Ömer Lütfü METE

      Ömer Lütfü METE

      1950-Rize
      Rize’de doğan Ömer Lütfi Mete, ilk ve orta öğrenimden sonra bir dönem Kur’an Kursları’nda okudu. Aynı kurumlarda okutucu olarak görev yaparken Rize Lisesi’ni bitirdi ve 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. 1971 yılında önce matbaa çıraklığıyla başlayarak gazeteciliğe geçti. 1972’de İktisat Fakültesi’nden ayrılıp Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Kısa bir süre mezun olduğu lisede ve Rize Meslek Yüksek Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği dışında gazeteci ve senaryo yazarı olarak çalıştı.

      Babıali’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Orta Doğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar olarak çalıştı. Türk Edebiyatı, Boğaziçi ve Çağrışım dergilerinde makale, mizahi öykü ve şiirleri yayınlandı.

      ESERLERİ
      Gülce (şiir), Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah)

      Sinema filmi senaryoları:
      Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM…

      Tv Filmi senaryoları:
      Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karani, Ahmet Bedevi

      TV Dizi senaryoları:
      Bizimev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Deliyürek, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama)
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Ergenekon

      Darbecilerin Son Çırpınışları...
      Ömer Lütfi Mete, Mahir Kaynak

      Profil Yayıncılık / Strateji-Analiz Dizisi Etiket:

      Ergenekon 2007 yılında Ümraniye'de bulunan bombalar ve Savcı Zekeriya Öz'ün olayı derinleştirmesiyle bir anda cumhuriyet tarihinin en önemli davası haline geldi.

      Kimilerine göre sadece basit bir dava, kimilerine göre cumhuriyet tarihimizin kırılma noktası. Terör örgütü kurduğu iddiasıyla gözaltına alınanlar ayrıca bir tartışma konusu. Farklı görüşlerdeki insanların bir araya gelmesi ülkemiz için çok önemli bir mihenk taşı.

      Bir başka tartışma konusu bu olayın arkasında Amerika ve dış güçlerin olduğu ve Türkiye'deki hiçbir hadisenin dışarıdan birilerinin itici gücü olmadan vuku bulmadığı. Peki bu ne kadar gerçekçi olur?

      Mahir Kaynak ve Ömer Lütfi Mete Ergenekon olayının perde arkasını ve nasıl gerçekleştiğini gözler önüne seriyorlar. Davanın görünen ve görünmeyen bütün aktörlerini, figüranlarını ve senaryonun nasıl yazıldığını gösteriyorlar.

      Ergenekon Davası'nı öğrenmek ve ne anlamak geldiğini bilmek istiyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun.

      208 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9789759961695; Boyut: 14 x 20 cm; Baskı Tarihi: Ağustos 2008
      Özgün Dili: Türkçe




      Erdoğan Operasyonu

      Küresel Sermayenin İktidar Savaşı
      Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete

      Timaş Yayınevi / Politika Dizisi Etiket:

      "Bugün iki düşman gibi görünen ABD ve Rusya perde arkasında yeni bir denge politikası kurmak için anlaştılar. Türkiye'nin bu yeni düzende hangi safta yer alacağını konuşmamız lazım. Çünkü bu yeni süreç, Türkiye'de büyük dönüşümlere sebep olacak."

      "Yeni süreçte Erdoğan ve ekibi tasfiye edilecek fakat yine bu partideki bir grup isim iktidara gelecektir. Yeni lider orduyla kavga etmeyen, eşinin başı açık ama başörtüsünü serbest bırakacak, Kürt değil ama Kürtlerle çatışmayan biri olacak..."

      "Gül ve Erdoğan arasındaki ayrılık, Türkiye'nin stratejik müttefikinin hangi güç olacağı konusundaki görüş farklılığından kaynaklanıyor. Meselâ Gül, İngiltere ile ittifak kurmak isterken, Erdoğan ABD'yi tercih ediyor olabilir. İngiltere Kraliçesi'nin ziyaretini böyle değerlendirmek gerekir."

      "Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle, aslında başbakan olmasının önüne geçmek istediler. Şimdi süreç tersinden işliyor. Bu kez iktidara, Gül'ün uyguladığı politikaları takip edecek bir isim geçebilir..."

      224 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9789752637610; Boyut: 14 x 20 cm; Baskı Tarihi: Temmuz 2008




      İtfaiye Yakıyor

      Bir "Derin Devlet Geyiği"
      Ömer Lütfi Mete




      Okuduklarınıza Siz De İnanamayacaksınız..

      ".... Gizli devlet ve görünür devlet ikilemi, hayatın gerçeğidir. Gece ve gündüz gibi... Birinde çalışma vardır, öbüründe uyumak... Yani dinlenmek... Gündüz çalışırsın, gece uyursun, kalıbını dinlendirirsin... Devletteki ikilem de böyle bir tablo yaratır. Gizli devlet çalışır, görünür devlet uyur veya çalışır gibi yapar..."

      Ömer Lütfi Mete'den medyayı, kurgu tarikatları ve yönetenleri hicveden acımasız bir taşlama örneği...

      Orta yaşlardaki gazeteci, İtfaiye Genel Koordinatörlüğü'nün gizli ve özel çalışma toplantılarına davet edilir. Öykünün kahramanı, seçkin medya mensupları ile birlikte haftalar süren bir beyin yıkama işleminden geçirilmek istenir. Eşine sadık ve ailesine düşkün bir aydın olan kahramanımız bu karanlık etkinlik sırasında güzel bir ajanla tanışınca işler büsbütün sarpa sarar...

      İtfaiye Yakıyor, günümüzün "derin devlet" edebiyatını, bir solukta tersinden okuyacağınız kara mizah şaheseri...

      144 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9789759961671; Boyut: 14 x 21 cm; Baskı Tarihi: Ağustos 2008
      Resimler
      • ERGENEKON.jpg

        48.58 kB, 0×0, 1,426 defa görüntülendi
      • erdogan_operasyonu_20087171618.jpg

        30.09 kB, 0×0, 415 defa görüntülendi
      • itfaiye_yakiyor_20088211835.jpg

        5.48 kB, 0×0, 494 defa görüntülendi
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Allah'sız Müslümanlık
      Gerileme Sürecinde İslam'ı Yaşama Sorunu
      Ömer Lütfi Mete



      Ömer Lütfi Mete'den "Müslüman Kimdir?", "İslam Nasıl Yaşanır?" Gibi Soruları Analiz Eden Ve Büyük Tartışma Yaratacak Bir Kitap

      "Allah'sız Müslümanlık" deyimi ile ne anlatılıyor?

      Bu soruyu bir cümlede ifade etmek gerekirse, "Güçlü ve etkin bir iletişim çabası sergileyerek Allah ile beraberlik kuramayan İslami yaşayış biçimi" derim...

      Müslümanlık, kişi için huzur ve mutluluk sağlayan bir tercih değil de, "Ürkütücü bir Tanrı'nın koyduğu külfetler bütünü" şeklinde yaşanırsa bu, gerçek bir dinin hedefleyebileceği durum olamaz.

      Öyle inanıyorum ki, çağımızda Müslüman kimliğini önemseyen her insan, yaşadığı çelişkileri özgürce sorgulayıp tartışabilse benimkilere benzer sonuçlara ulaşacaktır.


      248 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9789759961503; Boyut: 14 x 21 cm; Baskı Tarihi: Mayıs 2008





      Derin PKK

      Büyük Oyun'un Gizli Kodları
      Ömer Lütfi Mete, Mahir Kaynak

      Timaş Yayınevi / Perde Arkası Dizisi Etiket:
      "Bugün hem ABD, hem Türkiye Mesut Barzani'ye alternatif olacak bir isim arıyorlar. Bu isim Türkiye'nin içinden çıkacak ve Barzani'nin tasfiye edilmesiyle bölgemizdeki Kürtler'in lideri olacak. DTP'nin meclise girmesini bu projeye göre yorumlayabiliriz..."

      "Kuzey Irak'ta kurulacak Kürt devleti, KKTC örneğinde olduğu gibi Türkiye'ye bağlanacak. Türkiye ve ABD, böyle bir proje üzerinde çalışıyorlar. Bu proje, ABD'nin İran harekâtından önce gerçekleşebilir..."

      "ABD Dışişleri Bakanı'nın Türkiye'yi ziyaretinden hemen önce gerçekleşen Dağlıca'daki saldırı, Ankara'yı artık ertelenemeyecek bir hesaplaşma için masaya kararlı bir biçimde oturtmuştur."

      "PKK, Türkiye'ye saldırmak veya Türkiye'yi bölmek üzere kurulmuş bir örgüt değildi. Güneydoğu bölgemizdeki aşiretlerle ve feodal düzenle savaşmak için kurulmuştu. Sonraki yıllarda yaşanan değişim, örgütü çok farklı bir konuma getirdi."

      İstihbaratçı Mahir Kaynak ve Yazar Ömer Lütfi Mete, Büyük Oyun'un gizli kodlarını deşifre ediyor.




      176 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9789752636866; Boyut: 14 x 20 cm; Baskı Tarihi: Aralık 2007
      Özgün Dili: Türkçe



      Derin Devlet / Tanımlanamayan Güç

      Ömer Lütfi Mete, Mahir Kaynak

      Timaş Yayınevi / Perde Arkası Dizisi Etiket: 9,50 YTL
      NetKitap Ederi: 8,08 YTL


      Almanya'da Baider Mainhoff, İtalya'da Kızıl Tugaylar üyelerini bir gecede çökertmek nasıl bir derin devlet operasyonudur?
      ABD Başkanı Kennedy hangi derin devletlerin yaptığı ittifak sonucu öldü? Susurluk kazası kimin eseri?
      Sır perdesi hâlâ aralanmış Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Necip Hablemitoğlu vb. cinayetler hangi istihbarat örgütünün operasyonu?
      Dünyanın en iyi yapılanmış derin devleti hangisi?
      PKK ve Abdullah Öcalan hangi derin devletin kucağında büyüdü?
      Derin devletler niçin mafyaya ihtiyaç duyarlar?
      Aklınızı kurcalayan tüm bu soruların cevabını deneyimli gazeteci Ömer Lütfi Mete ile eski istihbaratçı Mahir Kaynak veriyor.

      184 sayfa, Karton Kapak, 3. hamur, ISBN: 9752633080; Boyut: 13,5x19,5cm; Baskı Tarihi: Ekim 2005
      Özgün Dili: Türkçe
      Resimler
      • dern.jpg

        125.9 kB, 0×0, 1,309 defa görüntülendi
      • derin_pkk_20082191633.jpg

        4.76 kB, 0×0, 412 defa görüntülendi
      • allahsiz_muslumanlik_200855214.jpg

        58.2 kB, 0×0, 441 defa görüntülendi
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Dünyayı Kimler Yönetiyor / Küresel İmparatorluğun Gizli Kurmayları

      Mahir Kaynak, Ömer Lütfi Mete

      Timaş Yayınevi / Perde Arkası Dizisi

      "Bütün gerçekler üç aşamadan geçerek sınanır. Önce komik bulunur, sonra şiddetli bir direnişle karşılaşır ve üçüncü aşamada kesin doğru olarak kabul edilir."
      Arthur Schopenhauer, Filozof, 1788-1860

      Soğuk Savaş sonrası Yeni Dünya Düzeni fikrini ortaya atanlar nasıl bir model öngörüyorlardı?

      Uyuşturucu, eroin, organ nakli, kaçak insan ticareti, fuhuş gibi yasa dışı yollardan gelen kara paralar kimlerin kontrolünde?

      Opus Dei ve Vatikan çok güçlü sermaye yapılarına rağmen, niçin dünyayı kontrol etmede etkin değiller?

      Küresel sermaye ve büyük aileler medyayı nasıl istedikleri gibi manipüle ediyorlar?

      Dünyayı yönetiminde etkin olduğu farz edilen gizli örgütler aslında sadece birer görüntüden mi ibaretler?

      Küresel İmparatorluğun gizli kurmayları Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için kimleri kullanıyor?

      Derin dünyanın politbüroları kimler?

      206 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9752634249; Boyut: 13,5x19,5cm; Baskı Tarihi: Mayıs 2006
      Özgün Dili: Türkçe



      28 Şubat'tan Şemdinli'ye Derin Çeteler

      Ömer Lütfi Mete

      Profil Yayıncılık / Politik - Kurgu Dizisi Fiyat:


      Bir önyargıyı ortadan kaldırmak bir atomu yok etmekten daha zordur.
      Albert Einstein

      Türk siyasi tarihi pek çok olumlu sayfanın yanı sıra karanlık sayfaları da barındırıyor. Bunlardan biri de hiç şüphesiz darbelerdir. Ülkemizde darbe konusunda her konuda olduğu gibi bir ikilem (dualizm) yaşanıyor. Bazıları kendi ideolojilerine göre 1960 ve 28 Şubat'ı iyi darbeler olarak görürken bazıları da 12 Mart ve 12 Eylül'ü kutsuyor. Tüm bu süreç akla kendisi de bir melek olan Şeytan'ı getiriyor. Yani acaba kötü olan bir şey iyi olabilir mi?

      28 Şubat... Türkiye'nin maruz kaldığı son ve aslında post-modern darbe. Görünürde silah, top, asker yoktu, ama görünmeyen bazı unsurlarla -medya, sivil toplum kuruluşları, halk gibi - Refah-Yol devrilmişti. Aradan 10 yıldan fazla bir zaman geçen bu darbeden geriye kalan nedir? Elde ne var? Türkiye gerçekten bir irtica tehlikesi yaşadı mı? Demokrasiye balans ayarı yapmak kime ne kazandırdı? Yoksa bu darbenin arkasında da küresel sermaye ve ülkemizde cirit atan yabancı servisler mi var?

      Şemdinli... Karanlık ellerin ülkeyi huzursuzluğa itme operasyonunun son örneği. Kimilerine göre devlet içine nüfuz etmiş derin çetelerin kifayetsizliği, kimilerine göre de İngiliz menşeli bir gizli servis operasyonu. Ne olursa olsun kaybeden Türkiye.

      Elinizdeki kitap yakın dönem Türk siyasi hayatını yeni bir gözle bakmanızı sağlayacak önemli bir çalışma. Ömer Lütfi Mete zihninizin koridorlarında geziniyor ve size yeni kapılar açacak farklı ipuçları sunuyor. 28 Şubat post-modern darbesi ve Şemdinli olaylarının parantezde kalmış yanlarını sizin için açıyor.

      "28 Şubat'tan Şemdinli'ye Derin Çeteler" mutlaka okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken farlı bir çalışma.



      176 sayfa, 2. hamur, ISBN: 9759960636; Boyut: 14 x 20 cm; Baskı Tarihi: Nisan 2007
      Özgün Dili: Türkçe
      Resimler
      • kým yo.jpg

        130.23 kB, 0×0, 435 defa görüntülendi
      • 28_subattan_semdinliye_derin_ceteler_2007_4_17.jpg

        4.92 kB, 0×0, 388 defa görüntülendi
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      ŞİİRLERİ

      Gülüm
      Bu şehir girdap gülüm
      Girdapta mehtap gülüm
      Feleğin bir suyu var
      Su değil kezzap gülüm



      Feleğe dayandım gülüm
      Öldüm de uyandım gülüm
      Öldüm de uyandım

      Bu şehir serap gülüm
      Serapta mihrap gülüm
      Feleğin bir topu var
      Mermisi kezzap gülüm

      Feleğe dayandım gülüm
      Öldüm de uyandım gülüm
      Öldüm de uyandım

      Yezidin harcı zulüm
      Yiğidin burcu ölüm
      Feleğe dayandım gülüm
      Öldüm de uyandım gülüm
      Öldüm de uyandım




      Şuhname

      Allah bilir güzelim
      Kurşun geçirmez dualar da bilmezsin
      Batıl fenlere talim
      Karanlıkta tam yol, güneşte izin
      Güzelim Allah bilir
      Geçimin mercedes, içimin benzin
      Yüreğin yufka demir

      Allah bilir güzelim
      Necip şiiir de bilmezsin herhalde
      Seninki bir kuş bilim
      Bütün hayalgücün bir sıkım belde
      Güzelim allah bilir
      Uzun havayı da sevmezsin, gazelde
      İlle pop yersin kafir

      Allah bilir güzelim
      Sen sevmeyi de bilmezsin bir defa
      Her aç göze bir dilim
      Her tesadüfte şapur şupur vefa
      Güzelim Allah bilir
      Annen bürünmüş yedi kat çarşafa
      Sende bir yaprak incir





      Şehidin Destanı

      Fişekler patlıyor, güneş tutuk, hilal berrak
      Dağ taş can evinden tekbir tekbir çağlayarak
      Sultanım seni uğurlar bu ebedi bayrak
      Sen ki kevseri namluyla içtin ırmak ırmak

      Sen bir köprü düştün de geçit verdi uçurum
      Al kanlar içinde boyuna kurban olduğum
      Şehidim, yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

      Al beni, al al beni
      Nur yüzün, gök alnın boyadı al beni
      Cennet tanıdığım bağrındaki al beni
      Öcün sorayım da şehidim al beni
      Al beni, al al beni

      Uçtu bulut yeleli civanım gökten emin
      Kanından tapusuyla ocağımdır bu zemin
      Yemin, dövüşte secdeye kırılan kalemin
      Silahın, bayrağın, Kur'an'ın üstüne yemin

      Cephanem hatırandır, gece-gün yudum yudum
      Sen gayret pınarım, suyuna kurban olduğum
      Şehidim, yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

      Yüreğim, kor yüreğim
      Pir yandı bir daha sönmez bu kor yüreğim
      Kim demiş haini canda kor yüreğim
      Yedi kat yerin dibine kor yüreğim
      Yüreğim, kor yüreğim

      Gördüğüm tabut mu, köy ufkunda seher vakti
      Tabut değil, yıldız yıldız mahyam yola çıktı
      Dağ dağ omuzlarda geliyor ecelin tahtı
      Semalar kıskanır ey makber sendeki bahtı

      Sabrında vurulan, iç içe bin kerre mazlum
      Varını vakfetmiş, huyuna kurban olduğum
      Şehidim, yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

      Özüm özüm kanayan
      Özümün özü bu girdapta kanayan
      Sen asıl yar için akmayan kana yan
      Oyar o gözü kim bakar bu kana yan
      Özüm özüm kanayan

      Müjde ey toprak tubadır bu fidan, bu civan
      Şehidim ölümsüz fani, gönüllerde divan
      Onbinler, yüzbinler göz göz, saf saf Hakk'a revan
      Diyet alacağız billah, topyekün bir cihan

      Ölmedin sen, bir oluştur bu, bir şanlı doğum
      Kütüğü göklerde, soyuna kurban olduğum
      Şehidim, yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

      Yakın ha candan yakın
      Kardaş bil şehidimi öz candan yakın
      Bugün sana tatlı gelen candan yakın
      Sönmesin bu ateş, ta candan yakın
      Yakın ha candan yakın

      İşte namazındayım, işte veda bayramı
      Sundular bu mercan sükûtta sonsuz meramı
      Gayrı rahatta buldum canıma ilk haramı
      Yalnız senin rütbene hasret sarar yaramı

      Kalmayacak gümüş hilal okçusundan mahrum
      Irz diye devraldık, yayına kurban olduğum
      Şehidim, yiğidim, melek yüzlüm, Aktuğ'um

      Senden aldım kanadım
      Her çağda uçmak için sel sel kanadım
      Boy adım, soy adım, can adım, kan adım
      Yâdınla gerilir, kanadım
      Senden aldım kanadım

      1979







      Üç Ayak Bir Şafak


      Kahpe kayışında bileniyor bıçak
      Üç ayak
      Bir şafak
      Celep örfü ahkâm olmuş
      Babam kasap vezir
      Eloğluna bayram olmuş
      Kuzular sağ enir
      Üç ayak
      Bir şafak

      Ahdetmiş babam babam beni boğazlayacak
      Topal tahteravalli hak
      Fidyeler takas olmuş
      Binilen dala iner nacak
      İntihar kısas olmuş
      Usûl bitirim
      Esas bitirim
      Kabul bitirim
      Kıyas bitirim
      Sarışın değilmişim
      Kara kaş, kara göz yasak
      Has anadan gelmişim
      Öz ocağında öz yasak
      Üç ayak
      Bir şafak
      Birkaç sefil
      Gözde nesil
      Yırtılan nazlı sancak
      Gözüme bağlı mendil
      Ben kırk kere İsmail
      Babam İbrahim değil
      Babam ortada mutlak
      Babam adil
      Babam katil

      1982





      Yusuf İdim

      Öfkem volkan lavlarım güneş boyu
      Deniz dediğin ne, bir ufak kuyu
      Şu deli yüreğimi söndürmez suyu
      Buzullar tutamaz bu ateşi
      Kestim işi koydum başı
      Bir oldu beş duyu
      Hepsi de ateş duyu
      Sildim dünyayı
      Kara sevdayı
      Kuru sevdayı
      Koptu deli yüreğim
      Koptu kıyamet

      Çıkma önüme koca dağ yıkıl git
      Budur benim tufan olup yağdığım vakit
      Hangi güç vurabilir bana kilit
      Yusuf idim Davut oldum
      Bulut oldum, barut oldum
      Bir oldu beş duyu
      Hepsi de ateş duyu
      Sildim dünyayı
      Kara sevdayı
      Kuru sevdayı
      Koptu deli yüreğim
      Koptu kıyamet

      2000
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      YAZILARINDAN

      Darbecinin demokrat ayağı
      Emir komuta zinciri içinde olmak kaydıyla asker, demokrasinin ruhunu yırtan bir nâra atsa esas duruşa geçmeyen gazeteci yok! Ha, iktidarda 'biz' varsak, yandaşımız gazeteci biraz mırın kırın edebilir, o ayrı...
      Bir de dış merkezlerden dayısı olan veya olmayan bazı hızlı ve muzır muhalif...

      Lâkin şu veya bu sebeple kışladakilerin fiyakası biraz bozulmaya yüz tutsa, ödleğin şecaat baharı başlar!

      Böyle demlerde, kendisini 'Türkiye'nin zencisi' hisseden mıymıntı muhalif bile kükrer!

      Tatlı su demokratı ancak böyle baharlarda darbe kültürüne kılıç çalar! Dengi dengine tabii! Dalında tutunma gücü kalmamış çürük elmalardan ibaret sağ hükümetleri bir silkeleyişte düşüren darbeciye ancak böyle muhalif yakışır!

      Esasen tatlı su demokratlarının bolluğu, darbe geleneğimizin iskeletini oluşturur. Niye mi?

      Bunun cevabı, otuz yılımı aldı ama yine de bütün çıplaklığıyla ayıklayabildiğimden emin değilim! Sadece kül yutma katsayımı düşürebildiğimi umuyorum. Evet, neden tatlı su demokratlarının bolluğu darbe geleneğimizin iskeletidir? Öncelikle şundan:

      Türkiye'yi 'Türklere bırakılamayacak kadar' önemli bulan dostlardan biri eğer Ankara'ya dayattığı derin bir zokayı yutturamazsa önce 'darbe sopası' gösterir.

      Çoğu zaman bu sopa Ankara'yı hizaya getirmeye yeter ve Türkiye zokayı yutar. Eğer hükümet, 'emir komuta zinciri' içinde hareket eden TSK üst yönetimi ile uyumlu çalışır, birlikte veya sadece kendi iradesiyle çeteci unsurları bastırırsa 'darbe sopası' işe yaramaz.

      O zaman zoka yutturmak isteyen güç darbeyi gerçekleştirmek ister ve çoğu zaman başarır; zira en mahrem yerlerimizde eli vardır. Bunlara kusursuz örnek 1960 ve 1980 darbeleridir. Diğer yarımlık, çeyreklik ve onda-birlik darbe denemeleri genellikle gerçek birer ihtilal girişimi değil; iç ve dış dengeler veya dengesizlikler sayesinde henüz 'darbe sopası' düzeyindeyken geçiştirilmiş, atlatılmış veya bastırılmış manevralardır. Tatlı su demokratları nasıl darbe geleneğimizin iskeletini oluşturuyorlar?

      Hem sadece 'darbe sopası' kullanma halinde hem onun yeterli olmadığı 'darbeyi gerçekleştirme' sürecinde bu aydıncıklar, cehalet veya gizli memuriyet bağı ile küresel güce hizmet verirler. Şimdilerde Ergenekon bahsini 'siyasi iktidarın tezgâhı' gibi göstermeye çalışan tetikçi, darbe geleneğimizin iskeletinden bir parça da, onun karşıtı değil mi? Şu dakikalarda; harici derin hamilerince terk edilen bazı unsurlara diş geçirildiğine hükmedip darbe kültürüne karşı 'Heyt tutmayın beni, kalemim kan kokuyor' diye höykürenler meselâ?

      Onların da esasen 'Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemlidir' diyenlere çanak tutmadıklarından emin miyiz? Erbabı bilir ki, bugün 'Kalemim kan kokuyor' diye höykürenlerin çoğu, sahici bir darbenin ucunu görse 'Yok canım, kan değil tezek kokuyorum' diye kıvırıverecektir!

      Hâsılı, her vadinin ucuz ve sahte kahramanından illallah! Lâkin demokrasi iddiasını sürdüren bir ülkede en küçük temizlik girişimi, yarım bile kalsa, kirliliğe karşı caydırıcı bir adım olarak saygıya değerdir. Daha fazlası, büyük ikramiye... Kanaatimce bu çekilişte büyük ikramiye yok...

      -27/07/2008 tarihli BUGÜN gazetesinden alınmıştır.-






      İlim bir dedikodu imiş...
      Sıcacık gündemin ufukları tıkadığı bir hengâmede ülkenin genel görüntüsüne bakmayı denesek daha karamsar mı oluruz, daha iyimser mi?

      Bu soruya zihnin ilk anda vermeye eğilim göstereceği cevap olumsuzdur. Sebebi de açık: Siyasi iklimin en ılıman olduğu demlerde dahi temel meselelerimizi soğukkanlı biçimde tartışmayı beceremediğimizi biliyoruz. Çatışan veya çekişen kutupların hangisine sorsanız bu beceriksizliğin asli sorumlusu karşı taraftır.

      Fakat sağduyu sahibi bilir ki, her türden fitneyi çıkaran ile fitneyi önlemeyi başaramayan arasında sorumluluk katsayısı bakımından çok önemli bir fark yoktur. Akıllı adamsan deliyi idare etmeyi becereceksin!

      Belli ki 60 yıla yakın bir zamandır bu ülkede en azından iki kutup halinde birbirimizle boğazlaşmamızı mümkün kılan bir 'şey' var... Ne olduğuna herkes kendine göre karar verir de; bu 'şey' belki bir dış güç, belki bir iç çark, belki bir milli hastalık, belki daha başka bir odak, belki de hepsinin şu veya bu ölçekle harman olduğu bir karışım... İşi gücü bırakıp kafa yormamız gereken ilk mesele bu!

      Neden konularımızı soğukkanlılıkla tartışamıyoruz? Neden tarihimizin en sık tekerrür eden gerçeği fetret oluyor da ikide bir kardeşin kardeşi boğazladığı süreçlere girip çıkıyoruz? Neden ölüm-kalım bahsi gelip çatmadan birbirimizi anlamaya çalışma ve asgari müştereklerde uzlaşma kültürünü geliştiremiyoruz?

      Neden her tartışmaya karşımızdakini anlamak için değil, anlamamaya yemin etmiş gibi oturuyor ve sürdürüyoruz?

      Tarihimizden sadece Cumhuriyet'imizi, ondan da sadece çok partili siyaset dönemini alsak bile bir elin parmaklarından fazla iç kargaşa dönemi yaşadığımızı görüp en temel soruya kilitlenmekten bizi men eden nedir? Gerçekten hangi 'şey' veya hangi 'şeylerin harmanı' bizi dönüp dönüp sürekli aynı zindana sokuyor?

      Aşk derecesinde bir samimiyetle bu soruyu sorabilecek her 'kutup' bırakınız kendisini mesele tartışabilir ve çözebilir hale getirmeyi, karşısındakini de daha ilk içtenlik kararıyla belli bir anlayışa ve anlaşılabilirlik çizgisine taşıyabilecektir. Bütün mesele aşk ile istemekte... Sözgelimi adil olmayı aşk ile istemek. Gelir dağılımının adaletli olmasını aşk ile istemek. Emaneti ehline teslim etmeyi aşk ile istemek.

      Bitti; içerideki karşıt bir kutbu geçelim, düşman bile belli oranda kilitlenmiş demektir. Aşk ile istemek, ayette 'Öyle bir savunma yap -veya hasmını öyle bir yöntemle defet ki- o en güzel olsun' denilerek ısmarlanan yüksek tekniğin besmelesidir. Lâkin ille de aşk ile istemek...

      Uygun görmek, beğenmek, tercih etmek, heves etmek, gereğini aramak değil, aşk ile istemek! İktidar partisi kapatılsa da, kapatılmasa da işin künhü burada! Açık ki, bu toplumdaki Erdoğan sevgisinin daha epey ömrü var.

      O sebeple; partisi kapatılsa da, kapatılmasa da -ki sanırım kapanmayacak- toplumdaki bu sevginin Erdoğan'a yüklediği bedel, Hadis-i Şerif olma ihtimali de bulunan 'Adalet mülkün temelidir' düsturuna aşk ile sarılmaktır... Samimiyetten de öte, aşk ile sarılmak...

      İlim; maddi ve manevi zenginlik üretebilen mübarek dedikodu; aşk ise yoksullukta bile mutlu kılan iksir... Aşk gelecek cümle dertler bitecek...

      -26/07/2008 tarihli BUGÜN gazetesinden alınmıştır.-






      Şeytan bunun neresinde?
      Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga ve Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu gibi iki dostumun yakın aralıklarla görevlerinden ayrılmış veya alınmış olmaları canımı sıkmakla beraber böyle durumlarda kapağı attığım sırça köşküme sığınmaya çalıştım:

      'Hayır; vaki olandadır.' Hayatını Allah'a yolculuk olarak görmeye ve geçirmeye çalışanlar için bu ilkeyi kabul etmek kolay ama yaşantıya yansıtmak zor. Böyle olduğu için de zihnimde sökün eden sorumlu- sorumsuz sayısız soru ve itirazı dengeleyip 'hayra yorma' işini selametle geliştirmeye çalışıyorum. Tabii, hayra yormanın selametle gelişmesi de, iktidarın tasarrufunu olağan bir nöbet değişikliği şeklinde görebilmekten geçiyor.

      Esasen Kasırga'nın böyle gördüğünü ve ayrıca isteği doğrultusunda gerçekleştiğini bizzat kendisinden dinledim. Halacoğlu da Hürriyet'in internet sitesindeki ifadelere göre haberi olmadığını ama doğal karşıladığını belirtiyor. Ancak her ikisi de devlet hayatı içinde tamamen doğal birer tasarruftan bile olsa yine de fitne üretmek mümkündür. Nitekim daha dün gazetenin biri bombasını patlattı:

      'Kasırga, Hurşit Tolon Paşa ile telefonda görüştüğü için azledildi.' Haberin asılsız olduğunu ama çözemediğim bir maksada hizmet ettiğini düşünüyorum. Bu önyargı da benim tarafgirliğimin belgesi olsun! Hatta genel ve özel, her türlü 'taraf ' bahsiyle ilgili güdüm, dış-güdüm, eş-güdüm ve leş-güdüm üstüne aşırı şüpheciliğimin; hadi kendime acımasız davranayım, tezgâh nazariyeciliğimin (gâvurcasıyla komplo teorisyenliğimin) göstergesi olsun! Atama ile gelip giden her üst düzey devlet görevlisi gibi Kasırga ve Halacoğlu için de kemiksiz dilin aktaracağı veya uyduracağı gerçek veya asılsız yığınla gerekçe duyabiliriz.

      Çandarlı Halil Paşa için İstanbul'un fethini istemediği ve engellemeye çalıştığı, Bizans adına kendi devletine ihanet ettiği yolunda akla ve vicdana hıyanet anlamında iftira atılabildiğini hatırlamamız yeter. Fatih'in buna inanmış olduğuna ihtimal yoktur amma öyle veya böyle Çandarlı azledilmiş ve katledilmiştir.

      Esasen siyaset sahnesine girenlerin sadece mecaz anlamıyla değil, hakiki anlamda da kelleyi koltuğunun altına almaya hazır olmaları gerekir. Düzeniniz pek ileri bir 'hukuk devleti' deneyi bile olsa, en azından suikast tehdidi altında bulunursunuz. Hele 'baş' olmayı talep etmişseniz kelle korkusu size haramdır.

      Dirayetli yönetici, bu tarz atama ve azillerde fitneyi asgariye indirecek zamanlamayı yapabilendir. Bazen de birini niye görevden aldığınız değil, yerine kimi getirdiğiniz çok anlamlı olabilir. Günümüz şartlarında artık herhangi bir atama veya azil, özellikle şu veya bu etnik hizipçi lehine yapılmış değilse, gerisi dert değil. (Şeytan işin orasında çünkü...)

      Malum, ta Fatih Sultan Mehmet'ten beri bu ülkede devşirme veya etnik hizipçi olmak, yükselmek ve yüksekte kalmak için en etkili özelliklerin başında geliyor. Son 60-70 yıldan beri ise kendini milletin ana gövdesine mensup hissetmemek ve ırkçılık düzeyinde etnik hizipçi olmak, ikbâl şantiyelerinin bir numaralı kaldıracıdır! Lâkin bu mikro-bik ırkçılık elbet bir gün son bulacaktır!

      -24/07/2008 tarihli BUGÜN gazetesinden alınmıştır.-
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Fitneye Karşı Fitnesiz Mücadele
      İslâmi ve milli değerlerimize, tarihimize ve geleneklerimize karşı amansız bir savaş sürdüren kökten batıcı güçlerin fitnesiyle başa çıkabilmek için derin bir akıl ve derin bir gönül mesaisi yapmayı öğrenene kadar kendi yurdumuzda parya durumunda kalmamız kaçınılmaz.

      Bu hakikati serinkanlılıkla kabul etmeli ve fitne erbabını kin duymaksızın doğru tanıyıp anlayarak yöntemlerini çözmeye yoğunlaşmalıyız. Bize düşmanlık edenlere karşı besleyeceğimiz kin aklımızdan ve gönlümüzden yararlanmamıza engel oluyor. Bu yüzden; İyi örgütlenmiş bir avuç kökten batıcıya karşı şimdiye kadar genellikle, onların belirlediği yöntemlerle ve onların üstün olduğu alanlarda kaybedilmesi kaçınılmaz mücadeleler verildi.

      Kökten batıcı, Türkiye’de çağdaş haçlı seferini ancak fitne temelinde yükselen taktik saldırılarla yürütebilmektedir. Bu fitne temelli gerilimlerin tarafı olan muhafazakâr, mukaddesatçı, milliyetçi çevrelerin çabaları akim kalsa bir türlü, kalmasa bir türlü…

      Zaten genellikle akim kalıyor ya, kalmayacak olsa yine bize zarar, millete yazık. Fitnenin haklı tarafı olmak marifet değil, hayır da getirmiyor. Fitneyi, zeminine girmeden önlemeye çalışmanın yolunu bulmak gerek.

      Çağdaş haçlı tabii ki doğrudan İslâm’a ve İslâmi olana saldıramaz.

      Ne yapar?

      Başörtüsünü tehlike olarak gösterir.

      Şehirlerarası otobüs seyahatlerinde namaz molası verilmesini, din devleti kurma girişimi ilan eder.

      Bu ve benzeri saldırılarda savunmaya geçerek ‘Hayır, ilgisi yok, öyle değil’ diye tartışmaya girdiğiniz zaman fitnenin içindeki taraflardan birisiniz demektir. Polemikte üstün gelseniz neye yarar? Fitnenin gürültüsü millete zaman ve enerji kaybettirmeye yetmektedir. Çünkü çağdaş haçlı için sizin saldırıyor olmanız da, savunmanız da yeteri kadar etkili fitne malzemesidir.

      Evet, derin bir akıl ve derin bir gönül ile aşkın çözümler üretebilmeliyiz. Bunun için de iyi örgütlenmiş bir avuç kökten batıcı tarafından istismar edilen azlıktaki saf tabanların ve milli kurumların ‘kökten dinci’ kaygısını samimiyetle anlamaya çalışmak gerekir.

      Kökten batıcı için toplumun gerilmesi her durumda kendi kazancıdır. Bu gerginlikte kendi yandaşı yüzde on, karşı taraf yüzde doksan bile olsa yine fitne kazanıyor demektir. Zira yüzde on ile yüzde doksanı kavga ettirmek de fitne ve gerilim üzerinden varlığını sürdürebilen kökten batıcıya yetmektedir. Nasılsa yüzde doksan, hiçbir şekilde yüzde ona soykırım uygulayıp yok edecek değildir. Sadece gerginlik yaratmaya yarayan veya bu yolda kullanılan yüzde on, yüzde doksanlık kesim tamamen haklı da olsa onu rehin alıverir. Şimdiye kadar olan budur.

      İsmail Türüt ve Ozan Arif üstüne kopan fırtınada da esasen aynı fitne ile karşı karşıyayız. Onların söylem ve eylemlerinden çok daha keskin olanını meselâ devrimci veya ayrılıkçı teröristler lehine sergileyenlere medyamız asla böyle bir linç uygulamaz. Sözgelimi, Mehmetçik katilleri hakkında destan yazan sayısız ayrılıkçı hakkında Türüt ve Ozan’a yönelik kampanyanın binde biri şiddetinde bir linç girişimi görülmez.

      Fitneden korkmamak yiğitlik değil, dalalettir.

      Fitne fedakârlık, adanmışlık, cesaret ve kahramanlık gibi özelliklerle aşılamaz. Fitneyi akıl ve gönül yener.

      -RENKLİ Dergisinden alınmıştır.-







      Çağdaş Şirk Türleri
      Çağın muhafazakârı, sürekli ilke ve değer tavizleri vermeyi, herhalde ‘Gelecekte hepsini geri alacağım’ umuduyla sineye çeker. Çöküş demlerindeki Osmanlı’nın Mehter’den üfürdüğü umut gibi:
      ‘Alalım düşmandan eski yerleri!’

      Şüphesiz verilen taviz telafi edilebilir, hatta hiç verilmemiş gibi yoklardan bir yok haline getirilebilir. Yeter ki ‘Bunlar o günlerdir ki, biz onları insanlar arasında dolandırırız’ diye buyuran Yüce Yaratan dilesin; ‘ol’ der, oluverir muhakkak. Yalnız bunun için ilahi lütuf kapılarını çalacak bir liyakat derecesine sahip bulunmak gerekir herhalde...

      Osmanlı’nın son nesilleri bu liyakatten düşmüş ki, ‘imdat’ çağrıları, ancak netameli bir Anadolu haritasını ‘halâs’ eylemeye yetmiş. Netameli, zira o halâs demlerinde Osmanlı ruhuna sadık bazı Kürt mebuslara ‘Kerkük ve Musul olmazsa, bu vatan selamet bulamaz’ dedirten kaybı resmediyordu. Herhalde haritanın böyle tecelli etmesinde de bir hayır vardır ama o günkü Kürt büyüklerimizin keşifleri çıktı maalesef; vatan bir türlü selamet bulamıyor.

      Öyle veya böyle; Osmanlı’nın çöküş demlerindeki umudunu ‘Alalım düşmandan eski yerleri’ diye türküleştirmiş ama ülküleştirememiş olmakla beraber an azından Anadolu’yu koruduk. Kerkük ve Musul’suz da olsa yine misilsiz bir vatandır bu...

      ‘Verdiğim tavizleri geri alırım’ diye avunan muhafazakâr acaba nereyi kurtaracak? Yoksa çevresiyle ve çağıyla uzlaşmak için çekilişi, kalbindeki inanışa sığınmaya kadar gerileyebilir mi?

      Aslında muhafazakâr kişi çağının gerçekleriyle cebelleşirken gizli şirkin kucağına oturmak riskiyle karşı karşıya...

      En nefsanîsinden ‘Topluma kendimi çok beğendirebilmeliyim’ duygusu ile en masumundan ‘Hiç değilse yadırganarak dikkati çekmemeliyim’ kaygısı arasında her muhafazakâr, toplumu, çağdaşlığı, parayı, vs. zımnen ilah mertebesine çıkartmış olmuyor mu?

      Çok candan yakınım olan ince zevk sahibi genç bir hanım bana ‘Filan marka başörtüler kadar güzelini Müslümanlar yapamıyor’ diye yakınırken kendisine özgü içi çelişkiden biri ile öbürünü tasfiye etmeye çalıştığının farkında değil...

      Müslüman üreticinin estetik seviye itibariyle düşük olması bir dert... Belki de ana dert! İnsanlık tarihinin en üstün, en ince ve en muhteşem uygarlıklarından birini -bize göre tabii ki birincisini- yaratan Müslüman insanın şimdiki estetik sefaleti müthiş bir çelişkidir. Fakat bu çelişkiyi mazeret edinip ‘Bizimkiler güzelini yapamıyor’ diyerek ‘Müslüman olmayan birinin ürettiği’ başörtüsünü takmanın derdini çekmek nedir? Ya biri ‘İyi ama niye başını örtmek için kullanacağın kumaşın çok güzel olmasını istiyorsun’ diye sorarsa?

      Hoş buna da şükretmek gerekebilir!

      Vaktiyle spor gazetecisi olarak mesleğe başladığımda muhafazakâr patronlarımız tartışıyorlardı:
      ‘Gazeteye, futbolcunun diz kapağından yukarısını gösteren maç fotoğrafı basalım mı, basmayalım mı?’

      Aynı zihniyet daha sonra mayolu hatun fotoğrafı içeren reklâmları bile yayınlayabildi. Peki, bu tavizi verirken ‘Alalım düşmandan eski yerleri’ türküsünü içlerinden mırıldanabildiler mi?

      Bu iş türküyle kurtarılamaz artık, fetva gerektirir:
      ‘Bu çağın silahı paradır. Düşmanla baş edebilmek için önce parayı kapmak lazım. Ezzarurat, tubiu’l mahzurat... Yağmur yağarken testiyi dolduralım ve palazlanalım ki ileride böyle mayolu fotoğrafları basmaya muhtaç olmayalım.’

      Buralardan yola çıkıldı; şimdi, rüşvette rayiçleri insaf çizgisine çekip ‘Kendim için çalıyorsam namerdim, sadece kutsal hedefe hizmet için biriktiriyorum’ diye vicdan uyutma aşamasına gelindi.

      Bir sonraki aşamada hem Müslüman geçinip hem de Karun gibi inkârcı mantık geliştirmek var:
      ‘Allah’ın bu işte bir dahli yok; servetimi şahsi dehamla, bana özgü ticaret ilmiyle kazandım.’

      RENKLİ Dergisinden alınmıştır.





      İstanbula Yatırımla Kıymak
      Dünya başkenti, ‘Türkiye İstanbul’dur, İstanbul Türkiye’ dedirtecek kadar kesin ve keskin biçimde yanlış yönetim açısından ülkemizi temsil etmeye devam ediyor. Osmanlı’nın İstanbul’u çürürken İmparatorluk de yıkılıyordu. Cumhuriyet’in İstanbul’u marazi bir şekilde büyürken Cumhuriyet de marazi bir şekilde büyüyor…

      Marazi büyüme, dengesiz, sağ kolun soldan uzun, sol bacağın sağdan iri, bir gözün ötekinden büyük olması…

      Dünyanın en güzel boğazını, kıyıları ve tepeleri ile harikalar şehrine çeviren ecdadın yüzünü kızartacak şekilde perişan ettiğimiz İstanbul üzerinden bugünkü yönetici iradenin özetini okuyabiliyoruz.

      Bu özet bir cümleye sığabilir:

      ‘İstanbul’a akıl değil, nefis hükmediyor.’

      Akıl sahibine bir ölçü yemeyi öğretir, nefis ise patlayıncaya kadar tıkınmayı.

      İstanbul’a yapılan bu.

      Önce bu güzelim şehri, Hebenneka gibi ötesine berisine betondan takılar doldurup iğrençleştirdik. Şimdi ise aynı nefsanî iştiha ile abur cubur doldurduğumuz gibi, yine abur cubur onarmaya çalışıyoruz.

      Yapmakta olduğumuz Marmaray, metro, diğer tüneller ve kavşaklar, bu şehrin düzeni ve düzelmesi için büyük paralar tıkınacak müteahhitlerden başka kimseye kâr ve yarar getirici işler değil. Her aklı başında şehirci ve her trafik uzmanı biliyor ki bütün bu yatırımlar bir gecede tamamlansa, ertesi sabah İstanbul trafiğinde hissedilir bir değişiklik olmayacak.

      Öyleyse niye yapıyoruz?

      İstanbul’u kökten dönüştürecek -para değil- ufuk, cesaret ve tasarım yoksunu olunca insan acil köklü hamle bekleyen bu enkaz şehirde bir şeyler yapıyor görünmek adına oraya buraya delikler açıyoruz.

      Bu tünel veya delikleri açarken her geçen gün merkezi yerlerdeki arsa boşluklarına doldurttuğumuz yeni dev yapılarla adeta akla hakaret edercesine çılgın ve dengesiz icraatları yönetim diye satmaya kalkışıyoruz.

      İstanbul, mevcut izansız, insafsız, ahlâksız ve imarsız kentleşmişlik hali ile asla onarılabilir bir durumda değildir. Bu şehri, eski klasik yapıları hariç bütün beton kepazelikleri ile toptan yok etmek ve başka bir alanda, tarihimizin, kültürümüzün ve mimari geleneklerimizin devamı olabilecek yeni bir İstanbul kurmaktan başka her girişim boşa para harcamak, Türkiye’ye ihanet etmektir.

      Yirminci yüzyıl boyunca İstanbul’a imarsızlık kıymıştı.

      Şimdi sözde imar adı altında çuvalla paralar dökerek gökdelenlerle ve yer delenlerle kıymaya devam ediyoruz.

      -RENKLİ Dergisinden alınmıştır.-
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      İyi komutan kızılcık şerbeti de içer
      KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt arasında yaşanan ‘yalanlama sorunu’ Türkiye için büyük talihsizlik... Ne yazık ki her iki taraf da, devlet bilinci ve devlet etme tarzı açısından eleştirilmeyi, hatta kınanmayı fazlasıyla hak ediyor. ‘İki taraf da...’ dedim ama Büyükanıt’ın Kıbrıs konusunda artık tek taraflı adım atmaktan vazgeçilmesini istemesi, sadece doğru değil fikrimce zorunlu devlet tavrının gereğidir. Buna rağmen, yeri geldiğinde kan kusarken ‘kızılcık şerbeti içtim’ demeyi becermek iyi asker olmanın ve tam bir devlet bilincine sahip bulunmanın şartlarındandır. Dolayısıyla Talat’ın, ayrıca AKP iktidarının tek taraflı adım atma alışkanlığına artık nokta koymasını isterken yerden göğe kadar haklı olan Büyükanıt, KKTC Cumhurbaşkanını dünya âlem önünde yalanlarken de bir kere daha ağır bir devlet adamlığı kusuru işlemiştir.Başta Rum tarafı olmak üzere, ilgili çevrelerin tamamına birden uluorta ‘Türkler askerleri ile siyasetçileri ile Kıbrıs konusunda birbirlerini yiyorlar’ dedirtecek bir yalanlama belki kısa vadede Talat’ın tek taraflı adım atmasını şimdilik önleyebilir ama kendi içimizdeki keşmekeşi aşmakta ne kadar zorlanacağımızı bir kere daha ortaya koyar. Bu keşmekeşin özü malum, Türk yetkililerin içeride birbirlerine düşmanca, dışarıda yabancılara dostça davranma hastalıklarıdır. Milli Güvenlik Kurulu’nda birbirlerinin yüzüne tebessümle bakmaktan çekinen siyasetçi ve askerler yabancı muhatapları pek derin muhabbet geliştirebilirler. siyasetçiler ilye irbirlerküresel ve bölgesel oyuncular tarafından kaşıtılmasına yönelik olarak devlet erkânımızın sık sık yazdığı resmi davetiyelerden birini oluşturur. bir davetiye oluşturur. i ile sürtüştürmeleri, kurumların rerek, bir kurumu ötekiyle uzlaşamaz hale getirecek yapay sorunlar örgütleyerek, karşı tarafın ülkbilmezlik demezlik ve deo derece haksızdır. devlet eda ve edebi açısından ağır bir yarabağışlanamayacak bir davranıştır. ası o derece bu noktadaki görüş ayrılığını savunmuş oluyor. KKTC’nin tek taraflı adım atmasına karşı çıkmak suretiyleaslında TSK ile hükümet arasındakiIrak’ı işgal edilişinden bu yana batılı çevrelerde Kürtlerin bağımsızlık ilanı halinde Türkiye’nin müdahalesinden dem vurulur... Bizim için sulh demek hayati hakikiyemizin teminine yarayan sebepleri istihsal etmek demektir. bu esbabtan ari olarak yalnız sulh yapmak kendi kendimizi aldatmak olur. Milletimiz çok aldanmıştır. ve asırlardan beri aldatıla gelmiştir. ve bu aldatılmak yüzünden duçar olduğu felaketleri birer birer hatırından geçirmektedir. artık aldanmamaya karar vermiştir. Artık hukukunu hiçbir suretle, hiçbir şekilde hiçbir kimseye vermemek niyeti katiyesindedir. Buna nazaran bizi aldatmamak şartile sulh yapmaya amadeyiz.

      Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve nabut edecektir. o zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak insanlık kendisine yakışan bir haleti içtimaiyeye mazhar olacaktır.

      Düşman olanlarla mücadele esbap ve vasaitiyle mücehhez olmayan milletler için hakkı beka yoktur. mücadele lazımdır. BD: PKK'ya karşı çok şey yapmalıyız 9 Ocak 2007 WASHINGTON (A.A) ABD Dışişleri Bakan yardımcılığı bölümünün Avrupa ve Avrasya'dan sorumlu yetkilisi Matt Bryza, PKK terörüne değinirken, "Türkiye'nin bu terör tehdidini ortadan kaldırmasına yardım için daha çok şey yapmalıyız" dedi.Amerikan-Türk Konseyi'nin (ATC) "Türkiye-AB: Ortaklık mı Ayrılık mı?" konulu seminer Washington'da yapıldı. Matt Bryza, seminerdeki konuşmasında, Türkiye'de, AB'nin tutumuyla ilgili bir "adaletsizlik" algılaması olduğunu belirtirken, kendisinin durumu böyle görmediğini belirtti.Bryza, Türklere karşı 600 yıldır direnen bir Avrupa'dan bugünlere ulaşıldığını ve sonuçta AB'nin, Türkiye ile müzakereleri durdurmadığını veya ültimatom da vermediğini, sadece yavaşlatmaya karar verdiğini hatırlattı. Bryza, "Ortada Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirmesine ilişkin bir beklenti var, o da limanların açılması. Türkiye'nin de Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun sona erdirilmesi beklentisi var. Ancak bütün bunlar şu anda AB bürokrasisi içinde ve bir kez tekerlekler dönmeye başladığında bütün AB bu kararı uygulama yönünde takip ediyor. AB'nin istediği de Türkiye'nin üye olması" dedi. "HİÇ OLMADIĞI KADAR İYİ BİR POZİSYONDA"Brüksel'e her gittiğinde basında, Türkiye'nin AB üyeliği için AB Komisyonu'na bizzat kendisinin baskı yaptığı yönünde haberler yer aldığını ve bunların kendisini güldürdüğünü söyleyen Bryza, "Ben AB Komisyonu'na baskı yapamam, zaten yapmama da gerek yok. Komisyon zaten yapabileceği her şeyi yapıyor" diye konuştu.ABD Dışişleri Bakan yardımcılığı bölümünün Avrupa ve Avrasya'dan sorumlu yetkilisi Matt Bryza, "umarım fazlasıyla iyimser bir değerlendirme olmaz ancak Türkiye aslında şu anda kendisini daha önce hiç olmadığı kadar iyi bir pozisyonda buluyor. Klişelere kaçmadan şunu söylemek istiyorum: Türkiye'nin AB emeli, gerçekten kendi ellerinde" dedi.Seçim döneminde ve AB'nin Türkiye'nin üyeliğiyle ilgili coşkusunu kaybettiği gibi algılamalar varken ilerlemenin zor olabileceğini takdir eden Bryza, ABD olarak kendi hedeflerinin, gelecek yıl içinde Kıbrıs'ta BM sürecini yeniden canlandırmak olduğunu ifade etti. "TERÖRE KARŞI DAHA ÇOK ŞEY YAPMALIYIZ"Konuşmasında PKK terörüne de değinen Bryza, "Türkiye'nin bu terör tehdidini ortadan kaldırmasına yardım için daha çok şey yapmalıyız" dedi.ABD'nin, Avrupalı müttefikleriyle bu konuda çok şey yaptığını ancak daha da fazlasını yapması gerektiğini belirten Bryza, "Türkiye'nin sabrının tükenmesini anlıyorum, bu yüzden onları suçlayamam. Ancak Emekli Orgeneral Joseph Ralston'ın PKK ile mücadelede özel temsilci atanmasının bir önemi var" dedi.Bryza, emekli olsalar bile ABD'nin en üst düzeydeki askeri yetkilileri olan "dört yıldızlı generallerin", Pentagon'da seslerinin her zaman daha iyi duyulduğunu da söyledi. "TÜRKİYE'DE LAİK DEMOKRASİ ÇOK İYİ GİDİYOR"Türkiye'de laik demokrasinin çok iyi gittiğini söyleyen Bryza, "Evet, pek çok gerilimli durum, canlı tartışmalar oluyor. Bunları kakofoni, gürültü olarak niteleyebilirsiniz. Ancak bu tartışmalar demokrasinin gereği. İnsanlar AKP'nin özünün ne olduğu konusunda spekülasyon yapıyor. Benim görüşüm, AKP'nin, Türk halkı tarafından seçilmiş bir parti olduğudur. Türkiye önemli, çünkü laik bir demokrasi. Bu nedenle de Türkiye, siyasi işlerini laik demokratik ilkelere göre düzenlediği sürece stratejik önemini muhafaza edecektir" ifadelerini kullandı.BAĞIŞ: AB KONUSUNDA GİZLİ GÜNDEMİMİZ YOK Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politika danışmanı, AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış da AKP hükümetinin AB konusunda “gizli gündemi bulunmadığını" vurgularken, AB'nin müzakereleri yavaşlatma kararından hayal kırıklığına uğranılmadığını ve en az eskisi kadar bu süreçte ilerlemede istekli olduklarını söyledi.Bağış, Washington'ın "gizli amaçlar" konusunda spekülasyon yapmayı sevdiğini belirterek, "AK Parti'nin AB eğilimiyle ilgili gizli gündem, gizli amaç gibi referansları duymak istemiyorum, çünkü böyle bir şey yok. AK Parti hükümetinin politikaları, Türkiye'nin 1963 Ankara Anlaşması ve 1860'ların batılılaşma eğilimlerinin bir uzantısıdır. Biz bu mirası devam ettiriyoruz" dedi.AB'nin Türkiye ile müzakereleri yavaşlatma kararının ardından "hayal kırıklığına uğramadıklarını" belirten Bağış, Türkiye'nin en az eskisi kadar AB yolunda istekli olduğunu ve reform sürecinin yavaşlamasının söz konusu olmadığını vurguladı. “OYUN BAŞLADIKTAN SONRA VARIŞ YERİ DEĞİŞTİRİLDİ”Bağış, süreci duraklatanın, Kıbrıs meselesini öne süren AB olduğunu belirterek, Türkiye-AB meselesinin "politize edildiğini" söyledi. AB'nin, "oyun başladıktan sonra varış noktasını değiştirdiğini" belirterek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne yönelik izolasyonların kaldırılması durumunda Türkiye'nin de limanlarını açacağını kaydetti.Türkiye'yi kazanmak ya da kaybetmenin batının elinde olduğunu vurgulayan Bağış, "Türkiye batının eşit ve saygıdeğer stratejik ortağı olmaya kabildir ve isteklidir" dedi.ABD'nin yeni Savunma Bakanı Robert Gates'in, Senato'da onaylanmasından önceki oturumda yaptığı konuşmada, Türkiye'nin katkılarının yeterince takdir edilmediği yönündeki sözlerine dikkat çeken Bağış, olgun stratejik ortakların takdire veya sırt sıvazlanmasına ihtiyaç duymadığını söyledi.Bağış, "olgun stratejik ortaklar, birbirinin kalbini ve kafasını, birbirinin güvenini kazanmak için aktif ve sağlam işbirliğine ihtiyaç duyarlar" dedi ve kimsenin "timsah gözyaşları dökmesine izin verilmeyeceğini" ifade etti. “TÜRKİYE BAZI AĞIRLIKLARI ATMASI GEREKTİĞİNİN FARKINDA”Türkiye'nin demokratik evriminin ve AKP hükümetinin demokratik tutumunun gözden kaçırılması veya yanlış okunmasının hayal kırıcı olduğunu söyleyen Bağış, bunun, Soğuk Savaş alışkanlıklarından kaynaklanıyor olabileceğini belirtti ve "aslında Soğuk Savaş'ı Türkiye gündeme getirmeli ve o dönemde yaptığı fedakarlıklara, müttefiklerine yaptığı katkılara ne olduğunu sormalı" dedi.AB'nin, gözlerini Orta Doğu'daki istikrarsızlığa kapatarak güvende olamayacağını belirten Bağış, bu aşamada Birliğin, yapay tampon bölgelere değil stratejik ortaklara ihtiyacı olduğunu vurguladı. Bağış, Türkiye'nin bu bağlamda batı için bir güç ve istikrar kaynağı olduğunu belirtti.Bağış, Türkiye-AB sürecini, kendi hayatında uyguladığı diyet programına benzeterek, "Türkiye kendi iyiliği için bazı ağırlıkları atması gerektiğinin farkında" dedi. öbür ucunda bile olsa boynunu sıkarım’ demektir.






      Ordu kurtaran Şaban dersleri
      Kara Harp Okulu Komutanı’nın istifasından sonra başlayan sızma, süzme ve düzme haber bulamaçları neredeyse ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ipliğini pazara çıkarma kampanyası’ halini alacakken Baykal bir kere daha ordunun canına ve şanına okumaya kalkışıyor:-30 Ağustos mücadelesinde başarıya ulaşılmıştır. Terfi süreci ve atama sürecinin işleyişi güvence altına alınmıştır.Daha önce de vurguladığım üzere, Baykal’ın ‘CHP’yi ordunun partisi, orduyu da CHP’nin ordusu’ gibi gösterme heves ve çabaları millete ve gözbebeğine yapılabilecek en büyük kötülüktür. CHP bu haltı karıştırdığı sürece Türk milletinin bütün kalbiyle ‘ordu benim ordumdur’ demesi zorlaşmıştır, zorlaşmaktadır. Hadi AKP’nin 30 Ağustos’ta YAŞ kararlarında etkili olup tercih dayatacak dirayet ve celâdetin zerresine sahip bulunmadığını geçelim. Baykal’ın hayalet yaratıp sonra da onu Don Kişot’un mızrağından daha güçlü dilceğizi ile imha ettiği yolunda şecaat arz edişi gülünç değil midir?-Son değerlendirmemizi Meclis tatile girmeden önce ‘Sakın ha 30 Ağustos’la oynamayın’ diyerek yapmıştık..... Bizim uyarımızın ardından o zamana kadar kopuk olan ilişkiler yeniden canlandı. Ziyaretler yapıldı. Bizim o konuşmayı yaptığımız günden sonra sorun aşıldı.....Aman da bre yaylalar! Doğrusu Baykal gibi zeki bir insanın böylesine basit kurnazlığa tenezzül edişini anlayamıyorum. Acaba bu söylemlerle bir takım saf CHP’lilere ‘genel başkanımız sayesinde AKP’nin orduyu kurcalanması önlendi’ dedirtmeyi mi umduğu için bu hafifliği göze alabiliyor? Yoksa kendisini etkisiz ve verimsiz bulan ‘sosyal demokrat camia’yı (?!) aptal yerine mi koymaya kalkışıyor:-Siz benim Ana Muhalefet lideri olarak hiçbir işe yaramadığımı, etkisiz ve verimsiz olduğumu söyleyip duruyorsunuz ama saçmalıyorsunuz. Oysa ben iki çift laf ile askerin topundan ve tüfeğinden daha etkili olmaktayım. İşte gördünüz, bir ‘cız’ dedim, AKP hemen elini ordunun terfi sürecinden çekti. Şüphesiz Baykal’ın bu küçük askercik manevraları büyük demokratik, sosyal ve milli sıkıntılar üretebiliyor. Daha beteri de böyle numaralar karşısında ordunun herhangi bir tepki vermemesi...Yetkili bir komutan çıkıp da ‘yeter Baykal efendi, bütün milletin ordusu olan ve her partiye eşit mesafede duran Türk Silahlı Kuvvetleri senin vesayetin altında değildir, himayene de ihtiyacı yoktur’ demiyor.Sanki ‘CHP Genel Başkanı’nın bu tavrından rahatsızlığımızı belirtirsek AKP’ye sıcak baktığımız izlenimi doğabilir’ diye endişe edilmektedir. Oysa tabii ki böyle doğrudan işgüzarlık yapana yönelik bir açıklama istediğim ve önerdiğim yok. En azından Baykal’ın anlayacağı bir yöntemle bu üslûba duyulan tepkiyi yansıtmanın bir yolu bulunabilir. Aksi halde CHP ile TSK arasında siyasi özdeşlik bulunduğu izleniminin güçlenmesi, milletin sadece düşmanlarını sevindirecek bir durumdur. Esasen bir ordu için, herhangi bir siyasi partiye daha yakın durduğu izleniminin doğması zaten felâkettir ama bu, CHP söz konusu olduğunda iki kat daha ağır mesele teşkil eder. Zira millet çoğunluğu iyi bilmektedir ki ardında yabancı güçlerin bulunduğu sözde yerli kaygılı askeri darbelerin hiçbiri CHP’ye karşı değildir, aksine bazı aydınları ile CHP daima bu tür manevraların ortağı olagelmiştir.Şüphe yok ki, Baykal’ın lider olarak bir noktacık şahsi etkinlik gösterisi ve üç kuruşluk parti getirisi uğruna millete ve orduya yapmakta olduğu kötülüğün boyutlarını kavrayamayan kurmay zekâ düşünülemez. Anlaşılan; AKP’nin pek küreselci, pek beynelmilelci duruşu, doğal olarak ulusçu bir kurum niteliği taşıyan orduyu Baykal’ın işgüzarlığı karşısında yutkunmak zorunda bırakmaktadır.Ne yaptım; Baykal’ın kabahatinden de AKP’ye pay mı çıkarmış oldum?Hayat denen fırıldak böyledir; şer başkasının fiili olabilir ama müsebbiplerinden biri de ben isem vebalden hissemi inkâr edemem.





      Müjde, ABnin sopası meşe değil, huş
      Ne zaman AB üstüne tartışmaya katılsam dünyanın en hayırlı değişikliklerini dahi birilerinin zorlamasına borçlu olmayı reddederim. Haysiyetli insanın, kendisi için iyi olduğuna inandığı bir işi, birilerinin sopası ile yapamayacağını söyledikçe de içimizdeki AB havariler kem-küm ederler:

      -Ha, hı, yani evet ama ne yapalım, beceremiyoruz, bari başkalarının dayatması ile de olsa bu değişiklikleri hayatımıza geçirelim.

      Ne demektir bu?

      -Kardeşim varsın haysiyetsizlik olsun, ben yine AB tarafından kovalanıp kamçılanarak istedikleri değişiklikleri yapmaya razıyım.

      Ben değilim ve olmayacağım.

      Kaldı ki böyle ittire kaktıra yaptırdıkları değişikliklerin kâğıt üzerinde kalacağı ve bizim insanımızın hayatını daha iyileştirmekten çok, AB’nin ve cümle sömürgenlerin iktisadi ve siyasi dayatmalarına karşı daha dirençsiz hale gelmemizi sağlayacağı bin kez tekerrür eden tarihle sabittir.

      Mesele AB’ye karşı olmak veya olmamak meselesi değildir. Mesele haysiyetli olmak veya olmamak meselesidir.

      Bu yüzden, iktidar ekâbirini çok kızdıran eleştirilerimin merkezinde AB karşısındaki eğiklik ve eziklikleri olagelmiştir. İyi bildikleri için de hep Fetih suresinin son ayetindeki Müslüman tanımına dikkat çekmişimdir:

      -Muhammed (SAS) Allah’ın Elçisi ve onunla beraber olanlar -düşmanlık eden- kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında çok yumuşaktırlar....

      Oysa bizim dünkü İslâmcı, bugünkü AB’cilerimiz ise, Kur’an-ı Kerim’deki Müslüman tanımını ters çevirircesine ‘içeride şahin, dışarıda güvercin’ kisvesine bürünmeyi hüner saymaktadırlar. Hatta meselâ Türkiye düşmanı bir Avrupalı milletvekiline pek mülayim ve pek hoşgörülü davranırlarken kendi partilerinin milletvekilini sırf ‘gözünün üstünde kaşın var’ dediği için dokuz köyden kovmaktadırlar.

      Muhataplarındaki bu tıynet yüzünden de, en mıymıntı AB’li dahi yüz bulup sürekli Türk hükümetini ve Türkiye’yi dövmeye kalkışmış, bizimkiler ise sanki dayağa müstahak suçlular gibi rica-minnet eğilip durmuşlardır.

      Bu tür küstahlıklar karşısında ‘haysiyet lütfen’ diye çağrıda bulunup ‘yahu kendinize gelin; AB’yi çoban, kendinizi ve ülkemizi de sopa ile sürülen zavallılar durumuna düşürmeyin’ dediğimiz zaman öfkeleniyorlardı:

      -Ne demek sopa ile sürülmek. Diplomasi dediğiniz böyle bir meslektir; inişli-yokuşlu bir yoldur... Zıtlaşmak kolay, uzlaşmak zordur. Hem yüksek uygarlık diyarı çağdaş ve ileri AB hiç sopa kullanır mı? Çok ayıp...

      Oysa bal gibi kullanır ama bize karşı!

      Kendi insanına karşı sopa kullanmayı aklının ucundan bile geçirmeyen yüksek (!) uygarlık diyarı AB Türkiye’yi her zaman dövülesi bir ‘yaratık’ olarak görmüş ve görmeye devam etmektedir.

      Dilimizde tüy bittiği halde anlatamadığımız bu sopa diplomasisi nihayet dün, adı ve sanı ile belgelendi. AB ülkesi Danimarka’nın Information gazetesi aynen şöyle yazdıB

      -Ancak Kıbrıs sorununda ilerleme sağlanması ve Türkiye ile AB arasında bu konuda bir krizin önlenmesi için buhardan daha fazlasına ihtiyaç olduğu açık. En azından, huş ağacından sopa ile en az bir kez vurmak gerekli...

      İşte bütün hikâye!

      Çağdaş ve ileri AB’nin, özellikle Türkiye’ye karşı sopa kullanmayı zorunlu gördüğü, kendisini hayvan terbiyecisi saydığı, hükümeti ve dağdaki çobanı ile birlikte bütün Türk milletini sürü yerine koyduğu ortada.

      Lakin buna rağmen AB havarilerini memnun etme bahasına milletle birlikte aşağılanmayı hazmedebilen bazı iktidar mensupları sopayı inkâra veya tevile devam edeceklerdir:

      -Burada hakiki sopadan söz edilmiyor, mecazi anlamda sopa sözü kullanılıyor. Biraz sert bir diplomasiyi kast ediyorlar. Hem kaldı ki sopa bile olsa, öyle bildiğiniz meşe sopası değil, adamlar özenle ‘huş ağacından yapılmış sopa’ diyorlar. Yani bol etlerimize hafiften vuracaklar... Ne var ki bunda? Mübarek AB yolunda böyle birkaç fiske yesek ne olur sanki?

      Yakınlarımızı üzmek bahasına boğuştuğumuz kafa budur.

      Haysiyetin seçeneği, haysiyetsizliğin telâfisi yoktur.











      Siyasi aşiret, kongreli mafya ve milli irade
      Dün ‘Milli Egemenlik’ adına siyasilerimizin attığı çocuksu nutukları, özellikle ‘milli irade’ edebiyatı yaparken sergiledikleri pişkinlikleri izlerken kahır ve utanç yaşadım.

      Ekranlar bu gürültülü gevezelikleri yansıtırken sıcağı sıcağına partilerin ilçe kongrelerinde aşiret düzeni yaşanıyor, icazetlilerin seçilmesi için hazırlanmış ortamlarda en hafif ‘milli irade’ deneyleri mahallinde boğazlanıyordu.

      Merkezlerin buyurduğu ‘mutlaka tek listeli kongre’ fermanlarının uygulanmasına nezaret eden palyaço demokrasisi, aslında 23 Nisan 1920’den bu yana bir arpa boyu ‘milli irade’ yolu almadığımızı sekseninci kere ortaya koyarken ‘milli egemenlik’ nutukları atabilmek için, herhalde insanın yüz derisi çarık gibi olmalıdır.

      Doğrusu ilk meclislerimizin oluşturulma biçimini de kutsayacak halimiz yok. O günün şartlarında oluşan siyasi irade, ısmarlanmış mebuslarla devrimlerini ve iktidarını pekiştirmeye çalışıyordu. Bu deney, demokrasi için ancak sıfırın bir milim ötesindeki başlangıç noktası olarak doğaldır.

      Esasen demokrasinin, en gelişmiş örneklerinde bile ‘milli irade’yi yansıtmak gibi bir hakikati yoktur. Meselâ ‘İngiliz demokrasisi’ bu gerçeğin anıtı ve kanıtıdır. Irak’a saldırı öncesinde milletin iradesi savaşa karşı yönde iken Başbakan Blair ülkesini bu vahşete ortak edebilmiştir. O bakımdan ‘demokrasi’den ‘milli irade’yi tecelli ettiren bir düzeni kastetmem. Gerçek demokrasinin tanımını namusumuzla yapmamız lazım:

      -Milletin, kendisini iyi hissetmesine yetecek kadar olsun ülke yönetimine katıldığını sanmasına demokrasi denir.

      Bu da milletin, yönetimdeki gizli ve açık güçler üzerinde bir ölçüde etkili olabilmesi, meselâ sermayenin onda biri kadar iktidar payı edinebilmesi demektir. Demokrasinin bundan daha iyimser bir tanımı olabilir ama kısmen gerçekleştiği birkaç istisna dışında uygulanmış örneği yoktur.

      *

      Milli iradeyi, parti içi demokrasi maskaralığı ile daha doğabileceği yerde boğan siyasi aşiret anlayışının egemenliği sürerken çağdaşlaşma yolunda bize rehberlik (!) eden AB’nin sahteciliği de nasıl da sırıtır?!

      Güya Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olması için siyasi ölçütlerle ilgili düzenlemeler yaptırtan ve gereklerinin yerine getirilmesini gözetleyen AB’nin bir kere olsun işin özüne girdiğini gördük mü? Ciddi bir çağrı ile ‘siyaset yapma tarzınız ilkel; partiler, ön seçim ve seçimle ilgili çağdışı düzenlemelerinizi değiştirin’ diye kapımıza dayandıklarını işittik mi? Bu fasıldan tek dayatmaları, PKK güdümünde siyaset yapacak ırkçı partiler Meclis’e girsin diye ‘baraj oranını düşürün’ demekten ibarettir.

      Oysa adına demokrasi demeye devam ettiğimiz düzenimizin en önce eleştirilecek ve düzeltilecek yanı burası.

      Kimler nasıl siyaset yapıyorlar?

      Özellikle parti tabanlarında siyaseti yürütecek kadrolar nasıl oluşuyor?

      Kestirmeden söyleyelim:

      Mevcut siyasi aşiret reislerinin arzu buyurduğu şekilde yürütülmeye çalışılan kongreler sayesinde demokrasi değil, partizanlık ve yolsuzluk tabana yayılmaktadır! İcazetini, o mahaldeki partililerden değil de, genel merkezden alan il veya ilçe teşkilat başkanları bu güç sayesinde o çevrenin ‘demokratik mafya lideri’ oluverirler. İcazetli kongreler sayesinde aşiretin genel merkezi tarafından ‘kongre manevrası’ ile tayin edilmiş ‘parti komiseri’ devletin yöredeki gücünü ve imkânlarını siyasi yandaş ve akrabalara bölüştürme görevlisi olduğunu bilir, seçmeni umursamaz.

      Türkiye’nin parlamenter demokrasi deneyi, başından bugüne kadar böyle bir yozlaşma ve yolsuzluk tarihidir.

      Toplum bunu sorgulayıp hesabını kesecek olgunluğa ulaşana kadar, küresel güçlerin içerdeki siyasi ve iktisadi işbirlikçileri tarafından sürü halinde güdülmeye devam edeceğimiz kesindir…
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......