TDTKB "Türk Dili, Türk Milletinin Kalbidir, Beynidir."

      TDTKB "Türk Dili, Türk Milletinin Kalbidir, Beynidir."

      Toplumları millet haline getiren en önemli unsur dildir. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu gibi, insan topluluklarının bir yığın ve kitle olmaktan kurtaran, aralarında "duygu ve düşünce birliği" olan bir cemiyet yani 'millet' haline getiren en önemli kültürel değerdir. Ayrıca dil, kültürün temeli olduğu gibi taşıyıcısıdır da... Dili yok ettiğiniz takdirde milli ruh ve kültür diye bir şey kalmaz. Bu sebeple dili korumak, koruyucu tedbirler almak önemlidir.

      Bizler Türk'üz ve dilimiz Türkçe'dir. Türkçe; dünyanın en eski, köklü ve en zengin iki dilinden biridir. Dil bilimcilere göre; kelime türetme yeteneği bakımından da dünyanın en güçlü dilidir. Her konuya ve duruma göre karşılık vermeye en müsait dil yine Türkçe'dir. Ayrıca Türkçe, yazıldığı gibi okunması özelliğiyle de gıpta edilen bir dildir. Türk dilinin bu güzelliğini ve gücünü bilen, Türk dili konusunda önemli çalışmalara imza atan en önemli kişi, hiç şüphe yoktur ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Önder Atatürk'tür. Atatürk, Türk dili konusunda; "Türk milletinin dili Türkçe'dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, an'anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. "Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir." diyerek hem Türk diline verdiği önemi, duyduğu sevgiyi belirtmekle beraber, Türk dilinin büyüklüğünü ve Türk milleti için önemini ortaya koymuştur.

      Atatürk, bir dil bilimci değildi. Ancak, dile sadece bir devlet adamı ya da siyasetçi gözüyle de bakmıyordu. O, dilin bir milleti meydana getiren unsurları bir arada tutan en önemli etken olduğunu biliyordu. 1931 yılında söylediği sözle bunu açıkça beyan etmişti;
      (*)
      "Milletin çok açık niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk toplumuna bağlı olduğunu iddia ederse buna inanmak doğru değildir."



      Gelelim öngörülen anayasa maddesine;


      7- 45. madde, "Eğitim ve Öğretim hakkının " 5. şıkkında: ) Eğitim ve öğretim dili Türkçedir. Türkçeden başka dillerde eğitim ve öğretim yapılması ile ilgili esaslar, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olarak kanunla düzenlenir." Denilerek, "Kürtçe başta olmak" üzere bu konuda talebi olan etnik kökenlerin isteği ile düzenlenir deniliyor. Resmi dil "Türkçe"nin delinmesi yani değişemez denilen maddenin değişmesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

      Yani varlığımız delinmekte ve işgal edilmekteyiz..
      Oysa bakınız ne demiş Atatürk;

      (*)
      ".... Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır."

      Milletimizin yegane tek ve hakiki dili Türkçedir. Bir milleti bölmenin en keskin ve net yoluda dilini elinden almaktır.
      Diline sahip çıkamayan milletler tarih içerisinde kaybolup yiterler. Bu gün sokaklarda yürürken çevrenize bir bakın ve s,nsice yıllardır bize giydirilen ve işlenen dilin yontulmasına nasıl aşina olduğumuzu görün.Öyle benimsedikki dükanlarda,panolarda,her türden afiş ve tabelalarda Türkçe olmayan etiketlere..Öyle benimsedikki güncel konuşalarımızda Türkçe gitgide argolaşarak eritilirken yabancı kelimeleri dilimiz gibi kullanmaya.Hadi canım ne çıkar bundan diyecekler olacaktır elbet.Oysa Yüzyıllardır devam eden bir varlığın benliği dilde hayat bulur ve devamı sağlanır.

      Bakınız devam ediyor Atatürk;

      (*)
      "Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz."


      Dilin önemini günümüzden aşağı yukarı 2500 yıl önce yaşamış büyük bir Çin filozofu olan Konfüşyüs şu meşhur konuşmada ne güzel ifede eder:
      "Künfüçyüs'e sordular:
      - Bir memleketi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?
      Büyük filozof şöyle cevap verdi:
      - Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.
      Ve dinleyenlerin hayret dolu bakışları arasında devam etti:
      Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Vazifeler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir."
      Dil, geçmişle gelecek, halkla kültürü arasındaki bir köprüdür. Şayet bu köprü yıkılacak olursa, o halk yok olmaya, erimeye, kendini kaybetmeye, yeryüzünden silinmeye mahkumdur. Ve zannımca hiçbir halk esir olarak, kültürünü ve millî benliğini kaybetmiş olarak yaşamak istemez.

      (*)
      Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin.
      Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.
      Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaklardır.

      M.Kemal ATATÜRK.


      Sahip olduğumuz en önemli varlığımız Türk dilini yaşatmak ve korumak bizim en önemli ve en kutsal vazifelerimizdendir. Çünkü dil, bir milletin onuru, haysiyeti, kültürü, sanatı, geçmişi, geleceği kısacası herşeyidir. Milletler dillerini yaşttıkları ve korudukları sürece hayatta kalabilirler. Diline sahip çıkamayan milletler sömürülüp yok olurlar.

      Sevgimle..
      G.D

      --
      Işığın gölgesi ile yetinme Işık ol!
      --~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
      Türk Dil Tarih Kültür Birliği || tdtkb.org
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Kosova'nın başkenti Priştine'de, Türkçe resmi diller arasına alındı.

      Türkçe resmi dil oldu
      Yazar TDTKB
      Çarşamba, 24 Ekim 2007

      Kosova'nın başkenti Priştine'de, Türkçe resmi diller arasına alındı.


      Priştine Belediye Meclisi'nin Kosova Demokratik Türk Partili (KDTP) üyesi İdris Mumcu'nun sunduğu öneri, bugün oylandı. Belediye Başkanı İsmet Beciri tarafından oylamaya sunulan öneri, oy çokluğu ile kabul edildi. Oylama sonucunda Türkçe Priştine'de resmi diller arasına alındı. Oylamanın ardından Arnavut ve Boşnak Belediye Meclisi üyeleri KDTP'li üyeleri tebrik etti.

      İdris Mumcu, oylamanın ardından yaptığı açıklamada, “Pek de kolay olmadı ama anlayış vardı. Belediye Meclisi üyeleri ile teker teker konuştuk. Hepsi de düşüncelerini değiştirdi ve Türkçe'nin resmi dil olmasının yolu açıldı" dedi. Arnavut meclis üyesi Enver Rakoviça da “Kosova ve Priştine Türkleri için çok iyi karar alındı. Bundan böyle Türk dili başka dillerle aynı şekilde belediyemizde kullanılacak” diye konuştu.
      Türkçe, Priştine'nin yanısıra Prizren, Mitroviçça ve Gilan'da da resmi diller arasında bulunuyor.
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      <>[TDTKB]<> AR-GE Dil Kurulu Başkanlığı-At atürk'ün Düsünce sisteminde Türk dilinin yeri

      ATATÜRK'ÜN DÜŞÜNCE SİSTEMİNDE TÜRK DİLİNİN YERİ



      Türk milletinin bağımsızlığı ayakta tutacak ve varlığını sonsuza ulaştıracak değerler kültür değerleridir. Onun için Atatürk'ün fikir sisteminde kültürün ve milli kültürün önemli bir yeri vardır.Bu yer en veciz ifadesini,onun çeşitli vesilelerle dile getirdiği: "Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti'nin temel direği olarak temin edeceğiz."; "Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür.", "Milli kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir. " sözlerinde bulmuştur.

      Milli kültürün temel direklerinden biri de dildir.Bir toplumda sosyal yapıyı şekillendiren bütün değerler dil hazinesine aktarıldığı için,bir milletin kültürü onun dilinde yaşamakta ve bu ortak değerler bir kuşaktan ötekine ancak dil yolu ile aktarılarak devam ettirilmektedir.Bu bakımdan dil ile sosyal yapı ve o sosyal yapıyı şekillendiren kültür arasında ayrılmaz bir bağ vardır.Atatürk'ün düşünce sisteminde bu bağ sosyoloji ve dil gerçeğine uygun olarak şu sözlerle dile getirilmiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkı Türk milletidir.Türk milleti demek Türk dili demektir.Türk dili,Türk milleti için kutsal bir hazinedir.Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının,an'a nelerinin,hatıralarının, menfaatlerinin;kısacası bugün kendi milletini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor.Türk dili Türk milletinin kalbidir,zihnidir."

      Dilin kültürün emrinde bir vasıta olarak devam edebilmesi,sürekli olarak sosyal yapının ortak gelişme şartlarına ayak uydurarak yol alabilmesine bağlıdır.Oysa,Anadolu'da kurulup gelişmiş olan Oğuzca temelindeki Türk yazı dilinin,XV.yüzyıldan sonra ortak dil ve medeniyet dilleri olan Arapça ve Farsça'nın yoğun istilasına uğrayarak, Osmanlıca dediğimiz üçlü melez bir dil haline dönüştüğü hepimizce malumdur.

      Cumhuriyet'ten sonra ise Atatürk'ün Türk diline yaklaşımı öncekilerden farklıdır.Niteliği bakımından eskilerden ayrılan önemli özelliklere sahiptir.Çok yönlü ve kapsamlıdır.Devlet felsefesine ve milli kültür politikasına paralel sağlam bir fikir temeline dayanır.Bu bakımdan dil inkılabı,milli kültüre sağlıklı bir gelişme yolu çizme atılımı içerisindedir.

      Atatürk'ün dil inkılabıyla ulaşmak istediği ana hedef dile kelime türetme imkanları bakımından işlerlik kazandırmak,Türkçe'yi işlek ve zengin bir dil durumuna getirebilmektir.Bundan ötürü dil inkılabıyla gerçekleştirilmesi planlanan hedefler şunlardır:

      1)Dilimizin,melez bir zümre durumundaki Osmanlıcanın hala devam edegelen ve Türkçe'ye zarar veren unsurlarından ayıklanması,

      2)Böylece,aydınların dili ile halk dili,konuşma dili ile yazı dili arasındaki,Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkan açıklığın kapatılması,dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırılması,

      3)Bu yolla aydınlar ve halk arasındaki kültür kopukluğunun ve yabancılaşmanın giderilmesi ve kültürün geniş bir tabana yayılması,

      4)Türk diline kendi yapı ve işleyiş özelliklerine uygun bir gelişme yolunun çizilmesi,

      5)Türkiye Cumhuriyeti'ndeki eğitim-öğretim birliğine paralel olarak,öğretimin,milli terbiyenin gerekli kıldığı bir dile sahip kılınması,

      6)Türk dilinin kaynaklarına inen araştırmalara ağırlık verilerek aslındaki güzellik ve zenginliklerin ortaya konması,böylece dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır bir seviyeye getirilmesi,

      7)Bilim ve teknik dilinin Türkçe'ye dayalı bir terim sistemine sahip kılınması.

      Türk dili konusundaki bu ölçüler zamanla daha sonra açılan üniversitelerimizde de benimsenmiş bulunuyor.Türk dili araştırmalarının bugün ulaşmış olduğu merhale,başarısını her şeyden önce,Atatürk'ün Türk diline vermiş olduğu bu özel değerlere borçludur.





      Prof. Dr Zeynep KORKMAZ





      Bu makalenin tamamını görmek için:

      turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/korkmaz_01.pdf





      tdtkb.org
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      <>[TDTKB]<> Türkçe'nin En Büyük Romanı:Kubbe altı Lugatı

      Türkçe'nin En Büyük Romanı:Kubbealtı Lugatı
      Yazar TDTKB
      Cumartesi, 27 Ekim 2007


      Tüyap '26. İstanbul Kitap Fuarı' nın açılış günü olan, 27 Ekim 2007 cumartesi, Kubbealtı Vakfının düzenlediği konferansa tüm kitapseverler davetlidir.

      Konu :'Türkçe'nin En Büyük Romanı:Kubbealtı Lugatı'

      Konuşmacılar: Yavuz Bülent Bakiler - Dr. Fahrünnisa Bilecik

      Tarih : 27 Ekim 2007, 16:15 -17:15

      Yer : Kınalıada Salonu
      Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi, Beylikdüzü
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe Sözlük"Sözlükler, dil öğrenimi ve öğretiminde, dilin doğru kul

      Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından hazırlanan Kubbealtı Lugatı - Misalli Büyük Türkçe Sözlük sâdece yaşayan Türkçemizin değil, târihî seyri içinde Türk dilinin kazanmış olduğu kelime ve kullanımları belgeleyerek Türkçe ile ilgilenen herkese bu dilin zenginliğini göstermek gayesi ile oluşturulmuştur. XIII. yüzyıldan XXI. yüzyıla kadar farklı devirlerdeki yazılı ve sözlü dil örneklerini kapsayan 3 ciltlik bu temel başvuru eseri, Türk dilinin bir dökümü, bir nevi envanteridir. Bu sözlük, sâdece yaşayan Türkçemizi değil târihî seyri içinde Türk dilinin kazanmış olduğu zenginlikleri de gözler önüne sermek, Türk çocuklarına geçmişleriyle bağ kurmalarında ve milletlerin târihlerinde daha dün demek olan 100-150 senelik metinleri okuyup anlayabilmelerinde yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Bu sözlükte, devirlerini tamamlayıp unutulmakta olan ve büyük bir gayretle dilimizden atılmak istenen kelimelere, yaşayan Türkçe kelimelere yeni türetilenlere yer verilmiştir. 400'ü eser sahibi toplam 1,000 kişiden 100,000 misal 200'ü aşkın yazarın 350'ye yakın eseri tarandı. Çeşitli sözlüklerde ve kaynaklarda geçen yaklaşık 250 eserden misaller alındı. 800'ü aşkın yazar ve şairden alıntılar yapıldı. 96,000 açıklamalı, kelime Madde başı ve ara madde olarak 61,000 kelimeye yer verildi. Bu kelimelerle oluşturulan yaklaşık 35,000 deyim ve kelime açıklandı.

      İlhan Ayverdi'ye takdîm edilen ödüller :
      1- Kubbealtı Vakfı mensupları
      2- Türk Kadınları Kültür Derneği Manisa Şb.
      3- Türk Kadınları Kültür Derneği Genel Merkezi
      Altay Kültür, Sanat, Eğitim Vakfı
      4- Türkiye Yazarlar Birliği
      5- Manisa Aydınlar Ocağı
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      TDK sözlüğünde ve Kubbealtı Lûgati’nde “yaşın yaşın” var. Her iki sözlükte de “gizli gizli” anlamına

      Sözlük okuyucusunun notları: Gel de hicab etme!

      *
      Sözlüklerimiz son yıllarda, örnek cümleler verilerek zenginleştiriliyor; tarifler, açıklamalar böylece destekleniyor. Bu geç kalmış ama çok olumlu bir gelişme. Gerçek sözlükler, metinlere dayanılarak hazırlanır. Malesef bizde baştan böyle bir yol takip edilmedi; şimdi anlamlara metinler uyduruluyor. Eski sözlüklerimizde, seçilmiş güzel şiir örnekleri verilmiştir. Kamus-ı Türkî’de ise Şemseddin Sami’nin kendi örnek cümleleri var. Türkçe Sözlük de örnek metinler almak yerine, Kamus-ı Türkî’nin yolunu takip etmiştir, uzun süre. Ama sonunda, şairlerden, yazarlardan örnekler koymak ihtiyacı kendini hissettirmiştir. Bu güzel, güzel olmasına da, her zaman, tarifle örnek olarak verilen metindeki anlam tetabuk etmiyor; bu güzel değil işte!
      “Hicab” kelimesi, Türkçe Sözlük’ün 1983 ve 1998 baskılarında “utanma, utanç, sıkılma” olarak tarif ediliyor. Fakat, verilen örnek üzerinde düşünülürse, bir “sıkıntı” var gibi. Örnek Yunus Emre’den: Sensin bize bizden yakın/Görünmezsin hicap nedir?
      Yunus bu beyitte “hicab”ı utanma, utanç, sıkılma anlamına kullanmamış gibi görünüyor bize. Sözlükteki anlama bakarsak, “Görünmezsin, hicab nedir?” Burada “neden görünmüyorsun, utancından mı?” denilmek isteniyor olmalı. Fakat, öyle olmadığını sanıyorum. Elbette, bunun sebebi, bizim “hicab” kelimesini artık, sadece “utanma, sıkılma” anlamında kullanıyor olmamızdır.
      Türkçe Sözlük’ün 1945 baskısında “hicab” için “utanma anlamında olup pek az kullanılır” denilmiş... Bu tariften gerçekten hicab duyuyorum! Bir sözlükçü olarak elbette! “Hicab” kelimesinin, “hicab duyma”nın, “hicab etme”nin o zamanlar bugüne göre çok daha fazla kullanıldığından şüphe etmemek lâzım. Öyleyse, “hicab”ı lügatimizden çıkarmaktan hicab etmeyenler, mahcubiyet duymayanlar böyle bir gayretkeşlik göstermiş olmalı!
      Sözlüğün on yıl sonra (1955) yayınlanan ve başında “düzeltilip genişetilerek yeniden yazılmıştır” ibaresi bulunan 2. baskısında, bu hicab verici tarif değiştirilmiş ve “utanma, utanç, sıkılma” denilmiştir. Bilenlerin malûmu olduğu üzere, Türkçe Sözlük, Giritli tabip M. Ali Ağakay’ın imzasıyla yayınlanmıştır. (Kitabın başındaki ifade aynen şöyledir: “çalışmaları yöneten ve eseri kaleme alan”.) 2. baskıda da “hazırlayan” aynıdır. Hatta denetleyip tamamlayanlarda da çok önemli değişiklik yoktur. Buna rağmen, sözlükte böylesine değişiklikler yapılması, ilk baskının karakterini apaçık ortaya koyar: Devrimci bir sözlük yapılmıştır, o yüzden ideolojik müdahale çok aşırı olmuştur. Gerçi, bu aşırılık 2. baskıdan itabaren kısmen giderilmiştir ama, TDK sözlüğü, 1983’e kadar ideolojik ağırlığını korumuştur.
      1983 baskısına göre, artık “çok az kulanılan” bir kelime değildir hicab. Ama, tarifte değilse de, örnekte, sıkıntı vardır. Daha doğrusu, Yunus Emre’nin şiirinde bu tarifi aşan bir anlam yüklüdür.
      Bunun üzerine, Kamus-ı Türkî’ye bakıyoruz: “1. Perde, haile. 2. Utanma, mahcubiyet.” Kamus-ı Türkî ile, Türkçe Sözlük arasında 45 yıl var. Bu da bir, bir buçuk nesil eder; çok uzun bir zaman değil yani. Hicap kelimesinin, “perde, örtü” anlamı bu süre içinde tamamen kullanımdan düşmüş olabilir mi? Bu kelimenin anatomi terimi olarak da “perde” anlamına kullanıldığını, “diyafram”ın hicab-ı hâciz olarak adlandırıldığını bir kenara koyarak, “belki de!” diyebiliriz. Fakat, sonraki baskılarda, metni örnekle donatmak sözkonusu olunca, işin içine yüzlerce yıllık anlamlar da giriyor. O zaman Yunus Emre’den aldığımız örneği, yerli yerinde kullanmanız veya hiç kullanmamanız gerekiyor. Yunus Emre’nin bu beytinde, hicabın “örtü” anlamına kullanıldığı açık değil mi? Bir daha okuyalım:
      Sensin bize bizden yakın
      Görünmezsin hicap nedir?
      “Sen bize bizden yakınsın. Buna rağmen neden görünmezsin, bu gizlenmek, örtünmek neyin nesi?” Hicab, bizim resmî sözlüklerimizde, önce çok az kullanılan, sonra belirli bir anlamda kullanılan bir kelime olarak kaydedilirken, hemen doğumuzda, durum nasıl acaba?
      Elimin altında, Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügati var. Bu lügatin orijinali, Bakü’de, 4 cilt hâlinde yayınlanmış (1. Cild 1966, 2. C. 1980, 3. C. 1983, 4. C. 1987). 1. Cildde tek isim var: E.E. Orucov. Diğer ciltlerde, Orucov’la birlikte B.T. Abdullayev, R. Rehimzade, M.E. Helifzade gibi isimler de yer alıyor. Elbette, bu lügat, kril harfleriyle basılmış. Güney Azerbaycan’da (İran) okunup anlaşılması güç. Bu yüzden olmalı, bizim eski yazımızla, yani İran azerilerinin hali hazırda kullandıkları elifbe ile üç cilt halinde yayınlanmış: “Azerbaycan Dilinin İzahlı Lügati. Filoloji doktoru E.E. Orucov. Göçüren: Behzad Behzadi.” Doğrusu zaman zaman baktığım bu sözlük, bizlere çok sevimli gelen bir Azerî şivesi ile yazılmış. Bunda “göçüren”in, yani “aktaran” veya “çeviren” kişinin ne kadar payı var, bilmiyorum. Fakat, böyle bir lügati “göçürmek”le çok iyi bir iş yaptığından şüphe etmiyorum. Tebriz’de bir kitapçıda 5-6 sene önce bu lügati görünce, nasıl sevindiğimi anlatamam. Elbette, aldıktan sonraki sevincim de anlatılabilir gibi değil!
      Peki bu sözlükte “hicab” nasıl açıklanıyor? “1. Perde, örtü. 2. İslâm dininde: Yad kişilere görünmemek üçün kadınların özünü örtmesi, gizletmesi, yaşınma.” Metinde ayrıca, hicab etmek (elemek/eylemek) deyimi de açıklanıyor. Dedim ya, Azerî şivesinin şirinlikleri, sevimlilikleri bu kısacık metinde bile kendini gösteriyor. Yad kişilere görünmemek (yabancılara görünmemek), özünü örtmek (kendini örtmek). Özünü gizletmek (kendini saklamak). “Bunları anladık da, ya “yaşınma” neyin nesi?” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
      Haklısınız! “Yaşınmak” modern sözlüklerimizin hiç birinde yok. TDK sözlüğünde ve Kubbealtı Lûgati’nde “yaşın yaşın” var. Her iki sözlükte de “gizli gizli” anlamına geldiği yazılmış. Büyük Türkçe Sözlük’de, yaşın, “gizli, gizlice” olarak açıklanmış, yaşın yaşın da “gizli gizli”.
      Her hâlde “yaşınmak”ın örtünmek, gizlenmek anlamına geldiği anlaşılmıştır. 18. yüzyılın ünlü Azerî şairi Molla Penah Vâkıf şöyle söylüyor: “Dahi ne yaşınmak, ne bürünmek, ne utanmak.” “Yaşınmak” bizim için kullanımdan düşmüş bir kelime ama, aynı kökten “yaşmak” kelimesi sözlüklerimizdeki yerini koruyor.
      Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nurdan (Yahya Kemal)
      Kubbealtı Lûgati’nde etimoloji bilgisi olarak “eski türkçede gizlenmek, saklanmak” (bu “yaşınmak”ın anlamı olmalı) açıklaması yapılmış. Büyük Türkçe Sözlük’te eski anlamı, “gizlemek, örtmek” şeklinde verilmiş. Tabiî ki bütün sözlüklerde, “yaşmak” dediğimiz zarif örtünün tarifi de yer alıyor...
      “Mürteci” hâlâ rakipsiz!
      Sözlük okuyucusu, bazan bir kelime ararken, başka bir kelimeye takılmadan edemez. Kubbbealtı Lûgati’nde, yeni ve F. Kadri Timurtaş’a göre “uydurma”, kayşa (heyelan) kelimesine bakmak isterken, sözlükte yer verilmeyen bu kelimeden sonra sıralamada yer alması gereken “kaytak” kelimesiyle karşılaşınca, dikkatimiz ona yöneliyor. Doğrusu, ben bugüne kadar, konuşurken, kimsenin “kaytak” kelimesini kullandığına şahit olmadım. 1950’lerden sonra, bu kelimenin yazılı metinlerde geçtiğini de görmedim. Sözlük’te bu kelimenin yer almaması gerektiğini söylemek istemiyorum elbette. “Kaytak” kelimesinin, 1930’larda uydurulduğu ve tahsisi bir mânada kullanıldığı, fakat tutmadığı için terk edildiği, en azından bir kenarda bırakıldığı zihnimde yer etmiş nedense. Fakat elimizdeki sözlükte, hem de örnekler verilerek yaşayan bir kelime ile karşı karşıya kaldığımız intibaı uyandırılıyor. Bu kelime halk ağzında kullanılırmış. İlk mânası “kuytu” imiş. İkinci mânası “sözünde durmayan, dönek”miş. Üçüncü anlamı ise, “dalkavuk, yağcı” imiş. Burada gazeteci Hasan Pulur’un, Mahmud Esat Bozkurt’a atfen, kaytaklarla igili cümlesi aktarılmış. Bu örnek cümleden berrak bir anlam çıkarmak mümkün olmuyor; daha doğrusu, kelimenin tarihî macerasını bilmekten kaynaklanan bir şaşkınlık hissediyorum. Söz Derleme Dergisi’nde, kelimeyi arıyorum. Orada da, “kuytu” ve “sözünde durmayan” anlamları var. Üçüncü bir anlam olarak da “orospu, fâhişe” gösterilmiş. İkinci anlamın, “kaypak” kelimesi ile benzerlikten kaynaklanan bir karışıklık sonucu ortaya çıktığını düşünüyorum. 3. anlamın da “kaltak”la benzerliği aklımdan geçiyor.
      Yine de tam tatmin olmuş sayılmayız. Kubbbealtı Lûgati’nde bir sonraki kelimeye bakıyoruz: Kaytaklık. Bu da “döneklik, dalkavukluk” olarak açıklanıyor. Bu sefer, dolaylı bir örnek cümle değil, doğrudan M. Esat Bozkurt’tan bir cümle verilmiş: “Bir de kaytaklık sinsi sinsi işler, kendini haktan yana gösterir ki, asıl tehlikelisi de budur.”
      Burada bir anlam analizi yapmaya kalkışınca, kaytaklığın, dalkavukluk, döneklik değil de, başka bir anlam taşdığını düşünmeden edemiyoruz. Malûm, ilk Cumhuriyet devrinin ünlü adalet vekillerinden Mahmut Esat inkılâp tarihi dersleri de vermiştir. Bu derslerde çok kullanılan kavramlardan birinin “irtica” olduğunu tahmin etmek zor değil. “Kaytak”, eğer bir etimoloji bilgiçliği yapmak gerekirse, eski türkçede kayıt-mak fiiliyle ilgili bir kelimedir: Kayıtan, dönen veya dönek! Bu fiil günümüz türkçesinde “gitmek”e dönüşmüş olmalı. Doğu şivelerinde kayıt-mak, dönmek, avdet etmek anlamında hâlâ kullanılıyor. Kazaklar, Sovyetler Birliği sonrasında istiklâlerini kazandıktan sonra, kalabalık Rus nüfusunu dengelemek için ülkelerinin dışındaki kazakların dönüşü önem kazandı, bu yüzden şarkılar bile yaptılar : “Kayıt Kazak eline!” (Kazak ülkene dön!). “Kaytaklık”a böylece, bir geriye dönme, gericilik anlamı vermek imkânsız değil. Netekim, bugünkü TDK sözlüğünün atası olan 1945 baskısı Türkçe Sözlük’te, “kaytak” kelimesi çok net olarak bu anlamda yer almıştır: “Eskiyi ve geriyi özleyen, yeniliklerin kaldırılıp eski halin dirilmesini dileyen, mürteci.” Elbette “kaytaklık” da “irtica” karşılığı olarak anlamlandırılıyor, bu baskıda. Türkçe Sözlük’ün 1955’te yapılan ikinci baskısında kelime sözlükten çıkarılmış. Çünkü, bu arada, mürteciye karşı “gerici” kelimesi bulunmuş. Tahmin edilebileceği gibi, 1945 baskısında ne “gerici”, ne de “gericilik” vardır. 1955 baskısında ise bu kelimeler yerini almıştır. Böylece, yeni buluş, eskisini tedavülden kaldırmıştır.
      Mürteci “gerici” ile karşılandıktan ve “kaytak” bu yakıştırılmış anlamıyla çöp sepetine atıldıktan sonhra, 1983 baskısına Derleme Dergisi kaynak gösterilerek “kuytu” ve “sözünde durmayan” anlamlarıyla, başka bir kelime olarak yeniden girmiş. 1998 baskısında bu anlamlar biraz daha açılmış: “1. Kuytu, 2. Sözünde durmayan. 3. Argo. Yağcı, dalkavuk, numaracı.”
      İşte bir kelimenin macerası...Söz Derleme Dergisi’ne, Zonguldak’ta kullanıldığı kaydıyla “kuytu” anlamıya girmiş. Yıl 1941. Burada, sözünde durmayan (bize göre kaypakla karıştırılan) ve fâhişe (kaltakla karıştırılan) anlamları da var. Buna rağmen, o sıralar Derleme Sözlüğü’nü yayınlayan TDK uleması, ilk genel resmî sözlüğe “kaytak” kelimesini, bu anlamları hiç dikkate almadan, “mürteci” karşılığı olarak koymuş. Fakat, kelime anlaşılan hiç tutmamış. “Mürteci”nin arkaikliği ve belirsizliği yok bu kelimede! “Kaytaklar” dediğinizde, “mürteciler!” dediğinizdeki etki uyanmıyor elbette!
      Kurum’un kendi icadı bir kelimeyi müfredatından çıkarıp, Söz Derleme Dergisi’ne dönmesi, son yayınlanan lügatimiz olan Kubbbealtı Lûgati’nin de Kurum’un sözlüklerinin son baskılarını dikkate alması yüzünden, kelime bu sözlüğe böyle girmiş. Elbete buna bir itirazımız olamaz. Fakat, verilen örneklerin anlam tahliline tâbi tutulmadan yerleştirilmesini gözardı etmemek lâzım. Çünkü kelimenin örneklendirilmesi, onun 20. yüzyılda yazılı metinlerde kullanılan, yani yaşayan bir kelime olduğunun delili olabilir. Asıl kaynak olan Türkçe Sözlük’te verilecek örnek bulunamamıştır, çünkü kelime bu anlamlarıyla kullanımda değildir. Kubbealtı Lûgati’nde yer alan M. Esat Bozkurt’un cümlesini tekrar ve dikkatle okursanız, onun “dalkavuk” veya “kaypak” kimselerden değil, “mürteci”lerden bahsettiğini anlamakta zorlanmazsınız! Elbette, resmî bir şahsiyet olan Mahmut Esat, resmî tarih dersi verirken, resmî sözlükteki tescilli kelimeleri kullanacaktır!
      Kaytak, kaytaklık kelimelerinde görüldüğü gibi, en yeni kelimeler, en çabuk eskiyor. Mürteci/irtica Türkçe Sözlük’ün son baskılarında “eski” kelimeler arasında yer alıyor. Onun karşılığı olarak uydurulan kaytak, kaytaklık, artık çöp sepetinde. Gerici, gericilik sözlüğün yaşayan kelimelerinden. Biz yine de diyoruz ki, “mürteci” kelimesi eski rakibi kaytak’tan ve sonraki karşılığı gericiden daha dayanıklı ve etkili bir kelime! İnanmayan, son aylardaki yayınları tarayarak bu kelimelerin kullanma sıklığını araştırabilir!
      Eskiler alıyorum /Alıp yıldız yapıyorum (Orhan Veli)
      Eskimek, tabiat kanunu. Bazı eskiler değerlidir; bazı eskiler ise çöp sepetinde yer bulur. Son yıllarda, bazı giyim eşyalarının eskitilmişi moda. Sokaklarda, rengi atmış pantalonlar, yelekler, ceketlerle dolaşan gençlere rastladığınızda şaşırmıyorsunuz artık. Biliyorsunuz ki, bu eski görünüşlü elbiseler, eski değil, “eskitilmiş”tir. Eskitilmiş elbiseler, bu eskitme işleminden ötürü (buna “taşlama” deniliyormuş) eskitilmeyenlere nisbetle daha pahalı satılıyor. Bu eskitmeyi daha ileri götürenler var, bazı gençler yırtık pırtık denilebilecek şeyler giyiniyor. Böylece, eski giyinmek zorunda kalan fakir fukara, komplekse kapılmadan büyük şehirlerin caddelerine rahatlıkla çıkabilir!
      Kelimelerde de eskilerin itibarda olduğu dönemler vardır elbette. Dil Kurumu’nun, 1945’den beri yayınlanan sözlüğünün muhtelif baskılarında, “eski”, “eskimiştir” ifadesi çok sık kullanılmıştır. İşin tuhafı, 1945’de eski sayılan bir kelime, 1957’de eskilikten kurtuluyor, 1983’de ise tekrar eskiyor veya daha önce eski sayılmayan bir çok kelime “eski” sayılmaya başlanıyor! Böylece, en çok eskitilmiş kelimenin 1983 baskısında yer aldığını söyleyebiliriz. Fakat, ne hikmetse, aradan çok zaman geçmeden bu eski kelimelerin bir çoğunun eski olmadığını sözlüğün yeni baskıların bakarak anlayabiliyoruz.
      Demek ki, eskilik ölçüsü, gerçekçi ve objektif değil; kelime eskimemiş, ama kurumcular onu eskitmişler. Böylece, tedavülden kaldırmak, tamamen unutturmak istemişler.
      Fikir, Türkçe Sözlük’ün ilk baskısında atıf olarak verilmiş: “Bk. düşünce.” Eski denilememiş ama, kullanılması istenmeyen bir kelime ile karşı karşıya olduğumuz hatırlatılmış. 1955 baskısında, “bk.” kaydı konulmamış, fakat onu ifade eden ok işareti yerleştirilmiş. 1957’de atıftan vezgeçilmiş, tarif edilmeden “düşünce” denilmiş. 1983’te üç anlam verilmiş. Fikir kelimesi böylece tarif edilmemekle beraber, yaşayan bir kelime olarak istenmeden de olsa kabul edilmiş.
      Fiil, 1945’te eski kelime sayılmıyor. 1955 ve 1957’de de öyle. Fakat 1983’te eskiliğine karar verilmiş. Neyse ki, 1998’de “eski” kaydı çıkarılmış. Bir zamanlar eski olarak nitelenerek çöp sepetine atılan “fiil”, böylece, itibarı iade edilmiş olarak sözlüğü dönmüş!
      1945’in sözlüğünde yer alan yeni kelimelerin bir kısmı, sonraki baskılarda yerlerini koruyamıyorlar, gerçek anlamda eskiyorlar. Açın, açkılı, adar, ağacalık, ağan, ağdık, ağancık, akağan, akı, akız, akman vs. binlerce kelime artık hiçbir umumi sözlükte yer almıyor. Bazıları da kullanılmadıkları hâlde, sözlükte yer tutmaya devam ediyorlar. 1945 sözlüğünden bazı kelimeler: Devinduyum, devinduyumsal, devitken, devitmek, deyirgi, dışınlı...Bu kelimelerden bir tanesinin bile anlamını bilen varsa alnından öpeceğim. “Devinduyum, devitken, devitmek, deyirgi, dışınlı” 1957 baskısında da var; “devinduyumsal” yok. “Devinduyum, devitken, devitmek, dışınlı” 1983 baskısında yer almaya devam ediyor, bu sefer de “deyirgi” gitmiş!
      1998 baskısında, “devin duyumu, devitken, devitmek, dışınlı” var. Bu kelimeler, hiç kullanılmasa da, ilk baskıdan beri sözlükteki yerlerini koruyor. Çünkü terim olarak görülüyorlar. Hangi kelimelerin karşılığı peki bu uydurma terimler? Kinestezi, muharrik, hareket ettirmek, zatî veya derunî...1945’ten beri Sözlük’te yer işgal eden fakat, kullanılmayan, bundan sonra kullanılması de mümkün olmayan kelimeler eski itibar edilip, kayıttan düşülmeli değil mi?
      Sehvin böylesi
      1945’in Türkçe Sözlük’ünü açanlar, dâvet’in karşısında “dağrı” yazıldığını görürler. Bir tashih olduğunu düşünerek takip eden dâvetçi, dâvetiye, dâvetli kelimelerine baktıklarında da şaşkınlıktan kurtulamazlar. Çünkü onların karşısında da “dağrıcı, dağrılık, dağrılı” yazıldığını görmüşlerdir. Gerçi Dil Kurumu’ndan yaptıklarının sebebi hikmeti sorulamaz ama, bu kadarı da okuyucuyu apıştırır. Bu karşılıkları arar araştırır ama hiç bir yere koyamaz. Bu kadar açık ve peşpeşe hatanın tashihten kaynaklanması fazla mümkün görülmez. Acaba, o zamanki kurumcular, “dâvet”e karşı böyle yeni uydurdukları bir kelime mi teklif etmişlerdir? Bütün aramamıza rağmen bu ve benzeri kelimelere hiçbir tarama veya derleme sözlüğünde rastlamadık. Biz yine de bu yanlışları tashihe bağlayalım. Çünkü, bir düzeltme kağıdı, aynı sayfanın arasına konularak çağrı, çağrılı... yazılmıştır!
      1945 sözlüğünde dahiliye ve hariciye eski kelime değil. Çünkü resmen dahiliye vekaleti, hariciye vakaleti var.1983 sözlüğünde eskilikleri tescil edilmiş. 1998 sözlüğünde bu kelimeler de eskilikten kurtulmuşlar.
      Daim, 1945’te, hatta 1955’te eski değil. 1957’de eskitilmiş! 1998’de eski kaydı sürüyor!
      Ebleh, kelimesi, bazı eblehler tarafından 1983 baskısında eski kelime olarak nitelenmiş! 1998 sözlüğünde, ebleh eski kelime sayılmaya devam ediliyor. Fakat ondan türetilmiş kelimeler sözlüğe eklenmiş, “eblehleşme, eblehleşmek, eblehlik”. Bu kelimenin eskimediğini, canlılığını koruduğunu göstermez mi?
      1945 sözlüğünde “efendi” kelimesi “eskiden ‘bay’ anlamına ve isimlerden sonra getirilerek özlükle şehzadeler, din adamları ve ögreniciler için kullanılırdı” şeklinde açıklanıyor. Bu ifadeden, “bay”ın yeni bir kelime olduğu anlamı çıkabilir. Esasında bay hem yeni, hem de çok eski bir kelime! Bu kelime eski türkçede “zengin” anlamına kullanılıyordu. Bayındır, bayırmak, bayıtmak, baynımak gibi kelimelerin “bay” kelimesi ile akraba olduğunu düşenebiliriz. 1934’ten itibaren kulanılan “bay” ise bu kelimeye bakılarak kanuna konulmuş ama, anlamı kaydırılarak! Eskinin zengini, bey’in, efendi’nin yerine geçen bir sıfat oluvermiştir! Oysa beyle efendi aynı değildir. Beyin yeri ayrı, efendinin yeri ayrıdır. 1945’te sözlük yazarları, bu iki kelimeye karşı tek “bay” kelimesinin kullanılmasını olağan göstermekten başka bir şey yapamazlardı elbette. Yetmiş küsur yıl sonra, “bay” ve “bayan” kelimelerinin sadece tuvalet kapılarında kullanıldığını görselerdi, ne yaparlardı acaba?
      Bey, efendi kanun zoruyla eskitilse de, onlardan türeyen kelimeler kolay kolay eskitilemiyor. İşte “efendim” 1945 sözlüğünde “efendi”den sonra yer alan kelime. Açıklaması da şöyle: “Çağırmalık karşısında buradayım anlamına kullanılır.” Demek ki, o tarihlerde baylar (veya bayanlar) birbirlerine seslendiğinde, hiçkimse “bayım!” demiyormuş da “efendim” demeye devam ediyormuş. Ya “efendilik”? “Efendilik” baylık olur mu? Ne yapsanız olmaz! Olmaz efendim olmaz!
      1957 baskısında “efendi” için benzer tarif var, özlükle “özellikle” olmuş, “öğrenici” de öğrenci. 1983 sözlüğü, “efendi”yi eski saymaya devam ediyor. Bu daha önceki bağlama uygun. İlk açıklamada “eskiden eğitim görmüş kişi için özel adlardan sonra kulanılan san” denilmiş. İkinci anlam “günümüzde bey sanından sonra kullanılan san.” Günümüzde kullanılıyorsa, kelime “eskimiş” olabilir mi? Bu baskıda yer alan “efendice, efendilik” de eski sayılmazken hem de!
      1998 baskısında, “efendi” hâlâ “eski” kelime sayılıyor, buna rağmen anlamı altı maddede açıklanıyor. “Efendi gibi yaşamak, efendiden bir adam, efendim nerede ben nerede? Efendime söyleyeyim” sözleri metin içinde açıklanıyor. “Efendibaba, efendice, efendi efendi, efendilik, efendim” madde başı olarak sözlükte yer alıyor. Böylece efendi ve türevleri sözlükte yarım sayfadan fazla yer tutuyor. Ne yapsın TDK, “bey, efendi paşa” gibi kelimeler kanunla yasaklanmış! Hem de devrim kanunu! Fakat, kelimenin gücü kanunu aşmış. Yaşamaya devam etmiş, bundan sonra yaşayacağı de kesin!
      Siz hâlâ “efendi”nin eski kelime olduğuna inanıyor musunuz?

      Geçiniz efendim, geçiniz!
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      Türkçeye Niçin Önem Vermeliyiz?

      BİLGİ

      Bilgi, insan bilinciyle dış dünyanın nesneleri ve olayları arasında kurulan ilişkinin adıdır. Bilgi doğada hazır olarak bulunmaz. Bilgiyi biz insanlar üretiriz. Bilgi iki yoldan üretilir; bunların biri görgül yol, öbürü bilimsel yöntemdir.

      1. Görgül yol.

      Duyumsama ve algılamayla bilgi oluşturma yoludur.

      Örnek:

      "Kışın hava soğuyunca kimi ağaçlar yapraklarım döker."

      2. Bilimsel yöntem.

      Bilimsel eğitimden geçmiş insanların belli yöntemle ürettikleri bilgiler bilimsel yöntemle üretilmiş bilgilerdir.

      Örnek:

      "Yeryüzü üzerinde düşen nesneler 9,8 m/s 'lik ivmeyle hızlanarak düşerler."

      Bu yöntemle üretilmiş bilgiler doğada denetlenir, geçerliği eşdeyişle doğruluğu kanıtlanır. Doğada denetlenmeyen bilgi, doğru bilgi, gerçek bilgi değildir.

      KAVRAMLAR

      Şimdi şu soruyu soralım:

      "Kış, soğuk, ağaç, yaprak, dökmek" kavramlarını yaratamasaydık, birinci örnekteki bilgiyi üretebilir miydik?

      Buna verilecek yanıt kesinlikle "Hayır" olacaktır.

      İnsan beynini hayvan beyninden ayıran en önemli özellik soyutlama yeteneğidir. İnsanlar somut nesneleri göre göre onlardan soyut olan kavramlar yaratmışlardır.

      Örnek:

      Elma ağacı, çam ağacı, ayva ağacı, çınar ağacı gibi birçok ağacı göre göre insan "AĞAÇ" kavramını yaratmıştır. Elma ağacı, çam ağacı.........öbür ağaçlar doğada var olan, gözle görülebilen, elle tutulabilen somut nesnelerdir. Bunları belirtmek için kullandığımız sözcükler de onların adlandır. Ama doğada "AĞAÇ" diye somut bir varlık yoktur. "AĞAÇ" sözcüğüyle dile getirdiğimiz soyut varlık, beynimizin ürünü olan kavramdır. İşte böyle yarattığımız kavramlar arasında ilişki kurmaya çalışmak düşünme işlemini oluşturur. Bu düşünme işlemiyle bilgi üretilir.

      DİLİN ÖNEMİ

      Bilgi üretmede kullanacağımız kavramların hiçbir bulanıklığa neden olmaması için onların kendi yarattığımız, anlamlarını açık seçik bildiğimiz sözcüklerle belirtilmesi gerekir. İşte bu noktada kullanılan dilin ( bizim toplumumuz için Türkçe'nin ) önemi ortaya çıkar. Kaldı ki özdeş koşul, bilgiyi doğru ve kolay anlaşılır biçimde başkalarına aktarmak için de geçerlidir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Bu toplumun bir çocuğu "Bir müsellesin zaviyetan-ı dahiletanı mecmuu yüz seksen derecedir." Diye sekiz sözcükten oluşan ama bunların yalnızca dördü Türkçe olan yeni bir tümceyle karşılaştığında bunu anlamakta büyük güçlük çeker. "Müselles" sözcüğünü öğretip, ezberletirsiniz ona ama daha sonra anımsamaya çalıştığında örneğin "Murabba" sözcüğüyle kolayca karıştırılabilir. Oysa, çok kesin olarak bilip kullandığı "üç" sözcüğüyle türetilen "üçgen" sözcüğünü kolayca öğrenip benimser. Yukarıdaki örnekten bir sözcüğü daha göz önüne alalım; o da "Mecmuu" sözcüğü. Toplamak sözcüğünden türetilmiş olan "Toplamı" sözcüğünü işitip duran, kullanıp duran bir çocuk "Mecmuu" sözcüğü karşısında kesinlikle bocalayacaktır. Bu örnek üzerindeki incelemeyi daha çok uzatmadan açıklamak istediğimiz gerçeği şöylece toparlayabiliriz: Temiz Türkçe olarak öğretilmeyen bilgi, anlamını tam kavramadan güçlükle ezberlenir, aktarımında güçlük çekilir, böyle bilgiden yeni bilgi üretimine geçilemez. Çağımız bilgi üretim çağıdır. Bilgi üretemeyen toplum çağ dışına itilir; her geçen gün uygarlık yarışında biraz daha geride kalır. Demek oluyor ki, kavramlann Türkçe sözcüklerle belirtilmesi bilgiyi gerek öğrenmek, gerek aktarmak, gerekse yeni bilgiler üretmek için eşdeyişle çağdaş uygarlığa erişmek için kaçınılmaz koşullardan biridir.

      DİL - DÜŞÜNME İLİŞKİSİ

      Yukarıdaki açıklamalardan şu kolayca anlaşılır:

      Dil ile düşünme işlemi arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Dille düşünmenin aynlmazlığı. düşünmenin dili, dilin düşünmeyi geliştirdiği bilimsel bir gerçektir. Düşünme işlemi kavramlar kullanılarak yapılır. Doğru düşünebilmek için düşünme işleminin gereçleri olan kavramlan iyi anlamış olmak gerekir. Bunun için de kavramların dildeki biçimlenişi olan sözcüklerin iyi bildiğimiz bir dilin sözcükleri olması kaçınılmaz bir koşuldur. Bir sözcüğü bilmek demek onun kök anlamını bilmek demektir. Kök anlamını bilmediğimiz sözcükleri, anlamını gereği gibi kavramadan ancak bir papağan gibi söyleyebiliriz. Kullandığımız dilde ne kadar çok kavram varsa, o dille yapacağımız düşünme işlemi o kadar geniş kapsamlı olacaktır. Demek ki, her konuda doğru düşünebilmek, geniş kapsamlı düşünebilmek, düşünmeyi geliştirebilmek için dilimizin kavramlann karşılıklan olan Türkçe sözcükler bakımından varsıl (zengin) olması gerekir.

      Yeni kavramlar yaratmak, bu kavramların dildeki karşılıkları olan sözcükleri türetmek bilimsel bir uğraştır; herkesin yapabileceği bir iş değildir. Böyle bir uğraşıyla dil gelişir, varsıllaşır ama bu varsıllığın sönmemesi, yaşamını sürdürebilmesi dili kullananların türetilen sözcükleri kullanıp yaşatmalanyla sağlanabilir. Başka bir toplumun kişilerince yaratılıp, o toplumun diliyle biçimlendirilen kavramlara Türkçe köklerden türetilen karşılıklar bulmak dil bilginlerinin işidir. Bunların türettikleri sözcüklerle varsıllaşan Türkçe'nin varsıllığını koruyabilmesi de gene bu sözcüklerin kullanılmasıyla olanaklıdır. Yoksa, yabancı dildeki bir sözcüğü olduğu gibi alıp kullanmak tembelliği dilin sürekli yoksullaşmasına, yozlaşmasına neden olur. Çünkü, yabancı bir sözcükten yeni sözcükler türetilemez. Türkçe'nin varsıllaşmasına katkıda bulunulamaz. Tam tersine, Türkçe'nin gelişmesi engellenir. Bu engellemeye hiç kimsenin hakkı olmasa gerektir.

      DİL-BİLİNÇ İLİŞKİSİ

      Bilinç "İnsanın toplumsal ilişkileri ve etkinlikleri içinde kendisini, çevresini anlamasını sağlayan düşünce, duygu, istenç (irade), özyapı (karakter), heyecan, anlak (zeka) gibi anlıksal süreçlerin tümü ." diye tanımlanır. Demek ki, "bilinçli insan, bilinci var olan insan" kendisini ve çevresini anlama yeteneği olan kişidir. Bu yeteneğin kazanılmasında en önemli etken ''Düşünme" işlemidir. Kişi, düşünme işlemiyle bilinçlenecektir. Bilinçlenebilmek için doğru düşünmek gerekmektedir. Öte yandan, yukarıda açıklandığı gibi doğru düşünebilmek için düşünme işlemi yapılırken kullanılan sözcüklerin iyi bilinmesi, dolayısıyla onların iyi bildiğimiz bir dilin sözcükleri olması gerekir. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki kullanılan dil bilinçlenme konusunda da çok önemli bir araçtır.

      TÜRKÇE'NİN YAPISI, TÜRETME GÜCÜ

      Yapısı güçsüz, yoksul bir dil değildir Türkçe. Türkçe'nin yapı düzeninin sağlamlığıyla sözcük türetme olanaklarının bolluğu kaynakçadaki yapıtlar incelenerek görülebilir. Ama Doğan Aksan'ın yapıtından derlenen aşağıdaki alıntı bile bu gerçeği apaçık göstermeğe yeterlidir:

      Dilcilikte "Türetme" dediğimiz işlem, en yalın biçimiyle "dilin bir öğesinden çeşitli ekler ya da büküm biçimleriyle yeni sözcükler üreterek değişik kavramların anlatımını sağlamak" olarak tanımlanabilir. Dildeki sözcükler böylece yenilerini doğurur ya da başkalarıyla bir araya gelerek bileşik sözcük olup çıkar:

      "Bağlantılı diller" (ya da bitişken, eklemeli diller) dediğimiz dil türünde çeşitli biçimbirimler (kök ve ekler) gerek çekim, gerekse sözcük yapımı sırasında birbirine sıkıca bağlanarak ek yerleri belli olmayan yeni sözcükler oluşturur. Türkçe, bu dillerin tipik ve güçlü bir örneğidir. Aşağıdaki örneklerde, önce eylem kökleri, sonra da ad köklerinin çok değişik görevler yüklenen ve birbirine sımsıkı bağlanan çeşitli biçimbirimlerle birlikte, nasıl değişik kavramların anlatımını sağladığı görülmektedir:

      dön-dür-ül-e-me-dik-çe

      koru-n-a-ma-ma-sı-ndan-dır

      kuru-t-tur-ul-duk-tan.


      Eylem çekimlerinde de başka başka kiplerin ve zamanların anlatımında çeşitli görevler gören son eklerin art arda gelerek sıkıca kaynaştığına tanık olunur. Böylece, Almanca gibi bükümlü bir dile eksiksiz çevrilmesi gerektiğinde Türkçe "yazmışmışım" gibi, tek bir sözcük durumundaki bir çekimli eylem "ich soll, vvie es heisst, geschrieben haben" biçiminde, birbirinden ayrı altı öğeyle aktanlabilir."Dinlemektesiniz" sözcüğü Fransızca'ya "vous etes a l'ecoute" biçiminde, birbirinden ayrı beş biçimbirimle çevrilebilir. "Söylemelisin" çekimli eylemi de Farsça'da ancak "tura mi bayed goft" gibi dört biçimbirimle anlatılabilir.

      Dilin bu değindiğimiz özelliği ona, yeni kavranılan yansıtan sözcüklerin türetilmesinde olağanüstü geniş yollar sağlar. Aşağıda bir tek sür (mek) kökünden türemiş olup bugünkü Türkiye Türkçe'sinde kullanılan sözcükler bir arada gösterilmiştir: Sür, sürdür, sürdürme, sürü, sürgü............... (Doğan Aksan sür kökünden türemiş yüz tane sözcük vermektedir.)

      Bu örnekleri de kolaylıkla çoğaltabiliriz.

      Türkçe'de türetmede görev alan öğelerin sayısı da çok yüksektir. Bugün yalnızca Türkiye Türkçe'sinde türetmeye yarayan biçimbirimlerin (-gı, -ci, -lık, -sız...gibi) sayısı 96 olarak bulunmuştur ki, her ne kadar karşılaştırmalı bir sayım yapılmamışsa da bu sayıyı başka bir dilde bulmanın kolay olmayacağını sanıyoruz. Bu birimlerin her birinin birden çok görevi yüklendiği de göz önünde tutulursa Türkçe'nin anlatım gücü üzerinde, aydınlatıcı bir gerçek ortaya çıkar.

      SONUÇ

      Orhan Hançerlioğlu'nun dediği gibi:

      Doğru düşünebilmek, kapsamlı düşünebilmek, düşünmeyi geliştirebilmek, bilgi üretmek, bilgiyi doğru aktarabilmek, bilgiyi kolay ve doğru anlayabilmek, birbirimizle anlaşabilmek için dilimizi geliştirmeyi istiyoruz. Türk diline dört elle sarılmamızın nedeni budur.

      Kaynakça

      1- TÜRKÇE'NİN GÜCÜ, Doğan Aksan, Bilgi Yayınevi, 3.basım

      2- TÜRKÇE KÖKLER SÖZLÜĞÜ, İsmet Zeki Eyüboğlu, Remzi Kitapevi

      3- DEĞİŞEN DÜNYA DEĞİŞEN DİL, Macit Gökberk, Çağdaş Yayınları

      4- TÜRK DİLİ, Orhan Hançerlioğlu, Cumhuriyet Gazetesi 28.09.1984

      5- TÜRK DİLİ SÖZLÜĞÜ, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitapevi

      6- BİLİM FELSEFESİ, Cemal Yıldırım, Remzi Kitapevi

      7- DÜNDEN BUGÜNE TÜRKLERDE DİL VE DİN, Cengiz Özakıncı, Bellek Yayınları. 1994

      Prof. Dr. Ayhan Çilesiz

      denizce.com/turkce.asp
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000