Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 2 / Kemalizm

      Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 2 / Kemalizm

      Kitap yeni bitti! Yazı yazı değerlendireceğim!

      -----------------------------------------------------------



      Yayın Yönetmeni - Murat Belge / Editör - Murat Gültekingil, Tanıl Bora / Yayın Sekreteri - Bağış Erten / Cilt Editörü - Ahmet İnsel

      ------------------------------------------------------------

      Sunuş

      Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dokuz cilt olarak çıkarılmış, Türkiye Cumhuriyeti tarihini milliyetçilik, batıcılık, liberalizm gibi başlıklar altında irdeleyen bir seridir. Serinin ikinci cildi olan “Kemalizm” başlıklı kitapta Doğan AKYAZ, Faruk ALPKAYA, Toktamış ATEŞ, Suavi AYDIN gibi entelektüeller, modern Türkiye’de Kemalizm olgusunu hegemonya, çağdaşlaşma, ideoloji, köycülük, halkçılık gibi pek çok kavram üzerinden hareket ederek irdelemektedirler.

      Kemalizm cildinin sunuşu, siyasi düşünce tarihinin Türkiye dışında başka bir ülkede incelenmesi durumunda, Kemalizm / Atatürkçülük türünden yerel bir akımın mevcudiyeti tartışması ile başlıyor. İngiltere’de Çörçilizm, ABD’de Ruzveltizm veya Almanya’da Bismarkizm düşünce akımına böyle bir seride yer verilmeyeceği belirtilen sunuşta daha sonra Nasır, de Geulle gibi istisnalara da yer verilmiş. Fakat bu örnekler belirtilirken Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in siyasi düşüncesi için zaten cilt boyunca eleştirilen, belirlenen, vurgulanan öneminin büyüklüğünün, sunuşun daha başında unutulması ve İngiltere’de Çörçil, Türkiye’de Mustafa Kemal karşılaştırması yapılması bir eksiklik olarak göze çarpıyor.

      Sunuşta, Kemalizm’in birçok düşünce akımı gibi tek bir tanımının yapılamayacağını bu yüzden sağ veya sol Kemalizm, devletçi veya liberal Kemalizm gibi tanımlamaların kitap boyunca karşımıza çıkacağından bahsedilmektedir.

      Sunuş, Kemalizm kavramının mümkün olduğu kadar değişik alanlardaki tezahürlerinin, farklı perspektiflerinin ele alınmaya çalışıldığını belirten paragraf ile sona ermektedir.

      Giriş

      Dizinin Kemalizm cildi Ahmet İNSEL’in editörlüğünde oluşturulmuş. Kemalizm eleştirisini mümkün olduğu kadar bol miktarda tutmaya özen gösteren İNSEL, Kemalizm’in iki asli unsurunun milliyetçilik ve medeniyetçilik olduğunu belirterek ikinci cildin giriş yazısına başlıyor.

      İNSEL, Kemalizm’in esas amacının Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temeller üzerinde durmasını sağlamak olduğunu belirtiyor. Bu savını desteklemek amacıyla Mustafa Kemal’e atıfta bulunuyor:

      “Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktai nazardan istifade ederiz. O noktai şudur: Türk milletini, medeni cihanda, layık olduğu mevkie is’adetmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha ziyade takviye etmek.” ( Nutuk, s.897 )

      İNSEL, Kemalizm’in tepkiselliğinin sebebini çözmek için mutlaka o dönem dünya siyasal konjonktürüne ve birinci kuşak Kemalistlerin içinde yetiştikleri zihin dünyasına bakmamız gerektiğini söyler. -Söz konusu zihin dünyasını, mensubu oldukları imparatorluğun candamarı sayılan önemli topraklarının hızla kaybedilmesi ve ardından imparatorluğun çökmesi, çöküşe bu kuşağın bizzat şahit olması oluşturmaktadır.- Devletin yok olması tehlikesine karşı verilen tepkiler üzerinde bu zihin dünyasının etkisi uzun süre devam edecektir.

      Genç Kemalizm’in asabiyesini besleyen bir diğer unsurda İNSEL’e göre, yeni bir devlet ve toplum kurma idealinin yanında, iki savaş arası dönem gerginliğinde dünyada sürekli devletlerin ortadan kalkma tehlikesi altında yaşamasıdır. İki savaş arası dönem dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, Amerika ve Avrupa’nın büyük devletleri çöken ekonomilerini diriltmek ve Dünya’nın ve/veya Avrupa’nın en büyüğü olmak amacıyla birinci savaşın hemen sonundan itibaren yayılmacı politikalar üretmeye ve uygulamaya başlamışlardır. Yine aynı dönemde küçük dünya ülkeleri de ya yok olmuşlar ya sınırları değişmiş ya da büyük bir devletin kuklası haline gelmişlerdir.
      İNSEL, Kemalizm’in korporatizm ile olan ilişkisine ayrı bir önem vermektedir. Devlete bir toplum yaratmak, yaratılan toplumu eğitmek ve yaratılan halkın devlet ile organik bir bağ kurulması Kemalizm’in düsturudur. Sınıfsız, kaynaşmış bir toplum ülküsünün gerçekleştirilmesi için Kemalizm’in korporatizm ile yakınlaşması doğaldır.

      Etnik vurgusu belirgin Türk milliyetçiliği yerine içeriği daha esnek ve tanımı resmi ideolojinin evrimine tabi bir kavram olan Atatürk Milliyetçiliğinin kullanılması aslında bize Kemalizm’de başından beri var olan utangaç milliyetçiliğin varlığını gösterir.

      Milliyetçilik tanımlaması etrafında değinilmesi gereken ikinci bir konu İNSEL için; devlet milliyetçiliğinin veya resmi milliyetçiliğin herhangi bir etnisitenin milliyetçiliğinden daha önemli olmasıdır.

      İNSEL, etnik milliyetçiliğin geri plana itilmesini olumlarken resmi milliyetçiliğin etnik milliyetçilik ile benzer uygulamaya tabi tutulmamasına eleştirel bir tavır takınmaktadır. Resmi milliyetçiliğin, Cumhuriyetin kuruluş merhalesinde ön planda tutulmasını değerlendirirken yukarıda İNSEL’in değindiği ve yukarıda dikkati çektiğim “zihin dünyası”nı unutmamak gerektiği kanısındayım. Ciltte derinlemesine açıklamalarına sıkça rastlayacağımız “zihin dünyası”nın kurucu kadro üzerinde yarattığı etkinin, aynı dönemde Avrupa’nın farklı ülkelerinde yarattığı uygulamaları göz önüne aldığımızda, daha ağır resmi milliyetçilik uygulamalarına yol açabileceğini fakat kurucu kadronun sağduyulu ve temkinli davranışının tarihimize ağır eleştiriler getirecek olaylara sebebiyet vermediğini söyleyebiliriz. Kuruluş döneminde meydana gelen ve ağır bir şekilde eleştirilen uygulamaların ise azami bir dikkatle o dönemin uluslar arası ve ulusal koşulları dikkate alınarak değerlendirilmesi durumunda, aynı olaylar için benzer cümleleri tekrar kuramayacağımız kanısındayım.

      İNSEL, Altı Ok içinde demokrasinin geçmemesini bir unutkanlık olarak değerlendiremeyeceğini, Kemalizm’in demokrasiyi reddetmediğini ama demokrasinin Kemalist düşün içinde Halkçılığa indirgendiğini ve kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde parlamenter sistemin zararlı yanlarının ağır bastığını belirtir. Bunları söylerken temel bir tarihi hataya düşmemek için haklı olarak 1930’larda dünya siyasal konjonktürünün de buna çok büyük ölçüde sebep olduğunu belirtir.

      Editörün Giriş yazısından sonra Murat BELGE’nin yazısı ile cilt başlıyor.

      Mustafa Kemal ve Kemalizm – Murat BELGE

      (...)
      Resimler
      • B867.jpg

        29.49 kB, 0×0, 976 defa görüntülendi
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Mustafa Kemal ve Kemalizm – Murat BELGE

      BELGE, yazısına Cumhuriyeti kuran kadroların eğitim aldıkları ve düşünsel formasyonlarını oturttukları dönemi bir adım öne alarak, kuruluşu anlamlandırmak için söz konusu tarihi dönemi daha iyi anlamak gerektiğini anlatarak başlıyor. Söz konusu eğitim dönemi için yazdığı “aralarından hemen hemen hiçbiri o sırada Cumhuriyet’in kendisi üstüne düşünmemiştir. Cumhuriyet, neredeyse bir sürpriz olarak karşılarına çıkmış ve onlar kendilerini Cumhuriyet’in içinde bulmuşlardır.” cümlesi BELGE’nin dönem için genel bakışını özetlemektedir.

      BELGE, ardından Türk düşünce dünyasını en çok etkileyen kişinin Mustafa Kemal ATATÜRK olduğunu belirterek yazısına devam ediyor.

      Bu belirleyiciliğin iki ana kalemde özetlenebileceğini belirten BELGE, şu iki maddeyi belirtiyor: Atatürk ve Atatürkçülük hem yeni tarz düşünceleri desteklemiştir hem de o tarza uymayan düşünceleri marjinalize etmiştir.

      BELGE, Atatürk’ün aslında bir düşünür olmadığını, çok belirgin düşüncelerle hareket eden bir eylem adamı olmadığını yazıyor. Burada BELGE’ye şöyle bir eleştiri getirilebilir. Bir düşünce adamı olmayıp da Türk düşünce serüvenini en fazla etkilemiş kişi olmasının eleştirilmesi, aynı veya yakın etkiye sahip dünya örneklerini incelediğimizde güdük kalıyor. Hatta şunu bile söyleyebiliriz; düşünce adamı olmayıp da büyük kitlelere düşünsel temelde yön veren kişi sayısı, düşünce adamı olup da aynı etkiye sahip kişi sayısından fazladır ve hatta doğaldır.

      Tanzimat’tan hatta İkinci Mahmut’tan başlayarak “kuruluş”a kadar gelen çağdaşlaşma rotasının bir zemin oluşturduğunu belirtiyor BELGE. Bu zemin üzerine Mustafa KEMAL konumunda, yaşında olan subayların gözünü diktiği en anlamlı örgütün İttihat ve Terakki olduğunu; en güçlü ideolojik etkinin de Ziya GÖKALP’ten geldiğini belirtiliyor.

      BELGE, GÖKALP deyince ilk akla gelenin Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak olduğunu söylüyor ama bu üçlünün Onun buluşu olmadığını ekliyor. Bütün Osmanlı’nın zaten 19.asrı muasırlaşmak rüyası etrafında yaşadığını, Türkleşmek’in ise Rusya Türkleri arasından yetişen milliyetçi ideologlar tarafından yurda sokulduğunu not ediyor.

      Mustafa Kemal’in duygularının babasının Namık Kemal, düşüncelerinin babasının Ziya GÖKALP olduğunu Şapolyo’ya referans verilerek ekleniyor yazıya. Buradan sonra GÖKALP düşüncesinin etkisini biraz daha ayrıntıya girerek okumaya başlıyoruz.

      Atatürk milliyetçiliğinin bir “ırk” milliyetçiliği olmadığını, bunu da GÖKALP’in milliyet temelinin ırk olmayacağını belirtmesi ile ilişkilendirebileceğimizi söylüyor BELGE. Yine GÖKALP, Türk milliyetçiliğinin saldırgan ve yayılmacı olmaması üstünlük iddiasında bulunmaması konusunda gerektiği konusunda dikkatli davranmıştır. Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da GÖKALP’in belki izolasyonizm dozu artırılmış “barışçı milliyetçilik” anlayışının devamı gibidir. Hem GÖKALP hem de ATATÜRK milliyetçiliği savaşın, hengamenin ideolojisi olarak değil çağdaşlaşmanın, ilerlemenin ideolojisi olarak görürler. Muasırlaşma konusunda ayrı düştükleri konu ise sadece Mustafa Kemal’in daha keskin bir ilerlemesi olduğudur.

      Yine Atatürk’ün “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” sözü ile Gökalp’in korporatist düzen anlayışı rahatlıkla ilişkilendirilebilir.

      BELGE yazısının devamında “Beklenen Önder” başlıklı bir bölüm açmış ve bölüme Yakup Kadri’nin şu cümleleri ile başlamış:
      "Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Biz gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtık!

      Yakup Kadri ve yaşıtlarının kurtuluş için umutları tükenmekte, kurtarma adına yapılan düzenlemelerden bıkkınlıkla bahsederlerken Mustafa Kemal gibi bir karakterin ortaya çıkması coşkuyla karşılanır. Ne var ki Mustafa Kemal’in önderlik gömleğini giymesi o kadar da kolay olmaz. İktidarın uzağına sürekli itilen, Harbokulunu bitirdikten sonra Suriye gönderilerek merkezden uzaklaştırılan, Enver Paşa tarafından önlenmek istenen bir kişiden bahsettiğimizi belirtirsem anlatmak istediğim daha kolay anlaşılacaktır.

      BELGE, Mustafa Kemal’in demokrasi düşüncesine de değinmiş. Bu bölüme de yine Yakup Kadri’den bir anı ile başlamış:
      Bir gün CHP’nin ilkeleri gözden geçiyordu. O sırada ukalalık edip demiştim ki: “Paşam, bu her bakımdan bir İnkılâp partisidir. İnkılâp partisi ise bir ideolojiye bir doktrine dayanmaksızın yürüyemez.” Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek “O zaman donar kalırız” demişti! Atatürk’ün bu sözle ne demek istediğini şimdi her vakitten daha iyi anlıyorum.

      Bu manada Mustafa Kemal düşüncesinin esnek olduğunu, amacın Türk milletini oluşturan kitlenin evrensel ölçülere ulaşması olduğunu söyleyebiliriz. Hatta BELGE bir adım daha ileri giderek esnekliğin Altı Ok’un yorumlanmasında bile mevcut olduğunu belirtir. Bütün ilkeler tartışmaya açıktır çünkü anlamları özneldir.

      Esnek ideolojinin genç cumhuriyetin genç aydınlarının idealarını kurmalarında, şekillendirmelerinde faydalı olduğunu da görürüz. Fakat aynı şeyi ATATÜRK sonrası için söyleyemeyiz. Zira Mustafa Kemal’in doktrinleşmemesi için çaba gösterdiği “Atatürkçülük”, ölümünün ardından dogmatik bir hale geldi. Bu durumun oluşmasında özellikle Sovyetlerdeki lider kültü –doktriner ideoloji ilişkisinin hem Batıya hem de ülkeye etkisini göz önünde bulundurmalıyız.

      BELGE, yazısını bugünkü durum için getirdiği eleştiriler ile bitiriyor.

      Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları – Erik Jan ZURCHER

      (...)
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları – Erik Jan ZURCHER

      Kemalist devrimin kökenlerini ve Osmanlı entelektüel mirası tarafından nasıl etkilendiğini bilimsel düzeyde sınamak isteyenler için öncelikle Kemalistlerin nerede ne derece radikal değişimciler olduğunu belirlemek gerekir ZURCHER’e göre! Bunun için başvurulacak ilk yol CHP’nin kendisi tarafından belirlenen ideolojisindeki asli unsurların, yani 1931’deki parti kongresinde benimsenen ve 1937’de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına sokulan Altı Ok’u tanımlamaktır. ZURCHER, Altı Ok’tan ikisini araç olarak nitelendirir: Cumhuriyetçilik ve Devletçilik!

      Devletçilik ilkesinin açıklama yapılmadan okuyucu zihinlerine emanet edilerek araç bir ilke olarak nitelendirilmesi ve bu şekilde anlaşılmasının istenmesi bir nebze doğal karşılanabilirken, Cumhuriyetçilik ilkesi için de aynı beklenti içine girmek, Cumhuriyetçilik ilkesini araç bir ilkedir amaç değildir şeklinde niteleyip bir açıklama yapmamak yazarın bir eksikliği olarak dikkati çekiyor. Tüm ilkelerin şemsiyesi konumunda olan bir ilkeyi araç bir ilke olarak nitelendirip diğer 5 ilkenin sadece 1’ine araç bir ilke demek en basitinden “mantık” kavramıyla bağdaşmıyor.

      ZURCHER daha sonra dört ilkeyi daha ayrıntılı bir şekilde inceliyor: Laiklik, Milliyetçilik, İnkılapçılık ve Halkçılık!

      Laiklik akımının en azından bir yüzyıldır varolmuş olduğundan şüphe duyulamaz diyen yazar Cumhuriyeti kuran kadronun din ve devleti farklı alanlar olarak tanımlamış fakat birbirine olan bağımlılığına belirtmeden geçmemiş. Laikleşme çabalarının Osmanlı son dönemlerinden miras alınan bir reform çabası olduğunu aktarmış yazısında.

      İstanbul’daki işgal döneminde işgalci güçlerin din alanı ile devlet alanı arasındaki sağlıklı tanımlamaları tersine çevirmeye çalıştığını ancak Kemalistlerin İttihatçıların bıraktığı yerden devam ettiğini söyleyen ZURCHER, Mustafa Kemal’in daha barışın yapılmasından bile evvel din üzerine kamusal açıklamalar yapmaya başladığını ve bunu gayet tutarlı bir şekilde yaptığını da eklemiş paragrafına.

      Cumhuriyeti kuran kadroların saf İslam’ı “ilerici” ve “rasyonel” olarak addeden ve keskin bir ulema karşıtlığını da barındıran kurucu kadronun laiklik anlayışının Jöntürk selefliğinden kaynaklandığını görürüz yazıda! Yazar bu ve benzer argümanlarını, Ahmet Rıza’dan Abdullah Cevdet’e kadar pek çok yazarın görüşlerinden alıntılarla destekler.

      Milliyetçiliği ise tıpkı BELGE gibi Rusya’da yetişmiş Türk entelektüellerinin Anadolu’ya getirdiğini belirtir. BELGE ile olan bu benzerliğin Osmanlı son dönemine verilen önemde de fark edildiğini belirtmeden geçmeyeyim.

      Yazarların görüşleri üzerinden hareket ederek bir çerçeve çıkarmaya çalışan ZURCHER’e göre, Ahmet Yılmaz 1890’larda sıkı bir Osmanlıcı iken daha sonra değişen koşullarla milliyetçilik anlayışının evrilmişken, Abdullah Cevdet “Türkiye” terimini ilk ve sık olarak kullanmış ve “İttihadı Anasır”ı tutarlı bir şekilde savunmuştur. Yine Ziya GÖKALP’in Türk milliyetçiliğinin babası olduğu savının kısmen doğru olduğunu belirten ZURCHER, GÖKALP’in İslam’ın Türkleştirilmesi gerektiği görüşüne ve millet inşası için bir güç kaynağı olacağı görüşüne vurgu yapar.

      Ağaoğlu’nun devlet ve dinin tamamen birbirinden ayrılması görüşünü reddettiğini; Yusuf Akçura’nın ise Osmanlı’nın kendisini Türk milliyetçiliği ile tanımlaması ve kendisini Türk dünyasının başına koyması gerektiği görüşlerini belirttikten sonra bölümü sonlandırır.

      “İnkılapçılık”ın Mustafa Kemal ve arkadaşları için devrimden daha çok reformizm olduğunu söyleyen yazar bu başlık altında fazla bir şeyler yazmadan Halkçılık başlığına geçer!

      Bu bölüm altında da Ahmet Rıza’nın, Abdullah Cevdet’in, Ahmet Ağaoğlu’nun, Yusuf Akçura’nın, Ziya Gökalp’in metinlerinden örneklemeler yapıyor ZURCHER.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Kemalizm ve Hegemonya – Mesut YEĞEN

      Mesut YEĞEN iki ana soru ile yazısının ilk bölümünü oluşturuyor: Kemalizm hegemonik bir ideoloji (program) midir? / Kemalizm’in hegemonik bir ideoloji performansını gösterdiği bir dönem olmuş mudur?

      Kemalizm’in ortaya çıkma dönemi YEĞEN’in yazısında tarihlendirilmiş: Nutuk’un CHP Kongresinde okunma tarihi olan 1927 ile dünyadaki ilk parti devletin oluşması ve partinin Altı Ok’unun anayasal prensipler olarak kabul edilmesinin tarihi olan 1937 arası dönem YEĞEN’e göre Kemalizm’in ortaya çıktığı tarih aralığıdır.

      1927 – 1937 Aralığında ortaya çıkan Kemalizm, Türkiye’nin Batılılaşma yolunda atılan adımlar serüveninin kuşkusuz en başarılısıdır. Bu, Kemalizm’in muhtevasına dair iki önemli özelliğe işaret eder: Kemalizm, Türkiye’nin batılılaşma akımı içinde mümkün olmuştur ikinci olarak da Kemalizm bu serüvenin özel bir okumasının adıdır.

      Bu noktada Kemalizm’in kuruluş esaslarını yazıyı temel alarak tanımlamaya çalışırsak: İslam ve onunla yoğrulmuş geleneğe karşı radikal bir sekülarizm, etnik heterojenliğe karşı, etnik olmasa da kültürel homojenliği öneren özümsemesi bir milliyetçilik ve her şeyi içine alıp, hiçbir şeyi dışarıda bırakmak istemeyen bir devlet – bürokrasi fikri Kemalizm’in kuruluştaki esasını oluşturur.

      1927 – 1937 arası dönemde ortaya çıkan Kemalizm, 1950’de aldığı yenilgi ile birinci dönemini kapatır. YEĞEN’e göre bu durum bir anlamda Kemalizm’in sonudur. YEĞEN’in “bir anlamından” 1950 yılından sonra genel siyasi programların başat ideolojik adlandıranı, 1930’larda olduğu gibi, Kemalizm değildir bu da bir anlamda Kemalizm’in sonuna işarettir. YEĞEN, 1950 yılında alınan yenilginin bir anlamda Kemalizm’in sonu olduğunu söylese d, alınan yenilginin tam anlamıyla bir yenilgi olmadığını da ekliyor. 1950 sonrası dönem için değinilen diğer bir özellik ise 50 sonrası dönemin muhtevası üzerine konuşmanın muğlâklaştığı, Kemalizm’in bu dönemine ait yapılacak bir çözümlemenin zorlama bir yorum olacağıdır.

      Bu noktada toparlarsak, 1950 sonrasına ilişkin Kemalist ideolojinin hegemonik niteliklerine atıf yapılacak güçlü emareler mevcut değildir. Hatta 1950 sonrasında Türkiye siyasetinden popüler – ulusal tahayyülleri örgütlemiş görünen belli başlı programların esas sabitleyeni Kemalizm olmamıştır. Ne 1950’lerin “Yeter, Söz Milletindir”i, ne 1960’ların “Büyük, Kalkınan Türkiyesi”, ne 1970’lerin “Halkçı Düzen”i ne de 1980’lerin “Çağ Atlamacılığı” esas olarak Kemalisttir. Somut ve genel bir programın temel sabitleyeni olmama hali 1990’lara kadar sürecektir.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Recep PEKER – Ahmet YILDIZ

      Recep PEKER tek parti döneminin devlet adamı, ideologu ve CHP programlarının mimarıdır. CHP içinde Kemalizmin devletçi kapitalist yorumunu geliştiren ve hararetle savunan PEKER, 1931 – 1936 döneminde, Tek Parti rejiminin en önemli organı olan, milletvekili adaylarını belirleyen ve kararları bütün parti üyeleri için kayıtsız şartsız bağlayıcı olan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nda, Atatürk ve İnönü ile birlikte üçüncü üye olarak bulunmuştur.

      CHP’nin 1931 ve 1935 program taslakları O’nun tarafından hazırlanmış ve program açıklamaları O’nun tarafından yapılmıştır. Peker, Kemalist tek parti devletinin inşasında ve Kemalist ideolojinin oluşumunda, özellikle Altı Ok’un belirlenmesinde en büyük paylardan birine sahip olmuştur.

      CHP içinde “her şeyi devlete referansla, devlet için ve devletin içinde” anlamlandıran kanadın önderi olan PEKER, ekonomik faaliyetlerin sınıfsal karakterine atfettikleri önemden dolayı halkçı öğretinin “sınıfsız, imtiyazsız” bir toplum anlayışını benimsemeyen liberal kanadına karşı sistematik bir mücadele yürüttü ve bunu aktif politikadan çekilinceye kadar devam ettirdi. CHP içinde Celal BAYAR’ın öncülüğündeki liberal kapitalizm savunucuları Demokrat Parti hareketiyle ayrı bir siyasi organizmaya vücut verdiklerinde bile PEKER’in şiddetli muhalefetine maruz kalmış, doktriner nitelikteki siyasi ve ekonomik devletçilik anlayışı ile PEKER’in temsil ettiği çizginin temel özelliği ortaya çıkmıştır.

      Bir Osmanlı subayı olarak Yemen, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na katılan PEKER, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadeleye de katıldı. Birinci Meclis’in ilk genel sekreteri olan PEKER, 1923’te Kütahya mebusu olarak ikinci dönem TBMM’ye girdi. Bir süre Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarlığını yaptı. 1924 – 25 yıllarında dâhiliye vekilliğine getirildi. Bu dönemde Fethi OKYAR hükümetinin, Şeyh Sait isyanı için takındığı yumuşak tavrı protesto ederek istifa etti. 1927’de ikinci kez CHP genel sekreteri oldu. 1931’de üçüncü kez aynı göreve getirildi.

      Mayıs 1935’teki dördüncü kurultaydan önce Avrupa’da başta İtalya ve Almanya olmak üzere uzun incelemelere çıktı. Bu uzun gezisinin sonucunda partiye verilmek üzere bir rapor hazırladı ve parti-devler özdeşliğini savundu. Rapor doğrultusunda oluşan programın temel esasları 1937 yılında Anayasa’ya alındı.

      Yazarın biyografik yazısı PEKER’in görüşlerini daha derinlemesine irdelemek üzere devam ediyor. Yazının bir yerinde PEKER’in görüşlerini özetleyecek bazı sözleri alıntılanıyor:

      Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir. Parti devlet ile beraber çalışır. Demokrasi, halk için halk tarafından devlet idaresi demektir. Fakat demokrasi hiçbir yanına dokunulamaz, değiştirilmez, olduğu gibi alınır bir rejim değildir. Her memleketin ihtiyacına göre uygulanması gereken bir kavramdır.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Falih Rıfkı ATAY – Hande ÖZKAN

      1894 yılında İstanbul’da doğan ATAY, 1971 yılında yine İstanbul’da öldü. Edebiyat Fakültesi mezunu olan ATAY yazılarına 1911 yılında Servet-i Fünun, Tecelli ve Kadın dergilerinde yayımlanan şiir ve kısa nesirleriyle başladı. Gazeteciliğe ise 1913 yılında Tanin’de başladı.1914 yılında Dâhiliye Nezaretinde Talat Paşa’nın özel kalemi olarak görev yaptı. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Cemal Paşa’nın yanında yedek subay olarak görev yapmak üzere Suriye ve Filistin’e gitti. (1914 – 1917) Ateş ve Güneş ile Zeytinyağı aslı eserleri bu yıllarını anlatmaktadır. Milli Mücadele karşıtlarına karşı yaptığı ağır eleştirilerden sonra Divan-ı Harbe verildi, idam isteminden İnönü zaferleri sonrası kurtuldu. Milli mücadele döneminde takındığı tavır ile Mustafa Kemal’in güvenini kazandı ve 1923 – 1938 yıları arasında Çankaya’da Mustafa Kemal’in yanında kaldı. Milli Mücadele sonrasında Mustafa Kemal’in bizzat isteğiyle Bolu milletvekilliği daha sonra da uzun yıllar Ankara milletvekilliği yaptı. Hakimiyet-i Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinde başyazılar sonrasında kendi kurduğu Dünya gazetesinde de başyazı, sohbet ve anıları yayımlandı. Gazeteciliğinin yanında bir edebiyatçıdır da kendisi. Zekeriya Sertel, ATAY’ın edebiyatçılığı ile ilgili şunları söyler:

      “Türkiye’nin en zeki, en kabiliyetli edip ve yazarlarından biridir.”

      Biz ne komünistiz; ne faşistiz; Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır.” Falih Rıfkı’nın 1935 yılında yazmış olduğu bu satırlarda dikkat çeken komünist ve faşist rejimlere yapılan vurgu, kendi sözlerinde belki de en iyi ifadesini bulmaktadır.

      ATAY için Kemalizm, “yürüyen, kımıldayan, arayan, canlı ve oynak bir ihtilaldir.” Fakat bu dinamizm aynı zamanda bir tehlikedir de bu yüzden Kemalizm acilen sistematikleştirilmelidir. Kemalizm, Türkiye’ye özgü bir ideolojidir. Toplumsal örgütlenme toprağa bağlı olarak gelişmektedir: “İçtimai organizasyon demek, insanların hayatını, muayyen bir toprak parçasında ve muayyen bir devirde tanzim eden en uygun müesseselerin hepsi demektir.” Nasıl ki faşizm İtalya’nın, Komünizm de Rusya’nın kendine has koşullarında ortaya çıkmışsa Kemalizm de bu toprakların koşullarının üretimidir.

      Mustafa Kemal ve O’nun Cumhuriyeti 1918’in karanlığında doğmuş olan bir güneştir adeta ATAY için ve Kemalizm’i muhafaza etmek için yapılması gereken en önemli iş “Kemalizmin Türk ve Türkiyeci, müstakil ve istiklalci karakterine candan bağlı kalmaktır.

      Atatürkçülük düşüncesini Cumhuriyet’in ilk yıllarında disiplin ve otorite temaları üzerinde inşa eden Falih Rıfkı, 1960’lara gelindiğinde demokrasi ve hürriyet sevdalısı bir ideolojiden bahsetmektedir. CHP’ye olan inancı ise eskiden olduğu gibi güçlüdür.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem – Nur Betül ÇELİK

      ÇELİK yazısına Kemalizmin söylemsel tanımlamasını yaparak başlıyor. ÇELİK’in yazısından derlemeye çalışırsak; Türk toplumunun belli bir gerçeklik duygusu ve bir toplum anlayışı kurmasına aracılık eden pratikleri, anlamları ve alışkanlıkları eklemleyen bir pratiktir Kemalizm, bunların üzerine yazıldığı bir yüzeydir, eklemleyici bir pratik sonucu yapılanan, aslında siyasal olan toplumsal ilişkiler ve pratiklerden oluşan somut bir toplumsal sistemdir.

      Howarth’a göre söylemler dışarıda bıraktıkları siyasal güçlere ve kontrolleri dışında gelişen olayların yerinden edici sonuçlarına karşı savunmasız ve tarihsel yapılardır. Bu manada ÇELİK’in analizinde Kemalizm kırılgan, oluşsal ve tarihsel bir yapıdır.

      Kemalizm mitsel bir varlık olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen yapısal yerinden oluşların sonuçlarını düzeltecek yeni bir düzen anlayışını temsil eder. Bu anlayışın başını çeken güçler Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan Cumhuriyet’in ilanına kadar askeri ve siyasal alandaki bütün iktidar mücadelelerden zaferle çıkan Kemalist güçlerdir. Bu güçle Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte kendi söylemlerinin sınırlarını çok daha açıklıkla ifade edebilecek bir durumdaydılar. Toplumun ilerlemesi ve bu doğrultuda hedef koyma söylemin temelini oluşturuyordu. Doğru yol, modernleşmeydi. Mustafa Kemal tarafından kurulan CHF bir değişim aracı olarak tasarlanmıştı.

      Bu noktada yazar, CHF’nın 1931 ve 1935 programlarına değinir. Bu metinler resmi ideolojinin temel ilkelerini belirtir. İlkeler detaylandırılmamıştır. 1931 programında Kemalizm ile özdeşleşmemiş altı ilke belirtilmiştir. ÇELİK yazının devamında bu altı ilke çerçevesinde Kemalist söylem çözümlemesi yapar.

      Laclau, kökten bir düzensizlik halinde düzenin bir yokluk olarak bulunduğunu belirtir. Bu bağlamda henüz yok olan bir düzeni tanımlama girişimi bir hegemonya kurma girişimidir. Eğer tanımlama başarıya ulaşırsa hegemonik olur. ÇELİK için Türkiye tarihi de böyle bir yokluğun varolduğu, rejimin siyasal, ekonomik, toplumsal hedeflerinin Kemalist ilkeler doğrultusunda yeniden tanımlandığı momentlerdir. Bu noktada yazıyı şöyle noktalayabilirim: Kemalizm hem kuruluş döneminde mevcut olan düzensizlik halini yeniden yorumlayarak hegemonik bir hal almıştır hem de Cumhuriyet tarihi boyunca meydana gelen üç ihtilal vasıtasıyla da oluşan düzensizlik hallerini yeniden yorumlayarak hegemonisini tazelemiştir.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Şükrü KAYA – Hakkı UYAR

      1883 yılında İstanköy’de doğdu Şükrü KAYA. Galatasaray Lisesi’nde okurken aynı zamanda Hukuk Mektebi’ne devam etti. 1908 yılında Hukuk Mektebi’ni bitirince Paris’e Hukuk Fakültesi’ne gitti. Türkiye’ye dönünce Hariciye Vekâletine girdi. İzmir’deki Rum tehcirini denetlemekle görevlendirildi, Aşiretler ve Göçmenler Genel Müdürlüğü yaptı. 1918’de tüm görevlerinden istifa etti ve Buca’da öğretmenlik yapmaya başladı.

      Mondros Mütarekesinden sonra İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyetine girerek buranın dış ilişkiler bölümünde çalıştı. Tıpkı Falih Rıfkı ATAY gibi Şükrü KAYA da milli mücadele yanlısı eylemlerinden dolayı tutuklandı. İstanbul’un işgalinden sonra Malta’ya sürgün edildi. Buradan kaçarak önce Avrupa’ya daha sonra da milli mücadeleye katılmak üzere yurda döndü. Birinci Lozan Konferansına giden heyette danışmanlık yaptı. 1922 yılında İzmir Belediye Başkanlığına, 1923 yılında ise Menteşe milletvekili olarak TBMM’ye seçildi. 1924 yılında İsmet Paşa hükümetinin tarım bakanlığını yaptı. Fethi Bey kabinesinin dışişleri bakanlığını yaptı. 1927 yılında Muğla milletvekili olarak meclise giren KAYA, Dördüncü İsmet Paşa kabinesinin içişleri bakanlığını yaptı. Atatürk’ün ölümüne kadar içişleri bakanı olarak görev yaptı. 1936 yılında içişleri bakanıyken Recep PEKER’in yerine CHP genel sekreterliğine getirildi. 11 Kasım 1938 günü her iki görevini de bıraktı.

      CHP’nin çok partili dönemdeki Gülek, Ecevit, Baykal gibi kuvvetli genel sekreterlerini tek partili dönemdeki güçlü Peker ve Kaya genel sekreterliklerine benzetebiliriz.

      KAYA’nın içişleri bakanıyken CHP genel sekreterliğine getirilmesi ile burada hatırladığımız, valilerin CHP il başkanı olmasıyla bilinen devletin partiye hâkim olma şekli aslında doğrudan Batı’dan alınan bir özellikti. Ama bir farkla: Batı’da parti devlete hâkim olurken, Türkiye’de devlet partiye hakim oluyordu. Ve bu uygulama sadece 3 yıl sürdü.

      Yazarın, Şükrü KAYA biyografisinde uzunca bir paragraf Kaya’nın parti içinde İnönü’yü alt etme mücadelesine ve sonunda kendisinin tasfiye olmasıyla sonuçlanan öyküye ayrılmış.

      Şükrü KAYA’nın Kemalist rejim tanımlamasını buraya alıntılamak herhalde paragraflarca KAYA anlatımına denk düşecektir:

      Menfi muzır elemanları memleketin ve milletin bünyesinden çıkarmak ve atmak bu memleketin ve milletin milli seciyesini koruyarak müspet ilmin ve modern tekniğin bütün icaplarını tatbik etmek ve Türk milletini tarihte layık olduğu yüksek hayat ve medeniyet seviyesine çıkarmak, istihsal sahasında bilhassa nüfusta kemiyetle beraber keyfiyeti de artırmak işte: Türk devletinin kurumunu ve Atatürk inkılâbının gayesini hülasa eden esaslar. Cihan buna Kemalist rejimi diyor.

      Biz Türkler buna Atatürk inkılâbı diyoruz. Ancak ve ancak bu inkılâbın ve prensiplerinin memleketimizi koruyacağına ve istiklalini kurtaracağına geçmişteki, etrafımızdaki ve önümüzdeki bin bir misal ile inanıyoruz.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama) – Mete TUNÇAY

      TUNÇAY, yazısına, ulusçu bir tutunum ideolojisinin yokluğu nedeniyle bu boşluğun İslami dayanışmadan yararlanılarak kapatıldığını, hatta “dinin siyasete alet edilmesi” yolunda Osmanlı dönemine oranla daha da ileriye gidildiğini belirterek başlıyor.

      Cumhuriyet kurulduktan 4 ay sonrasına kadar halifelik kurumu devam etti fakat 1924 yılının Martında hilafet kaldırıldı, hanedan üyeleri sınır dışı edildi ve eğitim ve yargıdaki din kurumları yasaklandı. Bu yasaklamalara karşın 1928 yılına kadar Anayasa’da bulunan “Türkiye devletinin dini, din-i İslam’dır” hükmü korundu.

      TUNÇAY bu noktada, BERKES’e atıf yaparak “kutsallaşmış geleneğin boyunduruğundan kurtulma” adımlarının 1937 yılında Altı Ok’un Anayasaya girmesiyle sonlandığını söyler. Ve sonrasında laikleşme adımlarını sıralar:

      1925 başlarındaki Şeyh Sait Ayaklanması üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (ve İstiklal Mahkemelerinin) yarattığı hava altında yapılan şapka ve giyim kuşam devrimleri; “tekke ve zaviyelerde türbelerin seddi”, dolayısıyla tarikatların yasaklanması. Aynı yılın sonlarında, hicri ve muaddel Rumi takvimler yerine, milat başlangıçlı uluslar arası takvimin ve alafranga saatin kabulü.

      TUNÇAY’ın yazdığı makalelerde de sıkça gördüğümüz tanımlaması burada da karşımıza çıkıyor: 1926 yılında, benim “çeviri yasalarla hukuk devrimi” dediğim şey yapıldı.

      1926 yılında yapılan hukuk devriminin önemli bir özelliği de birçok alan var olan şeriat yasalarının yarattığı ikilik nedeniyle ortaya çıkan sorunların, şeriat yasalarının ortadan kaldırılması ve kıta Avrupa Hukukunun yalnız başına hükümferman olmasıyla çözülmesidir.

      Laiklik doğrultusunda yapılan devrimlere 1928 yılında yapılan iki devrimle devam edildi: Arap rakamlarının Batı’da kabul edilen biçimlerinin kabul edilmesi ve Latin esaslı “Türk Alfabesi”nin kanunlaştırılması. Bu harf ve rakamları millete öğretmek için Millet Mektepleri kuruldu. 1931 yılında bütün ölçülerin metrik sisteme uyarlanmasını, 1935’te Pazar gününün tatil olarak benimsenmesi izledi.

      TUNÇAY’a göre sayılan devrimler içerisinde en etkilisi “Yazı Devrimi” olmuştur.
      Yazı karakterlerinin dinler olan garip ama kabul edilmesi gereken bir ilişkisi vardır. Tarihte halklar, yeni bir dini kabul ettikleri ya da dinlerini koruyarak anadillerini değiştirdikleri durumlarda, o dinin kutsal metinlerini geleneksel ya da edinilmiş dillerine çevirmeye razı olsalar bile, metinlerin yazılı oldukları özgün alfabeyi kullanmaya devam etmişlerdir.

      Dil ve alfabe üzerine yapılan reformlara rağmen, Kuran’ın Arapçadan başka dillere mealen çevrilmesine izin verilse de, ibadette Arapça özgün metnin kullanılmasında ve din hizmetlileri başta, bütün aydın müminlerin bu dili öğrenmesinde ısrar edilmiştir. Kaldı ki, Türklerin Arap harflerini güzel ve kaligrafik olarak yazmakta, övündükleri özel bir becerileri vardı. TUNÇAY şu ünlü sözü makalesine not ediyor: “Kuran-ı Kerim Mekke’de nazil olmuştur (Peygambere inmiştir), Kahire’de tilavet edilmiştir (usulüne göre okunmuştur), İstanbul’da (en başarılı hüsn-ü hat ile) yazılmıştır.

      Din ile alfabe ilişkisi nedeniyle zor olan devrimin bir diğer dikkati çeken özelliği ise kökten bir kültür değiştirme girişimi olmasıdır.

      TUNÇAY yazı devrimini İslamiyeti Türkleştirme hareketleri bağlamında da değerlendirilebileceğini söylediği yazısının bir bölümünde özetle şunlar söylemektedir:

      1926 yılında Türkçe ile namaz kıldırma denemeleri yapılırken dört sene sonra 1930 yılında İlahiyat Fakültesi çevresindeki bir grup “modernist” İslamcıdan oluşan bir kurul “reform” önerileri hazırlamıştır. 1932 yılının Ramazan ayında Türkçe Kuran üzerine denemeler yapılmış ve fakat bu denemelerden vazgeçilmiştir. 1932 yılında Türkçe Kuran denemelerine ara verilmesine karşı 1932 – 1950 arası Ezan ve Kamet Türkçe okunmuştur.

      TUNÇAY, devrimler ile İslam ilişkisi üzerinden götürdüğü makalesinin sonlarına doğru İslamiyet – terakki ilişkisini değerlendirmeye çalışmıştır.

      Cumhuriyetin ilk yıllarında İslamiyet’in daha doğrusu herhangi bir dinin “mani-i terakki” olduğu şeklindeki pozitivist görüş baskındır. Pozitivist görüş temelinde iki yol seçilebilirdi kurucu kadro için: Ya Protestan Reformistlerin yaptığı gibi din anadile çevrilecek ve çağdaşlaşmaya emanet edilecek ya da Sovyetlerin yaptığı gibi din bütünüyle reddedilecekti.

      TUNÇAY’ın yazısının başında da belirttiği gibi, tutunum ideolojisi din olan ve millet kavramı yeni oluşmaya başlamış bir toplum için Protestan Reformist modeli tercih etmek Sovyet modelini tercih etmekten daha mantıklı ve olanaklıydı. Ve öyle de yapıldı. Ama 1950’ler ve sonrasında gerek halktan gelen tepki gerekse de din – siyaset ilişkisinden dolayı dinde reformasyon rafa kaldırıldı.

      TUNÇAY yazısını sonlandırırken bir tartışmaya girer. Kamusal alanda, doğrunun, iyinin, yararlının ne olduğunu bilen bir kimsenin, halkla uzlaşmaya, onlara danışmaya ihtiyacı yoktur. Hatta doğruyu bilenin, onu topluma zorlamasının ahlaki bir ödev olduğu bile söylenebilir. Ve TUNÇAY can alıcı soruyu sorar, ardından cevabını verir:

      Pekiyi, Cumhuriyet devrimleri hiç yapılmasalar daha mı iyi olurdu? Buna “evet” demek elbette olanaksızdır.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Kemalizm / Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet ve Demokrasi – Levent KÖKER

      KÖKER’e göre Kemalizm / Atatürkçülük çok ve çeşitli yorumlara konu olmuştur. Bu yorumlar tek parti dönemini ifade eden Kemalizm sözcüğü ile çok partili hayatı ifade eden Atatürkçülük terimlerini ortaya çıkarmış ve belirlemiştir. Özellikle 1960’lardan itibaren daha çok sol siyasi düşünce ve örgütlenmeler Kemalizm sözcüğünü kullanırken, milliyetçi – muhafazakâr örgütlenmeler Atatürkçülük sözcüğünü tercih etmiştir. Dahası, özellikle sol düşünce akımları içinden söz ve eylem üretenlerin, karşıtlarını “sahte Atatürkçü” ve “gardırop Atatürkçüsü” diye niteledikleri bilinmektedir. Bu tip terimleştirmeler içine 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki süreçte, askeri yönetimin güdümü ve belirleyiciliği altında gerçekleştirilen yeni bir anayasal rejim uygulamaya yönelik girişimlerin meşruluğunu sağlamak amacıyla başvurulan Atatürkçülük vurgusunu da katabiliriz. Kısaca, Kemalizm ve Atatürkçülük sözcükleri sıkça, farklı ve çatışan yorumlamalara konu edilmekte; her bir yorum sahibi veya siyasal akım mensubu muhalifini, kendi “gerçek” Kemalizmi veya Atatürkçülüğü açısından sahtecilikle suçlayabilmektedir.

      KÖKER, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa ve sair hukuk normları ile siyasi – pratiği içinde, ancak Kemalizm / Atatürkçülük sınırları dâhilinde bir muhalefetin varlığına izin verildiğini ileri sürmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır, diyor yazısının başlarında!

      Yazı 2000’lerin başlarında yazılmış! Yani KÖKER, Atatürk eleştirisi yapmanın siyasi iktidar anlayışı ile doğrudan bağlantılı olduğunu hissedememiş. Büyük olasılıkla, aynı yazıyı bugün yazsa bu cümleleri kuramayacaktır. Çünkü Atatürk’e ve Cumhuriyet’e temelsiz ve ağır eleştiriler getiren bir yazının sahibi bakanlar kurulu üyesiyken, hukuk normlarından dolayı Atatürk muhalefeti yapılamadığını söylemek biraz yersiz kaçacaktır.

      KÖKER diğer bir saptamasında şöyle demektedir: Türkiye toplumunu meydana getiren farklı kesimlerin taleplerinin siyasi olarak ifade edilip karar alma süreçlerine aktarılması ve böylece devlet yönetiminde bir karşılık bulması imkânı, Kemalizm / Atatürkçülük sınırına kadar gerçekleşebilmektedir.

      KÖKER, yazısının devamında da, Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak varlık sebebini ve sürdürülebilirlik mantığını Kemalizm / Atatürkçülük temelinde inşa etmişse, bu temelin ne olduğunun da belirlenmiş olması gerekmektedir.

      Öyleyse KÖKER, anayasa ve sair hukuk normlarının çerçevelediği bir özgürlük alanı içinde Kemalizm / Atatürkçülük yorumu yapılabildiğini söylerken aynı kısıtlayıcı çeperin aslında belirgin olmadığını tam olarak belirlenmemiş olduğunu iddia etmektedir.

      KÖKER, yazısına “metodoloji sorunu” alt başlığı ile devam ediyor. “Nesnellik” ile ilgili Sina AKŞİN’in şu cümlesini alıntılıyor: “Kemalizm / Atatürkçülük öncelikle bir tarihi olguyu ifade etmektedir ve her tarihi olgu gibi kendi özgül şartları içinde mütalaa edilmelidir. “İlerleme” anlayışı Kemalizmi, geleneksel toplum tipinden modern toplum tipine doğru “ilerleyen” bir topyekûn toplumsal değişme süreci içinde, bu ilerlemenin hem anlaşılması mümkün kılmakta, hem de yönlendirici fikri çerçevesini mümkün kıldığını söylemektedir. “Vesayetçi” anlayış ise inkılapçı bir hamleyi, bir kopuş noktasını belirleyen Cumhuriyet, eğitimsiz, cahil bir halk kitlesinin kalkındırılması suretiyle ilerletilmesi misyonunu üstlenmiştir.

      Modernleşme kavramının sosyal bilimler için ne ifade ettiğini anlatan KÖKER, modernleşme teorisi üzerine literatürde yazılanlara da atıf yaparak okuyucuya kapsamlı bir modernleşme tahlili sunuyor.

      Yazısının son bölümünde ise Kemalizm / Atatürkçülükte devletçilik ve demokrasi ilişkisini inceliyor. Kemalizm / Atatürkçülük hakkındaki genel ve resmi akademik yorumun, Kemalizm / Atatürkçülüğün modern bir Türkiye kurmak istediği; bu amaca öncelikle ekonomik, kültürel ve hukuki dönüşümlerin gerçekleştirilebilmesiyle erişilebileceği; nihai evrenin modern devlet düzeni içinde “demokrasiye geçiş” olarak tasavvur edildiğidir.

      Ergun ÖZBUDUN’un yardımıyla tanımladığı resmi akademik görüşün tersine, KÖKER’E göre, Kemalizm / Atatürkçülük ideolojisinin nihai hedefi demokratikleşme değildir çünkü Kemalizm / Atatürkçülük sınıfsız bir toplum tahayyül eder ve bundan da ötesi devletçilik anlayışı çerçevesinde sınıfsız bir toplum yaratmak ister!

      Sonuç olarak belirtmek gerekirse KÖKER’e göre, Kemalizm / Atatürkçülük ideolojisinin, hem ilk oluştuğu 1930’ların dünyasında, hem de bugün, Türkiye toplumunu ve devletini, ekonomik, kültürel ve siyasi düzeylerde yenileştirme hedeflerini içeren bir tasavvurlar bütünü olduğu söz götürmez.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Necmettin Sadık SADAK – Hakkı UYAR

      Gazeteci, siyaset adamı ve sosyolog olan SADAK 1890 yılında Isparta’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitiren SADAK daha sonra bu kulübün başkanlığını da yapacaktır. Fransa’da edebiyat okuyan SADAK yine Fransa’da gazeteciliğe başladı. Daha sonra yurda döndü ve Ziya GÖKALP’in muavinliğini yaptı. Ziya GÖKALP’in Malta’ya sürgün edilmesinden sonra müderris olan SADAK daha sonra Dışişleri Bakanlığı da yapacaktır.

      1930 – 1940 arası yıllarda okutulan estetik (Suut Kemal YETKİN), mantık (Hasan Ali YÜCEL) ve sosyoloji dersleri okutuluyordu, SADAK, sosyoloji ders kitabının yazarıydı.

      Sosyoloji kitabının bir yerinde SADAK, Kemalist ideolojiye uygun olarak devletçi ekonomi hakkında şunları yazmaktadır:

      Devletçilik, yani, fert anamal ve girişiminin başaramayacağı ve ulusal hayatın evrimi, memleketin yoksulluktan kurtulması bakımından, yapılması beklenemeyecek kadar acele ve zorunlu olan ekonomi işlerini devletin ulusal anamal ile başarması, devletle ulusun bir olduğu devirde sosyolojik bir zorunluluktur.

      Devletçilik, toplumsal egemenlik kurumunun sonucu olduğu gibi, ulusal evrime yardım eden bir sistemdir. Devletçilik rejiminde endüstri çabuk ilerler. Bu yüzden üretmen köylü ürününü daha çabuk, daha çok ve daha iyi fiyata satar.

      Devletin açtığı fabrikalarda işçiler çalışır, işsizlik ortadan kalkar. Menfaat gözetmeyen devlet, işçilere daha çok gündelik verir. Hem üretmenin, hem işçinin çok kazanması, halkın satınalma yeteneğini artırır, memlekette hayat düzeyi yükselir. Bu da uygarlığın ilerlemesi demektir. (…)”

      SADAK, 1927 – 1950 yılları arasında milletvekilliği yaptı. 1932 yılında Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girdiği ilk toplantıya Necmettin SADAK ve Bern temsilcisi Cemal Hüsnü TARAY katıldı. Türkiye’yi daha sonra Cenevre Silahsızlanma Konferansında ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi görüşmelerinde temsil etti.

      Dışişleri Bakanıyken söylediği “Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi yoktur.” sözüyle tanınır.

      SADAK, 1953 yılında kanser tedavisi gördüğü New York’ta öldü.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Halkevleri – Neşe YEŞİLKAYA

      1931 yılında yapılan Üçüncü Büyük Kongrede Türk siyasi hayatı üzerinde önemli bir etkisi olan bizzat Atatürk tarafından belirlenen Altı Ok son şeklini alır. Bu kongrede Altı Ok’un belirlenmesinin yanında, ilkelerin tüm yurtta benimsenmesi ve öğrenilmesi maksatlı örgütlenmelerin de kararı alınır. Yapılan bu kongrede Türk Ocakları kapatılırken, ilkelerin tüm yurtta yaygınlaştırılması için Halkevleri kurulur. 19 Şubat 1932’de 14 Halkevinin (Afyon, Ankara, Aydın, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Eskişehir, Eminönü, İzmir, Konya, Malatya, Samsun) açılışı yapılır. Açılışlar radyo yayınları ile tüm yurda duyurulur. Halkevlerinin kapatıldığı 1950 yılına kadar Halkevlerinin sayısı 478’e, Halkodalarının sayısı da 4322’ye ulaşır.

      Halkevleri dokuz şube (Dil, Tarih, Edebiyat, Sanat; Tiyatro; Spor; Sosyal Yardım; Halk Dershaneleri ve Kurslar; Kitapsaray ve Yayın; Köycülük; Müze ve Sergi) ile çalışmalarını sürdürür. Bir Halkevinin faaliyetine devam etmesi için en az üç şubenin aktif olması gerekir.

      Halkevlerinin kronolojik dönemi Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ile 1930 yılında başlayan Ebedi Şef ile 1946 yılına kadar olan Milli Şef dönemlerini kapsar. Yani çok partili hayatta faaliyet göstermemiştir Halkevleri.

      Halkevleri devletin toplumla olan bağlarının kuvvetlendirilmesi amacıyla kurulmuştur. Kuruluş yılı Menemen olayın ile toplumda başlayan gerginliğe denk gelir. Bu gergin ortamda devlet ilkelerinin halka benimsetilmesi gerekir bunu da Halkevleri yoluyla başarmak ister kurucu kadro.

      Yeni kurulan devletin uluslar arası etkilere açıklığını örneklerle daha önceki yazarlar da belirtmişti. 1930’lu yıllarda tüm dünyada benzer örgütlerin varlığını not edersek, bu konuda da etkilenmenin olduğunu görürüz.

      Kemalizm yalnızca siyasi arenada değil kültürel ve günlük yaşam üzerinde de etkin olmak istemektedir. Halkevleri bunun en güzel aracıdır. Osmanlı döneminde camilerde gerçekleşen kamusal yaşam, çağdaşlaşma şiarlı yeni devletin Halkevlerinde gerçekleşmeye başlamıştır. Cumhuriyet asker, bürokrat ve aydınlarından oluşan seçkinlerin alışkın oldukları bu yaşam kalıplarının Halkevleri aracılığı ile Anadolu’ya taşınmasına çalışılır. Halkevleri yayımladıkları dergiler, düzenledikleri konferanslar ile yeni oluşturulmaya çalışılan kamusal yaşamın devlet gözetiminde genişlemesini ve tüm ülkeye yayılmasını sağlar. Camiden çıkarılan kamusal hayatın, ev ve işin dışında yeni bir toplanma mekânına taşınmasına çalışılır. Kadın – erkek bir arada müzikli aile toplantıları için balo salonları, müzik holler; telkin için tiyatro salonları; sağlıklı yeni nesil için spor salonları; bir arada çalışma ve üretme için şubelere ait çalışma odaları; okuma zevkinin aşılanması için kütüphaneler yapılır.

      1937 yılında Anayasa’ya giren Altı Ok’u topluma yaymak ve bu ilkeleri toplumda yerleştirmek amaçlanır Halkevlerinde. Bu noktada en önemli işlev ilkelerin telkin ve terbiye yolu ile halka benimsetilmesidir. Bu amaçla dergi ve kitap yayınları da yapıldı. Halkevleri 19 yıl boyunca 77 dergi çıkardı. İsmini bizzat Atatürk’ün verdiği Ülkü – Halkevi dergisini Ankara Halkevi çıkardı. Yayınlanan kitapların okuyucu sayısının artması için ve toplumda okuma sevgisinin yayılması için halkın anlayabileceği açıklıkta, “açık dilli, milli duygulu eserler” beklenir yazarlardan.

      Ulus devletin inşasında Halkevleri önemli görevler üstlenir. Ümmetçilik fikrine karşı bir toplum oluşturulmalıdır. Millet fikri ön planda tutulurken, din ve ırk birliği aranması önlenir. Halkçılık ve milliyetçilik ilkelerinin ilişkisinde milliyetçilik, halkçılığın kültürel boyutu olarak algılanır. Kemalist ideoloji bu anlamda halkçıdır fakat kesinlikle ümmetçi değildir. Kemalizm, bütünleşmiş bir toplum arzu ederken, Osmanlıcılığı reddeder. Bu minvalde Halkevleri yayınlarında sıkça Saltanat eleştiri yer alır.

      Saltanat zamanında cahil bırakılan halkın gelişmesi amacıyla halka meslek eğitimi verilir Halkevlerinde. Amaç “pratik hayat bilgileri öğretmek ve ferdi kuvvetlendirmektir.

      Pek çok açıdan CHP ile olan bağlarına rağmen Halkevlerinin siyasi kimlikten ayrı tutulmaya özen gösterildiği gözlenir. Recep PEKER nutkunda, “Halkevleri Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasi bünyesinden tamamen ayrı, siyasi mahiyette çalışmadan büsbütün uzak ve fakat idare noktasından fırkaya bitişik bir mahiyet arz ederler.” der. Ancak Halkevlerinin partiden uzak bir örgüt olamaması, kapatılması için dönemin siyasi atmosferinde geçerli bir bahane olacaktır.

      Böylelikle Türk Ocakları ile aynı kaderi paylaşacak, Cumhuriyet Halk Partisinin siyasi ve kültürel alandaki egemenliğine karşı, Demokrat Parti iktidarı tarafından kapatılacaktır.

      Halkevleri kapatıldıktan sonra iki defa (1960-1980 / 1988-…) daha açılmıştır fakat eski etkinliğini ve etkisini bir daha gösterememiştir.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef / Milli Şef – Cemil KOÇAK

      KOÇAK, yazısına tek partili yönetimin anayasal bir rejim içinde yer aldığını belirterek başlıyor. Sonrasında tek parti rejimi – yönetimi ilişkisine değiniyor: 1924 Anayasası her ne kadar tek partili bir meclisin eseri olsa da, aslında o sırada henüz Halk Fırkası içinde yer almaya devam eden parti içi muhalefetin etkisiyle de, rejimin çerçevesini klasik bir parlamenter rejim olarak çizmişti. Tek partili bir meclis, tek partili bir rejim anlamına gelmez. Hatta 1925 sonrası ilk dönemde muhalefetin canlılığından ve bu sayede oluşan tartışmalı bir meclisten, bu tartışmaların kendisini yeni oluşuma götürmesinden bahsedebiliriz.

      KOÇAK’ın belirttiği parti içi muhalefetin varlığını ve buna yeni bir oluşama gidebilecek derecede izin verilmesini bir tarafa, Kemalist yönetimin hazırladığı ve yürütme organına ve dolayısıyla Cumhurbaşkanına geniş ve önemli yetkiler tanıyan Anayasa taslağının reddedilmesini diğer tarafa yazarsak, tek parti yönetimi – rejimi ve Kemalizm – demokrasi ilişkisini daha rahat inceleyebiliriz.

      1924 Anayasası’na göre, cumhurbaşkanı, TBMM tarafından ve meclis üyeleri tarafından seçiliyordu. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin parti üyeliği ve milletvekilliği ise devam ediyordu. Doğallayın, cumhurbaşkanı, aynı zamanda milletvekili, parti üyesi / başkanı olabiliyordu. Yani, tek partili rejimde, Cumhurbaşkanı, aynı zamanda da, iktidar partisinin genel başkanı ile meclise görüş bildirmesi, öneri getirmesi ve hatta talimat vermesi doğal sayılmıştı. KOÇAK, bu durumun Anayasal çağdaş sistemlere ters olduğunu fakat dönemin şeflik sistemlerine uygun olduğunu belirtmektedir.

      1924 Anayasasının biçimsel olarak siyasi sistemin çevresini çizdiğini fakat fiiliyatta Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğünün en az kanunlar kadar etkili olduğu değerlendirmesini yapan KOÇAK, daha sonra tüzüklerden alıntılar yapıyor:

      Umumi Reis, Büyük Kongre’nin, Fırka Divanı’nın, Umumi Heyeti İdare ile Meclis’teki Fırka Grubu’nun da tabii reisidir. Umumi Reis, fırkanın idarei aliyesini elinde tutar ve fırkayı temsil eder. Fırka namına söz söylemek salahiyetini ancak umumi reis haizdir. Umumi Reis lüzum görürse, bu baptaki hukuk ve salahiyetini Umumi Reis Vekiline veya Kâtibi Umumi’ye tevdi eder.

      CHP’nin 1931 yılında kabul edilen tüzüğüne göre, yukarıdaki hüküm değiştirilmezken, partinin milletvekili adayları da genel başkan tarafından ilan edilecekti. 1935’te benzer hükümler tekrarlandı. Daha sonra Milli Şef döneminde de benzer hükümleri görürüz.

      CHP tüzüğünün verdiği yetkilerle bu sayede şeflik sistemi kuruluyordu. Şeflik diğer benzer örneklerindeki gibi yetkisini Anayasa’dan veya yasalardan almamakta, tüzük sistemin temel kaynağı olmaktaydı.

      Şef, demek, aynı zamanda CHP’nin değişmez genel başkanı demekti. Şef – değişmez genel başkan ikilisini CHP’nin 1927 yılında kabul edilen tüzüğü sağlıyordu:

      Cumhuriyet Halk Fırkası’nın umumi reisi, fırkanın banisi olan Gazi Mustafa Kemal hazretleridir. (…) İş bu umumi esaslar hiçbir veçhile tebdil edilemez.” Aynı formülasyonun 1931 ve 1935 yılında kabul edilen CHP tüzüklerindeki hali şöyleydi:

      Cumhuriyet Halk Fırkası’nın daimi umumi reisi, fırkayı kuran Gazi Mustafa Kemal hazretleridir. (…) Partinin değişmez genel başkanı onu kuran Kemal Atatürk’tür.

      Tek parti yönetiminin sona ermesine çok az bir süre kala, 1944’te, CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, CHP İstanbul idare heyeti üyesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Profesörü Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na, şeflik sistemini tanımlıyordu:

      Siz hukuk profesörüsünüz… Bilirsiniz ki, bazı memleketlerin anayasaları yazılmış, bazı memleketlerin ki ise yazılmamıştır. (…) Bizim ise, iki anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış… Bunlardan yazılmış olanı, senin kitapta okuduğun, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1924 Anayasası)’dur. Yazılmamış olanı ise şimdiki fiili durumumuz, yani şef sistemimizdir. Bu sistem kuvvetini CHP’den alır.”

      Velidedeoğlu da anılarında bu cümleleri yorumlar:

      Düşünüyordum: Memduh Şevket Esendal, bir parti ideologu, siyasi bir düşünür olarak, “Milli Şeflik Sistemi”nin sanki ideolojisini yapıyordu.

      KOÇAK’ın yorumuna göre şeflik sisteminin temeli CHP tüzüğü idi ve bunu Memduh Şevket ESENDAL’ın sözlerinde görebiliriz.

      KOÇAK yazısını ESENDAL üzeriden devam ettiriyor ve kuruluş döneminde tamamen farklı iki yönetim modeli olduğu belirtiyor. İlki formel olarak Türkiye’nin yönetim biçimini oluşturan 1924 anayasası –ki bu anayasa seçimle gelen bir parlamentonun üstünlüğünü öngörüyordu fakat KOÇAK’a göre bu üstünlük uygulamada görülmemiştir- ikincisi ise uygulamada görülen sistemdi. Buna göre cumhurbaşkanı yürütmenin başı idi ve yetkileri çok genişti, cumhurbaşkanının verdiği kararları mutlaka yerine getirmesi gereken hükümetler vardı ve bu hükümetler cumhurbaşkanının verdiği kararlara karşı herhangi bir girişimde bulunamamışlardır.

      KOÇAK, siyasi karar alma organının meclis değil dar bir kadro olduğu tespitini yapıyor. Cumhurbaşkanı ve başbakanın da üye olduğu ve parti meclisinin tamamının bile katılmadığı dar bir kadronun aldığı siyasi kararlar önce parti meclisinde daha sonra da parlamentoda kabul ediliyordu. Bir anlamda meclis devre dışı bırakılmış oluyordu. Meclisin görevi bir anlamda kendisine gelen kararları onaylamaktı. KOÇAK bir adım daha atarak özetle şöyle der; 1924 Anayasası aslında TBMM’ye çok büyük yetki ve kuvvet vermesine rağmen TBMM bu yetkisini hiçbir zaman kullanamamıştır.

      KOÇAK’a göre Cumhurbaşkanını anayasaya göre seçme yetkisi meclise ait olmasına rağmen fiilen meclisi seçen cumhurbaşkanıydı. Şef, bunun yanında parti politikasını da belirliyordu. İşte bu nedenle 1924 Anayasasının öngördüğü mekanizma sadece kağıt üzerinde kalıyordu.

      Şeflik sistemi ne anayasal ya da yasal bir temele kavuşturulmuştu ne de ideolojik bir tanımlamaya sahipti. Şef deyimi Atatürk döneminde sık sık kullanılırdı ama gariptir İsmet İNÖNÜ şef deyimini hiç kullanmamasına rağmen Celal BAYAR’ın okuduğu hükümet programlarında şef tabirine epeyce rastlanır. –BAYAR’ın hükümet programında “şef” kelimesi 39 kez geçmesine rağmen Atatürk kelimesi sadece 5 kez geçiyordu.-
      Ebedi şeflikten milli şefliğe geçiş dönemi “şeflik” kelimesinin ideolojik tanımlamasının yapıldığı yıllar olarak sayılabilir: 1938-1939!

      Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanı olan İsmet İNÖNÜ, altı hafta sonra da CHP’nin değişmez genel başkanı olmuştur. Değişmez genel başkana parti içinde çok büyük yetkiler verilmişti. (Parti kurultayın hem olağan hem de olağanüstü şekilde toplantıya çağrılma yetkisi sadece genel başkana aittir.) KOÇAK bu somur durum için şunu der:”Bütün bu göstergeler, gerçekte, şeflik sisteminin ideolojik / teorik olarak vücut bulmamış ama siyasi sistemi oluşturan unsurlarıydı.

      Değişmez Genel Başkan’ın / Şef’in ölümü halinde, partinin yeniden bir genel başkan / şef seçmesi, yine parti tüzüğüne göre mümkün değildi. Bu, artık şaşırtıcı sayılabilir. Çünkü bir partinin genel başkanının nasıl seçileceği hususu, elbette, parti tüzüğünün önemli hükümlerinden biri sayılmalıdır. Ama sayılmamıştı. Tüzükte, CHP Değişmez Genel Başkanı’nın herhangi bir nedenler görevinden ayrılması ya da ayrılmak zorunda kalması durumunda, yeni genel başkanın / Değişmez Genel Başkan’ın nasıl ve kim tarafından seçileceğine dair bir hüküm bulunmuyordu. Açıkçası, CHP’de, Atatürk Değişmez Genel Başkan ilan edilmiş, fakat Atatürk’ten sonrası için, yeni Şef’in seçilme yöntemine ilişkin bir usül hiç düşünülmemiş ve öngörülmemişti.

      Değişmez Genel Başkanlık Kurumu, parti içi görevlendirmeler ve yetkiler ile ilgili 1935 Olağanüstü Büyük Kurultay’ında bazı değişiklikler yapılmıştı:

      Partinin banisi ve Ebedi Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin müessisi olan Kemal Atatürk’tür.

      Partinin Değişmez Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ’dür.

      Partinin Değişmez Genel Başkanlığı aşağıdaki üç surette inhilal edebilir:

      Vefat, vazife yapamayacak bir hastalığı sabit olması haliyle, istifa…

      Bu üç şekilden birisi dolayısıyla inhilal vukuunda, parti büyük kurultayı, derhal toplanarak, partiye mensup mebuslardan bir zatı Değişmez Genel Başkanlığa seçer.

      KOÇAK, tüzük değişikliği ile öngörülen amaçları şu şekilde sıralar: Atatürk tarih boyunca CHP’nin Ebedi Başkanı oluyordu. Değişmez Genel Başkanlık sıfatı adeta doğal olarak İsmet İNÖNÜ’ye geçiyordu. Genel başkanlık koltuğunda boşalma olması noktasında kaos oluşmaması için yeni genel başkanı seçme yetkisi kurultaya veriliyor ve kurultayın toplanması otomatiğe bağlanıyordu.

      Yazısının devamında KOÇAK tüzükte yapılan değişiklikler için yazılan gerekçelerde şef ve şeflik kurumu üzerine yapılan değerlendirmelerden uzunca bir alıntı yapıyor ve gerekçede ilk kez Ebedi Şef sıfatının yanına Milli Şef sıfatının da eklendiğini söylüyor.

      Haliyle son değişiklerden sonra tüzüğe göre genel başkanlık seçimine gerek kalmıyordu çünkü parti bir Değişmez Genel Başkan’a sahipti. Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta da yeni –değişmez- Genel Başkan’ın seçimle değil bir tüzük maddesiyle belirlenmesiydi.

      Konuyu dağıtmadan şunları da belirtmek mümkün: İNÖNÜ’nün Değişmez Genel Başkanlığa bir tüzük maddesiyle getirildiği kadar İNÖNÜ’nün parti içindeki kuvvetinin de yadsınamayacağı gerçeği de mevcuttur. Tabii ki bir siyasi parti genel başkanını seçimle başına getirmelidir fakat söz konusu dönem düşünüldüğünde CHP’nin genel başkanı seçimle de olsa değişmeyecektir.

      Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İNÖNÜ, Milli Şef olarak selefi hakkında bir tartışma yürütülmesini özellikle engellemeye çalışmıştır. Bu konuda en belirgin örnek Kazım KARABEKİR’in Tan gazetesine verdiği mülakattır. Tan gazetesi mülakatın günlerce süreceğini açıklamasına rağmen yapılan uyarılar sonrasında KARABEKİR’in, Atatürk’ün ölümünden sonra O’nun hakkında yaptığı eleştirileri yayımdan kaldıracaktır.

      Burada akıllara şu soru gelmektedir: KARABEKİR’in Atatürk eleştirisini Atatürk’ün ölümünden sonra yapmasını sadece Atatürk’ten çekinmesine mi bağlamalıyız?

      KOÇAK yazısını bütün tek parti dönemi boyunca “Şefler”in değiştiğini fakat şeflik sisteminin değişmediğini ve Demokrat Parti döneminde sadece Milli Şef dönemi eleştirilirken Ebedi Şef dönemine sahip çıkıldığını belirterek bitiriyor.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      İsmet İNÖNÜ – Ahmet DEMİREL

      Cumhuriyetin kuruluşundan İsmet İNÖNÜ’nün ölümüne kadar geçen 50 yıllık zaman dilimi içerisinde İNÖNÜ’nün doğrudan veya dolaylı olarak dahil olmadığı olay sayısı neredeyse yoktur.

      İNÖNÜ, kariyerine bir Osmanlı bürokratı olarak başlamıştır. Milli Mücadele döneminde en önemli görevleri üstlenmiş ateşkes ve barış görüşmelerinde diplomatlık yapmıştır. 29 Ekim 1923’ten CHP’nin tek parti iktidarını İNÖNÜ’nün Beyaz İhtilal olarak adlandırdığı bir seçim yenilgisinin ardından Demokrat Parti’ye bıraktığı 14 Mayıs 1950’ye kadar İNÖNÜ, gerek devlet kademelerinde gerekse de siyasette çok önemli görevleri yerine getiren bir devlet adamıdır. Bu uzun zaman dilimi içerisinde çok kısa bir süreyi saymazsak ya başbakandır, ya parti başkanıdır, parti başkan vekilidir ya da cumhurbaşkanıdır. İNÖNÜ bu dönemde bir devlet adamı olarak Kemalizm’in başarılı bir uygulayıcısıdır.

      Çok partili dönemin ana muhalefet lideridir. Ama gerek seçkinler gerekse de geniş halk yığınları çok fazla önplana çıkmamasından dolayı İNÖNÜ’nün bu yönünü algılamamışlardır. Bu yeni dönemde İNÖNÜ, Demokrat Parti’nin bir alternatifi değildir. Taraftarlarına göre İNÖNÜ, devleti kurtaran iki kişiden biri, her türlü müşkülattan başarıyla çıkan ve her türlü müşkülatta danışılması gereken partiler üstü bir devlet adamıdır. Demokrat Partililer içinse büyük otoritesinden çekinilmesi gereken bir liderdir.

      Partiler üstü devlet adamı kişiliği ve Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sahip olduğu otorite kendisini 27 Mayıs’ta da göstermiş, Milli Birlik Komitesi her uygulamasında İsmet İNÖNÜ’nün olurunu almak istemiştir. Askeri yönetimden sivil yönetime geçiş sürecinde İNÖNÜ yine anahtar rolü oynamış, bu zor dönem, 1961 seçiminde partisi yeterli oyu alamamış olmasına rağmen, O’nun başbakanlığı altında geçilmiş, yeni darbe girişimleri O’nun ağırlığı sayesinde aşılmış ve başarılı politikaları sayesinde Ordu kışlasına dönmüştür.

      Ordunun 12 Mart’ta verdiği muhtıra sırasında yaşı çok ilerlemesine rağmen İNÖNÜ ile karşı karşıya gelmekten kaçınmışlardır. Bu dönemde, İNÖNÜ’nün, partisinin ara rejim hükümetlerine bakan verme politikası CHP içinde itirazlara yol açmış ve bu süreç içinde İNÖNÜ genel başkanlıktan, CHP’den ve milletvekilliğinden istifa etmiş ve eski cumhurbaşkanlarına verilen sürekli senatörlük hakkını kullanarak Cumhuriyet Senatosu’ndaki yerini almıştır. Böylece çok partili yaşa geçildikten sonra bile İNÖNÜ kendisini partiler üstü bir devlet adamı olarak tanımlayarak kariyerini tamamlamıştır.

      İNÖNÜ, 24 Eylül 1884’de İzmir’de doğdu. 1903’te Harbiye’yi, 1906’da da Harp Akademisini birincilikle bitirdi. 1907’de Edirne’de İkinci Ordu emrinde görevliyken, Makedonya’daki örgütlenmesinden etkilenerek, gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne iye oldu. Askerliği ön planda tuttuğundan Cemiyet içinde sivrilmek istemedi. Bu nedenle İNÖNÜ adı örneğin Celal BAYAR gibi İttihatçılık ile yan yana kullanılmaz.

      31 Mart olayı olarak bilinen ayaklanmayı bastırmak amacıyla İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’nda görev aldı. Balkan Savaşlarında ve Birinci Dünya Savaşında görev aldı, bir asker olarak bu parlak kariyerini 1915’te albay olarak taçlandırdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mustafa Kemal ile çalışma fırsatı bulan İNÖNÜ, Kurtuluş Savaşının kongreler döneminde İstanbul’da kaldı. 1920 başında Ankara’ya geçen İNÖNÜ, Fevzi ÇAKMAK’ın çağrısına uyarak İstanbul’a döndü. Bunun üzerine Mustafa Kemal’de İNÖNÜ’yü tekrar Ankara’ya çağırdı ve İNÖNÜ’nün bu tarihten sonra İstanbul ile ilişkisi kesildi. 23 Nisan 1920’de Edirne mebusu olarak Meclis’e girdi.

      DEMİREL, İNÖNÜ’nün Kurtuluş Savaşı’nın Kongreler Dönemini İstanbul’da geçirmesini temkinli davranma alışkanlığına bağladığını buraya eklemeliyim.
      İNÖNÜ, Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ankara’ya geçtikten sonra artık Mustafa Kemal’in en güvendiği kişiliktir. Milli Mücadele’nin örgütlenmesi, yürütülmesi, başarıyla sonuçlandırılması, Lozan’da Barış Antlaşmasının imzalanması ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşamalarında İNÖNÜ her zaman Mustafa Kemal Paşa’nın sağ kolu olmuştur.

      3 Mayıs 1920’de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekilliğine getirildi. Bu göreve hem albay rütbesindeyken getirilmesi hem de Ali Fuat (Cebesoy), Kazım (Karabekir), Fevzi (Çakmak) gibi daha üst rütbeli subaylar varken atanması Mustafa Kemal’in, O’na olan güveninin önemli bir göstergesidir.

      İNÖNÜ’nün bir diğer askeri başarısı da düzenli orduya geçiş sürecinde olmuştur. Bu süreçte Kuvayı Milliye birliklerini düzenli ordu birlikleri haline getirmede önemli adımlar atarken aynı zamanda Çerkez Ethem gibi düzenli orduya karşı ayaklananları da tasfiye etmeyi başarmıştır.

      Birinci ve İkinci İnönü savaşlarında Yunan güçlerinin ilerlemesini durduran İNÖNÜ, daha sonra Kurtuluş Savaşı’nın en önemli cephesi olan Batı Cephesine komutan olarak atanmıştır. Temmuz 1921’de genelkurmay başkanlığı görevini Fevzi Paşa’ya bıraktıktan sonra Sakarya Savaşı’nın kazanılmasında da önemli görevler üstlendi. Büyük Taarruz’un planları bizzat Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İNÖNÜ’nün ellerinden çıktı. Milli Mücadele başarıyla sonuçlandıktan sonra Mudanya Ateşkes görüşmelerinde Türk heyetinin başkanlığını yaptı. Bu görevi başarıyla yerine getiren İNÖNÜ daha sonra Hariciye Vekilliğine getirildi ve Lozan Barış Antlaşmasını Türkiye adına imzaladı.

      Fethi OKYAR’ın üç buçuk ay süren başbakanlığını dışarıda tutarsak İsmet İNÖNÜ, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ATATÜRK’ün isteği üzerine istifa ettiği 25 Ekim 1937’ye kadar aralıksız 14 yıl başbakanlık yapmıştır. Yani kuruluş döneminde ATATÜRK’ün sağ koludur. Aynı dönemde CHP’nin genel başkan vekilidir. Belki de bu nedenlerden dolayı Şevket Süreyya’nın “İkinci Adam” nitelemesinin muhatabı olmuştur.

      Kemalizm ilkelerinin uygulamaya konulması dönemi aynı zamanda İNÖNÜ’nün başbakanlığı dönemidir. Milli Mücadele döneminde temelleri atılan Kemalizm, İNÖNÜ’nün başbakan olduğu 1930’lu yıllarda kristalleşmiştir. Kemalizm’in inşası sürecinde İNÖNÜ hayati bir önem arz etmiştir. 1935 programının girişinde yer alan “Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına temel olan (ve Kemalizm prensipleri olarak adlandırılan) ana fikirler, Türk devriminin başlangıcından bugüne kadar yapılmış olan işlerle, yalın olarak, ortaya konmuştur” ifadesi ile, CHP’nin 1939’daki kurultayında dile getirilen “Kemalizm (…) tahakkuk ettirilmiş bir takım realitelerdir” şeklindeki ifade birlikte okunursa, aslında, İNÖNÜ’nün başbakan olarak başında bulunduğu icraatın sonradan (1935’te) resmen Kemalizm olarak tanımlanmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca, DEMİREL’e göre, Türkiye’de zaman zaman yapılan İNÖNÜ – ATATÜRK ayrımı geçersizdir. İNÖNÜ, Kemalizm’in katıksız bir uygulayıcısı olmakla birlikte Kemalizm ilkelerinden Devletçilik ve Laiklik’e ayrı bir önem vermiştir.

      DEMİREL’e göre, ATATÜRK’ün özel isteği üzerine 1937’de İNÖNÜ’nün başbakanlığı bırakması ve boşalan koltuğa Celal BAYAR’ın gelmesinin sebebi ATATÜRK ile İNÖNÜ arasında Kemalizm ilkelerinden kaynaklanan bir anlaşmazlığın sonucu değildir. DEMİREL’e göre ATATÜRK – İNÖNÜ anlaşmazlığının sebebi şuydu: ATATÜRK sık sık hükümet çalışmalarına müdahale ediyor, birçok temel karar Çankaya’da alınıyordu; Hatay konusunda ATATÜRK bir an önce atağa geçilmesini isterken, İNÖNÜ sorunun daha ılımlı bir politikayla diplomatik yollarla çözümlenmesini istiyordu ve nihayet ekonomik konularda İNÖNÜ katı bir devletçiliği savunurken, ATATÜRK bu politikanın somut bir başarısı görülmediği için, özel girişimciliğin desteklenmesini istiyordu.

      İNÖNÜ, ATATÜRK’ün ölümünden sonra, üzerinde resmi olarak, sadece Malatya mebusluğu sıfatı olmasına karşın 14 yıllık başbakanlığı ve CHP genel başkan vekilliğinin kendisine sağladığı mutlak otorite sayesinde, neredeyse oybirliğiyle – Hikmet BAYUR’un Celal BAYAR’a verdiği 1 oy dışında tüm oylar – cumhurbaşkanı ve CHP’nin Değişmez Genel Başkanı seçildi ve Türkiye’de Milli Şef dönemine girildi. İNÖNÜ’nün bu dönemde ilk iş olarak Ebedi Şef döneminde karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmış fakat Milli Mücadele döneminde çok büyük emekleri olan şahsiyetlerin yeniden CHP’ye katılmasını sağladı.

      İzlediği olağanüstü denge politikasıyla Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı başardı. Bununla birlikte hem Dünya Savaşı’nın getirdiği yokluk, ekonomik ve toplumsal sıkıntılar hem de dünya genelinde yaşanan kıtlığın ülkeye olumsuz yansıması İNÖNÜ için en temel eleştiri konusu olmuş ve bu eleştiriler geniş halk yığınları arasında da yankı bulmuştur.
      Eklemek gerekir ki, doyma mücadelesi veren bir köylü veya işçinin tüm dünyayı etkisine alan savaş ekonomisi şartlarının makro ekonomik yansımalarını bilmesini beklemek ve beklentilerini buna göre şekillendirmesini arzu etmek, yersizdir.

      İNÖNÜ’nün Kemalizm’in doğru uygulanması için yürüttüğü bir diğer politikada Köy Enstitülerinin kurulması olmuştur. Bu Enstitüler sayesinde Kemalist eğitmenler yetişmesini ve Kemalizm’in daha geniş halk yığınlarına aktarılmasını sağlamıştır.

      İNÖNÜ kişiliğinin bir diğer önemli özelliği değişen koşullara hızlı bir biçimde uyum sağlamasıdır.

      DEMİREL, İNÖNÜ’nün Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Türkiye’nin siyasal yapısında, dünyanın siyasal koşullarına uygun düşecek temel değişikliklerin yapılmasını ve Türkiye’de tek partili sistemi sona erdirerek iki partili sisteme geçişi sağladığını belirtiyor.

      İNÖNÜ, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından değişen dünya koşullarında, Türkiye’nin uluslar arası alanda kendisine kolaylıkla bir yer edinebilmesini kolaylaştırmak üzere müstakil bir grup kurulmasını hararetle destekledi. 1945 yılı boyunca yaptığı konuşmalar ve izlediği politikalarla, CHP içinde bazı temel eleştirilerde bulunan BAYAR ve arkadaşlarını CHP’den ayrılmaya ve yeni bir parti kurmaya zorladı.

      İNÖNÜ 1950 seçimlerini kaybetti ve 1960 darbesine kadar 10 yıl Malatya mebusu olarak siyasal yaşam içinde yer aldı. 1960 darbesi döneminde devlet içindeki kudretini kullanarak bir an önce demokrasiye geçilmesi için her yoldan Milli Birlik Komitesine baskı yaptı.

      1961 – 1965 yılları arasında değişik koalisyonların başbakanlığını üstlendi. 1961 Anayasasının getirdiği geniş özgürlükler ortamı içerisinde yükselen sol değerlerin de etkisiyle, CHP, 1965 seçimlerine “Ortanın Solu” sloganıyla girdi. 1965 seçimlerini Adalet Partisi kazanırken 1966 yılında yapılan CHP kurultayından da “Ortanın Solcuları” galip çıktı. Bülent ECEVİT, Parti’nin Genel Sekreteri oldu.

      1971 askeri müdahalesinden sonra olayların hızlı akışı içinde İNÖNÜ, kendisini kısa bir süre içinde CHP dışında buldu. Genç ECEVİT ile yaşlı İNÖNÜ savaşını ECEVİT kazandı ve İNÖNÜ, 8 Mayıs 1972’de CHP Genel Başkanlığından, 4 Kasım 1972’de CHP üyeliğinden ve 14 Kasım 1972’de milletvekilliğinden istifa etti. Cumhuriyet’in İkinci Adam’ı 25 Aralık 1973’te Cumhuriyet Senatörü görevini ifa ederken, partiler üstü bir devlet adamı olarak vefat etti.
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      Doğan AVCIOĞLU – Elçin MACAR

      AVCIOĞLU, 1960’larda tutkulu bir anti – emperyalizm ve tam bağımsızlıkçılık temelinde, hızlı kalkınma sonucunda az gelişmişlikten kurtulma yöntemi olarak anlatılabilecek bir sosyalizm yorumuyla ilişkilendirdiği Sol Kemalizmin öncü ideologudur. Kemalizmin orta sınıf ve küçük burjuva tabanını, özellikle aydınları ve askerleri radikalleştirerek devrimci bir güç olarak seferber etmeyi hedefleyen “Milli Demokratik Devrim” programını en ince ayrıntısına kadar işlemiştir.

      AVCIOĞLU, 1926 yılında Bursa’da doğdu. Fransa’da siyasal bilimler ve ekonomi okuduktan sonra, 1955’te Türkiye’ye döndü ve Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi’nde (TODAİE) araştırma asistanı oldu. CHP araştırma bürosunda çalıştı, burada pek çok araştırması yayımlandı. Demokrat Parti muhalifi Ulus, Kim ve Akis’te yazdı, Metin TOKER hapse girdiğinde Akis’i yönetti. 1960’tan sonra İNÖNÜ kontenjanından temsilciler meclisine girerek anayasayı hazırlayan komisyonda yer aldı. Ancak ekonomi ile ilgili hükümler başta olmak üzere hızlı çalışan bir meclis ve güçlü hükümet isteyen AVCIOĞLU, anayasada bu yönde hükümler çıkmayınca komisyondaki görevinden ayrıldı ve Türk – İş araştırma bürosu müdürlüğünü yapmaya başladı.

      Mümtaz SOYSAL, İlhan SELÇUK, İlhami SOYSAL, Şevket Süreyya AYDEMİR, Sadun AREN ve Niyazi BERKES ile ağırlıklı yazar kadrosunu oluşturduğu, çok önemli bir aydın platformuna dönüşen, Türk aydın dünyasını en çok etkilemiş dergi olan Yön’ü, 20 Aralık 1961 – 30 Haziran 1967 arasında 222 sayı yayımladı. Yön yayın hayatı boyunca pek çok tartışma yaratan başlığa da yer verdi, Nazım HİKMET gibi Türk Solu için tabu olan şahsiyetleri de irdeledi. Ama en önemlisi sosyalizmi Türkiye’nin tartışma gündemine taşıdı.

      AVCIOĞLU için sosyalizm, sosyal adalet içinde hızlı kalkınma metodudur. AVCIOĞLU’nun Sosyalizm tanımı ekseninde bu tanım Kemalizme eklenmiş ve özellikle kentli orta sınıfa çekici gelmiştir. Özgürlük, kardeşlik ve eşitlik şemsiyesi altında yaşama ve gelişmeye olanak veren bir toplum düzenine ulaşma çabası olan AVCIOĞLU’nun sosyalizm ideali esas itibariyle tek ve evrenseldir. Bu amaca ulaşmak için farklı ülkelerde farklı metotlar uygulanması gerekirken Türkiye’de sosyalizme ulaşmak için “milli demokrasi” dönemi yaşanması gerekiyordu. Milli demokrasi döneminin yaşanması için yapılması gereken ise anti – kapitalist ve anti – feodal mücadeleydi.

      AVCIOĞLU için Marksizm, insanlık tarihinin bütününü açıklayan tek yaklaşımdı. Yön ile 1930’lu yıllarda yayımlanmış Kadro dergisi sık sık karşılaştırılmış, Kadrocuların geliştirmek istedikleri Kemalizm için Marksizmi, Yöncülerin ise yorumlamak istedikleri Marksizm için Kemalizmi kullandıkları yorumu yapılmıştır.

      1960’lı yıllarda başlayan ATÜT – feodalite tartışmalarında AVCIOĞLU, Osmanlı bir feodal düzene sahip olduğunu söylemiş, yine bu tartışmalarda seçimlerle ilgili iğneleyici hatta kimi zaman dalga geçen tavrını gizlememiş, Türkiye’de yapılan seçimlerde sandıktan sadece Amerika’nın çıktı(ca)ğını belirtmiştir.

      TİP ile ilgili, “TİP programındaki toplumsal yapının tahlili ile ilgili uzun açıklamalar elli yıl önce yazılmış çok genel planda kalan bir “çeviri”den ibarettir… Batı aktarmacılığından öteye pek gidebilmiş değildir.” yorumunu yapmıştır.

      TİP – AVCIOĞLU tartışması 1960’lı yılların sonlarında şiddetlenmiştir. Ki şiddetlenen tartışmanın temelini devrimin kimin önderliğinde olacağı ve devrimcilerin programlarının ne olması gerektiği soruları yatıyordu. TİP; Türkiye’nin artık bir kapitalist ülke olduğunu, devrimin programının sosyalist bir içeriğe sahip olması gerektiğini, önderliği işçi sınıfının yapması gerektiğini söylüyordu.

      Milli Demokratik Devrim fikri ise AVCIOĞLU tarafından işlenmiştir. Milli Demokratik Devrim fikrine göre Türkiye’de devrimin iki aşaması olmalıydı; önce Batı’da burjuvazinin gerçekleştirdiği demokratik devrim yaşanmalıydı. Ancak, AVCIOĞLU, Batılı toplumların gelişmesinde ilerici ve devrimci bir rol oynayan sanayi burjuvazisini, Türkiye için yeterli ve yetenekli görmemekteydi. Çünkü sanayi burjuvazisi Batıdakinin aksine prekapitalist düzenin gerici sınıflarıyla işbirliği içindeydi. Yine de, AVCIOĞLU, burjuvaziyi bir blok halinde karşıya almaktan çekinilmesi gerektiğini, kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından dolayı bir kısmının, milli sanayiyi geliştirmek isteyen milliyetçilerin yanında yer alabileceğini söylemiştir. Ancak nihayetinde milli demokratik devrim, işçi, köylü, aydın, gençlik, esnaf ve milli sermayenin oluşturacağı bir cephe tarafından gerçekleştirilecektir. Sosyalist devrim ise tüm bunlar gerçekleştikten sonra girilecek ikinci aşamadır. Ara tabakalar yani küçük burjuvazi bunu gerçekleştirecek güçtü. Çünkü çıkarları modernleşme ve hızlı kalkınmadan yanaydı, kendilerini toplum hayatındaki önemli rolleri dolayısıyla, öncü bir rol oynamaya, özel çıkarlarının üzerine üstüne çıkmaya zorlayan tarihi bir misyonun sahibi sayma eğilimindeydiler: “Milli kurtuluş hareketi safhasında, mücadelenin ideolojik alanda öncülüğünü, istesek de istemesek de, aydınlar yapacak, gerekli kadroyu geniş ölçüde onlar sağlayacaktır. Bu konuda her türlü romantizmi, aydın sosyalizmi gibi çocukça kötülemeleri bırakarak, gerçeği olduğu gibi görmeliyiz.”

      Yaşamı boyunca pek çok zorlukla karşılaşan AVCIOĞLU “Türk Bonapartizminin en seçkin kuramcısıdır.” “Milli Kurtuluş Tarihi”, “Türkiye’nin Düzeni” ve “Türklerin Tarihi” gibi eserleri büyük yankı uyandırmıştır. AVCIOĞLU, Türkiye’nin Düzeni’nde Türklerin ve Türk devletinin tarihte “kudretli ve ileri” olduğu dönemlerden özlemle bahsetmiştir. Türklerin Tarihi’nde, ATATÜRK’ün Türk Tarih Tezi programını, ırkçı olmayan bir temelde sürdürmeyi hedeflediği söylenebilir.

      Türk entelektüel yaşamının görmeye alışık olmadığı çalışkanlıktaki AVCIOĞLU, en verimli çağında, 57 yaşında, 1983’te mide kanserinden vefat etmiştir.
      Resimler
      • dogan-avcioglu.jpg

        25.34 kB, 0×0, 1,618 defa görüntülendi
      Fosforun zeka gelişimine katkısını sahil şeridine bakarak görebiliyoruz... Türkiye balık yesin!

      (...)

      Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
      Günü gelir hesabınız görülür.
      Günü gelir sualiniz sorulur :
      Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

      N.Hikmet

      Concierto de Aranjuez
      recep Kardeşim bu başlıktaki her yazını dikkatle okuyorum. Emin ol ki bir dönemin güzel bir özetini veriyorsun. Ben çok faydalanıyorum ve umarım ki bu sayfanın takipçileri çoğalır da herkes bilgilerini tamamlar ve tazeler.
      Konu başından beri tartışılacak o kadar soruyu not aldım ki sırf sayfanın ahengi bu sorular ile dağılamasın diye sormadım. Bir gün bu başlık bittiğinde yorumlarım ve sorularım olacaktır.
      Emeğin için teşekkürler.
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
      Cürüme Kokusmaya Dönüsürken...
      by A (no login)

      Çürüme Kokuşmaya Dönüşürken...

      FİKRET BAŞKAYA-Özgür Üniversite
      Temelleri 1908 sonrasında atılan ama asıl rengini 1920li 1930lu yıllarda alan Kemalist otokrasi, artık çürüme aşamasını geride bırakıp kokuşma aşamasına girdi. Şimdilerde her tarafı kötü kokular sarmış durumda...Memleketin sahipleri geride kalan yaklaşık seksen yıllık dönemde tam bir koloniyalist rejim üslubu sergiledider. Rejimin halka bakışı tipik bir koloniyalist rejim uslubuydu ama koloniyalistin kolonize ettiğinin dilini konuşuyor olması ve ideolojik manevra yeteneği, rejimin gerçek niteliğinin tartışılmasını ve anlaşılmasını engelledi. Değişmiz paraloları halkı adam etmekti... Halkın ne zaman ve nasıl adam olacağına da kendileri karar vermek kaydıyla... Aslında gözden kaçan bir şey vardı: Otokrasinin varlığı, halkın adam olamamasına, çocukluk aşamasını geçememesine, hep çocuk olarak kalmasına bağlıydı. Bunun için ne gerekiyorsa yaptılar. Okullarda, üniversitelerde verdikleri eğitimle insanların düşünme yeteneğini dumura uğrattılar, toplum vicdanının kirlettiler, aralıksız uyguladıkları baskı, şiddet, devlet terörü, yıldırma, katliam ve siyasi cinayetlerle tuhaf bir omerta kültürü [duymadım, görmedim, bilmiyorum], suskun, uslu bir toplum yaratmayı başardılar. Öyle bir rejim ki, insanlar başları belaya girmeden yaşamanın çaresi olarak, yokmuş gibi davranmaya, yokmuş rolü yapmaya zorlandılar ve maalesef öyle davranır oldular... Kemalist rejimin en büyük kaygısı ve korkusu insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesi ihtimaliydi. Yurttaşı, özgürlük, sosyal eşitlik ve haysiyet bilincine sahip, kendini toplumun eşit haklara sahip bir bireyi olarak gören, kamusal alanda söz sahibi olduğu-olması gerektiğini düşünen, toplum sorunlarına dair söylenecek sözü olan birey olarak tanımlayabiliriz. Oysa Kemalist otokrasinin vazgeçilmez paralosı: hak yok vazife vardır şeklinde formüle edilmişti... Aslında bunun açılımı: yurttaş yok köle var şeklinde yapılabilir... Yurttaş bilincinin oluşmasını/gelişmesini engellemek için, resmi tarih, resmi ideoloji, polis, savcı, mahkeleler ve cezaevleri, aralıksız işbaşındaydı ve işbaşında. Elbette bu süreçte hür basının değerli katkılarını hatırlamamak olmaz. Bütün bu zaman zarfında hür basın toplum vicdanının kirletilmesinde önemli bir işleve sahip oldu. Rejim, hiçbir şeyden özgürlük ve demokrasiden korktuğu kadar korkmadı. ABD başkanı Jimmy Carterin bizim oğlanlar dediği cuntacı generallarin ünlü hukuk alimlerine yaptırdığı anayasanın başlangıç kısmına, TCnin demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazıldı. O gün bu gündür de şu hukuk devleti terânesi yüksek devlet erkânının, politikacı denilen taifenin, bilimi kendinden menkul akademi üyelerinin, memleket meseleri hakkında derin bilgi sahibi köşe yazarlarının dilinden hiç düşmedi. Uzağa gitmeye gerek yok, sadece Hrant Dink cinayeti, öncesi ve sonrasında olup-biterlere kaba bir bakış, şuhukuk devleti denilenin ne menem bir şey olduğu hakkında fikir verirdi. Biraz daha deşmeyi iş edinen de, bu ülkede geçerli hukuk sisteminin aslında adaleti katletme misyonuna koşulmuş oduğunu görmekte gecikmezdi... Bizde söz konusu olan kutsal devletin hukukudur ve asıl misyonu da kutsal devleti halktankorumaktır. Asıl koruyucu ve kollayıcının da kahraman ordumuz olduğu herhalde herkesin mâlûmudur...Siz o tekerlemenin herkesin ağzında olduğuna bakmayın. Bu dünyada hukuku olmayan bir devlet yoktur, öyle bir şey mümkün de değildir. Devlet varsa hukuku da mutlaka olmak zorundadır. Asında bu keçi kıllıdır demek gibi birşeydir. Siz hiç Keçiden bahsederken kılı da telaffuz edeni duydunuz mu? Öyleyse sorun redir? Sorun ideolojik mistifikasyon yaratmakla, yalan söylemekle, kafaları bulandırmakla ilgilidir. Netice itibariyle yapılan şey, adaletsizliği gizleme amaçlı bir manipülasyondur. Aslında yaşananlar, olup-bitenler dikkate alındığında, cunta anayasasının ikinci maddesinde TCnin niteliğine dair söylenenler, insanlara hakaret değilse en azından onlarla alay etmek demektir ama bu güne kadar hiç sorun edilmedi ve edilmiyor. Bütün bu zaman zarfında gerçek bir muhalefete de yaşama şansı tanınmadı. Muhalefet olarak sunulana/ sanılana da, gerçek muhalefetin ortaya çıkmasını engellemek için/kadar izin verildi. Elbette hırsızın hiç kabahati yok mu denecektir.

      İşte nurlu ufuklara doğru hızla koşan, muasır medeniyeti yalakaması, sadece yakalamak değil, üstüne çıkması an meselesi olan, modernliğinden, ilericiğiliğinden, çağdaşlığından asla şüphe edilmeyen TC böyle bir şey... Her şey kutsal devlet için, kutsal devletin ihtiyacı kadar... Onun dışındaki her şey, her hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebi, devlet düşmanlarının, bölücülerin, devletimizi yıkmak, vatanımızı bölüp-parçalamak isteyenlerin marifetidir ve devletin ülkesi ve milleti için en büyük tehlikedir. Bu ülkenin anlı şanlı profesörleri, şu devletin ülkesi ve milleti denilen saçmalığı bir kerecik olsun sorun etmişler midir? Etselerdi profesör yapılıp-ödüllendirilirler miydi? Yukarda, TCnin koloniyalist bir rejim olduğu, kendi halkını kolonize ettiği boşuna söylenmedi. Devletin ülkesi ve milleti demek, orada ilişki tersliği var demektir, zira devletin milleti olmaz, milletin devleti olur, olması gerekir. En azından modern çağda öyle olması gerekirdi... Bir insan herhangi bir ülke sorunuyla ilgili, kamusal bir sorunla ilgili bir fikir beyan ettiğinde [ki, en doğal, en vazgeçilmez hakkıdır ve haysiyetli insan olmanın da, yurttaş olmanın da bir gereğidir] resmi ideolojinin çizdiği sınırın dışında birşey söylediğinde ve/veya yazdığında, hain ilan edilip cezalandırıyorsa, orada geçerli rejime yakışan ad ne olabilir? Öyle bir modern rejim ki, farklı düşüneni hain, muhalifi düşman ilan ediyor, cezalandırıyor, aç bırakıyor, hapse atıyor, katlediyor, ideolojik linçe maruz bırakıyor, taamüden öldürüyor... Daha ne zamana kadar şeyleri adıyla çağırmamakta ısrar edilecek?

      Kemalist otokrasi artık gününü doldurdu
      Türkiyedeki rejim hep açık veya gizli bir otokrasi olarak varoldu. Başlarda militer/sivil yüksek bürokrasi, komprador kapitalist sınıf ve ağalık/şıhlık ittifakına dayanan egemen sınıflar bloku, şimdilerde kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak, militer/sivil yüksek bürokrasi ve kapitalist sınıf ittifakına dönüşmüş durumda. Türkiyede derin bir Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın varlığı, sınıf ittifakının özgünlüğünü bilince çıkarmayı zorlaştırıyor. Buradaki durumun da emperyalist ülkelerdekinin bir benzeri olduğu sanılıyor. Doğrusu öyle bir yanılsama yaratan bir yapı ve görüntü yaratmayı başarmışlardı... Türkiyedeki kapitalist sınıf devlet serasında yetişmiş bir sınıftır. Bu yüzden hiçbir zaman bir başına rotayı belirleyecek yüksekliğe çıkamadı. Parlamento da Eski Rejimden koparılmış bir mevzi olmadığı için, içi boş midye kabuğundan başka birşey değildi. Bunun da gerisinde ısrarla yazdığım gibi, bu ülkenin tarihinde bir modernite ve aydınlanma devrimi yaşanmamış olması yatıyor. Bu durum, militer/sivil yüksek bürokrasiye büyük bir manevra alanı sağladı. Her ne kadar 1946-50den sonra çok partili sisteme geçilse de söz konusu olan gerçek anlamda bir çok partili sistem değil, düşük yoğunluklu bir otokrasiydi. Kurulan/kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler, tam bir muvazaa [danışıklı dövüş] unsuruydu ve asıl amaç otokrasiyi görünmez hâle getirmek, gizlemekti. Otokrasi, belirli aralıklarla yapılan darbeler ve müdahalelerle sapmaları önleme yoluna gitti. Eleştiri, ifade, örgütlenme özgürlüğü, muvazaa partileri döneminde de yasaklanmaya devam etti. Ancak resmi ideoloji dahilinde konuşmaya/ yazmaya izin verildi. Sadece devletimizin ihtiyacı olan örgütlere yaşama şansı tanındı, onun dışında kalanlar yasa dışı veya istenmeyen ilân edildi. Durum böyleydi ama bir dizi modern söylem, kurum ve mekanizmayla gerçek durumu, rejimin otokratik niteliğini görünmez kılmayı, gizlemeyi başardılar.

      Lâkin bu dünyada herşey sonludur, aynı dünyanın da sonlu olduğu gibi... Şimdilerde Kemalist otokrasi artık kendini yeniden üretemez hale geliyor. Otokratik/baskıcı rejimler özgür tartışmayı/ düşünce özgürlüğünü yok ederek varoluyorlar ama uzun dönemde kullandıkları silahın kendilerini vurması kaçınılmazdır. Zira, resmi ideolojinin geçerli olması, özgür tartışmanın yasaklanması demek, doğası gereği dinamik bir varlık olan toplumu bir cendereye sokmak demektir ki, sürekli yenilenen, değişen dinamik bir süreç olan toplum, belirli bir eşik aşıldığında o kalıbı kırmak durumundadır. Şimdilerde Türkiyede yaşanan gerilim öyle bir eşiğe ulaşıldığının göstergesi. Bunun da iki nedeni var: birincisi, rejim çürümenin de ötesine geçip, kokuşmuş durumda. Bu tartışmanın, özgür düşüncenin yasaklandığı rejimlerin değişmez kaderidir. Kanser tüm bünyeyi sarmış, metastas yapmış, artık rejim inandırcılığını yitirmiş durumda; ikincisi, birincinin de bir sonucu olarak, insanlar artık soru sorabilir duruma gelmekte. İnsanlar bir kere soru sormaya başlamaya görsün, arkası gelecektir... Şimdilik otokrasi toplumda yaratmayı başardığı yapay bölünmüşlüklerle [laik/ müslüman, vb.] hålâ etkin bir aktörmüş gibi görünse de, artık yolun sonuna gelindiğini söylemek mümkündür. Darbe heveslerinin kursaklarında kalması o yüzden... Şeylerin yerli yerine oturması, insanların asıl çelişkinin bilincine vardığı, yapay bölünmüşlüğün ötesine geçebildiği durumda mümkündür ki, asıl çelişki sömüren/sömürülen, ezen/ezilen çelişkisidir. Toplum sınıflara bölündüğü dönemden beri ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi ve mücadelesi devam ediyor ve bu mücadele insanlık varoldukça da devam edecek... Tâ ki, o kadim çelişki ortadan kakıncaya kadar... İnsanlık söz konusu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden asla vazgeçmeyecek, aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı...
      BBC, "Türk Generali, Darbe Komplosu İddialarıni Reddetti" derken "İddiaların doğruluğunu değerlendirmek mümkün değil, ancak bir zamanlar dokunulmaz bir kurum olan Türk Silahlı Kuvvetlerini savunmaya itti" yorumunu yaptı.
      Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’nun "Balyoz darbesi planı" iddialarına verdiği sert yanıt, yabancı medyada da yankı buldu. BBC, "Türk Generali Darbe Komplosu İddiaları Reddetti" derken, "İddiaların doğruluğunu değerlendirmek mümkün değil, ancak bir zamanlar dokunulmaz bir kurum olan Türk Silahlı Kuvvetlerini savunmaya itti" görüşünü öne sürdü.
      İngiliz yayın kurumu BBC, "Türk Generali Darbe Komplosu İddiaları Reddetti" başlıklı haberinde Orgeneral Başbuğ’un konuşmasının içeriğine ilişkin bilgi verirken, "Darbelerin geçmişte kaldığında ve iktidarın sadece demokratik araçlarla değişmesi gerektiğinde ısrar etti" dedi.
      Türkiye’de üç darbe girişiminin yaşandığını belirten BBC, "Silahlı kuvvetler, sahne arkasında siyasi bir rol oynamayı sürdürdü" savına da yer verdi.
      "Son iki yılda Türk halkı, ordudaki bazı elemanların kirli oyunlara ilişkin iddialar konusunda sansasyonel enformasyon ile bombardımana tutuldu" diyen BBC, bu bilgilerin "Ergenekon" ile ilgili kısmının aralarında emekli generallerin bulunduğu düzinelerce kişinin tutuklanması ve yangılanmasına yol açtığını kaydetti.
      BBC, ordu için "Artık dokunulmaz değil" ifadesini kullandığı haberinde, "Balyoz darbesi planı" iddialarına Orgeneral Başbuğ’un, böyle bir planın olasılığını yalanlayan "öfkeli bir açıklama" ile yanıt verdiğini belirtti.
      Orgeneral Başbuğ’un ordudan bilgi sızdırılmasına ilişkin soruşturmalar yürütüldüğünü söylediğine de dikkat çeken BBC, "İddiaların doğruluğunu değerlendirmek mümkün değil, ancak bir zamanlar dokunulmaz bir kurum olan Türk silahlı kuvvetlerini savunmaya itti" yorumunu yaptı.(ANKA)

      "Sapkanin teregi düz,
      Her üc yilda bir yilduz."
      Atatürk,ün adina ,
      Biz herseyi yaparuz.!!!

      Udugbi dibi Haruk,
      Asindi gitti caruk,
      Yilduzlari sayarken,
      Sahi nerne Pasparuk???

      Uyusturulmamis bir konu bile kalmamis...

      AYŞE HÜR derledi
      "Devşirme" Marşlarla Milliyetçilik

      Türklerin üç "milli marşı", Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı'nın bestelerinin "gayri-milli" olduğu yolunda iddialar var. "Üsküdar'a gider iken..." ile başlayan türkünün ve Alpman'ın "Memleketim" şarkısının da müzikleri yerel değil.

      Ayşe HÜR hurayse@hotmail.com Ankara - Taraf gazetesi26 Nisan 2008, Cumartesi "Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. 'Buyurunuz' dedim. Bu zat 'Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet' dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu.

      'Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz' dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti."

      Bu satırlar 1921'de Maarif Vekâleti'nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey'e ait.

      Milli şair görev başında
      O sırada Ankara'da ev bulamadığı için, Taceddin Dergahında misafir edilen ve Meclis'e Burdur Milletvekili olarak katılan, "Çanakkale Şehitleri" ve "Bülbül" gibi efsanevi şiirlerin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)'un "Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini" düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiri gözü tutmayan Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tannöver) Bey'in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.

      On elemeyi geçen yedi şiir Mustafa Kemal'in oturum başkanlığı yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi Bey, gür sesiyle Akif in şiiri okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyacana kapılırlar. Diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmez. Halbuki bazılarına göre o şiirler Akif in şiirinden "daha milliyetçi"dir.

      Örneğin onlarda "Türk" terimi geçerken, Akif'inkinde "ümmet" anlamına gelen "ırk" terimi vardır. Şiir iki kez daha okunurken, Akif, utangaç bir tavırla başını kollarının arasına saklayarak, sıranın üzerine kapanmıştır. Hamdullah Suphi'nin hemen oylamaya geçmek istemesine, itiraz eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesi gerektiğini ima eder.

      Ona göre oylamanın oldubittiye getirilmesi marşın meşruiyetini zedeleyecektir. Ama sözünü dinletemez ve Hamdullah Suphi'nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylama sonucu Akif in şiiri "çoğunlukla" İstiklal Marşı olarak benimsenir. O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan Mehmet Akif, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık ödülü, Darü'l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır.

      Şair çok ama besteci yok
      Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında şiir yarışmasına katılan Kazım Karabekir'in de olduğu 24 "besteci" eser göndermiştir, yani katılım çok düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı'ya kadar yaklaştığı için Hükümetin ve Meclis'in Kayseri'ye nakli düşünülmektedir.

      Sonunda, Meclis'te ordunun Sakarya'da savunma düzenine geçilmesi fikri galip gelerek, Ankara'nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde "İstiklal Marşı" diye yaymaya başlarlar. 1924'te bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığında bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey'in Türk müziği etkisindeki "acemaşiran" motifli bestesinde karar kılınır.

      Ancak 1930'da nedendir bilinmez, Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)'ün Batılı tarzdaki bestesinin "milli marş olarak kabul edildiği" memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlamasının ilk işaretidir bu karar.

      İlk mezurlar
      Ancak bu tarihten itibaren, "larda yüzen alsancak...", "nim milletimin..." "bu celal sana...", "kanlarımız sonra helal hakkıdır" gibi dizelerle savaşmak zorunda kalacaktır vatan evlatları. Çünkü marşta "prozodi hataları" vardır, yani güfte ile beste arasında bir ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim:

      "İstiklal Savaşı'nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Hümayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin'e bağlıydık (...) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir'e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Heyeti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir'e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Heme kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimde doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk 'ti' yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezür yaptım (...) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler.

      Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat'i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara'dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara'ya nakletmek vazifesi verildi (...) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara'ya gittim. Ve hemen İstanbul'daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara'da verilen o baloda Atatürk'ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi."

      Dörtnala atlılar nerede?
      Milli marş yazmaya talip bir bestecinin onay için "gayri milli" bir kaynağa, Viyana Konservatuvarı'na başvurmasının garabeti bir yana, Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atarak temize çıkar.

      İddiasına göre kendisi marşı İzmir'e dörtnala giren adıların sesini düşünerek bestelemiştir ancak kaydı yapan "Sahibinin Sesi" stüdyosunda teknisyenler, bunun çok süraüi bir marş olduğunu söylemişler, bu nedenle plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmasını rica etmişlerdir.

      Buna itiraz eden Osman Zeki Bey, "Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter" demiştir. Ancak daha sonra halk marşı çalarken gramofonu hızlıya ayarlanması icab ettiğini düşünem. Bu açıklamaya inanip, "keşke böyle yapmasaydı" deyip geçiyoruz, çünkü ortada çok daha vahim bir iddia var.

      İntihal mi?
      O yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey'e göre Osman Zeki Bey'in beşteki Karmen Silva adlı bir Alman (veya Avusturya) sokak şarkısından esinlenerek yapılmıştır. Yani özgün olmayan bir eserdir.

      1924'ten 1930'a kadar geçerli olan Ali Rıfat Bey'in bestesinin "prozodi" açısından çok daha iyi olduğunu düşünen Osman Şevki Bey, bu iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak ne besteciden ne de yetkililerden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Şevki Bey'e bırakalım:

      "...Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey'in kardeşi Samih Rıfat Bey, Maarif Vekaletinden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul'dan Ankara'ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için [Atatürk'ün eşi] Latife Hanım'ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rifat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler.

      Zeki Bey'in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında 'papatyalar' adlı şarkının notaları üstüne kendisinin 'bestekar' diye imza atması ve eskiden Sati Bey'in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (...)

      Ben bunu 07.05.1940'da CHP Meclis Gurubunda Maarif Vekilinden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı'na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum:

      'Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin'e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?"

      "Bizde bestekar yoktur"
      Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrulamıştır:

      "... Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milleüerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretie kendi adlarını altına koymuşlardır (...) Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır..."

      Sonuçta, Osman Şevki Bey'in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı'nın bestesi üzerindeki 'gayri millilik' şaibesi hâlâ devam etmektedir! İlgililere duyurulur...

      Şakıyan üç genç kız
      Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan "Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar" diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı "Tre Trallade Jantor" yani "Şakıyan Üç Genç Kız". Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim.

      Marşın "millileştirilmesi"1900'lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan "paramiliter" Osmanlı Genç Dernekleri'ndeki gençlerin "milli duygularının yoğunlaşması için" Mektebi Sultani'nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) müzik eğitimi için gittiği Stockholm'den bir grup notayla gelir.

      Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Beyden dinleyelim:

      "Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çakşırken, Selim Sim Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için güfte yazmamı istedi. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşının aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu..."

      Mustafa Kemal çok seviyor
      Marş ilk kez Ali Ulvi Bey'in okulunda [bugün St. Joseph Koleji] çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916'nın ilkbaharında Kadıköy'de İttihat Spor Çayırı'nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal'e borçluyuz.

      Önce Samsun'a giden Bandırma Vapurunun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun'dan Havza'ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza'ya giderken güç toplamak için, yanmdakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen "milli marş" olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun'la olmuş.

      Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı "Tre Trallade Jantor"dur. Bunu Türklere yönelik bir jest sanan izleyiciler ayağa kalkar ve "Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr...."diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası da "centilmen Türk seyircisinin İsveçlilere jesti" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi...

      Kemalist Güzelleme: 10. Yıl Marşı
      Müziği "devşirme" olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşının yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet'in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal'e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit'e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların "Hasta Adamı"nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor.

      Marşı ilk kez 14 Ekim'de dinleyen Mustafa Kemal'in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul'da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu'nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940'larda çocukların ağzında "Hamama da gittik nalınla / Annem bizi yıkadı / Mis kokulu sabunla" şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı.

      1990'larda Güneydoğu'da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet'in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet'in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997'de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonuna verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü.

      O tarihten bu yana Türkiye'yi iç ve dış düşmanların saldırısı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşını topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi...

      Beste "Gayri-milli" mi?
      Bursa Milletvekili Osman Şevki Bey'e göre, Cemal Reşit Rey eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau'ya ait olan ve ilk kez 1752'de Kral XV. Louis'in huzurunda sergilenen tek perdelik "Le devin du village" (Köyün Kâhini) adlı operanın 'J'ai perdu tout mon bonheur/J'ai perdu mon serviteur' (bütün saadetimi kaybettim / hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir.

      Osman Şevki Bey, bestedeki prozodi hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey'in 1913'te, yani Jean-Jacques Rousseau'nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris'e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce "hiç duymadım" savunması inandırıcı görünmez. (AH/GG)

      (Bu konuda kendi karar vermek istoperasını buraya tıklayarak dinleyebilirler.)eyen okuyucular, Rousseau'nun

      Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musikîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.


      ------------------------------------Şikâyet etme gereğini yap (Basbug)
      Genelkurmay Başkanı olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanıyım. Elbette TSK’nın tüm personelini düşünmem gerekiyor. Ancak, şunu burada açıkça ifade edeyim, yetkili makamlarda olmak, görev ve sorumluluklara sahip olmak, sadece size şikâyet etme yolunu yaratmaz. Böyle bir şeyimiz de yoktur. Yani ‘sadece şikâyet edeceğiz...’ Yok öyle bir şey. Aynı zamanda görev ve sorumluluğu olanların, sorunları çözmek veya çözme yönünde gayret göstermek vazifeleri. Bizim anlayışımız budur.

      -----------------------------------
      (Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucular, Rousseau'nun operasını buraya tıklayarak dinleyebilirler.)

      Eger dinleyemediyseniz veya anlayamadiysaniz lütfen yazin;operanin özetini anlatabilirim.
      'Adına devlet denen aygıtın içinde kendine yer edinen, güç haline gelen herkesin galiba ortak bir zayıf yanı var. Hiçbiri o gücü kaybedip günün birinde herkes gibi 'sıradan' bir vatandaş haline gelebileceğine, o güne kadar başkaları için işleyen kuralların, yasaların kendileri için de işlemeye başlayacağına ihtimal vermiyor. Dünyanın değişme ihtimaline inansalar da, kendi yaşadıkları coğrafyanın da dünyanın bir parçası olarak günün birinde değişeceğini düşünemeyecek kadar beyin felciyle yaşıyorlar. Bundan dolayı olsa gerek, kendilerinden başka kimsenin yaşam hakkına, kişilik hakkına, hukukuna zerrece saygı duymuyorlar. Kendilerini iktidarda tutan sistemlerinin her bireyin kendisini ifade edeceği, her bireyin kişilik haklarının garanti altında olduğu, kimsenin kimse tarafından aşağılanmadığı, insanların özgürce siyasi, ekonomik, kültürel, cinsel haklarını yaşayıp kullanabildikleri bir sisteme dönüşebilme ihtimalinden, yarasanın ışıktan korkması gibi korkuyorlar. Başka bir dünyanın var olabileceğini hayal bile edemiyorlar. Kendileri edemedikleri gibi, ağzı laf edip eli kalem tutan insanlardan bir kısmını sistemlerinden nemalandırarak, bir kısmını da beyin uyuşukluğuna sürükleyip etraflarında tutmayı beceriyorlar...