Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun Yumuşak Güç/Kaba Kuvvet

      Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun Yumuşak Güç/Kaba Kuvvet

      Bir ülkenin diğer bir ülke üzerinde hâkimiyet kurmasının başlıca iki yolu var: Bunlara 1) "Kaba kuvvet", 2) "yumuşak güç" diyeceğim.
      "Kaba kuvvet" yönteminde bir ülke silâh zoruyla işgal edilir; altyapısı, fabrikaları, geçim kaynakları imha ve mümkün olduğu kadar insan, zâyi edilir. Teknikbilig (teknoloji) geliştikçe bu daha da kolaylaşmıştır. Kaba kuvvete başvuran, mazlûm bir ülkeye 'şunu şunu yapacaksın' der; yapmazsa tepesine biner. Bazan da, garibanlar 'peki yapacağız' deseler bile, kaba kuvvetçinin, 'aslında yapmak istemiyorlar' diye bahane edip imhâya başladığı görülmüştür.

      "Yumuşak güç" yöntemi ise, hasım seçtiğin, göz koyduğun ülkenin insanlarını, senin istediklerini, kendileri ister, gönüllü olarak yapar duruma, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra getirmektir. Bu daha fazla zaman alır, ama çok daha etkili ve kalıcıdır.
      Düşünün ki bir ülke iktisâdî imkânlarını sâdece iki şey üretmek için kullanıyor: Biri silâh, öbürü "filim". ["Film" değil, Türkçeleşmiş bu sözcük "filim" yazılır ve okunur. (Son yıllarda daha da "Batılı" (yâni âdi bir taklidi) olma aşkları depreşmiş bazı basın-yayın mensupları illâ da dillerini kıvırıp "film" diyerek hava attıklarını zan ediyorlarsa da?] Tabii "filim" den, TV dizileri, müzik CD'leri, fasa fiso (ama derin gayeli) yabancı roman, hattâ çizgi romanları bile kasdediyoruz, yalnız sinemayı değil. Belki on iki yıl önce Aydınlık dergisinde çıkan, Dilek Uğuz Hanım'ın yaptığı bir mülâkatımda ["söyleşi" de diyebiliriz; ikisi de Türkçe. Ama "röportaj" gibi Türkçe'ye batırılan dikenlere 'Hayır'.] değindiğim gibi, o "silâh", ve genel anlamıyla "filim"den hangisinin daha etkili bir silâh olduğunu düşünürsünüz? Elbette "filim". Bir ülke insanlarının ruhlarını, gönül, ve zihinlerini köleleştirir, hâkimiyetin altına alırsan, sonunda sana herşeylerini, kalelerini, ülkelerini, topraklarını bile gönüllü olarak verirler. [Onun için, 50 yıl öncesinden başlayarak "Türkçe giderse, Türkiye gider" demiştim (Bkz. O.Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe" kitabı (Otopsi, İst. Yayını)).] İşte "yumuşak güç" bunu yapar, ama "filim"den öte, daha da uzun vâdeli, etkili silâhları vardır.

      İki istilâ yönteminin her biri, tarih boyu değişik ölçülerde kullanılmıştır, yeni değil. Ancak şimdi, bir yandan maddî kaba kuvvet silâhları teknikbiliği gelişirken, diğer yanda, "yumuşak güç" için de sessizce, 'toplumsal teknikbiligler", daha da mahvedicisi, "kültürel teknikbiligler" hızla gelişti. 50 yıl, 100 yıl, 200 yıldır değişik güçler böyle yöntemler kullandı; hızlanarak kullanıyor.Bu yordamlara mâruz kalan bir halk nesiller boyu kendisine ne olduğunu, ne yapıldığını idrâk etmiyor, taa ki, işleri bitirilip ülkeleri, hayır, vatanları elden gidinceye dek. O birkaç nesil boyu, pek şikâyet eden, kaygılanan bile yok. Hani, "Halkın üzerine ölü toprağı serpilmiş" denir ya.


      İstilâcı açısından "kaba kuvvet" pek etkili bir yol değil. Mâzlum halk müstevliye için için diş biliyor. Ulusal bilinci bileniyor. İsyanlar, direniş eksik değil. Ama "yumuşak güç"te durum farklı. Çörçil'in meşhur lâfını bilirsiniz: "Herkesi bazan, bazılarını her zaman kandırabilirsiniz; ama herkesi her zaman kandıramazsınız" demiş. Lâfın son kısmı pek doğru sayılmaz: 'Yumuşak güç' ile hemen herkesi, ve uzun uzun süreler kandırabilirsiniz. Maalesef, bunun en keskin misâli, "yumuşak güç"ün tarih boyu, hasım açısından en etkili uygulanış sonuçları, yakın tarihte Türk'e olmuşa benzer. Ama gene yılgınlığa düşmemeli. Çünkü her silâhın bir karşı silâhı vardır, genellikle aşağı yukarı aynı cinsten.


      Yumuşak gücün en müthiş silâhı bir ulusun, ülkenin dilinin yokedilmesi (bir buçuk nesilde olabiliyor); bunun baş yöntemi ise eğitim dilinin ana okulundan itibâren yabancı dile çevrilmesi. Bu âfet ile 50 yıldır mücadele etmekte olduğumu biliyorsunuz. Ve nihâyet, altı yıl kadar önce Türkiye'de 'Büyük Uyanış' başladı ve hızla büyüyor. Halkımız bu sefer de mânevi kurtuluş savaşını kazanacak. Eminim.
      01.05.2005
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun Perşembenin Gelişi...

      "Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur." denir ya, buna bir ilâve yapabiliriz:
      "Eğer matematik (riyâziye) gibi düşünmeye alışkınsan, olaylar, ülkeler arasında karşılaştırmalar yapıp bağıntılar kurabiliyorsan, o zaman, perşembenin gelişini çarşambadan değil, bir önceki çarşambadan anlayabilirsin."
      Son yıllarda dünyanın çeşitli yerlerinde vahim olaylar cereyan ediyor; Afrika'da, Balkanlarda, Orta Asya ve Kafkasya'da, Yakın Doğu'da... Bir bakıyorsun, asırlardır birlikte âhenk içinde yaşamış halklar birbirine düşürülüyor. Katliamlar, yüzbinlerce ölü, aç bilaç, susuz kalan zavallı insanlar, gıdasızlıktan ölen sayısız bebek.

      Hani insanlık ilerlemişti; hani Batı, Asya'ya, Afrika'ya uygarlık getirmişti, getiriyordu?
      Ne uygarlığı? Aslında Mehmet Âkif doğru söylemiş (ve her geçen gün dediğinin ne kadar doğru olduğu daha iyi anlaşılıyor): "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar." Tabii Rahmetli Mehmet Âkif'in bunu dediği zamanlar, "Uygarlık, medeniyet" denince "Batı" akla geliyordu. Sömürgeci Batı, bizzat kendisi, yağmaladığı, köle etmeye çalıştığı ülkelerde "medeniyet eşittir Batı" sahte formülünü zihinlere kazımakla meşguldu. Uzak Asya, hattâ Sovyetler Birliği teknikbiligteki hamlelerini daha yapmamıştı. Kültürle, insanlık anlayışı ve gönül terbiyesi ile, teknikte gelişme birleştirilmedikçe o maddî gelişmenin insanlığa zarar da getireceği genellikle idrak edilmemişti (tabii istisnâlar var: Örneğin Ziya Gökalp, "hars (kültür)" ile (yanlış olarak "teknik" anlamında kullanılan) "medeniyet" arasındaki fark üzerinde durmuştu). Bizim eski Asya kültürümüzde, gerçek "medeniyet"te ise birkaç bin yıldır, "Âlimin hem maddî bilim, hem mânevi ilimlerde âlim olması gerekir" anlayışı vardı. (Kitaplarımızda onun için "Bilim+Gönül" dedik).

      Evet, bir bakıyorsun, düzgün düzgün gideduran bir ülkede birden iç çatışmalar, kavga gürültü, kıyamet. Ülke parçalanıyor; huzur artık bozulmuş, kavganın patırtının sonu gelmiyor. O ara ülkenin her şeyi, kamu tesisleri, altyapısı, hattâ toprakları "küreselci" postuna bürünmüş yabancıların eline geçmiştir. Eskiden refahı yerinde olan halk artık aç kalmaktadır. Toplum dağılmış, ortak değerleri kalmamıştır. Kaçan kaçana; öğrencileri dışarda, ülkenin bin bir meşakkatla yetiştirdiği hekimler dışarıda, mühendisi, bilimcisi dışarıda (gerçeklerine zâten öz yurtlarında hayat hakkı, çalışma sâhâsı yok, hele vatansever iseler). Peki o ülke için, o mazlûm halk için kim çalışacak? Vatansatarlar mı?

      Dünyanın dört bir yanında, Avrupa'sı, Amerika'sı dâhil, insanlık duyguları olan, milyonlarca mazlûmun başına gelen felâketlere üzülen, daha insancıl bir dünyanın özlemini çeken insanlar var. Ama, genel kamuoylarının da, onların da, bir ülkenin başına gelen felâketlerden iş işten geçtikten, milyonlarca insan perişan olduktan veya öldükten sonra haberleri oluyor. Neden böyle geç? Çünkü büyük basın-yayın organları, Batı tekelindeki haber ajansları için katliamlar, büyük felâketler haber sayılıyor. Yoksa bir ülkede için için, sessiz sedâsız, uzun süreler devam edebilen baş aşağı gidişat, "haber" sayılmadığı için (zâten melânetleri hazırlamakta olanlar da gizlediği için) duyulmuyor, duyurulmuyor.

      Halbuki, işin evveliyatına bakarsanız, o parçalanan, kana bulanan ülkelerde, 30 yıl, 50 yıl, bazen daha uzun yıllar sürmüş bir kuluçka devri boyunca "küreselci" insanlık düşmanlarının, yabancıların, sayısı zamanla artan yerli işbirlikçilerinin arkasına saklanarak, onlara gizli gizli "meşrulaştırma" imzaları attırarak o ülkenin sonunu hazırlamış bulunduklarını göreceksiniz. Araba yolda devrildikten sonra hayıflanmanın, vâveylânın ne anlamı var? Önemli olan, daha yolun başlangıcında, o bineceğin arabanın yolda devrilecek biçimde tasarlanmış olduğunu fark etmek, tedbirini almak, yol üstüne konmuş tuzakları, araba oralara varmadan bertaraf etmek. İşte öyle önleyici tedbirleri almak için, aklı başında, oyuna gelmemiş ülkelerin, "bağışıklık sistemi" dediğim etkin ve etkili "teşkilât-ı mahsusa"ları (Osmanlı Türk Devleti'nde ve Atatürk devri Cumhuriyet'inde olduğu gibi), bağımsız bir millî eğitim ve ulusal kültür siyasetleri, dış dünyada olup bitenleri sürekli araştıran, karşılaştırıp sonuçlar çıkarabilen ve devlete bilgi ve strateji ham maddesi sağlayan evrenkentleri, araştırma kurumları, vatanları için çalışan bilim adamları vardır. Şimdi yurdumuzda da, o nitelikteki faaliyetler yoğunlaşıp etkinleşmeli, son 67 yıl masaya yatırılmalı, olanlar açık seçik anlaşılıp tarihî ve kültürel bağlarımız olmuş ülkelerin başına gelmişlerle karşılaştırılmalı, ona göre tüm vatansever ve yetenekli insanlarımız birlik olmalı, önce yakın, sonra daha uzum vâdeli geleceğimizin kurtarılması için, araba devrilmeden harekete geçmelidirler. Bunları yapmak için herkesten fazla târihî birikimimiz, her dalda iyi yetişmiş, asil, vatansever ruhta bol sayıda insanımız, ve hızla gelmekte olan gençlerimiz var. Başaracağız.

      08.05.2005
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000