda özetle şu bilgiler yer almaktadır:

      “1).Türk Milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle yönetilir bir devlettir.

      2) Türk devleti lâiktir. Her reşit olan, dinini seçmekte serbesttir.

      3)Türk Milletinin dili, Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay dildir.”... “Türk dili, Türk Milletinin kalbidir, beynidir.”
      4)“Türk Yurdu” konusunda ise, kitapta ‘Misak-ı Millî’ ile çizilmiş olan sınırlar içindeki Yeni Türkiye toprakları tanımlanmaktadır. “Yurdumuz, Türk Milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleriyle yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.”
      5)Atatürk, Türk yurdunda yaşayan kişilerin tümünün, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşları olduğunu şöyle açıklamaktadır:

      “a) Siyasî varlığımızın haricinde, başka ellerde, başka siyasî zümrelerle isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, köken birliğine sahip ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır. Bu durum, bugünkü Türk Milletinin birlik ve beraberliğini asla bozamaz.

      b) Bugünkü Türk Milletinin siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine kürdük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin baskı dönemleri ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olan birkaç mürteci beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde kederden başka bir etki yapamamıştır. Çünkü, bu millet fertleri de bütün Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.

      c) Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar geleceklerini ve talihlerini Türk milletine içten gelen bir istekle bağladıktan sonra kendilerine, yan gözle bir yabancıya bakıyormuşcasına bakmak uygar Türk Milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?” 6 Atatürk bu düşüncenin de Türk Milletinin bilincine yerleştirilmesine özellikle önem vermiş ve milletin genel tanımını yaparak:

      “a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,

      b) Beraber yaşama konusuna istek gösteren ve bu müşterek arzuda samimi olan,

      c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluluğa millet adı verilir.” demiştir.

      Bu tanım incelenecek olursa, bir milleti teşkil eden insanların ilişkilerindeki kıymet, kuvvet ve vicdan özgürlüğüyle insanî duyguya gösterilen riayet kendiliğinden anlaşılır. “Bir millet teşekkül ettikten sonra devlet hayatında, ekonomik ve düşünce hayatında müştereken çalışmak sayesinde vücuda gelen millî harsta (kültür) şüphesiz milletin her ferdinin çalışma hissesi, iştiraki, hakkı vardır. Buna göre, bir harstan olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir, dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluyoruz.” 7 demiştir.

      Kitapta milliyet tanımının açıklamasını da yapıyordu. Bu açıklamaya göre: Milleti millet yapan düşünce gücünün temelini milliyetçilik teşkil etmektedir. Milliyetçilik, millî benlik, millî birlik, millî ahlâk, millî ekonomi, uygarlık ahlâkı, millî duygu ve insanî duygunun birleşmesinden meydana gelmiştir. Türk Milletinin düşünce yapısı içinde güçlü bir şekilde bilinçlendirilecek olan bu duygulardır. Bu duygulara sahip olan milletler, millî çıkarlar doğrultusunda bir çalışma düzeyi yaratabilirler. Ancak, bu çalışmaların tümünün, devlet eliyle düzenlenecek millî eğitim programlarıyla toplumun beyninde bilinçlendirilmesi gerekir. Aksi halde toplumu meydana getiren insanların Türk İnkılâbı doğrultusuna yöneltilebilme-lerine imkân yoktur. Milliyet kavramının kendine özgü ilkeleri vardır. “Bir milletin diğer milletlere oranla tabiî veya müktesep özel karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, ekseriya onlardan ayrı olarak, onlara paralel inkişafa saî bulunması keyfiyetine milliyet prensibi denir. Bu prensibe göre, her fert ve her millet kendi kişisel ve millî konularında özgür olmak hakkına sahiptir.” ...”Bu prensip, bize hangi milletlerin özgür, hangilerinin özgürlüğünden şu veya bu şekilde mahrum olduklarını, yani millet adını taşımaya lâyık olmadıklarını kolaylıkla gösterir.”

      Milliyet kavramının temelinde milleti oluşturan bireylerin özgürlükleri yer almaktadır. Bu özgürlük, insanların karşılıklı ihtiyaçlarından doğan bağlar ile sınırlandırılmıştır.

      Atatürk düşünüşünde “milliyet meselesi kişisel ve müşterek özgürlük meselesidir.”

      “Söz konusu özgürlük, sosyal ve uygar insan özgürlüğüdür.” Toplum içinde yaşamayan bireylerin özgürlüğü hiçbir anlam taşımaz. Bu nedenle insanlar bir araya gelerek, milletler halinde yaşamak zorundadır. Uluslararası ilişkilerde her millet ve milliyetin kendi toprakları üzerinde ve millî sınırları içinde özgür ve bağımsız olarak yaşaması gereklidir. Değişik milletlerin kurmuş olduğu devletlerin birbirlerine karşılıklı saygı, bağlılık ve dayanışma anlayışı içinde bulunması Atatürk’ün amacıdır. Dünya üzerinde yaşayan bütün ulusların millî özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına saygı, Türk milliyetçiliğinin temel ilkesidir.

      “Bu prensibe göre her fert ve her millet, kendi hakkında hüsnüniyet, topraklarına bizzat kayıtsız şartsız sahip olmayı istemek hakkına ve özgürlüğüne sahiptir.”

      “Millet teşkilinde toprağın önemini büsbütün reddedenler vardır. Bu fikirde bulunanlar, toprak sadece çalışma ve uğraşma alanıdır, diyorlar.”

      Oysa bir milletin millî duygu bilinci içinde kendi topraklarına sahip olması kadar güzel bir duygu yoktur. Kendi toprağına sahip olma duygusu milliyetçilik ilkesinin zorunlu bir sonucudur.

      “Milletler, işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber, beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından kendileri istifade ederler ve dolayısıyla bütün beşeriyeti de yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu yasaya göre bundan âciz olan milletler bağımsız olarak yaşamak hakkına lâyık değildir.”

      Atatürk’ün Türk Milletinde yaratmak istediği milliyetçilik duygusu hiçbir art düşünceye yer vermeyecek kadar açıktır. Türk milliyetçiliği bir kafatasçılık, bir üstün ırk anlamı taşımaz.

      Atatürk düşünüşünde diğer milletlerin millî duygularına saygı uygarlığın belirtisidir. Türk Milleti, millî duyguyu, insanî duyguyla yanyana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî duygunun yanında insanî duygunun şerefli yerini daima muhafaza etmekle iftihar eder. Çünkü Türk milleti bilir ki uygarlık doğrultusunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel yürüdüğü bütün uygar milletlerle karşılıklı insanî ve uygar ilişkiler içinde bulunmak, elbette gelişmesinin devamı için gereklidir ve yine bilinmektedir ki Türk Milleti, her uygar millet gibi geçmişin bütün dönemlerinde keşifleriyle, icatlarıyla uygarlık dünyasına hizmet etmiş insanların, milletlerin değerini takdir ve hatıralarını saygıyla muhafaza eder. Türk Milleti, insanlık dünyasının samimi bir ailesidir.Bu nedenle Atatürk, Türk gençlerinin “insanlık dünyasındaki toplumları” tanımalarını, onlarla yakın ilişki kurmalarını zorunlu bulmaktadır.
      Atatürk’ün insanların birbirlerine bağlılıkları konusundaki düşüncesinin temeli yine milliyetçilik ilkesi içinde toplanmıştır. Türk toplumuna, kendine güven duygusunu ve yüksek insan toplulukları olmak aşkını genel halk toplantılarında telkin etmeğe çalışmıştır. Böylece Türk Milleti diğer dünya milletlerini tanıyarak kendi benliğini değerlendirme imkânını bulacaktır. Atatürk düşünüşünde bunun nedeni şudur: “Bilmeli ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlerin avıdır.”

      Temelde kişisel özgürlüklere dayanan milliyetçilik ilkesinin Atatürk düşünüşünde kendine özgü bir sınırı vardır. Bu sınır ‘başkalarının özgürlük sınırı’ ile ‘milletin genel çıkarları’nın başladığı noktadır. Bu değişmez kural da Atatürk’ün tarih içinde tespit ettiği bilimsel verilere dayanmaktadır. Tarihte Türkler, millet yararına olan işleri kendi kişisel çıkarlarıyla karıştırmaya başladıktan sonra özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmişlerdi. Bu nedenle Atatürk, Türk Milletinde millî benlik duygusunun temeline bir de millî ahlâkı koyuyordu. “Millî ahlâkın, millet teşkilinde yeri çok büyüktür, çok önemlidir” diyen Atatürk, Türk gençliğinde ‘millî çıkarlar’ doğrultusunda bir ahlâk duygusu yaratmak istemektedir. Genel olarak vatan ve milletin yararına ve çıkarlarına uygun olan işlere öncelik verilmesini zorunlu görmektedir. “Bir iş her nereye ait olursa olsun insanın kuvvet kullanmasını, yorulmasını gerektirir. İnsanlar mecbur kalmadıkça kendilerini yormak istemezler, halbuki bazı işler vardır ki kendiliğinden insana, onu yapmak için derunî bir arzu, bir temayül ilham eder, o iş şayan-ı arzu olur.” Atatürk düşünüşünde “millî ahlâkî işler, aynı zamanda hem mecburî ve hem de şayan-ı arzu olan işlerdir. Bir işin ahlâkî bir kıymeti olması ayrı ayrı insanlardan daha ulvî bir kaynaktan çıkmış olmasıdır. O kaynak toplumdur, millettir. Gerçekte de ahlâkiyet, özel fertlerden ayrı ve bunların üstünde, ancak sosyal, millî olabilir.” Atatürk millî benlik duygusunun tanımını yapıyor: “Milletin sosyal düzen ve sükûnu, hal ve istikbalde refahı, mutluluğu, selâmeti ve dokunulmazlığı, uygarlıkta ilerleme ve gelişmesi için insanlardan, her konuda ilgi, gayret, nefsin feragati icap ettiği zaman seve seve nefsinin fedasını talep eden millî ahlâktır. Mükemmel bir millete millî ahlâkiyet gerekleri, o millet efradı tarafından adeta muhakeme edilmeksizin vicdanî duygusal bir nedenle yapılır. En büyük millî duygu, millî heyecan işte budur. Millet analarının, millet babalarının, millet öğretmenlerinin ve millet büyüklerinin; evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her ferdine bıkmaksızın ve sürekli olarak verecekleri millî eğitimin gayesi işte bu yüksek millî duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır. Ahlâkın millî, sosyal olduğunu söylemek ve maşerî vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlâkın kutsallık sıfatını da tanımaktır” diyordu.

      Atatürk Türk milliyetçiliğinin tanımını ise şöyle yapmaktadır: “Türk milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla aynı uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun sosyal ve özel karakterlerini ve başlı başına bağımsızlığa dayanan kimlik haklarını saklı tutmaktır.”
      Atatürk’ün Türk gençliğini yetiştirmek amacıyla açtırdığı üniversite ve okullara rağmen, Türkiye’de gerçek anlamıyla bir milliyetçilik duygusu yaratılamamıştır. Türkiye üzerinde çıkarı olan güçlerin karşı çabaları da bunu engellemiştir. Çıkarcı güçler öncelikle Atatürk’ün yaratmak istediği millî duygular üzerinde durmuşlardır. Propagandalarında bu ilkenin tam karşıtını söyleyerek millî duygularla alay etmeğe kadar varmışlardır. Aradan geçen yıllar sonunda milliyetçilik, birtakım kişilerin dilinde ‘vatan, millet, sakarya’ şekline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün bilimsel bir şekilde uyguladığı inkılâp yöntemi ise yabancı doktrinlerin terminolojisi ile açıklanmak istenmiştir. Bazen gericilik, bazen komünizm veya faşizm ya da sosyalizm maskesi altındaki çıkarcılar, Türk gençliğinin arasına karışarak milleti bölmeye çalışmışlardır. Ancak, millî benlik duygusu içinde yetiştirilmiş ve eğitilmiş güçler, bu bölünmeyi önlemiştir.

      1 Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. K. Atatürk’ün El Yazıları, 1969, s. 18.
      2 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c. 2, s. 214.
      3 Afetinan, Medenî Bilgiler ve M. K. Atatürk’ün El Yazıları, 1969, s. 5-6-7.
      4 a.g.e., s. 18-19.

      Sevgilerimle

      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      "Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur;"

      Merhaba,

      Milli mücadele tarihimizin hangi şartlarda ve neye dayanarak ve ne ile yapıldığı hakkında bu güne kadar özüne inilmemiştir. Milli bayramlarda yapılan kutlamalar,şiirler vs vs ve okullarımızda işletilen derslerde Atatürk tanımlanmaları ile Atatürk'ü Atatürk olmaktan uzaklaştırmaktadır.
      Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda dönemin şartları ile bugün ülkelerin konumları ve konumumuz arasına arasındaki farklar tespit edilerek bulunduğumuz noktayı belirlemek ve milli mücadelenin devamının zarurıyetini anlamak gerekir.
      Milli Mücadele’nin nasıl kazanıldığı, Türklüğü yok etmeyi amaçlayan emperyalist güçlere karşı milli şeref ve varlığın nasıl kurtarıldığını öğrenmenin tek yolu, bu mücadelenin önderi Atatürk’ün kendi kaleminden çıkan eserlerin ve dönemin diğer kaynaklarının bilinmesi ve okunmasıdır.

      (*)
      "Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmis ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız... Çünkü tarih, hadiseler ve müsahedeler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir."

      Atatürk başlatmış olduğu Milli Mücadele hareketini anayasal bir temel üzerine inşa etmiştir.
      Bu gün Türkiye'nin ekonomisine baktığımızda %50 gibi bir oranın yabancı sermayeye ait olduğu ve kuruluşlarımızın özelleştirilip giderek ekonominin yabancı sermayeye bağımlı hale geldiğini görmekteyiz.
      Kuşatılmaktayız..
      Siyasilerin iktidar mücadeleleri Milli Mücadelenin önüne geçerken,bölünmenin ısrarla yapılandırıldığı zeminler oluşmaktadır.


      Atatürk, Birinci İktisat Kongresi'nin açılışında "yasalara uymak koşulu ile yabancı sermayeye gerekli güvenceyi vermeye her zaman hazırız" diyorsa da, bu açıklama şu sözlerle tamamlanmaktadır.
      (*)
      "Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye ayrıcalıklı bir duruma sahipti. Devlet ve hükümet, yabancı sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni ulus gibi Türkiye de buna izin vermez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız..." (Türkiye İktisat Kongresi, A. Gündüz Ökçün, S: 253

      (*)
      "Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini savunamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. İktisat alanında bizden kuvvetli olanlar yurdumuzda bir de imtiyazlı durumda bulunuyorlardı. Rakiplerimiz, bu suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. İktisadi ve mali gelişmemizin önüne geçtiler." (Atatürk, 1.2.1922, Söylev ve Demeçler, C: I, S: 228)

      Emperyalizme karşı bir kırbaç gibi şaklayan şu sözler de Atatürk'ün dür:

      (*)
      "Yaşamak isteyen ulusumuzun isteği, basit bir sözcükte toplanabilir. Bağımsızlık! Avrupa'nın yöneticilerinden ve sermayedarlarından ayrı olan ulusları, bizim hayatımızı bize çok görmüyorlar. Eğer bugün Fransız ulusu ve İtalyan ulusu ve hatta İngiliz ulusu ile düşmanlık halinde bulunuyorsak, bu ulusların seslerini işittirememelerinden ve kendi yöneticilerinin yayılma ve sermaye emelleri için bizi yok etmelerine ses çıkarmamalarındandır. Bu devir, ulusumuzun eylemli olarak ve değişmeden yok edilmesini, sermayedarların kendi çıkarlarına uygun bulduklarını sandıkları devirdir. Bu devri atlatıp ulusları söylemeye çağırmak için, yaşamaya haklı olduğumuzu ve hayatımızı elimizden almak için kendilerinin birçok hayatlarını feda etmek gerektiğini kanıtlayacağız..." (Atatürk, Tamim Telgraflar, 2.7.1920, S: 344

      Öyle ise bu gün ısrarla sürdürülen bu poliştikanın anlayışı elbetteki sömürüye hizmet ve ihanettir.

      (*)
      "Bu ülkenin halkı üzerinde kimsenin egemenlik kurma hakkı yoktur; ama bu ülkeyi başkalarına el açmadan geçindirmek ve yaşatmak da size düşen bir ödevdir."


      Atatürk sadece milletimiz değil tüm dünya milletleri adına tam bağımsızlık mücadelesini verip kazanmış ve Cumhuriyet ile tescillemiştir.
      Oysa bu gün Türkiye Cumhuriyetini getirdikleri nokta tamamaen gaflet ve delalet ve ihanet noktasıdır.

      Sevgilerimle..
      G.D
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!