Dil ve Felsefe

      Dil ve Felsefe

      Dil toplumsal yaşamın harcıdır , o olmasaydı bireylerarası ilişki de yani toplumsal yaşamda olmayacaktı , dolayısıyla bireyde olmayacaktı . Harç olmazsa tuğla da olmaz , çünkü tuğla üst üste konulmak için değil biribirine tutuşturulmak için vardır. Her birey kendini en bağımsız duyduğu zamanda bile topluma sayısız bağlarla bağlıdır . İnsan olmak bu yüzden hep başkalrından sorumlu olmaktır . Ben bir bütünün parçasıysam bütünden her zaman sorumluyumdur. Dil bizi birbirimize bağlar , daha doğrusu birbirimize bağlanmamıza yardım eder . Biz zorunlu olarak birbirimizle varızdır . İnsan toplumsal yaşama zorunludur , dil bu zorunluluğun ürünü olarak ya da sonucu olarak varolmuştur . Bizi birbirimize bağlayan bir çırpıda göremediğimiz ilişkilerdir . Dil bu ilişkileri öncelemez , bu ilişkilerin sonucu olarak vardır .Dil bizim birbirimize bağlılığımızı güçlendirir . İlişkilerimiz karmaşık olduğu için dilimiz de karmaşık olacaktır . Tuğlayla harcı bütünleştiren tasarımdır , yapı için öngörülmüş düzendir . İnsan ve dil toplumsal yaşamın gerekleri çerçevesinde bütünlüğe kavuşurlar . Dilinözelliklerini tümüyle yaşam biçimlerinde ve ona bağlı gelişen bilinçlerin koşullarında aramak gerekir . Mimar öyle öngörmeseydi , mühendis bu öngörünün gereklerini yerine getirmeseydi tuğlalar bu biçimde bir araya getirilmeyecekti . Evet , insanı dille bütünleştiren tek şey yaşam biçimleridir . Dillerin ruhsal - düşünsel özelliklerini kavrayabilmek için yaşam biçimlerini gözlemlemek gerekir .Öyleyse dil bir araçtan bir şey değildir . Aristoteles gibi tuğlanın yapı için , dilin toplumsal yaşam için madde olduğunu söyleyebiliriz . Biçim her zaman yaşamın kendisidir , dili biçimleyen odur . Aristoteles ci bir dille söyleyecek olursak , dil yaşamın maddesidir .
      Dilin önemini abartanlar onun bir araçtan başka bir şey olmadığını görmezden gelirler , onu kutsallaştırarak gerçek işlevinin dışına çıkarırlar . Gariptir , dili kutsallaştıranların , onu bir tapıncak durumana getirenlerin çoğu dili gerçekten kötü kullanan kimselerdir . Bir şeye saygınız varsa onu kutsallaştırmazsınız , yalnızca yaşamdaki yerini ve işlevini belirtirsiniz . Kutsallaştırdığınız şey sizin olmayan şeydir ayaklarını yerden kesip göklere uçurduğunuz şeydir . Gerçekçi olmak her şeye kendi yerini vermekle başlar . Dil araçtır , benim başkalarına bağlanmamı sağlayan bir araçtır . Dil olmasaydı bireyler birbirleriyle alışverişe giremeyeceklerdi . Bireylerin iletişim kuramadığı yerde bilinç etkinliği oluşamaz . Bu da bize dilin ne kadar önemli bir araç olduğunu gösteriyor . Dil öznelerarası ilişkinin tek koşuludur . Onun kullanımı doğrudan doğruya onu kullanan toplumun ve kişin bilinç koşullarına bağlıdır . Dil bilincin , bilinç dilin belirleyenidir . Buna göre bilinç dille gelişir , dil de bilinçle gelişir . Dilin üstünde bilinç bilincin üstünde yaşam vardır .
      Ben karşımdaki kişiyle konuşurken ortak bir bilinç alanı oluştururum . Bu alan benim değildir , onun da değildir , ikimizindir . Bu alanın oluşumunda yalnız benim bilinç koşullarım değil onun bilinç koşulları da belirleyicidir . Bu yüzden bilinç koşulları birbirine uymayan kişiler iletişemezler yani ortak bir bilinç alanı oluşturamazlar . Gerçekte bu iletişimde etkin olan dilin kendisi değil düşüncenin kendisidir . Dil düşüncenin yuvasıdır . Düşünce dilde somutlaşır , ete kemiğe bürünür , böylece somutlaşırken özgün yapısını yitirir , dışsallaşmak , herkes için olmak adına kalıplanır . Bu yüzden her dilsel anlatım zorunlu olarak bir yapaylığı kendinde barındırır . Düşünce özgün ve içten dil genel ve yapaydır . O zaten kendiliğinden gerçekleşmiş bir sözleşmenin ürünüdür . Düşünce derinleştikçe hele öznele yöneldikçe dile uyarlanmaktagüçlük çeker . Dil özelden çok geneli sever , bir yer gelir özeli anlatması için kendi dışına çıkması gerekir . Özel şeyler ancak özel bir dille anlatılırlar , anlatılabilirler . Örneğin " seni seviyorum " sözü bir durumu bildirir ama bir duygusallığı bütün boyutlarıyla ortaya koymaz . Bu koşullarda dilin düşünceyi acıklayamadığı yani düşünceden koptuğu olur . Düşünceden kopmuş söz boş bir kaptır , bir kabuktur , yanıltıcı bir birimdir , özü olmayan yani gerçekliği karşılamayan bir ses yığınıdır .
      Dilin ne olup ne olmadığını anlamak için onu yapısal açıdan değil de düşünceyle ilişkisi açısından ele almak gerekiyor . Elbette dilsel oluşumları yapıları içinde ele alıp bilinç koşullarının tümüyle dışında da inceleyebiliriz . Dilbilimcilerin yaptığı da zaten bu anlamda yapısal araştırmalardır . Ancak dili işleselliği içinde ele alıp değerlendirmek istiyorsak onu düşünceden koparmamamız gerekir . Bu açıdan ele aldığımızda dil bizi özünde hemen kavramlar dünyasına açarDilci değilde düşünür için dil arkasında canlı kavramların kıpırdaştığı bir anlatım dizgesidir , o durumda kavramlarım dünyasını gözlemek dili anlamak için bir zorunluluktur . Dural bir yapı gösteren dilin arkasında kaynaşan şey tüm öznelliğiyle ve tüm nesnelliğiyle düşüncedir . Düşünce açısından dil incelemesi önünde sonunda bizi kavramlar araştırmasına bağlayacaktır . Bu çercevede hemen şunu söyleyebiliriz : sözcük bağlı olduğu kavramı tam olarak karşılamayan bir işarettir . Çünküsözcük yalnızca işarettir , basit sözsel şemadır , doğrudan doğruya göstermez , yalnızca belirtir . Sözcüklerimiz ortaktır , geneldir böyle olmakla kişiliksizdir . Buna karşılık bu sözcüklerin karşılamaya çalıştığı kavramlar yoğun bilgi birimleridir , herbiri nesnel özellikleriyle olduğu kadar öznel özellikleriyle vardır .
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.

      SAYFANIZ HAYIRLI OLSUN ALİ , DEVAMINI BEKLİYORUZ ELLERİNİZE SAĞLI MÜKEMMEL AÇIKLAMA..




      FELSEFE

      Felsefe Yunanca kökenli ‘’Philosophia’’kelimesinden gelmektedir.’’Bilgelik ( hikmet ) sevgisi anlamına gelmektedir. Hikmet sevgisi deyimi de ‘’Olayların nedenlerini bilmek; gerçeği menfaat gözetmeksizin araştırmak’’anlamına gelir.
      Felsefe için şu tanımı yapabiliriz; ’’bütün var olanların temel ilkelerini ve ilk nedenlerini araştıran, düzenli, sistemli, birleştirici, eleştirici nitelikli bir bilgi ve düşünüş biçimidir.’’
      Filazof ( Philosophos ) ise; ‘’varlığı, bilgiyi, akli ilkeler çerçevesinde birleştirerek bir sistem meydana getiren kimse’’dir.

      ALINTI
      Zaman su gibi hayatımızdan parçalarıda önüne katıp..akıp gider.
      Zamanımızı biz..bizi,bizim sevdiklerimiz..bizi sevemeyenler harcar.
      NAZAN T:

      RİCA. BEN TEŞEKKÜR EDİYORUM BİZLERİ BİLGİLENDİRDİĞİNİZ İÇİN

      AYRICA BİLGİLERİMİZİ TAZELEMEMİZE YARDIMCI OLDUNUZ KONU ÇOK GÜZEL.AZ DA OLSA KATKIMIZ OLABİLİYORSA SEVİNDİM ALİ.

      Gündelik Bilgi :

      Bilgi çeşitlerinin en yaygın olanı gündelik bilgi, sağduyu bilgisi veya eski deyimle "amiyane" bilgidir. Gündelik bilgi, adından da anlaşılacağı gibi insanların gündelik hayatlarında ve en sıradan deneyleri sonucunda elde etmiş oldukları "sıradan bilgidir." Bu bilginin kaynağı, bütün insanların temelde aynı biyolojik yapıya ve benzer toplumsal koşullara sahip olmalarıdır.Çocuk ve yetişkin herkes duyu organları aracılığı ile dış alemi ( nesneleri,olayları ) kavrar algılar.yani onları tanır ve bilir. Örneğin ister dahi, ister en sıradan insan olsun herkes yağmurun ıslattığını, ateşin yaktığını bilir; siyahı siyah, sıcak şeyleri sıcak, soğuk şeyleri soğuk şeyler olarak adlandırır. Yine insan böyle bir bilgi sayesindedir ki yiyeceğin açlığı gidereceğini, ilkbaharın arkasından da yazın geleceğini bilir.bBu bilgileri yalın gözlemlerimiz sonucu duyu ve algı bağı ile elde edriz. Bu tür bir bilgi, bilinçli bir araştırma yöntemi sonucunda elde edilmiş olmayıp ister istemez, farkında olmaksızın kazanılır ve yapısı itibariyle de sistemsizdir. O yalnızca yaşama, duyularını kullanma, en ilkel türden deney sonucu ortaya çıkmıştır ve herhangi bilinçli bir yönteme dayanmaz.
      Günlük hayat deneyimleriyle elde edilen bu bilgiler her yaşta her düzeyde ( çocuk,cahil,okumuş ) insanların elde edbilcekleri bilgidir.bu bilgilerin geçerliliği vardır.fakat gündelik bilginin olaylar arasındaki nedensellik bağı ( sebep-sonuç ilişkisi ) genel geçerlilik göstermez.Akılla temellendirilen doğruluklar olmayıp,sezgi ile kavranan doğruluklardır.Örneğin;Arkadaşımızın yüzüne bakıp ‘’sen bu gün hüzünlüsün ‘’ dediğimizde biz onun yüzüne bakıp karar veriyoruz.Hüzün ile yüz ifadesi arasındaki ilişkiyi doğrudan doğruya sezgiyle kavrıyoruz.

      Bilinçli yöntemler kullanarak gündelik bilgiyi veya sağduyu bilgisini aşan iki bilgi örneği ise bilimsel bilgi ve felsefi bilgiden söz edilebilir.
      Zaman su gibi hayatımızdan parçalarıda önüne katıp..akıp gider.
      Zamanımızı biz..bizi,bizim sevdiklerimiz..bizi sevemeyenler harcar.
      NAZAN T:
      Sayfanız hayırlı olsun Ali hocam.Nazan ablanında belirttiği gibi ,dil ve felsefe hakkında mükemmel bir açıklama,mükemmel bir yazı yazmışsınız ,,emeğinize sağlık.ve Nazan abla sizinde paylaşımınıza teşekkürler felsefe ve bilgi üzerine yaptığınız güzel açıklamalar için...yazılarınızın devamını bekliyorum bnde..
      veşunu söyleyebilirmki, zaten insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli özellikte dil dir..felsefe üzerine okuduklarımdan hatrımda kalan şuki,,felsefenin oluşması içinde gereken en önemli şyler,,özgürlük ve gelişmiş bir dil ..
      ayrıca birdergide okumuştum<yazmadan geçemiycem> ,,"aynı dili konuşuyormuyuz" sanırım başlık buydu,,kadın ve erkeğin dil i kullanması ile alakalı bikonuydu..erkek egemen toplumlarda dili kullanırken bile erkeğin öncülüğü,kendinegüvenilirliği,daha çok konuşması,daha vurgulayıcı sözcükler seçiyor olması,kadınların ise tersi olduğundan bahsediliyordu ve bana çok ilginç gelmişti..ve tabi felsefe ve dil üzerine çokfaklı konular vardır muhakkak..

      şu şiiride eklemek istiyorum,,

      Kar altında buğdaya rengini
      sonbahar yaprağı verir
      ve her düşen yaprakta
      dağlara doludizgin bir tay dirilir.

      Karakışta her serçeye kanat ahengini
      avuçlarımızda buğdayın sıcak toprağı verir
      ve her savrulan avuçta
      şelalelere doludizgin bir dağ devrilir.

      Söz , avuçlarımızda buğday olursa kendisini aşabilir
      ve ancak o zaman kelimeler,
      yüreklerimizden yaşama ulaşabilir..
      -alıntı-
      " Bir Sevdadır Hemşin , Çamlıhemşin "
      Diğdem çok teşekkürler güzel dileklerin ve nefis katkıların için . Aynı dili konuşuyormuyuz konusuna gelince ; erkek egemen bir toplumda erkeklerin düşüncelerine göre şekillenmiş bir dil kullanıyoruz demek olanaklı ama gerçekte hiç bir insan aynı dili kullanmaz dil genel düşünce özneldir ben benim düşüncelerimi dile dökerken kullandığım kavrama bir anlam yüklerim ; beni işiten , okuyan bu kavramlara kendi düşüncelerine göre bir anlam kazandırır . Dil konusuna devam edeceğim bu hafta boyunca katkılarınızı beklerim teşekkürler .
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.
      ANALİTİK FELSEFE VEYA LISANLA DÜSÜNCE ARASINDAKI BAGLAR
      Analitik felsefe pozitivizmin 20. yüzyılda çağdaş bir görünüm almış şeklidir. Neo-pozitivizm ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu anlayışa göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir.

      Bu yaklaşıma göre felsefe; varlık, değer ve tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen öğretiler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Bu felsefe anlayışına göre bilime dayanan bilgi doğru bilgidir. Bir bilginin doğru olup olmadığını anlamak için de bilginin analizi gerekir. Bu amaçla bilimin kullandığı önermelerin kuruluşu ve yapısı incelenir. Bu da dil analizidir.

      Analitik felsefeye göre felsefede ortaya çıkan sorunlardan birisi bulanık mantıksal çıkarımlar; diğeri değişik anlamları olan sözcüklerin bir birine karıştırılmasıdır. Bu nedenlerden kaynaklanan sorunları çözmek için de bulanık mantıksal çıkarımlar yerine açık-seçik mantıksal çıkarımlar oluşturmak ve tek anlamlı sözcüklerden oluşan yapay bir dil sistemini kurmak gerekir.
      Bu akımın başlıca temsilcileri; Ludwig Witgenstein, Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Hans Reichenbach’tır.

      L. Witgenstein (1889-1951): Witgenstein, dili kullanmanın ve dili anlamanın, insanları sıradan şeylerden ayıran en önemli özellik olduğunu belirtir. Ona göre dil, dünyayı resmetmek suretiyle temsil eder. Bu yüzden önermeler, olguların tasvirleri ve olguların resimleridir. Öte yandan önermeler düşüncelerin dile gelmeleridir.

      Filozof daha sonra bu dil anlayışını değiştirerek başka bir dil görüşü geliştirmiştir. Bu yeni dil anlayışı ile dile doğal bir insan fenomeni, toplumsal bir fenomen (birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığı ile işleyebilen bir fenomen) olarak yaklaşmıştır. Ona göre felsefe, sayılıp dökülecek bir öğreti bütünü değil bir faaliyettir. Filozofa düşen felsefik kuramlar geliştirmek değil, dilin nasıl kullanıldığını göstermektir.

      Analitik felsefe dil analizi eleştirisi yoluyla felsefi problemleri doğrularken onları “anlamsız” ve “anlamlı” olarak bir ayırıma tutar.

      Metafiziğin konusuna giren problemler, anlamsız ve sözde problemlerdir. Tek tek bilimlerin çözebileceği problemler de ilgili bilim dallarını ilgilendirir. Bu durumda felsefeye sadece mantık ve bilgi kuramı kalır.Böylece felsefe araştırmaları sınırlandırılmış olur.

      Felsefede mantıksal dil çözümlemeleriyle doğrulanabilen önermeler anlamlı olarak kabul edilir. Böylece felsefenin konusu gerçek ya da düşünsel nesneler olmaktan çıkar, bilimsel önermelere ve kavramlara indirgenmiş olur.
      Frege,Aristo'dan sonraki zamanların en büyük mantıkçısı kabul edilir. 1879'da yayınladığı, devrim niteliğindeki Begriffsschrift veya Kavram Yazısı, Aristo'dan beri nüfuzunda bir değişiklik olmayan eski Terim Mantığı'nın yerini alarak mantığın tarihinde yeni bir dönemi haber veriyordu. Begriffsschrift bugün matematiğin her alanında kullanılan nicelikleme gibi, Orta Çağ'ın Çoklu Genelleme Problemi'ne çözüm getiren kavramlar ve fonksiyon ve değişkenlerin açık bir şekilde konumlandırılması gibi özellikleriyle temelleri sarstı.

      Frege, Önermeler Mantığı ve kendi icadı Yüklem Mantığı'nın aksiyomatikleştirilmesini oluşturan kişidir. Bertrand Russell'ın Tarifler Teorisi ve Russell ile Alfred North Whitehead'in Principia Mathematica 'sı için son derece temel bir kavram olan nicelikleme de yine Frege'ye aittir. Çalışmaları kendi döneminde geniş ölçüde tanınmamış ve fikirleri, özellikle Giuseppe Peano ve Russell gibi, etkilediği insanlar aracılığıyla yayılmıştır. Ludwig Wittgenstein ve Edmund Husserl da felsefî açıdan etkilediği kaydadeğer insanlardır.

      Frege, en temelinde önerme'nin fonksiyon-argüman analizi, özel isimlerin anlam ve gönderim tefriki, kavram ve nesne tefriki ve bağlam prensibinin geliştirilmesi bulunan, Lisan Felsefesi'ne yaptığı derin sistematik katkılarla Analitik Felsefe'nin kurucularından sayılır.
      Yazar: Gürman Tarih: 07.07.2008 Saat: 09:28
      Frege, en temelinde önerme'nin fonksiyon-argüman analizi, özel isimlerin anlam ve gönderim tefriki, kavram ve nesne tefriki ve bağlam prensibinin geliştirilmesi bulunan, Lisan Felsefesi'ne yaptığı derin sistematik katkılarla Analitik Felsefe'nin kurucularından sayılır.


      Felsefe herhalde böyle birşey diyeceğim ama bu kadar karmaşık olmadığını da biliyorum. Anlaşılan o ki bazı felsefeciler felsefelerinin ay da söylediklerinin anlaşılmaması için ya da zor anlaşılması için yukarıdaki gibi cümleler kuruyorlar.
      Yukarıdaki cümleyi defalarca okudum ama inanın ki anlamadım. Oysa felsefe sıradan insanlara bile çözümler sunan bir bilim değil mi? Sokaktaki insanın anlamadığı, yorumlayamadığı felsefenin kime ne faydası var?

      Bir zamanlar buraya bir cümle aktarmıştım. Sanırım rahmetli Necip Fazıl yada Peyami Safa bunu yazmış ve felsefecilerin mantığı ile de açıklamaya kalkmıştı. Hatta dil üzerien zorlamaları eleştirmek amacı ile de kullanılmıştı. Ben okuduğum ilk günden beri bu cümleyi çözemedim. Çözen varsa buyursun çözsün.

      NEDENİN NEDENİNDEKİ NEDENSELLİK NEDENDİR?

      Haydi kolay gelsin...
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
      In der Natur ist die Idee „außer sich gekommen“ und hat ihre absolute Einheit verloren - die Natur ist zersplittert in die Äußerlichkeit der Materie in Raum und Zeit (E II 24), dennoch wirkt die Idee in der Natur weiter und versucht, ihr eigenes Produkt „wieder in sich zurückzunehmen“ (E II 24) - die Naturkräfte, wie die Gravitation, versetzen die Materie in Bewegung, um ihre ideelle Einheit wiederherzustellen

      Bunun hepsi bir cümle,yarim sayfadan fazla süren cümleler Alman filosofisinde olagandir.
      Yukardaki örnek Hegel,den.
      Filosifi yapmak(imbikten gecmis bir lisanla) kelime ve kavramlari belirli bir konuda cok güzel bir sekilde biraraya getirerek ,yeni bir kavrama ulasmak veya eskisini aciklamaktir.Lisana,kelimelere (Hermenoitik) vakif olamayanlar kattiyen filozofi yapamazlar,sadece isteklerini kopuk bir sekilde aktarabilirler.
      Üniversitenin ilk yıllarında felsefeye takmış ve bir sürü felsefe kitabı almıştım. OAldığım kitaplar genelde o güne kadar adını duyduğum ama hiç okmadığım felsefecilerin kitaplarıydı.
      Daha ilk kitabı aldığımda ertesi gün gidip bir tane TDK sözlüğü bir de Arapça sözlük aldım. Çünkü o upuzun cümlelerde bir yandan Arapça kelimeler diğer yandan TDK'nın zoraki uydurduğu Türkçe kelimeler vardı.
      Arapça kelimelere biraz aşinalığım vardı ama uydurukça olarak niteşediğim kelimeler hiç bilmediğim kelimelerdi. Bu formatta ki kitapları okumak işkence halini alınca bu sefer sahaflara gittim. Gördüm ki o günkü tarihten 30 sene önce tercümesi yapılan kitaplar daha anlaşılır idi.
      Bizdeki felsefeciler halk tarafından anlaşılmamayı feslefe yapma zanan bir zavallılık sergiliyorlar galiba.
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...

      ricaederim alihocam ve sağolun açıklama için,,güzelyazılarınızı bekiyoruuuzzz

      NEDENİNİN NEDENİNDEKİ NEDENSELLİK NEDENDİR ?
      :] güldürdünüz Şakir amca,,,(ama aklıma 'olmaza olmaz deme, olmaz olmaz' ,sözü geldi..) ve çözmeye çalışınca,,nedendeki nedeni soruyo gibi geldi ,,yani pek anlatamadım ama <anladığım da şüpheli gibi görünsede :]> ,,, Ali hocam çözmeye gelicektir muhakkak..ve haddim olmadan sözlerinize açıklma getirmeye çalışıyorum özürdilerim ama,,seçtiğiniz cümleyi inceleyince,,tefrik;ayırt etmek,,ayrıştırmak ,,demekmiş..öyle okuyunca daha anlaşılır hale geliyor sanki..
      saygılar
      " Bir Sevdadır Hemşin , Çamlıhemşin "

      dil üzerine birşiir daha,,

      Bulup buluşturmuş kendinde yaşam seni
      dayayıp sırtını yüreğinin omzuna
      bakarsın uzaklara.
      ne andır o
      ne andır
      kendindeki ağıtları bırakırsında bir kenara
      dünyandır.
      akmasın tek damla yaş gözlerinden
      parmak uçlarının silmek istediği gözyaşı değildir
      söz dünyandaki özdür ,özünde..
      hangi derde deva olmuştur bir tutam söz
      ben içre mi yaşam tek damla
      ondan mı gözyaşı içre bir avuç tuz.
      gelmek istemezsin oyununa
      yangınların ortasında
      pervaneleri düşürmektir derdin
      okyanusun koynuna
      sana göre dağdır
      Ağrı ya göre dünkü çocuk
      yana yana.
      hep suskundur okyanus hep
      onun okyanusluğu burada
      dilinden konuşabilmek
      tuz olabilmek yaralara
      yaşam orada.
      ağaç yeşilleri bir başka yeşil
      yapraklarda bir başka damlaya gidersin
      hep sırtını döndüğün bulutların
      avuçlarında olduğunu görebilmek
      ne güzel dersin.
      pervanenin yolunu düşürmeyi gözlersin
      suların koynuna.
      yana yana , döne döne.
      evim
      yerim
      yurdum
      bir ağaçta milyon yaprak
      denizde kaç damla su
      yaprakta su yoksa
      sorumlusu benim.
      dalım
      kolum
      kanadım
      dağ dağ yeşil toprak
      çölde su sorgusu
      kum fırtınasında damla yoksa
      sorumlusu benim.
      gözüm
      kulağım
      dilim
      ova ova pamuk yüreğim
      atışlarında çağ sergisi
      damarlarında göz yoksa
      kan
      can
      insan yoksa
      sorumlusu benim.
      yana yana ,,, döne döne.
      Şelaleye kaç adım var,
      kaç bulutta döner dağlar deryaya,
      bir ben bilirim
      bu masal benim..
      Sizlerde yazın masallarınızı ey yosunlar ;
      istemezmisiniz bir kez olsun
      bir kez de bulutların tepesinde ırgalanmak..
      istersiniz,
      bilirim,
      bu masal benim..

      Dilin gücü,yani binlerce yıldan beri masallarımızın yangın yeri.En güçsüz hissetiğimiz anlarda kendimizi ,, dilimizdeki derman, doğrultan..

      -Alıntı-
      " Bir Sevdadır Hemşin , Çamlıhemşin "
      Başlık gerçekten güzel. Ancak ben konudan ayrılmamak kaydıyla işin başka bir yönüne gelmek istiyorum. Yüzyıllar boyunca tartışılan ve bir türlü anlaşılamayan konuyu belki bizler çözeriz.

      Dide Kardeşimin aktardığı şiirler gerçekten çok güzel. Tabiat olaylarından benzetmeler Ahmet Haşim'in dizelerinde sık sık kullanılır da burada tabiat olaylarından yola çıkarak insan duygularına atıflar var. Ancak çok karmaşık duyguların üst üste bindirilmesi ve kelime oyunları ile mantık oyunları yapılması gibi bir yöntem acaba işin felsefesi midir, yoksa şiiri herkesin anlayamayacağı bir felsefe ile bezemek midir karar vermek zor.
      Soru şu?
      Sanat kimin içindir? Ya da felsefe kimin içindir?
      Sanatsal bir eser ortaya koyarken yada felsefi bir görüş ortaya koyarken hedeflediğimiz kesim kimdir? Halk mı yoksa o konuda eğitim almış elitler mi? Ssanat ile yönlendirilmesi hedeflenen kitle hangisisidr? Başta da dediğim eğer anlatılmak istenen sadece elitler tarafından anlaşılabiliyorsa eser insanlık için ne anlam ifade eder?

      Memleketten bir olay anlatayım.
      Akrabadan 75 yaşında biri akciğer kanseri olmuş ve köyde evinde yatıyor. Mevsim kış ve hava da baya soğuk. Rahmetli son analrını yaşıyor. Başında sessizce kuran okuyorlar. Hasta yatakta kıpırdarken üzerindeki yorgan açılıyor ve kolu yorganın dışına çıkıyor. Bunu gören karısı oğluna seslenerek babasının kolunu kapatmasını istiyor. hasta bunu duyuyor ve söyleniyor.
      "Üşürüm de hasta mı olurum?"

      Burada herkesin anlayacağı bir felsefe ve hayata bakış yok mu? Üstelik anlatım yalın ve herkesin anlayabileceği kadar açık değil mi?
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
      Yazar: saksu Tarih: 08.07.2008 Saat: 04:07

      Başlık gerçekten güzel. Ancak ben konudan ayrılmamak kaydıyla işin başka bir yönüne gelmek istiyorum. Yüzyıllar boyunca tartışılan ve bir türlü anlaşılamayan konuyu belki bizler çözeriz.

      Dide Kardeşimin aktardığı şiirler gerçekten çok güzel. Tabiat olaylarından benzetmeler Ahmet Haşim'in dizelerinde sık sık kullanılır da burada tabiat olaylarından yola çıkarak insan duygularına atıflar var. Ancak çok karmaşık duyguların üst üste bindirilmesi ve kelime oyunları ile mantık oyunları yapılması gibi bir yöntem acaba işin felsefesi midir, yoksa şiiri herkesin anlayamayacağı bir felsefe ile bezemek midir karar vermek zor.
      Soru şu?
      Sanat kimin içindir? Ya da felsefe kimin içindir?
      Sanatsal bir eser ortaya koyarken yada felsefi bir görüş ortaya koyarken hedeflediğimiz kesim kimdir? Halk mı yoksa o konuda eğitim almış elitler mi? Ssanat ile yönlendirilmesi hedeflenen kitle hangisisidr? Başta da dediğim eğer anlatılmak istenen sadece elitler tarafından anlaşılabiliyorsa eser insanlık için ne anlam ifade eder?

      Memleketten bir olay anlatayım.
      Akrabadan 75 yaşında biri akciğer kanseri olmuş ve köyde evinde yatıyor. Mevsim kış ve hava da baya soğuk. Rahmetli son analrını yaşıyor. Başında sessizce kuran okuyorlar. Hasta yatakta kıpırdarken üzerindeki yorgan açılıyor ve kolu yorganın dışına çıkıyor. Bunu gören karısı oğluna seslenerek babasının kolunu kapatmasını istiyor. hasta bunu duyuyor ve söyleniyor.
      "Üşürüm de hasta mı olurum?"

      Burada herkesin anlayacağı bir felsefe ve hayata bakış yok mu? Üstelik anlatım yalın ve herkesin anlayabileceği kadar açık değil mi?
      babana rahmet şakir abii benda bu yazının altına imzamı atarım :D ali hocam kızıcak belki ama :D saygılarımla
      ÇİÇEKLERİN EN GÜZELİ GÜL
      GÜLLERİN EN GÜZELİ SEN
      Sevgil Diğdem ve Nazan hanımlar ile Şakir , Nureddin ve Emin beyler katkılarınızdan ve güzel düşüncelerinizi paylaşırken harcadığınız emekten dolayı teşekkürler . Yazıma kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Şakir bey yazının tamamını okuduktan sonra hala felsefenin dili hakkında sorunuz olursa birlikte cevap bulmaya çalışırız .
      Her kavram her kişinin bilincinde az çok değişik içeriklerle kurulmuştur. En genel, en somut, en belirgin kavramlar bile bilinçlerde tekbiçim yapılar ortaya koymazlar. Benim bilincimdeki “çiçek” kavramı, bir başka kişinin bilincindeki “çiçek” kavramıyla çakışmayacaktır, hele o kişi benim gibi sıradan bir kişi değil de, bir botanikçiyse. Dilin trajedisi işte burada başlar. Bu demektir ki düşünceyi iletmek ya da düşümce düzeyinde iletişim kurmak düşünmekten çok daha zor bir iştir. Ancak bu noktada hemen şunu söylememiz gerekir: Dil düşüncenin açılımı olmakla bize düşüncenin şematik bir örneğini sunar, buna göre kavramlar arası ilişki biçimsel olarak doğrudan doğruya dile yansır, ya da dilde belirir. Neyi düşünüyorsak onu konuşuruz. Demek ki düşünceyle dil arasında biçimsel bir koşutluk ya da bakışımlılık tam bir örtüşme biçiminde olmasa da vardır, uyarsızlığın bir nedeni de her bilinçte ayrı koşullarda oluşmuş olan kavramların bilinçlerarası bir tekbiçimliliğe ulaşmamış olmasıdır. Gerçekte hiçbir bilinç öbürüne denk düşmez, nesnel özellikleriyle denk düşse bile öznel özellikleriyle denk düşmez. Bu yüzden eksiksiz bir dilsel iletişim olanaksızdır. Düşünce, yaşamın bir yansısı olduğuna göre, ayrı dil ortamlarında iyi gelişmiş bilinçlerin alışverişi, dil engeli aşıldığında, aynı dili konuşan kötü gelişmiş bilinçlerin alışverişinden daha verimli, daha sağlıklı olacaktır.
      Şu ilkeyi hemen belirleyebiliriz: Kavramsız sözcük boştur, sözcüksüz kavram yani dilde karşılığı olmayan kavram henüz bir imgeden başka bir şey değildir. Yani bir kavram, kavramlar arasındaki yerini alırken dilde bir sözcüğe bağlanarak alır, bir başka deyişle dil dizgesinde kendine bir yer edinir. Sözcüksüz kavram olsa olsa henüz olgunlaşmamış bir kavramdır yani kavram değildir. Her kavram dilde anlatımını bularak yasallaşır. Sözcüğe bürünmemiş kavram henüz bir kavram adayıdır ya da taslağıdır. Onun kavram olabilmesi için iyiden iyiye dolgunlaşması, kendine uygun bir sözcükle adlandırılması gerekir. Dilde yalnız kavramların belli adları vardır, onların dışında ne anılar, ne ilkörnekler, ne izlenimler, ne imgeler tek bir adla anılabilirler ya da tek bir sözcüğe bağlanabilirler. Bir anıyı ancak birçok sözcükle anlatırız ya da anlattığımızı sanırız. Karşımızdaki kişi kendisine anlattığımız anıyı gözünde canlandıramaz bile. O yüzden belki de onu özel bir dille anlatmamız gerekecektir. Kavramlar zihnimizde bir sıradüzenine göre, bir içlem-kaplam ilişkisi içinde yer alırlar. Platon’un bize tanıtlatığı İdea’lar dünyasının görünümüne benzer bir görünümdür bu. En başta ya da en temelde, en altta ya da en üstte –uzayda olduğu gibi burada da altta olmakla üstte olmak arasında bir ayrım yoktur- temel kavramlar yer alırlar ki bunlar elbette felsefenin kavramlarıdırlar ya da daha doğrusu felsefenin konusu olan kavramlardırlar. Bu kavramların içerikleri soyut olmakla birlikte oldukça belirgindir. Hepimizin çok iyi bildiği gibi felsefe yaşamın temelini tartışır, en geneli ele alır, bir başka deyişle yaşamın gerçeklerini evrensel uzanımlarıyla konu edinir. En evrensel kavramlar en azından üzerinde rahatça konuşup tartışabildiğimiz kavramlardır. Bu çerçevede felsefe dili en genel düşüncenin dili olmakla en soyut dildir. Yaşamı doğru olarak kavrayabilmek için temeldeki bilgiyi doğru almış olmak gerekir, bunun için de uyarlı bir dil oluşturmak gerekir. Felsefe dili öyle bir dildir ki en soyut konuları tartışırken en somut gerçekliğe kadar tüm yaşama açıklıklar getirir. Felsefenin soyut olması onun ayağının yerden kesik olması anlamına gelmez, tersine tüm yaşam gerçeğini en temelde tartışabilme gerekliliğinden gelir.
      Yaşam en karmaşık göründüğü yerde bile her türlü kavrayışa açık, yalın bir görünüm ortaya koyar. Bir karışıklık varsa, bu her şeyden önce bilincin kargaşıklığıyla ilgilidir. Bilinç karmaşıktır ama kargaşık değildir, daha doğrusu olmamalıdır; buna göre dilin de karmaşık olması ama kargaşık olmaması gerekir. Bir çetrefillik söz konusuysa, bir kavranılamazlık varsa, bunu ne yaşamın özünde ne de doğrudan doğruya yaşamın bir yansısı olan bilincin kendisinde aramak gerekir. Yaşamın yalınlığına karşın bilinç kargaşıksa, böyle bir bilincin felsefe yapması olası değildir, felsefe yapması olası olmadığı için de yaşamla ilgili yetkin bir açıklama, gelişmiş bir yorum ortaya koyması olası değildir. Hiçbir düşünce yaşamdan daha karışık olmamalıdır. Dillerin henüz iyi gelişmediği koşullarda yani daha açık söylersek ulusal dillerin kuruluş aşamasında yalın düşünceyi apaçık bir biçimde anlatma olasılıkları henüz oluşmamıştı. Bu yüzden örneğin Descartes’ın düşüncesi çok kolay kavranılabilir bir düşünce olmakla birlikte XVII. Yüzyıl Fransızcası’nın özellikleriyle sunulduğundan bazı zorluklar çıkarır. Ancak yaşamı yalın bir biçimde kavrayan bilinç zaman içinde kendine en uygun dili oluşturmuştur. Bugün bizim dilimiz de içinde dünyanın bütün büyük dilleri bir felsefi düşünceyi bir başkasına aktarmakta büyük güçlüklere uğramayacaktır. Buna karşılık kargaşık bilinçlerin dil de kargaşık olcaktır. Bu durumdan ne yaşamı ne felsefeyi sorumlu tutabiliriz. Yaşama iyi uyarlanmamış bilinçlerin sağlıklı biçimde felsefe yapma şansı yoktur. Felsefe zihin sağlığının baş koşuludur, nacak onun kötü oluşturulmuş bilinçler için şifa olabileceğini düşünmek yanlıştır. Evet, felsefenin dili yaşamın dilidir. Ayakları yerden yani yaşamdan kesik bir bilincin yapacağı felsefe elbette insanüstü bir felsefe olacaktır.
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.

      Düşünce adamları,filozoflar felsefe hakkında neler söylemekte,felsefeyi nasıl tanımlamaktadırlar?

      Karl Jaspers: "Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir."

      Sokrates: "Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir."

      Platon: "Doğruyu bulma yolunda, düşünsel (idealist) bir çalışmadır."

      Aristotales: "İlkeler ya da ilk nedenler bilimidir felsefe."

      Epikuros: "Mutlu bir yaşam sağlamak için, tutarlı eylemsel bir sistemdir."

      Augustinus: "Felsefe tanrıyı bilmektir ve gerçek felsefeyle, gerçek din özdeştir."

      Anselmus: "İnanılanı anlamaya çalışmaktır."

      Abaelardus: "İnanılanın inanılmaya değer olup olmadığını araştırmaktır."

      A. Thomas: "Tanrıdır konusu, tanrının tanıtlanmasıdır."

      Campanella: "Eleştiridir."

      F. Bacon: "Deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerinde düşünmektir."

      T. Hobbes: "Felsefe yapmak doğru düşünmektir."

      Descartes: "Felsefe bir bilimdir ve geometrik yöntemi metafiziğe uygulamak gerekir, felsefeyi kesin bir bilim yapmak için."

      Spinoza: "Felsefe, genelleştirilmiş bir matematiktir."

      Leibniz: "Gerçekte doğru olanı algılamaktır. Felsefe göklerden yere inerek, beş duyuyla kavranan konularla ilgilenmelidir."

      Locke: "Bütün düşüncelerimizin duyumlarımız ile gerçek alemden geldiğini kanıtlamaktır."

      Condillac: "Felsefe duyumların bilgisidir."

      Hume: "İnsan zihninin mahiyetini incelemektir."

      ... ve sonuç olarak; felsefe, yaşamın her köşesinde varlığını sürdürmektedir.

      Hatta felsefe, yaşamın kendisidir.

      ALINTI
      Zaman su gibi hayatımızdan parçalarıda önüne katıp..akıp gider.
      Zamanımızı biz..bizi,bizim sevdiklerimiz..bizi sevemeyenler harcar.
      NAZAN T:
      Anlaşmanın Apriorileri
      Viranşehir-Pompeiopolis yolunda bir akşam gezintisi sırasında Romalılardan kalan sütunlara yaklaşırken yolun öbür ucunda, yüz metre kadar uzaklıkta iki taşın üzerine karşılıklı oturmuş iki adam görüyorum. Bir duyumuma , görmeme verilen bu. Diğer dört duyuma verilen bir şey henüz yok; dolayısıyla duyumlar arası bir bağlantı da yok. Ama benim ilgime ve yönelmeme göre öbür duyumlar da olaya katılabilir. Gene de büyük olasılıkla üç duyum katılmayacaktır; çünkü o adamları koklama, onların tadına bakma ya da onlara dokunma eğiliminde değilim. Ama yaklaştıkça, işitme görmeye katılacak ve bu iki yönelim bazı çıkarımlar yapmama yetecektir. Eğer adamlarla hiç ilgim olmazsa, görme,yönelme niteliğini de almayacak onlara baktığım sürece bir işlev olarak, kendiliğinden , iradem dışında devam edecek ve yanlarından geçip gittiğimde işlevde de bitecektir.
      Her gün sokaklarda gördüğüm ama belleğimde tutmadığım, tutmak için ilgi kurmadığım yüzlerce başkaları gibi o iki adam da duyulmama anından kısa süre sonra belleğimden silinecektir. Onları salt görmeme bir diyemem, çünkü deneyimin olması için, Kant’ın belirttiği gibi, ‘algıların sürekli sentezi’ gerekir. Bu da ancak yönelmekle olanaklı. Ama neden duyum terimini bıraktık, algı terimine geçtik? Duyumlamaların da sentezi olmaz mı? Algı bilindiği gibi, bir duyumlamadan (örn. Soğuk,yani obje soğuk) ya da birkaç duyumlamanın bir aradanlığından (örn. Soğuk-sert-ekşi;soğuk,sert,ekşi limon)ibaret değil. Bu ayrıma eskiler işaret etti. Farabi’nin Aristoteles dayanağında verdiği klasik örnekle, bir odaya girdiğimde,önce odadaki eşyalar değil de, bir koku beni etkiliyor. Koklayıp dışarı çıkabilirim; ama bu tek olayda dahi kendi başına koku olamayacağının bilincindeyim. Şimdiye kadarki dünya deneyimim bunu bilincime yerleştirdi. Bir şeyin kokusudur, kaynağı var. Ontolojik bağıntı önceden kurulmuş. Bu bağın zorunlu kurulmuşluğu bir ontolojik apriori. Bu olmazsa, sonrakiler de olmaz ve ben bunu farkındayım, şimdi uyguluyorum. Koku tiksinti uyandırıyorsa yahut soluğumu daraltıyorsa, odadan çıkmak yararıma olur. Duyumlayışım, onun nesnesini, kaynağını henüz bilmesem de sakınılacak olanla yaklaşılacak olanı, ilk davranış apriorileri olarak ayırırlar. Buna biyolojik apriori diyebiliriz. Her canlının organizasyonunda iç-dış bağıntısını kuran, birincil pragmatik aşamada bu davranış temeli var. Duyumum üzerindeki etkinin şimdi-buradalığı (zamanı ve mekanı), bunun farkında oluşum ve yönelişim (yaklaşma uzaklaşma gibi) algının bütünlüğünü oluşturuyorlar (algılama bir bütün) ve, eğer konuşmayı biliyorsam, organ olmayan dilimde (lisanımda) anlatıma dönüşüyorlar.
      Farabi örneğine dönelim. Koku hoştur, çünkü gül kokusudur. Gül odadaki bir vazoda olabilir, ama olması şu an için zorunlu değil. Gül vazodan alınmış kokusu kalmış olabilir. Gülden (yahut keskin gülsuyundan) başka bir şey o kokuyu veremeyeceğinden,çok uzun olmayan bir süre önce ‘burada’ olmuş olması zorunlu. Bu bağlantı algı yönelimi için yeterli. Sorunu biraz daha kurcalayalım. Boğucu dumandan her insanın (her soluyanın) kaçacağını apriori söyleyebilirim,ama gül kokusundan hoşnut olacağını söyleyemem. Hoşlanmayan, gül kokusunu gene hoşlanmadığı başka bir kokuyla karşılaştırmak isteyecektir. Eğer ilk defa gülkokusu alıyorsa, benzetme yoluyla bir ad koyacaktır. Bu durumda duyum-algı-dil gene birliktedir. Kokuyu gülden, gülü adından ayırmak olanaksızdır. Aynı bireşimiyapmış insanların, dilleri farklı olsa da, yönelimleri aynı olacaktır. Aynı algı bireşiminde anlaşmamaları olanaksızdır. Buna ‘anlaşmanın birincil apriorisi’ denebilir. Nasıl olabiliyor da, kendisi hiç kokmayan, şekli de (yazı yahut sadece ses olarak) güle hiç benzemeyen bir kelime bunu sağlıyor? Üstelik gül kelimesi/kavramı, gülün bilinip sayılan özellikleriyle, araştırmalarla daha da bilinip sayılabilecek, henüz gerçekliği bilinmeyen özelliklerini de barındırıyor. Demek ki kavramın, karşıladığı nesneye artısı var. Kavram nesnenin bilinen özelliklerini temsil etmekten daha fazla. ‘Dil mucizesi’ni bu olguda aramak gerek.
      Adamlara yaklaştım, seslerini duyuyorum. Karşılıklı şarkı söylüyor olsalar, hatta başka dillerde şarkı söylüyor olsalar, birbirlerine kelime ilettiklerini apriori söyleyebilirim. Şarkı söylüyorlarsa, onda anlaşmışlardır. Ama böyleyse, onlar ezberledikleri ses ve sözlerle sadece ‘şarkılaşıyorlar’, birbirlerine kavram iletmiyorlar, konuşmuyorlar. Konuşmadıklarına göre anlaşıp anlaşmadıkları sözkonusu olamaz. İyice yaklaştım, benim dilimde konuştuklarını işitiyorum. Anlaşmalarının bu ön koşulu yalnızca bir olanak. Bir konuyu dilsel paylaştıklarını apriori söyleyebilirim; ama birbirlerine doğruyu söylediklerini yahut yalan söylediklerini önceden söyleyemem. İlettiklerini benim de içeriklendirmem gerekir, çünkü içeriklerin kısmen de olsa örtüşmesi, anlamı ortaya çıkarır. Örtüşme karşılıklı yalanda da olur. Birisi diğerine “üç metre boyunda bir adam gördüm” diyorsa ve diğeri “ ben de gördüm” diyorsa üç metre boyundaki adamın sanal gerçekliğinde anlaşıyorlardır. İnancın genelleşmesi sanal kavramların paylaşılmasına bağlı. Buna da inanmanın apriorisi denebilir. Demek ki anlaşma yalnızca doğru olduğu bilinen, yani bilgi üzerinde olmuyor, yanlış üzerinde de olabiliyor. O halde bu olguda da bir fazlalık var.
      Şimdi adamların yanlarından geçiyorum. Biraz sonra onları ne göreceğim ne de işiteceğim. Ama bir soru cümlesi işitiyorum. Bu, daha önce hiçbir konuşmada işitmediğim ve herhalde bu andan sonra da işitmeyeceğim bir soru. Biri diğerine soruyor: “sen de ölümsüz müsün?” Soranın deli, sorulanın uzaylı olduğunu varsaymıyorum. Sorunun mecazi ya da alaylı olduğunu da varsaymıyorum. Ölümsüz bir ruhu değil, bedeni kastettiğini varsayıyorum.Bu soruyu nasıl anlayacağım, mantığıma nasıl sığdıracağım? Ölümsüz olan, ölümü nasıl bilebilir de böyle bir soru sorabilir? O ölümsüzse, ölümlü başka türler arasında mı varoluyor? Ölmeyecekse, doğmamış olmalı. Doğmamışsa, hayat tarzı nedir? Hayat tarzı bizimki gibi değilse, nasıl olduğu nasıl dile getirilebilir? Onun ölümsüzlüğü ömrünün bir döneminde kazanılan bir özellik midir? Dahil olduğu türün bütün bireyleri bu özelliği kazanabiliyor mu? Bir kısmı kazanıyor, bir kısmı kazanamıyorsa aynı türden nasıl oluyorlar? Ayrıca, böyle birisinin ömründen söz edilebilir mi? Adamın sorusu beni bir dil tuzağına mı çekiyor? Hayır, çünkü bir tuzak bile anlaşılabilirliklerle kurulur. Tuzağa düşen, dilinin anlam güdümüyle, tutarlıca düşmüştür. Soruda bu yok. Soru her canlı türün apriori bir özelliğini, ölümlüğü aposteriori bir karşı örnekle, türe dahil olmasına rağmen türün bireyinde, sorguluyor. Cevap verilemez. Cevabı verecek olan ne evet ne de hayır diyebilir; çünkü onaylamak ya da onaylamamak, anlam dışına çıkmaktır, saçmaya katılmaktır. Diyalog olanıksızlaştı; konuşma, mantıksal evrenin dışına dışına çıktı. Buna negatif apriori, anlaşmanın olanaksızlığının apriori koşulu denebilir.
      Anlaşılabilir dilimiz ve anlaşılabilir dünyamız apriorilerle donanmıştır. Yalnız bu dünyada dil için değil, yani yalnız şimdi-buradaki dil dünyasında değil,olabilecek bütün dil dünyalarında anlama ve anlaşma, kavramın genelliğinin nesnenin tekliğine girmesiyle olanaklı. Nesnenin ilkesiz hareket edemezliği ve ilkenin nesnesiz varolamazlığı, tüm bağıntıların, evrenin gramerinin alfa’sı. Böyle olmasaydı başka bir evren olurdu ve biz anlayamadığımız o evrende olurduk.
      Ama biz şimdi felsefenin başlangıçlarına döndük, Platon-Aristoteles karşıtlığına. Dönmek zorundayız, çünkü diyaloğu ancak anlam zeminindeki karşıtlıklarla sürdürebiliriz.
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.

      emeklerinize sağlıık..bilgilendirici ve hoş yazılarınız..

      Dil,insanın anlatma yetisi çevresinde oluşan anlaşma araçlarının en kullanışlı ve gelişmiş olanıdır.Herşeyden önce dil,iletişim,anlatma ve anlama aracıdır.İletişim birlikte yaşamanın temelidir.İletişim olmazsa ,insanlar biraraya gelerek bir toplum oluşturamazlar.Anlaşma,anlatma,iletme bir bütündür.
      Doğadaki canlılar kendilerini korumak,varlıklarını sürdürmek için bazı yetenek ve güçlerle donatılmıştır.Bazılarının " beden gücü,bazılarının görme duyusu,bazılarının kokualma duygusu gelişmiştir.Baıları çok ürer,bazıları daha hızlı koşar.İnsan da anlaşma yetisiyle donatılmış bir varlıktır.
      Dilden öncebazı işaret ve seslerle insanların kendi aralarında iletişimi sağlayarak anlaşma sağladıkları bilinmektedir.Günümüzde de dil dışında başka araç ve durumlarla anlaşma sağlandığı bilinmektedir.Ancak, hiç şüphesiz en gelişmişi ve kullanışlı olanı dille gerçekleştirilen iletişimdir..
      İnsan,iç dünyasınıda ana dilinin imkanlarıyla şekillendirir.Çünkü insan;severken,nefret ederken,düşünürken kelimeleri kullanır.Onların sağladığı imkanlarla hisseder ve düşünür.İnsan dış dünyayı da dilin imkanlarıyla algılar ve sezer.Dil ; insanın kimliğidir...

      alıntı.
      " Bir Sevdadır Hemşin , Çamlıhemşin "
      NİÇİN

      Niçin sorusu pek değişik şekillerde sorulabilir. Her cevaba yeni bir niçin sorusu yüklenebilir. Bazı sorular konuyu açar, bazıları da tıkar. Ne ile niçin, konuşmayı öğrenmeye başlayan çocukların belki de en çok kullandıkları kelimelerdir. Çocuğun aldığı cevaplarla bilgisi arttıkça soruları daha ilginç olur. Dünyanın kendi etrafında hızla döndüğünü öğrendiğinde, “ama niçin düşmüyoruz?” diye sorar. Sorusu doğaldır, çünkü hızla dönen nesnelerin, örneğin oyuncağı topacın, üstünde hiçbir şeyin durmayacağını doğallıkla bilir. Onun bilimsel bilgiye yönelik niçin sorusu açıklama bekler; ama açıklama da çeşitli şekillerde olabilir. Eğer açıklama nasıllığı açıklama ise, bazı yanlışlar içerse bile, doğru yoldadır ve araştırma ilerledikçe, bilgi düzeyi yükseldikçe yanlışlar fark edilir, ayıklanır, düzeltilir.

      Galilei gezegenlerin yörüngelerinin dairesel olduğunu düşünmüştü. Copernicus’tan gelen güneş merkezli gezegenler tablosu doğruydu ama gezegenlerin hareket şekli doğru saptanamamıştı. Kepler yanlışı düzeltti. Çocuk, dünyanın üstünden neden düşmediğimizi merkezkaç ve çekim kuvvetlerinin doğru açıklanışını öğrendikten sonra anlayacaktır. Nesnelerle, onları hareket ettiren kuvvetlerle ilk temas eden doğal-doğrudan bilin., bükülümlü, yani ilk soruya ve sonraki her soruya tekrar ve tekrar bükülen bilimsel bilinç tarafından yönlendirilecektir. Ama baştaki niçin sorusuna farklı bir cevap da var: dünya, üzerindeki nesneler boşluğa saçılmasın diye dönüyor. Bu, amaç gözeten cevaptır; tamamıyla bilim dışıdır ama tamamıyla anlamsız değildir. Bu, bilgisizlik denilse bile, çoğu kimsenin kendi amaçlılığına kattığı, evreni anlamlandırmaya giriştiği bir durumda verdiği bir cevaptır. Hem amaç görme hem de amacı anlamlandırma eğilimleri iş başındadır. İnsan-merkezci bir cevaptır da, çünkü insanın bir nesneyi ya da olayı “öyle olduğu gibi” bilme çabasına, bu bilginin kendisi için ne sağladığını bilme çabası eşlik eder. Nesneye ya da olaya yönelik niçin sorusuna “öyle olduğu için” cevabı, nasıl öyle olduğunu açıklayacaktır ve bilimsel bilgi yönündedir. “Benim için öyle” cevabı ise insanî amaçlılık yönündedir. İnsan hayatı amaçlarla örülüdür, ama bunu doğaya yaymak, nedensel bağların üzerinden atlamaktır. Bu atlayış, adım adım yürümeyi gerektiren bilimsel çabanın doğru-yanlış ayırımını gözetmez. İnsan kendisini doğanın amacı saymakla hep yanlış düşünmüştür. Oysa doğanın, bizim ona ne anlam vermemize ne de amaç atfetmemize ihtiyacı vardır.

      Bilme ile inanma arasındaki temelli fark burada ortaya çıkıyor. Buna dünya görüşleri bakımından laik ve teolojik görüşler arasındaki fark da denebilir. Bu ayrım doğru ve bilimin doğruyu arayışının lehine olmakla birlikte, sorun burada bitmiyor, çünkü anlam sorusu neden-etki zincirinin halkaları arasındaki bağlarla ilgili değil, zincirin bütününü bilmekle ilgilidir. Aklımız bizi bilimsel olmayan bir bilgi çeşidiyle kuşatmak istiyor. Doğruyu arayan da aklımız, doğruyla ilgisiz anlamlara taşan da aklımız.

      Bilime tuhaf görünecek bir soru soralım: Horozun ötüşünün anlamı nedir yahut horoz niçin öter? Cevap olarak horozun ötüşünün kendisi için anlamı vardır dersek, nedensel açıklama yapmış olmayız; horoz için biz anlam aramış oluruz. Oysa horoz öterken anlam arayışı içinde değildir; o, kendi iletişim ağında yapısına uygun olarak davranmaktadır, o kadar. Bu içgüdü sistemini “mekanik doğa” olarak yorumlamak da yanlıştır. Taşın düşmesinin ne anlamı ne de amacı vardır. Horozun ötüşünün anlamı yoktur ama tür içi amacı vardır. İnsandan başka hiçbir canlıda amaca uygunluk anlam vermeye dönüşmüyor. Bu söylediklerimde “niçin felsefe?” sorusuna da bir cevap var: kavramlarımızı yerli yerinde kullanmamız için felsefe. Bu zor bir iştir. Sokrates’ten beri başarmaya çalışıyoruz. Kavram içeriklerinin değişmesini hep izlemek zorundayız, çünkü değişen gerçekliği başka türlü anlayamayız. Gerçekliğin bilgisini edinmede “bizim için birincil” olan (bilgimiz) ile o şeyin “kendisi için birincil” olan (varlığı) ayrımını Aristoteles yapmıştı.

      Şöyle sürdürebiliriz: bizim için olanda hem “niçin?”’e hem de “nasıl?”’a cevap vardır. Ağaç bizim içindir çünkü kullanırız, kesip odun yapar ısınırız yahut barınak yaparız. Bunları nasıl yapacağımızı bilmek amaca yöneliktir; niçin yapacağımızı bilmek de amacı koymuş olmaktır. Amaç ağacın gölgesinde serinlemekse, gölgenin güneşe göre düştüğü yerin geniş alanını seçmek, bilincin en doğal nasıllık seçeneğidir; ilk farkındalıklarımızdan birisidir,-suyun bayırdan aşağıya (yukarıya değil) akışının, ateşin yakıcılığının farkındalığı gibi. Hayvan da gölgede sıcaklığın daha az olduğunun farkındadır; ama bunu güneşin ısıtmasıyla ilişkilendiremez. Akarsuyun niçin bayırın yukarısına doğru akmayacağını, bilincimize dünya deneyimimizle yerleşmiş genelgeçer bir doğa yasallığı uyarınca cevaplandırabiliriz: dünyada hiçbir sıvı (veya katı) nesne aşağıdan yukarıya kendiliğinden (yasasını kendisi koyarak) hareket etmez. Bilime geçildiğinde, bu kavrayış temelinde olayın fizikle açıklanması, matematikle kesinleştirilmesi gelir. Bu örnekte niçin sorusuyla nasıl sorusu örtüşür, çünkü niçin’in sınırı anlam arayışına taşmamıştır. Ama niçin sorusu genişletildikçe, açıklayıcı cevabın alanı daralır. Cisimler arasındaki itme ve çekme kuvvetleri niçin vardır? Buna bilimsel bir cevap bulunamaz, çünkü nasıllığın sınırları aşılmıştır. İlk Grek filozoflarından Empedokles bu fiziksel güçlere sevgi ve nefret demişti. Bugünkü bilim bu terimleri kullanamaz.

      Bilimin nasıl’ı, felsefenin niçin’i cevaplandırdığı ayırımı, bazı felsefe kitaplarının ilk konusu oluyor: felsefeyi bilimden koparan bir tutum. Ayrıca ikisiyle de iç içe geçmiş “nede?” sorusu var. Bu nedir sorusu, “bu neden yapılmıştır, malzemesi nedir?” anlamına gelir. Nasıl sorusu işleyişe, sürece yöneliktir. Bu ince fark bakımından, nedensellik ilkesine nasıllık ilkesi demek daha yerindedir; çünkü bir şeyin nasıl öyle olduğunu bilmek, yalnız malzemesini değil, sürecini bilmektir de. Neden sorusu niçin yerine de kullanılır: varlığının anlamı sorusu kıpırdamış olur. Anlam temeline basmak isteyen bu tür sorulara eskiden “metafizik” denirdi. Ve elbette bilgi ortaya koyamazlardı.
      ‘Niçin var’ sorusu, ‘nasıl varoluyor’ sorusundan kopunca, her türlü anlamla yüklenmeye açık duruma gelir. ‘Dünya niçin var?’,bilincin dışına fırlatılmış bir sorudur ve bir dil tuzağı olarak da incelenebilir. Ama bu sorunun ardında, soranın kendi varoluşu saklıdır. Öyleyse Pascal’ ın, bilinci kendine döndüren soruları hiç de dil tuzakları değil, halis anlam soruları: Ben niçin buradayım? Niçin önce ya da sonra değil, niçin başka mekanda değil, tam da şimdi buradayım? Bu sorular bir defalık varoluşumuzu gelip geçiciliğimizi anlamlandırır; sonraki yaşayışımız için seçme özgürlüğünü sunar. Ama aynı zamanda bize ‘bu fani dünya’ dedirtebilir de. ‘Fani dünya’ insanı boşluğada yuvarlayabilir, büyük bir sorumluluk duygusunun kaynağı da olabilir. Seçimimiz ne yönde olursa olsun, anlam verme özgürlüğümüze dayanır.
      Pascal’ın sorularına cevap olarak aile seceremizi, genetik nedensellikleri, tarihsel gelişimleri öne sürmek, anlamı doldurmaz. Bilinç, biyolojik geçmişiyle değil, varoluşsal şimdisiyle hesaplaşmaktadır.
      İnsanların neden sadece bilimin soru ve cevaplarıyla yetinmediklerinin; gerçekliği olduğu gibi bilseler bile nedenolduğu gibi kabul etmediklerinin; gerçekliği neden süslediklerinin felsefece aydınlatılması gerek. Bu yapılabilirse, bilgili-cahil gibi önyargılı ayrımların ötesine geçip anlam öbekleri bulunabilir. Bu, felsefenin son değil ilk işidir. Bilincimiz bir saat zembereği değildir. Tersine, geçmişe doğru işleyip yeni anlam öbekleri bulur, şimdiye getirir, yoğurur, geleceğe sunar. Bilinç kendi yolunu döşer ve o yolda yürür; yürüdükçe daha ilerisini döşer.
      Bellum omnium contra omnes
      Yapılacak bir tek şey kalmışsa hiç bir şey yapılmamış demektir.