Haftanın Yazısı

      Haftanın Yazısı

      Demokrasimizin güçlükleri


      Milletlerin hayatında devlet adamlarının önemi çok büyüktür. Bazen yüzyılda bir veya iki devlet adamı yetiştirmek, devamlı milyonluk ordular beslemekten daha faydalıdır. Ne yazık ki son dönemlerimizde pek iyi yetişmiş devlet adamları göremiyoruz.
      Aslında bu sıkıntı uzun zamandan beri devam ettiği için ecdat buna "kaht-ı rical" yani "adam kıtlığı" demiştir. Demokrasilerde devlet adamlığı vasfı sadece iktidarda bulunanlarda aranmaz. Rejimin selameti en az iktidardakiler kadar muhalefettekilere de bağlıdır. Bu açıdan olayları değerlendirince Sayın Baykal'ın söz ve eylemleriyle ne kadar karamsarlığa kapılıyorsak, bilhassa seçimden sonraki tutumuyla Sayın Bahçeli geleceğimize güvenle bakmamıza sebep oluyor.

      "Demokrasi en az kötü olan idaredir" sözünü Churchill'in söylediği rivayet edilir. Kim söylerse söylesin bu cümle gerçeği ifade etmiyor. Şartları mevcut değilse bazen demokrasi en kötü idaredir. Rejimleri putlaştırmak da son derece yanlıştır. Hangi rejim olursa olsun, eğer bir ülkede halkın kültür seviyesi düşükse, aydınında milli şuur, sorumluluk duygusu, hak kavramı yerleşmemişse orada devlet hamam tasına benzer; bir kirlinin elinden diğer kirlinin eline geçer.

      Demokrasi ile insan haklarını, adaleti ve hukukun üstünlüğünü bir görmek doğru değildir. Bunlar, insana saygının, hak duygusunun ürünleridir. Bir ülkede vatandaşın oylarıyla yönetim değişmeyebilir; ama orada insana verilen değer, hakim olan zihniyet ve dünya görüşünden dolayı bu insani kavramlar dört başı mamur olarak yürürlükte bulunabilir. Demokrasi bunlara kontrol mekanizması getirir; bir anlamda emniyet subabıdır. Bunlara riayet etmeyen idareyi vatandaş hür iradesiyle kansız bir şekilde yönetimden uzaklaştırır. Ama bu ulvi kurumları yok etmek için demokrasi bir buldozere de dönüştürülebilir; bu niyet ve zihniyet meselesidir.

      Her rejim gibi demokrasi de bazı şartları gerektirir. İlk önce rejimi yürütenler, yani aydın zümre demokrasiye inanmalıdır. "Benim partim seçilirse" zihniyeti aydınlara musallat olmuşsa, o ülkede diktatörlüğe gizli bir heves yatmaktadır. Maalesef uzun zamandan beri emekleyen demokrasimizi kesintiye uğratan, bu hevestir. Seçimi kaybedenler, demokratik rejimi zedeleyip zedelemeyeceğine bakmaksızın her türlü tahriki mubah saydılar, sayıyorlar.

      Demokrasinin bir şartı da hür ve dürüst basındır. Basın, doğru haberlerle milletin sağlıklı düşünmesine yardımcı olmalıdır. Yalan haberlerle kamuoyu etkilenir, cemiyet kargaşalığa sürüklenirse, demokrasi anarşiye dönüşür. Her anarşi demir yumruklu bir kurtarıcıya davetiye çıkarmaktır. Bunun örneklerini de son dönem tarihimizde çok sık yaşadık. Ayrıca basınımız, hiçbir zaman samimi olmamış, devamlı çifte standartlar uygulayarak milletin güvenini yitirmiştir. Mesela hürriyet, anayasa havarisi kesilen basınımız, bunları rafa kaldıran askerî darbeleri "selam sana generalim" sloganlarıyla karşılamıştır.

      Yüksek tirajlı basınımıza idealler değil sermaye hakimdir. Ya patronları işadamıdır yahut da işadamlarının ilanlarına muhtaçtırlar. Her iki halde de basında olması lazım gelen değerlerin yerine menfaat oturmaktadır. O da sürekli daha fazlasının peşinde olduğundan hiçbir mukaddes tanımamaktadır. Mukaddesleri yıkılan cemiyetlere sadece güçle uygulanabilen yönetimler hakim olur; onlar da demokrasi değildir.

      Bize demokrasi halk hareketiyle değil de, dünyanın şartlarından dolayı tepeden geldi. Öncülerinin pek çoğu da gençliklerini komitacılıkla geçirmişlerdi. İnsan istese de gömlek değiştirir gibi alışkanlıklarını değiştiremeyeceğinden bu vasıfları devam etmiştir. Mazinin değişik kılıklara girerek yaşadıklarını sosyal bilimlerle tespit edebiliyoruz. Yargıtay Başsavcısı'nın iktidardaki partinin kapatılması için hakkında dava açılmasına dair talepte bulunmasını değerlendiren Baykal ve ekibine azıcık dikkat edince, bu sosyal realitenin devam ettiğini açıkça görürüz.


      MEHMED NİYAZİ

      İlmin iki düşmanı

      İlmî seviye ve buna bağlı olarak teknik gelişme milletlerarası mücadelede önemli rol oynar. İlim ve teknikte üstün olan milletler dünyanın yönetiminde söz sahibidirler; diğer milletler de onların gölgesinde hayat hakkı ararlar.
      İngilizlerin ünlü tarihçisi Wels, "izni olmadan kuşların kanat çırpamadığı Müslüman hakanları" diye nitelendirdiği haşmetli dönemimizi haklı olarak ilmimize ve tefekkürümüze bağlar. Gerçekten de yıldızımızın parladığı anlarda manevî ve ahlakî bakımdan çok büyük alimler, veliler yetiştirmiştik. Diğer taraftan bakınca da bunları yetiştirme yeteneğine sahip bulunduğumuzdan o göz kamaştırıcı güce eriştiğimizi teslim ederiz. Bu dönemlerimizde silah bakımından ve başka her türlü teknik hususlarda başka milletlerden üstündük. Ne zaman ilmî seviyemizi kaybetmeye başladık, buhranlar hayatımızın cüzü haline geldi.

      İlimlerin kaderi adeta birbirine bağımlı olmaktır. Müspet bilimlerle sosyal bilimlerin ne derece birbiriyle ilgili olduklarını, tarihimizdeki şu olay da önümüze sermektedir. Müspet bilimlerde geri olduğumuz dönemde, 1889 yılında, Japon İmparatoru İstanbul'a değerli hediyeler ve özel kaydıyla bir mektup gönderir. Mektubunda İslam dininin bilhassa tefekkür, gaye, felsefe ve manevi terkibi üzerine şahsen kendisine bilgi vermesi için varsa Japonca bilen yoksa İngilizce, Fransızca ya da Almancası yeterli din alimleri ister. Mektupta Hıristiyan ve Musevi dinlerine göre ayrı hususiyet taşıyan İslamiyet'in dinî uygulamasına dair misaller ve bu arada sosyal dayanışma kurumları, vakıflar gibi hayır hasenat kurumları hakkında da malumat ve tafsilat rica eder.

      Medreselerimizin, ilim adamlarımızın durumlarını yakinen bilen Sultan Abdülhamit Han, ümitsizdir; ama bu fırsatı da değerlendirmek ister. Konuyu Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'ye açıp fikrini sorar. Tahmininde yanılmamıştır; o da böyle bir ilim adamına sahip olmadığımızı söyler. Bu kapıyı tamamen kapamamak için Abdülhamit Han, Japon İmparatoru'na memnuniyetini bildiren cevapla, çok güzel tezhip edilmiş, el yazması, ceylan derisi, ciltli bir Kur'an-ı Kerim ve dini kitaplar göndererek zaman ister.

      Zannediyorum ki müspet bilimlerde ileri, küçücük bir Batılı ülke için böyle bir imkan doğsaydı, yüzlerce papaz, misyoner gönderirdi. Aramızdaki bu farkı kapatmak azmiyle Abdülhamit Han eğitim ve öğretime olağanüstü önem verdi. Çok mesafeler almasına rağmen iç ve dış gaileler dolayısıyla Batı ile aramızdaki uçurum kapanmadı; ecdadımızın kahramanca direnmelerine rağmen bu uçurum devletimizi alıp götürdü.

      Cumhuriyetimiz farklı heyecanların üzerine kuruldu. İlimde hafif bir kıpırdama başladı; ne yazık ki bu kıpırdayış çok geçmeden inkılap heyecanının gölgesinde kaldı. İnkılap yapmak kolaydı; Batı'da görüyor ve alıyorduk; fakat ilim araştırma isterdi, geceyi gündüze katmak gerekirdi. Bizim gibi ülkelerde sahibine getireceği bir şey de yoktu; çünkü geniş çevrelerde ilmin önemini bilen, hatta sezen çok az kimse vardı. Elini yumruk yapıp nutuk atarak yetkililerin hoşuna gitmek daha kolaydı. Bu sayede mevkiler kapılabiliyor, öğretim ve eğitim yuvalarımız inkılapları yerleştirmek için kurulmuş mahfillere dönüşüyordu. Kürsüleri işgal eden öğretim üyelerinde araştırma, sentezlere varma şevki kalmadı; ilmin soğukkanlılığı yerine siyasetçilerin hırçınlığını mizaç edindiler.

      İlmin iki düşmanı vardır: biri içimizdeki ihtiraslar, diğeri dışımızdaki otoritedir. İhtiras birtakım menfaat beklentileriyle ilim insanlarını otoritenin emrine sokar. Sonra da ilim adına hakikat yerine siyasilerin arzuları üretilir ve desteklenir. Yakın dönemimiz böyle hezeyanlarla, ilim insanı kılığına girmiş aktörlerle doludur. 27 Mayıs gibi buhranlı günlerde bu aktörlerin fetvaları nice acılara, nice maskaralıklara sebep olmuş, aziz milletimize neler çektirmişti. Maalesef içinde bulunduğumuz günlerde de aynı maskaralıkların emareleri görülmeye başladı. Gerçek ilim insanları yetiştirinceye kadar kim bilir neler çekeceğiz?

      MEHMET NİYAZİ

      Örtülü diktatörlük

      Demokratik rejim her şeyden önce vatandaşın hürriyet terbiyesine ihtiyaç duyar. Bu terbiye, her vatandaşın kendisinin düşünmeye, seçmeye hakkı olduğuna inanması gibi diğer vatandaşların da aynı haklara sahip olduğunu kabul etmesiyle başlar. Vatandaşları bu terbiyeden mahrum cemiyetler, demokrasiyi uygulamaya kalkarlarsa sık sık kaosla karşılaşırlar. Kaosların aşılması her zaman kolay olmayabilir.
      Demokratik rejimin hayat bulması ancak elverişli ortamla mümkün olur. Tabuların hakim olduğu, bazı düşüncelerin resmî görüş haline geldiği toplumlarda demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Böyle ortamlarda kurulan demokratik rejimler, sahneye konulmuş oyunlar gibidir; her şey suflörlere bağlıdır.

      Kamuoyu açık hale getirilmeli; her fikir tartışılmalıdır. Zararlı, faydasız ve uygun olmayanları ayıklamak kamuoyunun hakkı ve görevidir. Bir iktidar veya zümre kendisini kamuoyu yerine koyup "ancak şunlar düşünülebilir, tartışılabilir" derse, orada kılık değiştirmiş diktatörlük hakimdir. Diktatörün her zaman başında taç, elinde kılıç yoktur. O bazen kilisede papaz, mabette yol göstericidir; bazen büyük bir kurtarıcı, bazen de hayat veren bir fikirdir. Onun biricik özelliği dokunulmazlığıdır.

      Demokratik sistem, vicdanlı, iyi yetişmiş, aydın zümrelerle hayat hakkı bulur. Hakimiyetin sahibi ve kaynağı halktır ama bu hakimiyeti aydın evlatları vasıtasıyla kullanır. Nasıl ki Batı'nın tarihinde asiller, ruhban sınıfı, merkantilistler hakim olmuşlarsa, günümüzün bütün rejimlerinde de aydın zümre hakimdir. Rejime rengini veren, iktidarın kaynağı olan halkın değil aydın kadroların özelliğidir. Aydınların seviyeleri, ciddiyetleri o rejim için hayatî önem taşır.

      İktidarın her kesimine yayılan aydınların maruz kalacakları en önemli tehlikelerden biri de bürokratlaşmaktır. Bürokratlaşma, devlet düzenini durgunlaştıran, görevin kutsallığını kaybettiren bir hastalıktır. Sorumlu mevkilerdeki aydın zümrenin manevî gıdası eksikse, hizmetten zevk almıyorsa, büyük heyecanlarla sarınılan millet hakimiyeti de bunların elinde ufalanıp yok olur.

      Çağımızın demokrasilerinde sermayedarlar, sendikalar gibi baskı grupları iktidara halkla birlikte ortak olma arzusunu taşımaktadırlar. Baskı gruplarının iktidarda ağırlığı olursa, rejim halktan kopar, en çok ağırlığı bulunan grubun menfaat oyuncağı haline gelir. Çağımızda devletin en önemli özelliğinin hukuk devleti olması, devletin menfaat gruplarının oyuncağı haline gelmesini önlemeye yetmez. Zira üstün hukuk kuralları da sabit değildir; menfaat dengesine göre şekil alırlar. Bir başka dönemde menfaat ilişkileri değişeceğinden üstün hukuk kuralları da değişir. Halbuki demokratik rejimin sağlıklı olması ancak halkın vicdanında oturmasıyla mümkündür.

      Demokratik düzen, güvenin hakim olduğu ortamda kurulabilir. Fikrini söyleyen, oyunu kullanan felaketle karşılaşacağı kuşkusuna kapılırsa; ne fikrini söyleyebilir ne de istediği gibi oyunu kullanabilir. O ancak kendisinden isteneni yapmak zorundadır.

      Anayasaya "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesini yazmak demokrasi için yeterli değildir. Demokrasi; halkın sağduyusuna inanmak, milyonlarca insanın tecrübesini yönetime katmanın önemini idrak etmekle başlar. Bunlar da ancak özgürlük zemininde yeşerir. Devlete hakim bazı zümreler seçilmiş iktidarlara "benim istediğim şekilde" veya "sadece benim istediğim konularda" egemenliği kullanabilirsin diyorlarsa, orada demokrasi ya da millet hakimiyeti yoktur, örtülü bir diktatörlük vardır. Örtülü diktatörlük açık diktatörlükten daha zalimdir. Açık diktatörlükte zalim belli olduğundan bir gün kendilerinden hesap sorulabileceği endişesiyle zulümde daha dikkatli olurlar. Örtülü diktatörlükte ise zalim belli değildir; zulmün önüne geçecek hiçbir engel yoktur.


      07 Nisan 2008, Pazartesi

      MEHMED NİYAZİ

      Halka sahip çıkmak

      Geçen haftaki yazımıza demokratik rejimin her şeyden evvel vatandaşların hürriyet terbiyesine ihtiyaç duyduğunu söyleyerek başlamıştık. Demokrasisi belli bir seviyenin üzerinde olan memleketlerin tarihlerine baktığımızda şunu görürüz:
      Demokrasi, aydınlar öncülüğünde olsa da halkın devreye girmesi sayesinde başarılmış ve yerleşmiştir. Bizim tarihimize baktığımızda ise demokrasinin farklı sebeplerle ve ciddi bir mücadeleye konu olmadan geldiğini görürüz. Bize demokrasi, Necip Fazıl'ın ifadesiyle "San Francisco Talimatnamesi" sebebiyle Balkan komitacıları tarafından getirilmiştir. Demokrasiyi getirenler bunu gerektiğinde son verilebilecek bir oyun olarak görmüş, onun insani ve milli yönlerini önemsememişlerdir.

      Demokrasi ile diğer rejimler çok eski zamanlardan beri mukayese edilmektedir. Kanaatimizce demokrasiyi diğer rejimlere üstün kılan, halkın tecrübesini hayata ve yönetime katmaya daha elverişli olmasıdır. Demokrasi memleketin bir kişinin, bir zümrenin ya da bir kurumun değil bütün halkın tecrübesiyle idare edilmesini gerektirir. Bu sistemde bir kişi ya da zümreye nazaran milletin daha az yanılabileceği kabul edilir ve demokrasinin olmazsa olmazlarından biri halka güvenmektir. Demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan seçilmişlere hürmet, sadece seçilenin şahsına değil bütün bir millete hürmettir.

      Değişik hatıratlarda İsmet Paşa'nın "halkımız bana sahip çıkmadı" diyerek yakındığını okuyoruz. Demokrasinin getirilmesi kararını veren idarenin başında olan, milli mücadeleye katılmış bir devlet adamının böyle yakınması çok acıklıdır. İsmet Paşa'nın bu yakınmalarının sebebini araştıralım. Yassıada'da kurulan olağanüstü mahkeme halkın oylarıyla iktidara gelmiş olan Menderes'i idama mahkum ettiğinde İsmet İnönü o yaşlı haliyle titreyen ellerinde bastonunu sallayarak "demokratik rejimlerde kararı sadece millet verir; onu asamazsınız, beraat ettirmeye mecbursunuz" deme cesaret ve vicdanlılığını gösterseydi acaba bu halk İsmet İnönü'ye sahip çıkmaz mıydı? Halkın bir kimseye sahip çıkabilmesi için önce o kimsenin kendisine saygı duyduğunu ve sahip çıktığını görmesi gerekir.

      İsmet İnönü, Allah rahmet eylesin, eskilerin tabiriyle irtihal-i dâr-ı bekâ eyledi. Fakat onun miras bıraktığı anlayışın daha da acımasızlaşarak ve ilkelleşerek sürdüğünü görüyoruz. Şimdi de anamuhalefet partisi aynı bilinen, yanlış yolda yürümektedir. Memleketin önemli meseleleriyle alakalı tavırları tezatlarla doludur. Bir taraftan yargıya müdahale edilmemesi gerektiğini savunurlar, diğer taraftan "davanın siyasi değil hukuki olduğunu" iddia edip dururlar. Sanki gayretlerinin yargıyı telkin altına almak üzerine kurulu olduğunu millet görmüyormuş gibi.

      Son dönemde en büyük yaygaranın laiklik kavramı çerçevesinde koparıldığını görüyoruz. Laiklik bir muamma değildir. En azından bütün anayasa hukuku kitaplarında iki özelliği bariz bir şekilde belirtilir. Birincisi; kanun koyucunun kanun yaparken kutsal kitaplara bakmamasıdır. Kanun koyucu vaki olan ihtiyacı hukuk nosyonuna dayanarak tetkik eder ve kanunu bu çerçevede şekillendirir. İkincisi, devletin farklı din mensuplarına aynı mesafede durmasıdır. Ancak bu iki özellikten birinin ya da ikisinin birden ihlal edilmesi halinde laikliğin zedelendiği iddia edilebilir. Aksi takdirde iş niyet okumaya kalır. Hürriyet ve haklarla yasakların sınırları birbirine karışır, ölçüler şaşar.

      Bu çarpıklığın bizi çağlar öncesine götürmesi tehlikesine karşı dikkatli olmalıyız. Hariciler, Hazreti Ali hakkında kötü niyetler besleyip ağza alınmayacak galiz sözler de içeren ifadeler yaymaktadırlar. Hazreti Ali onlara haber gönderip şöyle der: "Benim için her şey düşünebilir hatta düşüncenizi ifade de edebilirsiniz. Ancak bu kötü niyetlerinizi fiiliyata dökmeye kalkışırsanız cezaya müstahak olursunuz." Meramımız anlaşılmadı ise bir misal daha verelim. Baccariye, "Bir suçsuzun hapiste yatmasındansa binlerce suçlunun serbest kalmasını tercih ederim." der.

      Bir suçtan söz edilebilmesi için o suçun unsurlarının oluşması şarttır. Eğer laikliğin ihlali unsurları yerine gelmiş bir suç olarak oluşmamışsa herhangi bir müeyyideye sebep olması vicdanlarda hiçbir zaman kabul görmeyecektir.

      14 Nisan 2008, Pazartesi

      MEHMED NİYAZİ

      Bir neslin timsali

      On dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın ilk çeyreği milletimizin en dramatik, en elemli dönemi idi. Emperyalistlerin körüklediği alevler dünyayı sarmış; esas kıyamet İslam âleminin, özellikle bizim başımızda kopmuştu.
      Televizyon ekranlarında Filistin ve Irak'ta meydana gelen olayların görüntülerini izleyen hangi vicdanlı insanın yüreği sızlamaz? Ne yazık ki bugünkü acıların yaşanacağı da o günlerden belliydi; bunları anlatamadık veya sözde önderleri uyduruk bir koltuk uğruna anlamak istemediler. Keşke bu acılar bir an önce son bulsa, fakat öyle görünmüyor.

      Ortadoğu dünyanın önde gelen devletlerinin gündemine girmişti bir kez. Petrolün önem kazanmaya başlaması ve bölgede önemli petrol rezervlerinin bulunması emperyalistlerin iştihalarını kamçıladı. Bu zenginliklere ulaşmalarına engel olan Devlet-i Âliyye'nin tarih sahnesinden çıkması gerekiyordu. Batılılar o zaman da her kılığa girmeyi becerirlerdi. Bazen hürriyet, bazen insan hakları, bazen de ezilenler oluverirlerdi. Boğazımızı sıkmak için uzattıkları ellerine çocuklarımızın ellerini de kattılar.

      Abdülhamid Han, imkânsızlıklara rağmen bütün problemlerin altından kalkabilmek için iyi yetişmiş insanlara ihtiyaç duyduğumuzun bilincindeydi. Eğitim ve öğretime özel önem verdi. Günümüzün eğitimcileri gibi "yetişsin, adamım olsun" demedi, "yetişsin, adam olsun" dedi. Yıkıntılar arasında sahsiyetini tekamül ettiren o nesil diri bir ruhla mücadeleye atıldı. Hareket edenin yanılması her zaman mümkündür ama canlarını vererek samimi olduklarını ispat ettiler. Gerçekten talihsiz bir nesildiler; hem öldüler hem de yanlış tanındılar. Hangi nesilden mi söz ediyoruz?

      Toprağımız vefalıdır; Nevzat Kösoğlu gibi evlatlar yetiştirmekte mahirdir. Nevzat Kösoğlu, Enver Paşa'yı olayların mihverine alarak o neslin hikâyesini anlatmış. Kitabının adı: Şehit Enver Paşa... Olaylara tarih biliminin penceresinden sağlam ölçülerle bakan Sayın Kösoğlu, Abdülhamid Han'ın hakkını teslim ettikten sonra o nesli şöyle tarif ediyor: "Bu insanları değerlendirmek kolay değildir. Bunlar çöküşün kahramanıydılar; yürekleri dağ gibi idi, hayalleri de öyle. Asla küçük düşünmüyorlardı."

      Sayın Kösoğlu kitabında bu insanların nasıl birer idealist olduklarını yerinde tespitlerle anlatıyor; hayatlarını niçin cömertçe harcadıklarını adeta onların içinden bakarak gözler önüne seriyor: "Yüce devleti kurtarmak için her biri imparatorluğun uzak bir köşesinde can teslim ederken hayalleri sadece Turan'ı kurmak değil bütün bir İslam âlemini Batı'ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani ülkesi ve devletiyle kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken bütün Müslüman dünyayı düşlüyor ve bunun heyecanıyla sarsılıyorlardı."

      Bu idealist neslin içinde Enver Paşa çok önemli bir simadır. Kahramanlığı, yüksek ahlaklılığı ile örnek bir şahsiyettir. Onun kişiliğinde bir milleti, bir medeniyeti ayağa kaldırmanın sadece idealizmle gerçekleşmeyeceğini de görüyoruz. Bu yüksek meziyetle birlikte ilim ve irfan da gereklidir; hali analiz ve dertlerin çaresini tespit etmek ancak bunlarla mümkündür. Hal böyleyken, aradan bunca zaman geçmişken, bu elim dramları yaşamışken bugün de ilmin ve irfanın değerini idrak etmemiş olmamız üzücüdür. Halen ideolojinin her kapıyı açacağına, her derde çare olacağına inanıyoruz.

      Enver Paşa'yı ve neslinin ülkücülüğünü anlamak, dramlarını anlatabilmek için Kösoğlu gibi bir idrake, soylu duygulara sahip olmak gerekir. "Tarih bire bir olayların bütünü değildir; tarihi/hayatı bütünüyle ve tek tek insanıyla sadece Allah bilir ve değerlendirir. Biz geçmişe kırk yönden bakabiliriz ve nasıl bakarsak öyle görebiliriz. Ancak bu tarihî akışın ilkeleri olmadığı anlamına gelmez; tarih felsefesi yapanlar boşuna uğraşmamışlardır." Bu satırlar Kösoğlu'nun gerçek bir düşünce ve bilim adamı olduğunu göstermektedir. Kitabında düşünce ve bilimin kazandırdıklarını çarpıcı imajlarla dikkatimize sunmakta, merak uyandıran üslubuyla bizi sayfalar boyunca peşinden sürüklemektedir. Siz değerli okuyucularımıza bu eseri tavsiye ederken yazarına milletimize daha nice eserler kazandırması ve yetişen nesillere yol göstermesi için sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.


      21 Nisan 2008, Pazartesi

      MEHMED NİYAZİ

      Gurbette vatanı yaşadık

      'Çanakkale Mahşeri' adlı kitabımızın Avdija Salkoviç tarafından Boşnakçaya tercüme edildiğini memnuniyetle öğrendik. Basılması münasebetiyle yapılacak tanıtım toplantısına bizi de davet ettiler. Belgrad'a uçtuk; orada bizi kitabımızın Boşnakça nüshasıyla Avdija Salkoviç karşıladı.
      Ciltli, göze hoş gelen, zarif bir nüsha idi. Üç saatlik bir yolculuktan sonra Yeni Pazar'a (Novi Pazar) ulaştık. Orada kaldığımız sürece bizi şehrin belki de en iyi otelinde ağırladılar.

      Gitmeden, Yeni Pazar'ın Süleyman Uglanin adında şuurlu bir belediye başkanının olduğunu duymuştuk. Ertesi gün Süleyman Bey bizi makamına davet etti. Avdija'nın tercümanlığında birkaç cümle konuşunca ciddi bir aydınla karşı karşıya olduğumuzu fark ettik. Çalışma arkadaşları umumiyetle Türkçe bilen kişilerdi; yükseköğrenimlerini Türkiye'de yapmışlardı. Doksanlı yıllarda verilen burslarla ülkemize gelen öğrenciler şimdi ülkelerinde önemli hizmetlerde bulunuyorlardı. Konuşmamız sırasında Süleyman Bey Türkiye'nin verdiği burs sayısının beşe indirildiğini üzülerek söyledi. Bu gençlerin hizmetlerini görüp de verilen bursların ne kadar önemli olduğunu kavramamak mümkün değil. Kitabımızı tercüme eden Avdija Salkoviç, yanında çalıştığı tekstil tüccarıyla zaman zaman ülkemize gelerek alışverişlerinde ona tercümanlık yaptığını anlattı. Her geçen gün artan ihracatımızda bu gençlerin payını inkâr edemeyiz. Kalkınmış bir Türkiye görmek istiyorsak, dilimizin ve kültürümüzün yaygınlaşmasını sağlamalıyız. ABD, Almanya, Fransa gibi devletler dünyanın değişik yerlerinde okul açarken yalnızca o ülkelerdeki eğitime katkıda bulunmayı mı amaçlıyorlardı?

      Yeni Pazar kütüphanesini ziyaret ettiğimizde kütüphanenin Fuad Bacicanin adındaki pırıl pırıl müdürüyle tanıştık. Mütevazı bir kütüphane ama temiz ve düzenli. Gayretli, hizmet ehli insanların sınırlı imkânlarla da olsa neler yapabileceklerinin bir göstergesi. Bacicanin bize Yeni Pazar'ın tarih ve kültürünü anlatan bir kitap hediye etmek inceliğini gösterdi. Çanakkale Mahşeri'nin Boşnakça baskısının tanıtımı kütüphanenin büyük salonunda yapıldı. Şehrin aydın insanları salonu doldurdular; hatta bir kısmı programı ayakta izlemek zorunda kaldılar. Belediye Başkanı Süleyman Bey'in ailesiyle beraber akşamı teşrifi de bizim için ayrı bir onur vesilesi oldu.

      Avdija Salkoviç işini ciddiye almış; 'tercüme ettim, oldu' dememiş; tercümesini Boşnakların ünlü yazarı Hadzem Haydareviç'e redakte ettirmiş. O da zahmet edip tanıtım toplantısına katılmak için Saraybosna'dan gelmiş. Programın başında iyi giyimli bir genç kız kitaptan pasajlar okudu. Ardından Haydareviç, Çanakkale Mahşeri hakkında özlü bir konuşma yaptı. Akabinde de biz konuştuk. O akşam yükseköğrenimini Türkiye'de yapmış pek çok insanla tanıştık. Gurbette bize dilimizle hitap edilmesi ne güzel bir duygu. Hepsinin gönlünde Türkiye'nin ayrı bir yerinin bulunduğunu müşahede etmek de aynı derecede gurur verici.

      Ertesi gün tercümanımız Salkoviç bizi evine davet etti; annesiyle, babasıyla, eşiyle tanıştık. Evlerinde sürdürdükleri hayat İstanbul'da yaşayan muhafazakâr ve aydın bir aileninkinden farksızdı. Gülümseyen yüzlerle, dost tavırlarla ağırlandık. Bir yabancı ülkede annesi gibi giyinen, gözleri annesininkiler gibi şefkatle derinleşen bir hanımla karşılaşmak insanı etkiliyor.

      Teknik geliştikçe dünyamız küçülüyor. Emperyalistler istediklerini almak için önce kültürleriyle geliyorlar. Varlığımızı sürdürmek istiyorsak müştereklerimizin bulunduğu topluluklarla ilişkilerimizi geliştirmek zorundayız. Bilhassa Batı'da yaşayanlar bu bakımdan önemli; çünkü insanlığın üstün medeniyeti iki yüz yıldan beri orada oluştu. Onlarla içli dışlı olup da varlıklarını sürdürenlerin bazı meziyetler kazanmaları tabiidir. Ayrıca biz Avrupalılarla uzun yüzyıllar boğuştuk; onların bizimle alakalı hesaplarının sona erdiğini düşünmek saflık olur. Nasıl ki iyi bir kurmay ülkemizin güvenliğinin Tuna'dan başladığını görürse, kaliteli bir devlet veya kültür adamı da milli varlığımızın Balkanların uç noktalarından başlayarak korunması gerektiğini idrak eder.

      Yeni Pazar'da ceddimizin izleriyle karşılaştık. Osmanlı'yı aksettiren mimari yapılar: küçük dükkânlar, çok sayıda cami var. Munis yüzlü insanlardan oluşan cemaatleri de az değil. Komünizm döneminde bazı yerler yıkılarak çirkin binalar yapılmış. İki görüntüyü karşılaştırınca komünizmin estetikten nasıl da uzak olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

      Tarihimize saygıyı, milletimize sevgiyi Boşnaklarda gördük. İnşallah bu sevgiye layık olur da can dostlarımızı hüsrana uğratmayız. İnşallah ebediyete doğru onlarla kol kola akıp gideriz.


      28 Nisan 2008, Pazartesi

      MEHMED NİYAZİ