Başlık Bulamadım Ama Güzel Olduklarına Eminim

      Başlık Bulamadım Ama Güzel Olduklarına Eminim

      Haberalma Dairesi Başkanı, hepsi aynı şekilde giyinmiş olan 15-16 genci makam odasına alıp ıslak ıslak öptükten sonra:

      — Kahramanlarım benim, diye konuşmaya başladı. Bu vatanın yiğit cengâverleri. Son zaferinizle bizleri ne kadar sevindirdiğinizi ve ülkemize neler kazandırdığınızı bilemezsiniz.

      Gençler şaşkın şaşkın birbirine bakarlarken, adam devam etti:

      — Birbuçuk saatlik bir çarpışmayla ezelî düşmanlarımızdan 20’sini öldürüp 20 binini yaralamayı başardınız. Üstelik onlara 20 milyon dolar kaybettirip bize de televizyon yayınlarından 20 milyon dolar kazandırarak.

      Gençler tekrar birbirine bakınırken, en uzun boylu olanı:

      — Sayın başkanım, diye söze karıştı. Özür dilerim ama siz bizi herhalde gizli örgüt elemanlarıyla karıştırdınız. Böyle bir şerefe ulaşmak, bizim ne haddimize.

      Yaşlı adam, ayaklarını alabildiğince uzatıp sigarasının dumanından halkacıklar yaparken:

      — Siz millî takım oyuncuları değil misiniz? diye sordu. Geçtiğimiz çarşamba gecesi maçları olan.

      Yine aynı genç:

      — Evet efendim, diye atıldı. Ama o maçta, yıllardır perişan ettiğimiz Türklere karşı ilk defa mağlûp olduk.

      Başkan bey, ağır adımlarla delikanlının yanına gelip yanağından bir makas alırken:

      — Esas zaferiniz de bu ya zaten, diye gülümsedi. Adamlar sevinçten bayram yaparken, 20 milyon dolarlık mermi yakmış ve kazayla birbirini öldürüp yaralamışlar. Bu zaferinizi arada bir tekrarlayıp bizlere yardımcı olursunuz değil mi?



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      herşey gibi güzellik de fani ..

      Göz alabildiğine uzanan bir sahilde, irili ufaklı sayısız çakıl taşı varmış. Denizin durgun ve havanın kapalı olduğu zamanlarda, bu taşlardan hiç bir ses duyulmazmış. Sadece martıların çığlıkları ve arada bir uzaktan geçen yolcu gemilerinin sesi yankılanırmış böyle günlerde. Ama deniz çoşup da dalgalar kaplayınca sahilleri, neşeleri gelirmiş çakılların. Hepsi ıslanıp iliklerine kadar titremelerine rağmen, şikayet etmezlermiş durumlarından. Çünkü denizin dalgalarıyla yıkandıklarında soluk yüzlerine renk gelir ve hava bir de açıksa, o geçici renkler güneş ışığından ötürü parlamaya başlarmış. İşte bu zamanlarda, çenesi düşermiş çakılların.


      - Biz gerçekten güzeliz, diye kasılırlarmış.. Hem renkliyiz, hem parlak.


      Sadece bu kadarla da yetinmezmiş çakıllar. Diğerleriyle kıyaslarlarmış kendilerini, bazen kavga ederek, "sen küçüksün ben büyük", "sen soluksun ben parlak" gibi laflarla. Kavganın en civcivli anında, bir ses duyarlarmış çoğu zaman. Derinlerden gelen o ses:


      — Güzelliğinizle asla övünmeyin, dermiş onlara. Hele hele o güzelliği başka yerden almışsanız.


      Çakıllar, pek aldırış etmezlermiş bu sese, yine renklerinden bahseder ve sataşırlarmış birbirlerine. Ama o ses tekrar duyulur ve:


      — Renkli olmak hüner değildir, dermiş. O parlaklık ruhunuzdaysa eğer, renksiz olmak zarar vermez sizlere.


      Çakıllar, kendilerine o güzeliği veren şeyi ve derinden derine gelen o sesi merak etmedikleri için, gülüp geçerlermiş söylenenlere..


      Çakılların güzellikleriyle övündükleri bir gün, devlere benzeyen makinalar girmiş o sahillere. Çelik tekerlekleriyle ezdikleri taşları bin parçaya bölerek. Birbirinden gururlu taşlar, o devlerin pençeleriyle savrulup atılmışlar bir yana. Dağ gibi yığılan çakıllardan bazıları, bu sefer "biz üsteyiz, siz altta" diyerek dalga geçmişler ezilenlerle. Kısa bir zamanda, sahilin altı üstüne getirilmiş adeta. Çakıllar, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, adamlardan sevinç çığlıkları yükselmeye başlamış:


      — Bulduuuk! diye bağırıyorlarmış hep bir ağızdan. Bir sahil dolusu çakıla bedel olan o taşı bulduk.


      Çakıllar, neyin bulunduğunu merak ederek adamlara baktıklarında, onların ellerinde renksiz bir taş görerek hayrete düşmüşler. Hepsi dudak bükerek alay etmek üzereyken, o renksiz taş güneş gibi parıldayarak selamlamış kendilerini, güneş çoktan batmış olmasına rağmen.


      Parlak taş, bir kenara atılan çakılların şaşkınlığı farkedince:


      — Yıllar boyu sizinle konuşan bendim, diye gülümsemiş.. Sizlerden çok daha aşağılarda ve toprak altındaydım. Ama içimdeki ışığı hiç bir zaman kaybetmedim. Ve o ışığı kimden aldığımı bildiğim için de asla gururlanmadım. Bu yüzden de sultanlara taç olup başlarda, yüzük olup eller üstünde taşındım asırlardır.


      Çakıllardan hiç bir cevap gelmemiş. Adamlar ise, gece olmasına rağmen makinalarını başka bir sahile yönlendirmişler. Ay ışığından aldıkları parlaklıkla öğünen yassı çakılların bulunduğu karşı sahile ...



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak hâlinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.

      Yanına sokularak:

      Hayrola teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?

      Sıcak bir tebessümle:

      Buraların yabancısıyım evlâdım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

      Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

      Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.

      Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.

      Saatime baktıktan sonra:

      20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama, bu havada pek araba bulunmuyor.

      Durağa herkesten önce geldiğimiz için dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.

      İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:

      İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?

      Ön koltukta oturanı:

      Hak istiyorsan Hakkâri?ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş.

      Bu lâf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.

      Sakinleşmeye çalışarak:

      Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.

      Bu defa şoför lâfa karışıp:

      Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.

      Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.

      5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikâyet etmiyordu. Üstelik trafik de yarı yolda tıkanıp kalmıştı.

      Şoför:

      Yolun bu durumu hayra alâmet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak.

      Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

      Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.

      Heyecanla:

      Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yâni yaralı falan var mı?

      Herhalde, diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.

      Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.

      Şoför, koltuğuna yavaşça otururken:

      Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiyenin öbür ucundan gelen Hakkâri plâkalı bir kamyonla!.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Küçük bir hatıra ..

      Çocukken yatağımdan her kalkışımda, yerdeki yastık ve minderleri görüp, annemin dağınıklığından dolayı söylenip dururdum.

      Büyüdüm, evlendim ve nurtopu gibi bir erkek çocuk sahibi oldum.

      Oğlum da bana benzemiş olmalı ki, geceleri kıpır kıpır dönüp, ikide birde yataktan düşüyor.

      Ve şimdi ben, rahmetli anacığıma fâtihalar okuyarak, yavrumun düşebileceği yerlere minderler seriyorum.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Haşir meydanındaki insanlar, ebed ülkesine uçmak için sabırsızlanıyordu. Peygamberler, şehitler ve büyük veliler için herhangi bir problem yoktu. Ancak diğerleri, "Elli bin sene sürer" denilen bu yolu, dünyadaki hayatlarının karşılığı olan bir vasıta ile aşmak durumundaydı. Her insan, sevap ve günahlarını ortaya döküp ince hesaplar yaparken, sermayeleri yetmeyen bazı gençler bir araya geldi ve kendilerine gözcülük eden meleğe başvurarak:

      Bizler, dünyada iken meşhur bir yarışmaya katılmış ve ellerimizi günler boyu süren bir sabırla lüks arabaların üzerinden çekmeyerek onları kazanmıştık, dedi. Bu gayretimize karşılık o arabaların verilmesini istiyor ve bu zorlu yolu onlarla aşmayı planlıyoruz.

      Melek, yarışmanın detayını öğrendikten sonra:

      Yanlış şeye dokunmuşsunuz, dedi. Sizin arabanız, o yolda gitmez.

      Gençler, biraz ilerideki insanları göstererek:

      Şuradaki insanların da bir şeylere dokunduğu söyleniyor, diye itiraz etti. Ama şimdi Cennet?e uçuyorlar.

      Evet!.. dedi, melek. Onlar da dokundular. Hem de günde sadece bir saatçik.

      Bir saat mi?..diye atıldı gençler. Oysa bizler günler boyu çekmedik elimizi. Uyumadık, aç kaldık, nerdeyse ölüyorduk. Peki onlar nelere dokundular?

      Seccadeye, dedi melek. Küçük bir seccadeye. Şimdi ise onlarla uçuyorlar.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Sınıf öğretmeni, çocukların uykuları üzerine bir araştırma yapıyordu. Rüya görmenin insan ruhunu ne kadar rahatlattığını ve onlar için ne kadar gerekli olduğunu belirttikten sonra:
      — Söyleyin bakalım!. dedi. Bu gece ne gördünüz?

      Çocuklar, tek tek el kaldırarak rüyalarını anlatmaya başladılar. O haftaki rüyaların bir çoğu, üç gün önce meydana gelen korkunç tren kazası ile ilgiliydi. Bir de, cinnet geçiren bir emeklinin, karısı ve çocuklarını yol ortasında bıçaklaması ile...

      Öğretmen, arka sıralarda oturan bir öğrencinin el kaldırmadığını görünce, ona doğru yaklaşıp:

      — Hayrola arkadaş!. dedi. Yoksa sen hiç rüya görmüyor musun?

      Küçük çocuk, yanakları pembeleşirken:

      — Elbette görüyorum!. diye gülümsedi. Ama benim rüyalarım çok farklı.

      — O zaman, gördüğünü anlat!. dedi öğretmen. Aynı şeyleri görmen gerekmiyor.

      Küçük çocuk:

      — Ben, dedemle birlikte gittiğim balık avını gördüm!. dedi. Köyümüze yakın olan derede idik. Ve koca bir balık tutarak eve götürdük.

      Öğretmen, yaptığı çalışmayı, bir sonraki dersinde de sürdürdü. O hafta görülen rüyaların büyük bir çoğunluğunda, petrol zengini bir ülkenin bombalanması sırasında ölen yüzlerce çocuk vardı. Diğer rüyalar ise, meşhur bir şarkıcının ayağından vurulması ve iş adamlarından birinin kaçırılması ile ilgiliydi.

      Öğretmen, arka sıradaki öğrencinin bu sefer de el kaldırmadığını görerek yanına gitti ve ona ne rüya gördüğünü sordu.

      Küçük çocuk, dışarıdaki karlı dağlara bakıp:

      — Geçen hafta bir çok kuzumuz doğdu, dedi. Rüyamda onları, dağın yamacındaki pınara götürmüştüm. Bu arada çiçeklerle konuşup, gökyüzündeki kuşlarla yarıştım. Onlar gibi uçuyordum havada.

      Öğretmen, araştırmasını biraz derinleştirdiğinde, çocuğun diğer kardeşlerinin de aynı türde rüyalar gördüğünü öğrendi. Hatta dedesi bile, onlar gibiydi.

      Sonunda merak edip:

      — Hep bu türden rüyaları görmeniz çok harika!. dedi. Sanki birer film gibi her biri. Yoksa bunun için bir formül mü var?

      Küçük çocuk:

      — Bilmiyorum öğretmenim!. diye gülümsedi. Televizyon alamayacak kadar fakir olduğumuz için, Allah bize bu filmleri gösteriyor olmalı.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Adam, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:
      — Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur.

      Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

      — Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

      Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

      — Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

      Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

      — Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

      Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

      Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

      — Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      On yıl öncesine kadar “Anneler Günü”ne hiç önem vermezdim.
      Eğer aklıma gelirse, bu işi bir telefonla geçiştirir, unuttuğumda ise; anacığımın sınırsız şefkatine güvenerek “bir dahaki sefere” derdim.

      O zamanlar ben, şimdiki gibi Adapazarı’nda otururdum. Annem ise, İstanbul’daki evinde yaşar, benim veya kardeşlerimin ısrarlı davetlerine rağmen:

      –Ben burada daha rahatım evlâdım, derdi. Ara sıra beni yoklayın yeter.

      Esasında bizim rahatsız olmamızdan korkar ve bu hassasiyetini, yavrularından uzak kalmanın verdiği acısına kalkan yapardı.

      Ve şimdi...

      Yani tam on yıl sonra...

      Artık “anneler günü”nü unutmayacağıma, bunu yılın her gününe yayacağıma ve ona ayırdığım hediyemi günü gününe vereceğime yemin etmiş durumdayım.

      Ve Allah biliyor ki, bu hediyeyi o günden bu güne kadar bir kere bile ihmâl etmiş değilim.

      Sabah namazlarından sonra kabrine gönderdiğim bir yasin-i şerifi, eminim ki hemen yanı başında yatan babamla birlikte paylaşıyordur.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      En son teknolojik buluşların sergilendiği “Robotlar Fuarı”nı dolduran yüzlerce kişi, engebeli araziler için geliştirilen insan şeklindeki modellerin yarışmasını seyrediyordu. Herbiri onbinlerce dolar kıymetindeki robotlardan bazıları, önlerine konan engellere ayak uyduramayıp devrilirken, bazıları da metal gövdelerine yerleştirilen bilgisayarlar marifetiyle ayakta kalmayı becerebiliyor ve meraklı seyirciler tarafından büyük bir hayranlıkla alkışlanıyordu.

      Yarışmanın sonlarına doğru kalabalık arasından sıyrılan 6-7 yaşlarındaki bir çocuk robotlara ayrılan alana girdi ve aynı onlar gibi sallanarak yürümeye başladı. Küçük çocuğun sevimli hareketleri, kendilerini ruhsuz makinalara kaptıran seyircileri eğlendirip güldürmeye yetmişti.


      Çocuk, birçok robotun takıldığı engelleri birer ikişer aşarak “mucid” olduğu söylenen kişilerin masasına geldi ve en önde oturan gözlüklü adama:


      — Bu robotların büyük işler becereceği söyleniyor, dedi. Hem de çok değerliymişler, öyle değil mi?


      — Elbette, diye cevap verdi adam. Bunların hiç birine paha biçilmez.


      Çocuk, titrek bir sesle:


      — Ama çoğu devrildiler, dedi. Oysa ki ben yıkılmadım.


      Masa başındakiler, ufaklığın sözünden birşey anlamamıştı. Bakışlarını ondan çevirip robotlara yönelttiler.


      Çocuk, yerine dönerken yine sallanmasına rağmen, doğuştan sahip olduğu kalça çıkığına artık üzülmüyordu.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Dağcılar, yüksek bir dağın zirvesine tırmanmak üzere, altı kişilik bir ekiple yola koyulmuşlardı. Grubun lideri, ülkedeki bütün dağcıların aynı hedefe ulaşmak için can attığını ve bu işin çok zor olacağını biliyordu. Bu yüzden de, zirveye doğru yapılacak tırmanıştan önce, adamlarını dinlendirmek istedi. Dağın orta yerinde, çobanlıkla geçinen üç beş ailenin yaşadığı bir yayla vardı. Ve burası mola vermeye uygundu.
      Dağcılar, köylüler tarafından sevgiyle karşılandı. Hepsi de çok neşeli insanlardı. Ama küçük bir çocuğun ayağı kırılmıştı. Yayladakiler, sabahtan akşama kadar dik yamaçlarda dolaştıkları için bu tür kazalara alışık olduklarını söylüyorlar ve küçük çocuğu, kendi usullerince tedavi etmek istiyorlardı. Ama ekibin en genç üyesi, çocuğun acı çektiğini gördüğünden dağa tırmanmaktan vazgeçti ve onu aşağıdaki kasabaya indirip tedavi ettirmek için, ailesinden izin aldı.

      Birkaç gün sonraki gazetelerin spor sayfalarında, zirveye bayrak diken beş dağcının boy boy resimleri yayınlandı. Uzun yıllar boyunca fethedilmeye çalışılan dağda o ana kadar yirmiye yakın dağcı kaybolduğundan, bu iş gerçek bir zafer sayılmıştı.

      Dağa tırmanan ekip, on yıl kadar sonra tekrar buluştu. Dünyaca ünlü bir spor dergisi, o dağa çıkanları tanıtan bir program düzenlemiş ve aynı atmosferi sağlamak amacıyla, dağın eteklerinde yer alan bir kamp evini seçmişti. Ancak mayıs ayı içinde oldukları halde müthiş bir tipi vardı ve dört bir yandan kurt sesleri duyuluyordu.

      Toplantıya bir çok dağcı gelmişti. Fakat ilk fatihler, unutulmuş gibiydi. Çünkü sonraki yıllarda dağa çıkanlar, ilkinden daha zorlu yollar seçmişler, bu yüzden de çok meşhur olmuşlardı.

      Dağa ilk çıkan ekip, hayatlarını ortaya koyarak yapmış oldukları bir keşfin bu kadar çabuk unutulması karşısında üzüntüye kapılmış ve zaferlerinin ne kadar anlamsız olduğunu düşünmeye başlamışlardı. Motorlu kızaklarına binip geldikleri yere dönmek üzere yola çıktıklarında, diz boyunu geçen karlar arasında düşe kalka ilerleyen bir delikanlı, onların yolunu kesti. Gruptaki dağcılar, yarı donmuş vaziyetteki misafirlerini merakla izliyordu.

      Delikanlı, ekipteki kişileri birer birer süzdükten sonra, grubun en genç üyesinin yanına koştu ve hiçbir şey söylemeden ona sarıldı.

      Genç adam, onun vaktiyle dağdan indirdiği çocuk olduğunu anlamıştı. Kendisini sevgiyle kucaklarken:

      — Bu havada dışarı çıkman, tam bir çılgınlık!. dedi. Donup ölebilirdin.

      Delikanlı, ona tekrar sarılıp:

      — Sizi bulmak, her şeye değerdi efendim!. diye gülümsedi. Çünkü siz, bir insan kalbini fethetmeyi, bir zirveyi fethetmekten önemli görmüştünüz.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Zengin sanayici, ihracat bağlantısı için gittiği bir Uzak Doğu ülkesinin en lüks lokantasında yemek yerken, kulağına çarpan sesle irkildi. Biraz ilerde oturan şişman bir adam, yarım yamalak İngilizcesi ile şef garsona yaptığı siparişten sonra, Türkçe bir şeyler söyleyip gülmüştü. Hemen yerinden fırlayıp onun yanına gitti ve büyük bir heyecanla:
      — Afiyet olsun!. dedi. Yanılmıyorsam Türksünüz değil mi?

      Şişman adam da oldukça şaşkındı. İnsanın kendi dininden olan, kendi dilini konuşan ve aynı değerleri paylaşan birine rastlaması, gerçekten de çok harika bir şeydi. Büyük bir sevinç içinde kucaklaştıktan sonra sanayicinin masasına geçtiler ve yeni siparişin de oraya gelmesini söyleyerek sohbete başladılar. Şişman adam, bir benzin istasyonu işlettiği için, petrol firmaları tarafından tatile gönderilmişti. Gördüğü yerleri tek tek anlatıp:

      — Türkiye’de üç beş şehir gezmiştim!. dedi. Burasını adım adım dolaştım. Ve doğrusunu istersen, bu insanları bizimkilerden sıcak buldum.

      Sanayici de aynı görüşteydi. Arkadaşının tombul yanaklarından sıkı bir makas alıp:

      — Tepeden tırnağa haklısın!. dedi. Türkiye gerçekten de az gelişmiş. Oturup da konuşacak bir insan bulamazsın. Bu yüzden tek bir arkadaşım bile yok. Ne çevremde, ne de apartmanda. Kısmet onu buralarda bulmakmış.

      Şişman adam, sanki içini okuyan yeni arkadaşına bir anda ısınmış ve kaderin bu cilvesine hayran olmuştu. Hayat boyu hasret duyduğu bir arkadaş, dünyanın diğer ucunda karşısına çıkmıştı. Üstelik aynı şehirde yaşıyorlardı. Şişman adam, bu durumu öğrendiğinde:

      — Bu apaçık bir mucize!. diye bağırdı. Allah bizi ayırmak istemiyor!.

      Ortak noktaları bu kadar da değildi. Her ikisi de, kalabalık şehirleri sevmedikleri için İstanbul’dan ayrılmış ve denize yakın bir yere yerleşmek istemişti. Yaşları da tam tamına aynıydı. Şişman adam, arkadaşının telefonlarını cep telefonuna kaydettikten sonra, adresini bir kağıda yazıp uzattı. Ve ülkeye döner dönmez görüşmek istediği için, onun da adresini almak istedi.

      Sanayici, şişman adamın verdiği kağıda bir göz attıktan sonra, başını uzun uzun kaşıyarak:

      — Fazla uzak sayılmayız her halde!. dedi. Aynı apartmanda en üst kattayım.



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Zengin bir iş adamının bahçesinde, yanyana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.


      Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.


      Büyük ağaç, iyice kasılarak:


      —Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.


      Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.


      Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.


      Tohumların teklifini kabul ederken:


      —Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.


      Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:


      —Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.


      Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.


      Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.


      Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.


      Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu ..



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Pencereden görülenler

      Bir hastanede ölümü bekleyen hastaların koğuşu, koğuşta bir oda, odada iki yatak, iki hasta. Birisi pencerenin önünde, öteki duvar dibinde. Yaşamlarının şu son döneminde pencere kenarındaki, sabahtan akşama pencereden bakıp, tüm gördüklerini duvar dibinde hiçbirşey görmeyen arkadaşına aktarır.
      "Bugün deniz dünden daha durgun. Rüzgar hafif olmalı. Beyaz yelkenliler belli belirsiz ilerliyor... Park mı ? Park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş" ya da "Geçen haftaki sevgililer yine geldiler. Eleleler, bir sıraya oturdular. Hep erkek anlatıyor kız dinliyor. Şimdi erkek kızın saçlarını okşuyor... Ne kadar da güzeller."
      "Erguvanlar bugün çıldırmış, öyle bir çiçek açtı ki; etraf mordan geçilmiyor. Erikler desen gelinden farksız..."
      "Eyvah miniklerden biri düştü. Annesi yetişti bağrına basıyor çocuğu.
      Neyse çocuk sustu.
      Gülüyor şimdi"...
      "Öğrenciler mi ? Onlar yine kitaplarına dalmışlar... dur bakayım haa... simitçi geldi. İki simit alıp beşe paylaştırıp yiyorlar. Şimdi de çocuklara katıldılar uçurtma uçurtmaya... Uçurtma yükseliyor yükseliyor"...
      "Hayır yelkenliler henüz görünmedi, ama martıların keyfi yerinde. Baloncu da erkenci. Mavi, mor, yeşil, kırmızı, turuncu kocaman balonları var..."
      Hergün böyle sürüp giderken, her gördüğünü anlatırken ansızın, müthiş bir kriz geçirir pencere yanındaki..! Duvar dibindeki düğmeye bassa, doktor çağırabilir. Ve belki de yanındaki arkadaşını kurtarabilir. Ama... ama... arkadaşı ölürse, pencerenin yanı boşalacaktır. Ve duvar dibindeki düğmeye basmaz, doktor cağırmaz. Arkadaşı ölür. Ertesi sabah duvar dibindekinin yatağını pencerenin yanına taşırlar. Beklediği an gelmiştir. Yattığı yerden pencereden dışarı bakar. Pencerenin dibinde kapkara duvardan başka hiçbir şey yoktur..



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Aşçı kadın

      Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve yeni gelini için yine mutfağına kapanmış, yemek yapıyordu. Aynı akşam yemeğe eski bir aile dostu da davetliydi.

      Beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostu, kadıncağıza durumu farkettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da, yemek sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi.

      Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift annelerinin ellerini öperek evlerine gittiler. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra, yaşlı kadına:

      "Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum. Bana söyler misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var" dedi.

      Yaşlı kadın gülümseyerek cevap verdi:
      "Hayır, hiçbir şeyim yok. Kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak."



      Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten, affet SEN' den habersiz aldığım her nefesten... __ N. F. Kısakürek __

      Bir yolculuk hikayesi...



      25 Mart 2008 Salı 10:58 Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştı.....

      ....................

      Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verdi Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştı

      Bunlardan biri şuydu: Bazı kimseler bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunları ateşe verip yakıyorlardı

      İkinci olarak şuna şahit olmuştu: Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da rahat kaldırabiliyordu

      Şahit olduğu bir başka olay da şu idi: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlar, arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor ama yetişemiyorlardı

      Adam bunlarla kafası Karışmış birhalde uzun yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına geldi Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin geldiğini yolculuğun nasıl geçtiğini sordu Adam herşeyi anlattı ve yolda karşılaştığı alışılmamış hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadı Bunun üzerine ihtiyar bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıkladı:

      “Senin yolda ilk rastladığın buğday ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeler

      Taş kaldırmaya çalışan kimse de şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir Ama ona tevbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar

      Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen alimlerdir Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!