"Gâvur İzmir" Efsanesinin Gerçeği

      "Gâvur İzmir" Efsanesinin Gerçeği

      Hatırlayacaksınız, Aralık 2005 ortalarında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, parti mensuplarına yaptığı bir konuşmada İzmir’in ‘Gâvur’ imajını ima ederek, buna son verme zamanının geldiğini söylediği tartışılmıştı. 13 Mayıs 2007 günü İzmir’de düzenlenen “Cumhuriyet mitingi”nde ise buna bir cevap(!) verildiğini biliyoruz.



      Bütün bunlara Engin Ardıç üstadımız da ağzını doldura doldura kendince bir cevap yazmış ki (Akşam, 15 Mayıs 2007), tam evlere şenlik. “Reaya”yı gayri Müslim unsurlar zannetmekten tutun da İzmir yangınının 14 Eylül’de çıktığını iddia etmesine kadar (12 Eylül 1922 gecesi çıkmıştı halbuki) pek çok sabıkası olan bu yazının en feci yanılgısı ise, İzmir’in “gâvurluğu”nu şehrin bütününe yayması. Oysa tarihin bir çok köşe bucağı gibi Gâvur İzmir meselesi de zannettiğimizden daha karmaşık bir kökene dayanır. Şimdi o kökene doğru kuş uçuşu bir yolculuğa davet ediyorum sizi.



      İki kal’a idi İzmir ol zaman,

      Birini Mehmed Bey almıştı nihân.

      Biri anun dopdoluydu Frenk,

      İşleri dün ü gün İslam ile cenk.



      Enverî adlı şairimiz[1], 15. yüzyılın balkonundan böyle anlatmış İzmir’in ‘gâvur’ yüzünü. Şair bize daha Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) ‘İki İzmir’in varlığından söz ediyor. Birisi Aydınoğlu Mehmed Bey tarafından fethedilen Müslüman İzmir, öbürü ise Frenklerin Gâvur İzmir’i. Ve bu ikinci İzmir’in işi gücü Müslümanlarla savaşmaktır!



      Tarihin karanlık vadilerine doğru kanat çırptığımızda İzmir’in Müslümanlıkla tanışmasının Selçukluların Anadolu macerasıyla neredeyse yaşıt olduğunu görürüz. Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sadece 5 yıl sonra Selçuklular İzmir’e ulaşmışlar ve bu şehri, tam 41 yıl ellerinde tutmuşlardı. Dolayısıyla İzmir’in İslamiyetle tanışması epeyce eskilere, 931 yıl önceye dayanır.



      Ne var ki, şehirde bu ilk Müslüman hakimiyetinin arkası gelmemiş, İzmir 1117’de yeniden Cenevizlilerin eline geçmiş ve şehrin ‘ikili’ kimliğinin tohumları böylece atılmıştır. Ardından Aydın ve Menteşe beyliklerinin ikili sıkıştırması gelecekti. 1329 yılında Aydınoğlu Umur Bey (Enverî’ye göre ise yıl 1317’dir, bey ise Mehmed’dir), Cenevizlileri limanda bulunan kaleden dışarı atmış ve şehrin yarısını denetimi altına almıştı. (Yine bölünmüş şehir!) Ancak Papa VI. Clement’in bu önemli liman şehrini Müslümanlara bırakmaya hiç mi hiç niyeti yoktur. Nitekim Papa’nın 1344’de teşkil ettiği bir Haçlı ittifakı İzmir’i geri alacak, böylece şehrin ‘Gâvur’ kimliğinin bir süre daha hayatını sürdürmesini temin edecekti.



      1390’lara geldiğimizde sahnede bu defa Osmanlılar vardır ve Yıldırım Bayezid, Anadolu’yu birleştirmeye kararlıdır. Ne var ki, bütün gayretlerine rağmen İzmir bir türlü teslim olmaz. Hıristiyanlığın batı Anadolu’daki bu son kalesi, direndikçe direnir. Ta ki Semerkand’dan kopup gelen Timur ordusunun uğultusunu burçlarında işitinceye kadar. 1402’nin Aralık ayında askerleri İzmir’i fethetmiş olan Timur, ‘iki İzmir’ olgusuna sert bir darbeyle son verdikten sonra şehri Aydınoğlu Cüneyt Bey’in dost ellerine teslim etmişti.



      Lakin Osmanlıların İzmir’le dansı 1414’de limanı ele geçirmeleriyle yeni bir boyut kazanacak ve şehir yeniden ikiyi bölünecekti. Liman Osmanlılarındı ama şehrin geri kalan kısmı Aydınoğullarının hakimiyeti altındaydı. İzmir’in kısmeti bir defa ikilikten açılmış ya, bu defa iki Müslüman devlet arasında bölünmüştü. Nihayet 10 yıl sonra II. Murad, Aydın vilayetinin tamamını, tabii ki İzmir’i de ele geçirip Osmanlı Devleti’nin Anadolu hakimiyetine doğru güçlü bir hamle yapacaktır.



      İzmir Fatih’ten Kanuni devrinin sonlarına kadar küçük bir kasaba hüviyetini muhafaza etti. Şehrin 10 bini bile bulmayan nüfusu büyük ölçüde Müslümanlaşmıştı ya, hatırı sayılır bir Rum nüfusu da mevcudiyetini koruyordu. 1566’da Sakız, 1570’de Kıbrıs fethedilip Akdeniz’deki Osmanlı hakimiyet sahası genişledikçe İzmir’in de yüzü gülüyor, şehir böylece bir bölgesel pazar konumuna yükseliyordu. Onun kırsal ürünün şehirlere satılması noktasında bir ‘huni’ işlevi gördüğünü söylüyor tarihçiler. Şehrin şansını artıran faktör, Osmanlı tarım politikasındaki ciddi değişim olmuştu. İktisat tarihçilerinin ‘tarımın ticarileşmesi’ adını verdikleri bu çok önemli gelişme, tarım ürünlerinin dış pazarlara ihracını hızlandırdı, bu da İzmir’in Çeşme, Sakız, İskenderun gibi liman şehirleri karşısındaki şansını artırdı. İzmir, arkasına batı Anadolu’nun dev tarımsal potansiyelini almıştı çünkü.



      Bu gelişmenin zamanlaması da muhteşemdi: Tam da Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret ve imalatın durgunlaşmaya başladığı bir dönemde İzmir atağa kalkmış, aynı zamanda Avrupa için de bunalımlı geçen 17. yüzyılın sıkıntılarından bir güzel yararlanmayı bilmişti.



      Mal ve para hareketinin arttığı bir yere Yahudiler, Ermeniler ve Akdenizli tüccarların akmasından daha tabii bir şey olamazdı. Nitekim 1604’de Fransız tüccarlarına tanınan ayrıcalıklar, ileride şehrin yeniden Frenkleşmesine hizmet edecek büyük gelişmeleri tetikleyecekti. Ardından Hollandalı ve İngiliz tüccarlar da İzmir’i peş peşe keşfettiler. 1640’lara gelindiğinde batı Anadolu ticaret ağının merkezine oturmuş canlı bir şehir olarak görüyoruz İzmir’i. Bu gelişme, şehrin liman bölgesinin, tıpkı Enverî’nin şiirinde gördüğümüz gibi Frenklerle dolmasına yol açacak ve 20. yüzyıl başlarında bugün de devam eden İzmir’in ‘Gâvur’ imajını kavileştirecekti.



      20. yüzyılın başındaki İzmir’i, Çınar Atay şöyle anlatır: “Frenk mahalleleri sanki birçok devletin oluşturduğu federatif bir bütün gibiydi… İzmir’de sanki ikili bir yönetim vardı.” Nurdoğan Taçalan ise Basmane Garı’ndan denize dik olarak çizilecek bir doğrunun kuzeyinde kalan bölümde Rumlar, Levantenler ve diğer azınlıkların, güneyinde Müslümanların, Yahudilerin ise ikisinin arasındaki Karataş semtinde oturduklarını söylüyor ve ekliyor:



      Frenk Mahallesi, öteki adıyla “Gâvur İzmir” ne kadar gösterişliyse, Türk İzmir o ölçüde sönük, karanlık, bakımsız ve içine kapanıktı… Gâvur İzmir her yönüyle tam bir sömürge şehriydi. Türkçe ya da Osmanlıca geçerli değildi bu kesimde. Sokaklarda, eğlence yerlerinde, evlerde Rumca, İtalyanca ve Fransızca konuşulurdu.[2]



      20. yüzyıl başlarına geldiğimizde İzmir’de temelleri 11. yüzyılda atılmış olan ‘ikili ruh’ canlanmış gibidir. Bir Müslüman İzmir vardır, bir de Gâvur İzmir. Ne gariptir ki, bu görüntünün cesaretlendirdiği Enosisçi (bizim Turancılarımız varsa, onların da Enosisçileri vardı) Yunanlıların İzmir’i işgalleri, Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyecek ve şehrin Müslümanlaşmasına giden Kral Yolunu açacaktı. Size şaşırtıcı gelebilir belki ama İzmir’in İslamlaşması ve bin yıllık Gâvur imajını silmesi Cumhuriyet devrine nasip olacaktır!

      Sözün özü: Tarihe yönelik imalar her zaman tehlikelidir. İzmir’in Müslüman kimliği, diğer herhangi bir şehrimizden ne daha az, ne de daha çoktur. Böyle biline!



      [1] Enverî’nin esasında Aydınoğlu Mehmed Bey ve gazavatını anlatmak için kaleme aldığı Düstûrnâme’sinin Osmanlı tarihine temas eden kısmı, tıpkı basımıyla birlikte yayınlanmış bulunuyor. Bkz. Hazırlayan: Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî: Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), İstanbul 2003, Kitabevi Yayınları.

      [2] İzmir’in bu gelişmişlik farkı, limanının İstanbul’dan önce yapılmasından da anlaşılabilir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Eser Tutel, Gemiler… Süvariler… İskeleler…, İstanbul 1988, İletişim Yayınları, s. 193-224.



      Mustafa Armağan m.armagan@zaman.com.tr

      Engin Ardıç iyi demiş :)

      “Gâvur İzmir” lafı nereden çıktı?


      Birçok hamşo, bu çirkin deyimin İzmir halkının “laik” olmasına duyulan gerici bir tepkiden kaynaklandığını, bunun “şeriatçılar” tarafından çıkarıldığını sanıyor... Bu arkadaşların bazıları da “Türk basınını ele geçirmiş İzmirli vatandaşlar” kümesinden... Eh, bunlara bakılırsa İzmir pazar günkü mitingde “gâvur olmadığını” kanıtlamış. Bir de tam tersine, şeriatçılara bir karşı tepki olarak “eğer çağdaşlık gâvurluksa ben de gâvurum anasını satayım” diye efelen basın efeleri var. Hani bir çeşit “hepimiz Ermeni’yiz” yaklaşımı...

      “Hassasiyetlerini” anlıyorum, “cehaletlerini” de. Hiç şaşırmadım.

      Çünkü bu tartışma, Türkiye’de kimseye doğru dürüst tarih öğretilmediği savının yaman bir kanıtıdır.

      Evladım, o lafın günümüzle ilgisi yoktur. Hatta seksen sene evveliyle de ilgisi yoktur. Cumhuriyetle, Atatürk’le, devrimlerle, şununla bununla ilgisi yoktur.

      O laf, 1922 yılı öncesini anlatır. Yangın öncesini.

      İzmir yangınını kimin nasıl çıkardığını tartışmayacağım, sonra askeri istihbarattan işgüzar bir binbaşı çıkar beni kara listeye alır da genelkurmayın basın toplantılarına sokmaz alimallah... Fakat çok tuhaf bir şekilde o yangında İzmir’in Rum ve Ermeni mahalleleri kül oldu da Müslüman ve Yahudi mahallelerine tek kıvılcım bile düşmedi... Kaçan Yunan ordusu niçin kendi mahallesini yakmıştı da Türk mahallesine dokunmamıştı, kendi kalesine gol atmayı mı seviyordu?

      Allah’ın işine bak, Yunan ordusu 8 Eylül günü gemilere binerek çekildi (bir kısmı Urla ve Çeşme tarafına kaçtı), biz İzmir’e 9 Eylül sabahı girdik, yangın 14 Eylül’de çıktı... Yunan ordusu, bir hafta önce boşalttığı şehri “uzaktan kumandayla” yakmıştı!

      Anadolu köylüsünün İzmir’e imparatorluk döneminde taktığı o ad, işte o eski İzmir’e attir.

      Çünkü İzmir, İstanbul’u saymazsak Selanik ile birlikte imparatorluğun en önemli iki limanından biriydi ve de oralarda “alafranga” bir hayat yaşanırdı.

      Meyhaneleriyle, kahvehaneleriyle, tiyatrolarıyla, kulüpleriyle, müziğiyle, futboluyla, tenisiyle bu hayatı yaşayanlar da gerek oralarda yerleşmiş “levantenler”, yani artık Osmanlı olmuş sayılan yabancılar, yani “tatlı su frenkleri”, gerekse o şehirlerin “yerli gayrımüslim” halkıydı, eski “reaya” yani...

      Adnan Menderes’in o zamanlar Altay takımında top koşturduğunu da bilir misiniz? Bu Türk takımıydı ama “asıl” İzmir takımları Göztepe, Karşıyaka falan değil, İyon, Apollon falan gibi birtakım Rum takımlarıydı...

      ANADOLU KÖYLÜSÜ İZMİR’İ GAVUR DİYE AŞAĞILIYORDU, ÇÜNKÜ İZMİR ŞEHRİNİN İÇİNDEKİ HIRİSTİYAN VE YAHUDİ NÜFUS, MÜSLÜMAN NÜFUSTAN FAZLAYDI!

      Güney Ege bölgesinin bütününde (eski Aydın vilayetimiz) Müslüman ahali çoğunluktaydı ama merkezdeki, İzmir şehrinin “içindeki” durum bunun tam tersiydi.

      Yani, evet, deyim çirkin ama, bugün bildiğimiz İzmir’le uzaktan yakından ilgisi olmayan o eski İzmir’e bu açıdan “gâvur” denilebilirdi tabii!

      Acaba Yunanistan niçin Mersin’i, Antalya’yı değil de İzmir’i almak istemiştir, bunu hiç merak etmemiş miydiniz?

      Etmemiştiniz, çünkü Türkiye’de eğitim demek, öğretilen yalanları papağan gibi yinelemek demektir, bizde eğitimin “düşünme ve tartışma” boyutu yoktur.

      Bu boyut olmadığı için de, yol kesen, soygun yapan, yani bildiğimiz eşkıya olan “efe” de milli kahraman yapılmamış mıdır? İnce Memed’i devrimci toprak reformcusu yaptığımız gibi...

      Evladım, biz bu İzmir’in “gâvurluğunu” çok radikal bir şekilde ortadan kaldırdık, merak etmeyin. Kimisini kestik, kimisini kaçırdık, kimisini de Lausanne Antlaşması’ndan sonra “mübadeleyle” gönderdik. İzmir’de bir tek “gâvur” kalmadı. Seksen beş yıldır yoktur.

      Dolayısıyla, bugün bazı şeriatçıların İzmir’e gâvur demeleri yalnızca onların ahmaklığını kanıtlar.

      Sevgili İzmirliler’in alınıp bozulmaları da gülünç olur.

      Tıpkı, “CHP ile DSP bir birleşse iktidar çantada keklik” sananların içine düştükleri durum gibi yani!

      aksam.com.tr/yazar.asp?a=77392,10,2
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!