Ağız Tadıyla Tartışabilmek

      Ağız Tadıyla Tartışabilmek

      Çoğumuz “tartışma” sözcüğünden ürker çünkü tartışma denilince akla ilk gelen kavgadır. Toplum olarak tartışma kültürümüzün olumlu olduğu pek söylenemez. Oysaki kişiler arası ilişkilerden kaynaklanan sorunları çözebilmek için sorunlarımızı ilgili kişi ile tartışmak zorundayız. Dolayısıyla etkili bir tartışma ortamı yaratmak hem tarafların kendilerini ifadelerine hem de birbirlerini anlayabilmelerine olanak sağlar. Aksi halde tartışmalar kavgalara, kavgalar da daha büyük sorunlara yol açar.

      Problem çözmeye yönelik, bağcı dövmek için değil de üzüm yemek için yapılan tartışmalar hem ikili ilişkilerin kalitesini artıracak hem de iletişimdeki en büyük sorunlarımızdan olan “anlaşılmıyorum”’u engelleyecektir.

      Sağlıklı bir tartışma ortamı için neler yapmalıyız?

      İlk olarak dinlemeyi bilmeliyiz. Karşımızdaki konuşurken zihnimizi, ona söyleyeceklerimizle meşgul etmektense onun dediklerine odaklamalıyız. Tartışma, iyi dinleyen bir kulak, anlaşılır konuşan bir ağız ve karşısındakini de en az kendisi kadar düşünebilen bir yürekle yapıcı olur!

      Tartışma başlamadan, konu her ne ise ona kendimizi hazırlamalı, ne tür bilgilere sahip olduğumuzun farkında olmalı, sorunun oluşmasındaki katkılarımızı dürüstçe kabul etmeli, ulaşmak istediğimiz sonucu planlamalıyız. İlişkinin bitirilmesi amacıyla yapılan kimi tartışmalar ilişkinin daha da sağlamlaşmasına neden olabilir. Yeter ki kendinizi ifade edeceğiniz ortam, önyargılardan ve geçmişte yaşananların ertelenmiş hesaplarından arındırılmış olsun. Tartışma süresince “önyargılarımızın avukatı” gibi davranıp, sürekli sabit fikirlerimizi ve peşin hükümlerimizi savunursak bir adım bile ilerleyemeyiz.

      Diğer önemli bir beceri duygudaşlık(empati)! Yani kendimizi diğerinin yerine koymak, onun duygularını doğru anlamak ve bu anlayışı ona yansıtmak. Yazımı kolay uygulaması zor bir beceri! Ancak etkili tartışma için de olmazsa olmaz bir koşul! Bir an için kendi gözlüklerinizi bırakıp karşınızdakinin gözlükleriyle olaylara bakabilmektir. Empatik davrandığınızda aslında birçok şeyin onlarca yorumu olabileceğini kavrarsınız.

      Diyelim ki, bu basamakları başarıyla çıktık ama eleştirilerimizi nasıl yapacağız? “sen “ li cümleler yerine “ben” li cümleler kuracağız. Diğer bir deyişle, “ sen hatalısın” yerine “burada hatalı davrandığını düşünüyorum” diyeceğiz. “Sen” li cümleler suçlayıcı karakter taşır. Diğerinde savunmaya ve karşı saldırıya neden olur. Söylediklerimizin sorumluluğunu üzerimize aldığımız “ben böyle düşünüyorum” tarzı ise karşı tarafta savunmadan çok kendini açma tepkisine neden olacaktır. Deneyin!

      Tartışma sırasında yapılan en büyük yanlışlardan biri de konuyu sınırlamamak, geçmişi bugüne taşımak ve sonunda da ne için tartıştığınızı unutmaktır. Sorun geçmişten kaynaklanıyor olabilir. Ancak biz bugündeyiz ve geçmişte yaşanan sorunu bugün küf düşüncelerimizle tartışamayız. “Sen zaten geçenlerde de şunu yapmıştın” derseniz ipin ucu kaçmaya başlamış demektir. Dolayısıyla hangi konu tartışılıyor ise onunla ilgili duygu ve düşüncelerimizi söylemeliyiz. Geçmiş yaşantıları bugüne taşımanın ve kişilik yapısına saldırıya geçmenin tartışmanın tadını kaçıracağı kesindir!

      Tartışabilmek bir sanattır. İnceliklerine dikkat ettiğimiz sürece büyük kazançlar sağlayacağımız aşikârdır.

      sanalpsikolog.com
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Savunmalarımızdan Vazgeçmek

      Benliğimizi tehdit eden her hangi bir durum veya kişi karşısında sıklıkla kullandığımız savunmalarımız vardır. Bu savunmalar bizi dış dünyaya karşı korurlar ya da biz öyle sanırız. Hepimiz şu veya bu nedenle az veya çok bu savunma sistemlerinden faydalanırız. Ancak çoğumuz bu sistemlerin kullanımında aşırıya kaçarak onlara bağımlılık geliştirir, onlara tutsak olur ve günlük ilişkilerimizde kendimizi hep bir sis içinde sunarız. Hatta çoğu zaman bunun farkında bile olmayız. Aynı uyuşturucu bağımlılığı gibi onlarsız yapamayız ve alışkanlık haline gelirler.

      En sık kullandığımız savunmalarımız, yok sayma, bastırma, entelektüelleştirme, yansıtma, ve yer değiştirmedir. Olayları oldukları gibi görmek ve kabul etmek istemediğimiz zaman, kendimiz ve başkaları için hemen sahte görünümler yaratmamıza neden olurlar. Ve bu savunmalarımızı da genelde hem kendimizin hem de sevdiklerimizin kusurları ile yüzleşmek istemediğimiz zaman kullanırız. Yani aynadaki yansımamızı görmek istemediğimiz zamanlar kılıflarımız hazırdır! Çünkü kendimizle yüzleşmek hem acıtıcı hem de reddedici bir tepkiye neden olabilir.

      Hoşumuza gitmeyen bir olayı veya tepkiyi yok sayarız, kendimizde fark ettiğimiz ancak kabul etmek istemediğimiz bir duyguyu ve düşünceyi diğerine mal ederiz veya ondan bize yöneltiliyormuş gibi algılarız. Grup terapilerinde bireyin yansıtmaları yani diğerleriyle ilgili eleştiri, beklenti ve hayal kırıklıkları kendi kişilik özellikleri ile ilgili bilgi verebilir bize. “beni aldatıyorsun” diye sizi suçlayan biri kendisi aldatıyor olabilir. Bazen de duygularımız yer değiştirir ve birine karşı hissettiğimiz yoğun öfkeyi ona ifade edemeyeceğimizden bunu aşırı sevgi gösterileri ile sunabiliriz.

      Bilincinde olmadan kullandığımız bu savunmalardan kurtulmamız mümkün müdür? Tabiî ki!

      Bir insan olduğumuzu ve hata yapabileceğimizi kabullenmek, davranışlarımızın sorumluluğunu alabilmek, zaaflarımızı itiraf etmek belkide savunmalarımızı bırakmamızı sağlayacaktır. Hatalarımızı kabul etmek bir zayıflık değil aksine kendimizle yüzleşebilmenin önemli bir göstergesidir. Hatalarını kabul eden kişiler kendilerinden sorumlu kişilerdir. Mutsuzluklarımızın sorumlusu olarak sürekli diğerlerini suçlamak ve “onların yüzünden bu hale geldim”, “hayat harcadı beni” demek bizi bir yere götürmez. Aksine kendimizi yok saydığımızı ve savunmalarımızla ne kadar örtüştüğümüzü gösterir. Tabii ki, birçok sorunumuz diğerlerinin katkılarıyla oluşmuştur ancak bu sorunların oluşumunda bizim katkımız diğerinden daha fazladır. Karşımızdakini suçlarken elimizin aldığı konuma bir bakalım, başparmağımızı diğerini suçlamak için sallarken avuç içindeki serçe, yüzük ve orta parmak bize dönüktür.

      Kendimizi olduğumuzdan farklı tanıtmaktansa olduğumuz gibi olmak, yalan söylemektense gerçekle yüzleşmek buna alışık olmayanlar için zor ve sancılı olabilir. Çünkü olduğumuz gibi görünürsek sevilmeyeceğimizi, doğruyu söylersek istenmeyeceğimizi öğrendik. Bu nedenledir ki; ilişkilerde en çok istenmeyen ama en çok söylenen şeydir yalan. En çok istenen ama en az bulunandır dürüstlük!

      Çünkü sürekli savunma içinde olmayı kendimiz olmaya, sürekli yalan söylemeyi de doğruyu söylemeye tercih ediyoruz. Bunları kabul ettiğimiz an değişme için çabalayacak, daha az maske kullanacak ve daha çok kendimiz olacağız!

      Saynur kaya
      Uzman psikolog
      sanalpsikolog.com
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Yakın ilişkilerle İlgili Mitler

      Mit, kaynağı ve gerçekliği kanıtlanamayan, alışkanlıklarımızı açıklayan geleneksel düşünce biçimleri olarak tanımlanabilir. “Bir şeyin nasıl olması gerektiği” ile ilgili inançlarımız, alışkanlıklarımız, idealize ettiğimiz düşüncelerdir. Eğitim, sağlık, cinsellik, hastalıklar, meslekler, ilişkiler ve daha birçok şey ile ilgili mitlerimiz, davranışlarımızı ve beklentilerimizi yönetir.

      Çoğu zaman mitler insanları mutsuzluğa iten popüler masallar olarak ta nitelenir. Neden?

      Örneğin “Mutlu ilişkiler çatışmadan uzaktır” , mitini ele alalım. Bu inanca sahip kişiler ya ilişkilerinde çatışmadan kaçınırlar ya da yok sayarlar veya sorunlar olduğunda “ne kadar mutsuzum” derler. Çatışmasız ilişki miti, tüm çatışmaların karşılıklı anlayış, işbirliği, hoşgörü, mantık ve tarafsızlıkla çözümleneceğini savunan ikincil bir mit daha içerir. Bu mit, tüm ilişkilerde sorunlardan kaçmayı ve kafaların devekuşu misali kuma gömülmesine neden olur. Ancak sorunları olduğu ve bunları çözemedikleri halde oldukça doyurucu ilişki yaşayan çiftler de vardır.

      Diğer bir örneği de aşk üzerine verebiliriz. Yakın ilişkileri çıkmaza sokan en önemli faktör aşk ile ilgili mitlerimizdir. Örneğin; “Sevgi, istenilen davranışlarının yapılmasını gerektirir” mitsel inancımıza uygun olarak karşımızdakinden bazı şeyler bekleriz. “Bana aşıksa beni kıskanması gerekir” veya “Gerçek aşk hiç karşılık beklemeyendir ve her şeyin üstesinden gelir” ya da “ Beni gerçekten sevseydi……yapardı” şeklindeki düşüncelerimiz , bizim için aşkın davranışsal ifadeleridir.Bu aşk mitlerimizle, aşkın ifade ediliş biçimini de kendi kontrolümüz altına almış oluruz.

      Ama ya karşınızdaki kişi size olan sevgisini sizin tanımlamalarınız dışında bir yolla ifade ediyorsa? Diğer bir deyişle ilişkilerle ilgili mitleriniz farklı ise? Ya da eşinizin ilişki mitlerini biliyor musunuz?Siz sevgi sözcükleri beklerken, eşiniz size mutfakta yardım ederek sevgisini belli edebilir ya da aşkını göstermek için sizin sevdiğiniz tişörtü giymiştir. Bir başkası sevdiğine sürprizler hazırlamayı tercih edebilir.

      İsterseniz bir uygulama yapalım! Kağıt kalem alın ve “İdeal bir ilişki nasıl olmalıdır” sorusunu yanıtlayın. Vereceğiniz her cevap yakın ilişkilerle ilgili mitlerinizdir. Yazdığınız her düşüncenin mantıklılığına ve sizi mutlu edip etmediğine bakın! Aynı şeyi eşinizin de yapmasını isteyin. Daha sonra cevaplarınızı karşılaştırın. Sonuçları beraberce yorumlayın.

      Çiftlerin ilişkilerle ilgili mitlerinin farklı olması çoğu zaman sorunlar yaşanmasına neden olur. Örneğin; kıskançlığı veya sahiplenilmeyi sevginin en önemli göstergesi kabul eden biri, “sevgi özgürlüktür” mitine sahip olanla nasıl anlaşacaktır? Bir duygu ile onun davranışsal ifadesi arasındaki farkı net bir şekilde algılamadıkça davranışsal beklentilerimiz gerçekçi olmayan temellere dayanacağından ilişkilerde hayal kırıklıkları yaşanması doğaldır.

      Eleştirel düşünme biçimi, mitler tarafından nasıl ve ne zaman etkilendiğimizi fark etmede bize yardımcı olacaktır. Yani bir şeyi değerlendirirken, kanıtlara, nedenlere ve gerçeklere dayalı yorumlar yapabilmek ve “kerameti kendinden belli” şeylerden sakınmak ilişkilerimizde daha mutlu olmamızı sağlayabilir.


      sanalpsikolog.com
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      İlişkilerde "Rot Balans Ayarları"

      Aracınızın trafikte düzgün ve savrulmadan gitmesi için yapılması gereken önemli ayarlardan biridir rot-balans. Özellikle aşınmadan, eskimeden veya başka nedenlerden dolayı değiştirilen lastikler şayet aracınızın rot-balans ayarını yaptırmazsanız sürüş güvenliğinizi tehlikeye atacaktır. Bu nedenle sürücüler güvenlikleri için bu ayarı önemserler.

      Uzun süreli ilişkiler de -özellikle evlilik gibi- zaman içinde doğal olarak aşınmaya ve eskimeye yüz tutar. Değişen beklentiler, yaşanan hayal kırıklıkları, ulaşılamayan amaçlar, ertelenen duygular gün gelir patlamaya hazır bombalar gibi ilişkinizin ortasına düşüverir.
      Şayet bunlara hazırlıklı değilseniz ne yapacağınızı şaşırır, hayatı kendinize zindan edersiniz. Depresif duygular, öfke nöbetleri, “keşke” ler çoğalır. Çoğu zaman başkalarının ilişkilerine imrenir, “neden benim de böyle bir eşim yok” diye hayıflanırsınız; çoğu zaman da “bütün ilişkiler böyle zaten doğru insan yok” söylemine takılır kalırsınız.

      Oysa ki her ilişki de sorun vardır. Belki de mutlu olarak gördüğünüz çiftler, ilişkilerinde ki “yenilemelerini” ya da sürücü deyimiyle “rot balans ayarlarını” yapmış, birbirlerinin yenilenmiş beklentilerine ayak uydurabilmiş, dogmacı olmayan, esnek çiftlerdir.

      Belki sizinde ilişkinizi gözden geçirme ve bazı alanlarda yeni ayarlar yapma vaktiniz gelmiştir. Tabiî ki evliliğinizi veya beraberliğinizi her iki tarafa da keyif verecek bir şekilde devam ettirmek istiyorsanız. Ancak çoğu çift ilişkilerinden umut kestikleri ve ilgilerini diğer alanlara yönettikleri için bu seçeneği göz ardı ederler. Ama ilişkilerini de bitirme cesaretleri olmadığı için aynı anda, farklı birkaç yaşam sürdürürler.

      İlişkilerle ilgili unutmamamız daha doğrusu kulak arkası etmememiz gereken bazı önermeler vardır.

      Bunlardan en önemlisi insanın temel güdüsünün hazzı yaşamak ve elemden kaçmak olduğudur. İnsan kendisine haz yaşatan bireye haz, elem yaşatana da elem yaşatmak ister bu ilişkilerde “karşılıklılık ilkesidir”. Bir ilişkiyi ayakta tutan en önemli öğelerden olan karşılıklılık ilkesi, eşinizi de en az kendiniz kadar önemsemenizi, kendinize tanıdığınız hakları ona da tanımanızı gerektirir. Birçok sorunlu ilişkide ne yazık ki ilişkinin ne başında ne de herhangi bir evresinde böyle bir anlaşma söz konusudur.

      İlişkilerin kuruluş biçimlerini ve sürdürülme amaçlarını belirleyen diğer önemli etken de; o ilişkide aldığımız haz ve buna karşılık ödediğimiz bedeldir. Hazzı ödül,
      bedeli de acı/elem olarak kabul edelim. Yakın ilişkilerimizde doğal olarak ödülü yani hazzı ve aldığımız mutluluğu en yüksek düzeyde tutmaya çalışırken; bedeli de yani acıyı, sıkıntıyı, öfkeyi en düşük düzeyde tutmaya çalışırız. Diğer bir deyişle acısı sıkıntısı en az,hazzı ve mutluluğu en yüksek ilişkileri sürdürmek isteriz. Ödül ve bedel dengesi bozulduğunda ilişki sorunlu hale gelmiş demektir.

      İlişkilerde sorunlar genelde karşılıklılık ilkesinin hayata geçirilememesi ve tarafların aldıklarıyla verdikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır.

      Bu alanlarda yapılacak yüzleşme ve öz eleştiriler ilişkinize yeni bir soluk ve devam edilebilirlik katacaktır.

      sanalpsikolog.com
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Ağız Tadıyla Tartışabilmek

      Ben Yalancıyım!

      Nedir Şu Paradokslar ?

      Binlerce yıllık geçmişi olan paradokslar, insanların kafasını devamlı meşgul etmiştir. Aslında doğru gibi görülen bir önerme veya fikir, tamamen yanlış olarak çıkar karşımıza. Tam tersi de mümkündür; yıllarca yanlış zannettiğimiz olayların, fikirlerin, hesaplamaların, doğru olduğunu görmek, bizi şaşkınlığa ve hayrete düşürür. İleride bolca misal vereceğimiz paradoksların, yapılmış birkaç tanımını aktaralım:

      'Çok mantıksız görünen, aslında çok mantıklı bir değiş'

      'İki doğrunun veya yanlışın çelişkisi'

      'Soyut muhakemenin sona erdiği tezat'

      'Kağıt-kalem veya mantık ilüzyonu' (Galiba en güzel tanım bu!)

      Paradokslar ilginçtir, eğlencelidir, öğreticidir, şaşırtıcıdır, zihni açar...
      Tarihte bilinen ilk paradoks örneklerini Epimenides vermiştir. Giritli olan Epimenides:

      -'Bütün giritliler yalancıdır!' diyerek bizi çelişkiye götürür. Şöyle ki :

      Eğer gerçekten giritliler yalancı ise kendisi de giritli olduğuna göre o da yalancıdır. Yani söyledikleri yalandır(mesela yukarıdaki cümlesi). Bu cümle yalan olduğuna göre doğrusu şu olmalı:

      -'Bütün giritliler doğrucudur, doğru söyler.'
      O halde söylediği doğrudur. Yani 'bütün giritliler yalancıdır......'

      ( Araklamasyondur...)
      Ya gündüz kurtaracak, yahut gece alacak,
      Düşmanın bu toprakta ölüsü kalır ancak!
      Bir satır boş kalmasın ölümün defterinde,
      Cesaret yine sağdır vatanın siperinde...
      Nihat hocam paradoks yunanca bir kavram para ötesinde ötesi anlamında doxa ise sanı demek ; kavramsal anlamı ise sağduyuya aykrı ama rasyonel olarak doğru olandüşünce demektir . Bunun ustası Zenon adlı bir filozoftur ; hocasını çokluğun ve hareketin olmadığı ile ilgili düşüncelerini desteklemek için kullanmıştır . Bir çok paradoksu var ama üç tanesi çok ünlüdür , " uçan ok hareket etmez " , " iki nokta arasındaki mesafe tüketilemez " , " Achilleus ( ünlü atinalı yarı tanrı koşucu ) kaplumbağayı geçemez " uzun uzun açıklamayacağım ama ilk bakışta tuhaf gelen bu argümanlar akılla temellendirilebilir iddialardır .
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.

      CESARET GENİ

      Bilimadamları risk, heyecan ve yenilik tutkusunun sırrını çözdü
      İçinizdeki çılgının adı: "Cesaret geni"

      "Herkesin içinde bir çılgın vardır" sözünü duymuşsunuzdur. Ama bunun bilimsel açıklamasını belki de ilk kez okuyacaksınız. Çeşitli ülkelerden bilimadamlarının yürüttüğü genetik çalışmalar sayesinde neden bazı insanların diğerlerinden daha "cesur" olduğu, hayatı eviyle işi arasında mekik dokumakla geçen birinin nasıl olup da ayağına lastik bir ip bağlayıp kendini bir uçurumdan aşağı atıverdiği, en ciddi sportif etkinliği pazar günleri maç izlemek olan orta yaşlı sakin görünümlü adamın neden bir anda kaya tırmanışçısı olmaya karar verdiği ve benzeri pek çok Dr. Jekyll - Mr. Hyde öyküsünün esrarı da açıklığa kavuşmuş oluyor.

      Walter 19 yaşında bir gençti. Aynı zamanda da çiçeği burnunda bir aşık. Ama işler beklediği gibi gitmedi. 19 yaşının baharında, hayatındaki ilk büyük (ilki zaten en büyüğüdür) aşk acısını tattı. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir pazar sabahı yürüyüşünde Adda Nehri'nin iki kıyısını birleştiren köprünün üzerinden aşağı atlayan biri dikkatini çekti. Ayaklarından uzun bir lastiğe bağlıydı adam.
      Walter hiç de öyle atletik biri değildi. Çekingen, heyecanı ve tehlikeyi sinemada ya da evindeki rahat koltuğundayken yaşamayı tercih eden bir tip olduğu söylenebilirdi. Köprünün üzerine çıkan demir basamaklara tırmanmaya başladı. Yerden neredeyse 100 metre yüksekliğindeki köprünün üzerine çıktığında, heyecandan nefesi kesilecekti. Dizleri titriyor, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu ama varmıştı işte. Şimdi gökyüzüne daha yakındı. Oradaki görevli, elastik ipin ucundaki harnesi ayak bileklerine sardı. Walter ayağa kalktı, köprünün tam kenarında durdu. İleri doğru küçük bir hamle yaptı ve kendini boşlukta buluverdi. İçgüdüsel olarak bir çığlık attı. Vahşi, daha önce hiç duymadığı bir sesti bu. En uç noktaya ulaştığında lastik gerilmiş, başı ve elleri suya girer girmez bu defa yukarıya doğru fırlamıştı. Art arda dört beş kez aynı şey oldu. Heyecandan, çığlık çığlığa bağırmaktan ter içinde kalmıştı. Sonradan olayı anlatırken "Bu bir orgazm" diyordu, "Bunu yine yapmalıyım, yapmak zorundayım. Onun beni görmemesi çok kötü ama kimin umurunda? Bu onun kaybı."

      İlk bungee jumping deneyiminden sonra Walter, bu işi ilerletmeye karar vermiş ve yeni arayışlara girmiş. Yamaç paraşütü, base - jump, kaya tırmanışı, extreme skiing, otomobil yarışçılığı ve akrobatik paraşüt bunlardan bazıları. Walter duyduğu heyecanın dozunu sürekli arttırmak için elinden geleni yapmış: "Artık bundan daha azına asla razı olamam" diyor, "Bu galiba bir çeşit uyuşturucu, bağımlılık yapıyor. Her zaman daha zorunu ve tehlikelisini yapmaya devam edeceğim."

      Peki, insanlara yerçekimine meydan okutan, evinde sakin sakin oturup televizyon seyrederken bir anda havalara sıçratıp uçurumlardan aşağı atlatan ne hiç düşündünüz mü? Nasıl oluyor da bazıları bıçak sırtında yaşamayı seviyor?

      "Faktör T"
      Titreme ya da ürperme, Philadelphia Temple Üniversitesi Psikoloji bölümünden Prof. Frank Farley'in araştırma konusu. Prof. Farley kişilik üzerine yaptığı araştırmalar sonucu, iki temel kişilik tipi üzerinde yoğunlaşmış. Bunlardan ilki "T," ikincisi ise "t" tipi insanlar. İngilizce "heyecan, ürperme" anlamına gelen "thrill" kelimesinden esinlenilerek geliştirilen bu teoriye göre, büyük T harfi sınıfına girenler sürekli yeni ve daha güçlü heyecanlar arayan kişilikler. Küçük t harfi ise daha çok risksiz bir yaşamı tercih edip, tehlikelerden uzak duran insanların kişiliğini tanımlıyor. "Faktör T" Profesör Farley'e göre kişinin kendi başına tehlikeyle yüzleşmeye ne kadar eğilimi olduğu ve buna ne kadar gereksinim duyduğunu gösteriyor. Sözkonusu tehlike ve riskler, bedensel olduğu kadar zihinsel de olabiliyor. Yani kişi kendini her iki anlamda ya da bunların yalnızca birinde tehlikeye atarak heyecan arayışına girebiliyor. Farley'in üzerinde önemle durduğu bir diğer nokta ise, insanların zaman zaman her iki T arasında gidip gelmeleri. Profesör bu durumu açıklarken şöyle diyor: "Bana göre bir insanı çıplak ellerle bir kayaya tırmanmaya yönlendirenle, Albert Einstein'ı tüm hayatını bir fizik kanununu bulmak için harcamaya yönelten, aynı meydan okuma duygusu ve bilinmeyene yapılan yolculuk heyecanı."

      Kritik kişilikler
      Profesör Farley şöyle devam ediyor: "Bana göre insanlığın ilerlemesi daha çok büyük T tipindeki kişiliğe sahip insanlara bağlı. Churchill, Picasso, Einstein dönemlerinin kritik kişilikleri ve ben onların kesinlikle kendi köşelerine çekilip risklerden uzak yaşamayı sevebilecek insanlar olduklarını sanmıyorum. Onlar her zaman bıçak sırtında yaşadı ve riske atılmaktan çekinmedi. Böylece büyük işler başardılar." Peki ama cesaret, heyecana duyulan özlem ve tehlikeye atılmaktan haz duymak DNA'mızda bulunan bir özellik olabilir mi? "Eğitim ve çevrenin etkileri dışında kişiyi tehlikeye atılmaya yönlendiren bir cesaret geni olduğu doğru" diyor Profesör Farley. Roma La Sapienza Üniversitesi'nden gelişim psikolojisi uzmanı Doktor Anna Oliviero Ferraris ise bu genin kişilik gelişimi üzerinde çok önemli etkileri olduğunu söylüyor. Ferraris'e göre kişiyi devamlı yeni deneyimlere itip daha heyecanlıyı, daha tehlikeliyi, daha zevkliyi bulmaya yönelten bu gene sahip kişiler çok sık iş değiştirip sürekli yolculuk ediyor.

      Kudüs'teki Memorial Hospital'da yapılan gen çalışmaları sırasında 11'inci kromozomda bulunan cesaret geninin bilimsel adı "D4DR." Bu gene sahip kişiler macera, heyecan ve tehlikeye karşı dayanılmaz bir açlık ve yeniliklere karşı büyük bir ilgi duyuyor. Bu tip insanların genleri diğer insanlardan daha uzun bir versiyona sahip. Bu da riskli bir davranış biçimine neden oluyor.

      Peki gen kişiyi nasıl etkiliyor? Dopamin'in düzenleyici mekanizmasına etki eden ve beyine mesaj gönderen bir sinirsel aktarıcı (neurotransmetteur) kişinin heyecan ve haz duyumsamasını etkiliyor. Genin uzun versiyonunun bulunduğu kişilerde, bu aktarım daha şiddetli ve yoğun oluyor. Bilimadamlarının tahminlerine göre tüm insanların yüzde 15'i genin uzun versiyonuna sahip.

      Endorfinin rolü
      Bazı insanların "ekstrem" davranışlar sergilemesinin altında yatan bir diğer neden de tehlikeyi algılamadaki farklılık. Tehlike anının şiddeti ve belirsizliği, beyinde birtakım kimyasal reaksiyonlara yolaçıyor. Stress ve acıya karşı salgılanan endorfin bu durumda da devreye giriyor. Bir atlayış, tırmanış sırasındaki tehlikeli bir geçiş anı gibi riskli durumlarda gerçekleşen tüm bu kimyasal reaksiyonlar, kişinin kendisini iyi hissetmesini sağlıyor. Böyle ciddi durumlarda kişiyi paniğe kapılmaktan da kurtaran bu tehlike hissini hafifletici durum, büyük bir haz oluşturuyor.

      Bazı durumlarda ise tehlikeye atılma ve riskli davranma patalojik bir hal alabiliyor. Hareket halindeki trenlerin üzerinde akrobasi yapmak, ters yoldan otobana girip gaza basmak gibi davranışlar, başkalarının da yaşamını tehlikeye attığından son derece tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. Oliviero Ferraris, ölüme meydan okumanın çeşitli biçimleri olarak adlandırdığı tüm bu davranışların ardında kendine zarar verme içgüdüsünün de bulunduğunu söylüyor. Ferraris şöyle devam ediyor: "Bence bir genç bu tür duyumsamaları kendini güçlü hissetmek için arzuluyor. Bu anlamda da daha çok olumlu bir güdüyle hareket ediyor. Sağlık durumunun, formun, reflekslerin, hızın ve kazanma duygusunun en üst düzeyde olduğu bu tür etkinliklerde gençler, kendilerine olan güvenlerini kazanmak istiyorlar. Yani bir tür kimlik arayışı. Ama bu özelliğini yitirip günlük hayatın bir parçası olduğunda herşey değişiyor. Kendinden emin olma duygusu korkuyu en aza indirgiyor. Bunun sonucunda da kişi giderek daha tehlikeli ve daha heyecanlı bir deneyim yaşamak istiyor. Kültürel birikim de bu sporlara olan yatkınlığı etkiliyor. Küçük yaşlarda müzik, edebiyat gibi konularla ilgilenmeye başlayan çocuklar, cesaret ve meydan okuma duygularını bu alanlarda yaşamaya çalışırken, sportif faaliyetlere yatkın çocuklar aynı duyguları ekstrem sporlara olan düşkünlükleriyle tatmin ediyor.

      Cesareti eğitmek
      Ailede alınan eğitim ve çocuğun büyüdüğü çevre, onun ilerideki eğilimlerinin yönünü belirliyor. Riskten ve tehlikeden hoşlanan bir kişiliğe sahip çocuklar, birer sporcu olabilecekleri gibi rahatça başka yönlere de kayabiliyor. Bu durumda hem kendilerine hem de başkalarına zarar vermeleri kaçınılmaz oluyor. Ferraris şöyle devam ediyor: "Çocuğun tehlikeye ve riske atılmaya yönelik eğilimlerini doğru yerlere yansıtabilmek her zaman mümkün. Çocuğun bu özelliği yeteneklerini geliştirmesi ve kimliğini oluşturması için önemli ve bu yöne aktarılabilir. Buradaki belki de en önemli nokta ebeveynlerin bu yönlendirmeyi yaparken çocuğu kısıtlamamaları. Onları bu tür deneyimlerden uzak tutmaya çalışmak, kendi korkularını onlara yansıtmak anlamına geliyor ve bu da çok tehlikeli. Korku kişinin durumunun bilincinde olduğunu gösterir ve iyi bir şeydir. Bu sayede kişi cesaret kazanır ve kendini kontrol etmeyi öğrenir. Korkunun çok şiddetli ve yoğun bir biçimde yaşanması, tehlikeli durumlarda kişinin kendini kontrol etmesini sağlayan en önemli deneyimlerden biridir."

      ABD'de suçlu çocukları topluma kazanmak için onlara vahşi atları ehlileştirmeyi öğreten bir merkez bulunuyor. Buradaki düşünce de çocukların kendi kendilerini kontrol etmelerini ve başarı hissini tatmalarını sağlamak. Böylece tehlike ve riske atılma duygularını bu şekilde tatmin edebiliyor ve kendileriyle daha barışık oluyorlar. Ferraris'e göre bu yaklaşım yaygınlaştırılabilir: "Çıplak ellerle yüzlerce metre yüksekliğindeki dik bir kayaya tırmanmak, her zaman için elinde bir tabancayla süpermarkete dalıp ortalığı birbirine katmaktan daha zevkli ve heyecanlı. Herkes bu farkı anlayıp değerlendirecek şansa sahip olmalı."

      Tehlikeden alınan hazzın sırrı: Dopamin ve MAO
      Ekstrem (aşırı) davranışların nedeni beyin tarafından üretilen "dopamin" adlı maddenin seviyesi. Bu molekül keyif ve yatışma duygusuna bağlı olarak hareket geçiyor ve nöronlar arasında bir tür dil oluşturarak zevk duygusu yaratıyor. Beyinde sinirsel haberleşmenin gerçekleştiği bölümler olan sinapsislerde bulunan bir dopaminerjik aktarıcı nöron sayesinde dopamin salgılanmaya başlıyor. Dopaminerjik nöronun alıcılarına yerleşen madde (beyin hücrelerinin yalnızca yüzde 3.3'ü bu dopamine duyarlı) bu sayede zevk mesajının yayılmasını sağlıyor. Elektrik tepkimeleri aracılığıyla bir nörondan diğerine aktarılan mesaj, sinir sonlarında bulunan aktarıcılar tarafından en yakındaki hücrelere aktarılıyor. Heyecan verici ve tehlikeli ya da riskli kabul edilen sporlarla uğraşmayı sevenlerde ise başka bir madde daha devreye giriyor. MAO yani monoaminoasidaks adı verilen madde ise alınan zevk ve heyecanı güçlendiriyor. Enzim faaliyetleri düşük seviyede olan insanlar bu eksiklerini yaptıkları etkinliğin tehlike ve stres dozunu arttırarak gidermeye çalışıyor.

      Newton dergisinden derlenmiştir
      Mustafa Sezgin