Tavazu

      TEVAZU.
      (Hz.Mevlana ile Hacı Bektaş Veli Arasında geçen bir hikaye)

      Bir adam, kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu, o zamanlar aynı zamanda aşevi işlevi görmekte olan bir dergaha bağışlamak ister.

      Adam Hacı Bektaş-ı Veli'nin dergâhına gider. Durumu Hacı Bektaş-ı Veli'ye anlatır ve o '
      helal değildir' diyerek bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise bu kurbanı kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş-i Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der:

      - Biz bir karga isek Hacı Bektaş-ı Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

      Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı'na gider ve ona, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektaş-ı Veli'ye sorar. O da şöyle der:

      - Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.

      Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle…
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...

      Çocukluğumuzda

      Bir mail... Siz dostlarımla peylaşmak istedim...

      ************

      ÇOK SAKİN BİR KİŞİLİĞE SAHİP OLMAMA KARŞI BU SOKAKLARDA , KAFAMI DA YARDIM, AYAĞIMI DA, YÜZÜMÜ DE VE SONUÇ : BABAMDAN HEP AZAR İŞİTTİM AMA MUTLUYDUM.






      ÇOCUKLUĞUMUZDA...

      Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
      Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
      Hatta Babanım bile anahtarı yoktu.
      Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
      Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.....

      En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
      Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
      Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
      Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,zıplaya yürüyerek gelirdik.

      Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
      Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
      Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
      Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
      Susayınca girer evlerine su içerdik.
      Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
      Kısacacı evine gidip gelen (...ki;sadece çişi gelen giderdi evine)elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
      Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
      Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.

      Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.

      Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
      Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
      Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
      Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.

      Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
      Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
      Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

      Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
      Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
      Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
      Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
      Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.
      Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
      Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

      Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
      hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
      Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
      Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
      Benim değildir bu kültür.
      Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
      Nedir bunlar?
      Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.

      Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
      İyi de neden böyle olduk ?
      Biz mi istemiştik?
      Yoksa birileri mi böyle istedi?..
      'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?

      Kim yazmış bilmiyorum. Taa uzaklardan bir selam gibi geldi bana.
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
      Emrullah Abim; 2 seen kadar önce yazdığım bir yazı. Bak ki dehe neleri unutmuşuz. Daha fazlasını okumak istersen bu adrese bir göz at. Belki senin de eklemek isetdiklerin olacaktır.

      Neleri Yaşayamadılar?
      ***************************


      Çocukluğumun ve yaşadıklarımız şahidi elleri öpülesi Anneme…


      YAŞADIKLARIM

      Hamalları hatırlıyorum mahallemize kurulan ilk Pazar yerinden evlere 20-25 kuruşa küfesi ile yükler taşıyan.
      Sonra sırtında taş taşımakta kullanılan semere benzeyen arkalığının üzerine koyduğu bir teneke Ankara’nın meşhur kara kovan sepet balını “Bal, bal, bal, bal” diye bağırarak satan.
      Boşnak bir yoğurtçumuz vardı. Sırtında uzun bir sopa gibi terazinin iki tarafına 3 tane ip ile astığı teneke kaplarda “Ouuuuuurttttt, Ourrrrrrrrt” diğe bağırarak satan.
      Yine bir Boşnak sütçümüz Ali Dayı vardı. Eşeğinin heybelerine sıkıştırdığı süt güğümlerinden katıksız, tertemiz süt satardı. Zavallı eşeğinde yüklediği güğümler yetmez gibi bir de kendisi üstüne binerdi. Boyu öylesine uzundu ki eşeğin semerinde otururken ayakları yerde sürünürdü.
      Yazın ilk meyvelerinden Alıçları satan köylüler vardı. Kolye gibi bir ipe dizili, sarı ve kırmızı karışık renkli, ekşi ve mayhoş tatlı alıçlara bayılırdık.
      Hemen her evin bahçesinde olan Üvez ve Ahlat Ağaçlarının meyveleri oldukça geç olurdu. Bu meyvelerin çabuk olgunlaşmasını sağlamak için dalından toplayıp toprağa gömer 10 gün sonra hep çukurları açıp hep birlikte olmuş olmamış bakmadan yerdik.
      Dondurmacımız vardı iki kardeş. İkisinin de tenteli arabası vardı. Aziz Amca Galatasaraylı idi ve arabası sarı-kırmızı idi. Mehmet Amca Fenerbahçeliydi ve arabası sarı-lacivert boyalı idi. Aziz Amca dondurmasına süt tozu kattığı için tadını sevmezdik. Dondurmayı 2 tane külah yemek için 1 tane 25 kuruşluk değil 1 tane 10’luk 1 tane 15’lik alırdık.
      Arada bir mahalleye macuncu gelirdi. Küçük bir ağaç parçasına kendi imalatları renk renk macun şekerlerini sararak satarlardı. Bazen pamuk helvacı gelirdi. Pamuk helvasını alıp yemesek de arabasında pamuk şekerini nasıl yaptığını seyrederdik. Ayak pedalı ile döndürülen delikli bir tambur gaz ocağı ile ısıtılır ve ortasındaki deliğe çay kaşığı ile azar azar dökülen şeker tamburun döndürülmesi ile üzerindeki minicik deliklerden pamuk gibi arabanın camekanlı bölümüne yığılırdı. Elma Şekercimiz vardı ki elmanın en güzelini kullanırdı. Ondan aldığımız elma şekerini önce şekerini yalar sonra elmasını yerdik.
      Biraz daha eskiye gidersek eşeğinin her iki tarafına astığı 4 tane tenekedeki suyu “Elmadağ suyuuuuuuuuu” diye bağırıp tenekesini 25 kuruştan satan Sakalarımız vardı. Evlerimizde su yoktu ama Mahalle Çeşmelerimiz vardı. O çeşmeler tüm mahallelini toplandığı Köy Odası işlevi görürdü.
      Mahalle bakkalımız vardı. Zambo marka ciklet, Uludağ Gazozu, Lili Deterjanı gibi eldivenden merdivene her şeyi satan. Gazyağı bile satılırdı yan yatırılmış musluklu varillerde. Tüp gaz henüz icat edilmemiş olduğundan gazocağı kullanırdık. Tıkanan memelerini açmak için gazocağı iğnesini 10 kuruşa alırdık.
      Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Ağaç dalarından ok ve yay, ince demir tellerinden araba, Samanpazarı’ndaki eski bir dükkandan aldığımız kırmızı uçak lastiklerinden sapanlar, çeşit çeşit uçurtmalar, tahtadan kılıçlar ve atlar yapardık. Oklarımızın uç kısmına gazoz kapağını ezerek temren yapardık. Oklarımız 30-40 metre giderdi. Yay yapacak ağaç bulamadığımızda yay yerine delik kısmına sapan lastiği bağladığımız makaraları kullanırdık. Oklarımızı kırık cam parçalarını sürte sürte inceltir düm düz yapardık. Günümüz çocuklarının scotter dedikleri iki tekerlekli tornetleri de 4 tekerlekli tornetleri de kendimiz yapar, bu tornetler ile bazen pazardan alışveriş yapanların aldıkları zerzevatı 3-5 kuruşa evlerine taştırdık.
      At Arabacısı Sadık Amca’nın atının kuyruğundan kestiğimiz kıllardan kuş tuzakları kurar, serçe, sığırcık yakalardık. Serçeleri bırakır sığırcıkları keser ve zeytinyağı tenekelerinden yaptığımız mangallarda pişirip tüm mahalle çocukları birlikte yerdik.
      Yorgancılarımız vardı sonra. Ellerinde kocaman bir yay gibi aletleri ile mahalle içlerinde “Yorgancı geldiiiiiiiiiiiii” diye bağırarak dolaşırlardı. Pamuk yatakların örtüsü açılarak bir sopa ile pamukların üzerine değdirilen yaya vurularak pamuklar atılır ve kabartılırdı. Bu işi yapanlara Hallaç dendiğini çok sonra öğrendik.
      Kalaycı Emine vardı. Ailesi ile birlikte gelir ve mahallede bir bahçeye yerleşirler ve körüklerini kurarlardı. Bazen 3-4 gün oldukları yerde yatıp kalkarlar ve mahallenin tüm evlerindeki bakır kapları kalaylarlardı. Körükte ısıttıkları bakır kaba önce bir tutam nişadır atar sonra küçük kalay parçalarını içine atarak ısıtıp üstübü ile kapların içini dışını sıvarlardı.
      Bileycilerimiz vardı özellikle bayram öncesi mahalleye dadanan. Ayak pedalı ile çevirdikleri biley taşlarında bıçak, balta, tahra vb. aletlerimizi bilerlerdi.
      Kiralık bisiklet işi yapan İnan Amcamız vardı. Mahallemizin boş arsasının bir kenarındaki bir kaysı ağacının altında yanyana koyduğu bisikletlerin arsanın etrafındaki 1 turuna 5 kuruş alırdı. Eğer bisiklet yeni ise turu 10 kuruş olurdu.
      Ayakkabıcı Salih Amcamız 3 kuruşa yırtılan ayakkabılarımızı tamir eder, yapıştırıcıyı satın almaz dükkanındaki bir tenekeye koyduğu kauçuk parçaları üzerine benzin dökerek kendisi imal ederdi. Yapıştırıcının adının Sülüksüyon olduğunu da ondan duymuştuk.
      Eşeklerinin sırtındaki heybelerin gözlerinde kırık leblebi, kuru üzüm, iğde, ceviz satan seyyar esnafımız vardı. Sarı leblebinin kırığını ucuza verilerdi ama kırığı kırık olmayanından daha lezzetli gelirdi bize. Hele bir de bir avuç kuru üzüm aldıysak keyfimize diyecek olmazdı. Bir tane kuru üzümün içine 1 tane kırık leblebiyi gömer ve öylece yerdik.
      Çingene Ayıcılarımız vardı. Burnuna taktıkları halka ile ayıları oynatırlardı. “Hamamda kaynanalar nasıl bayılır?” diye sorarken ayının burnundaki halkayı yere doğru bastırarak sırt üstü yere yatırırlardı.
      Dişçimiz yoktu ama berberimiz vardı. Ağıran dişlerimizi uyuşturmadan koltuğunda kerpeten ile çekerdi.
      Ramazan geceleri “Booooooozaaaaaa” diye bağırarak gezen bozacılarımız vardı. Henüz millet sahura kalkmadan bağırmaya başlarlardı. Onların bağırışlarına Ramazan Davulcularının mani söyleyerek çaldıkları davul sesleri karışırdı.
      Resimli romanlarımız vardı. Teksas, Tommiks, Zagor, Kızıl Maske, Mandrake, Mister No, Teks, Kaptan Swing ve daha neler. Okuduklarımızı önce arkadaşlarımız ile değiştirir, mahallede okunmadık kitap kalmayınca Uzay Sineması’nın önünde sinemaya gelen çocuklara satar ya da onların getirdikleri ile değiştirirdik. Değişim yapaken de kitabın yeniliğine göre fark alır veya öderdik.
      Rengi Sarı-Siyah olan Atak Spor diye bir futbol takımız, büyükler ve küçükler diye iki takımımız vardı. Henüz siboplu toplar icat edilmediği için memeli futbol toplarımız olurdu. Memenin olduğu yerde ayakkabı bağcığı gibi ipleri onun hemen altına da memesi zarar görmesin diye koyulan deriden Get’lerimiz vardı. Bi,r top almak için sokağın girişine kocaman bir tenekeden kumbara koyar akşam işten dönen babalarımzıdan kumbaraya para atmalarını isterdik. 15 liralık topun parasını ise 15 günde zor toplardık.
      Mahalle savaşlarımız vardı. Öyle eften püften kavgalar da değildi. Hepimizin ellerinde uçlarına birkaç tane çivi çakılmış sopalar olurdu. Mahalle karşı karşıya gelince içlerinde tanıdıklarımız çıkar, anlaşmazlığı kavga ile değil başka şekilde halletmeye çalışırdık. En fazla da her mahalleden en güçlü çocukları güreştirirdik. Bizim mahalleden Alevi arkadaşımız Ali Rıza en güçlümüzdü. Güreşleri hep o yapardı. Onu yenen hiç olmazdı. Güreşi değil meydan savaşını kazanmış askerler edasında mahalleye naralar atarak dönerdik.
      Her mahallenin kendisine has bir narası olurdu. Biri nara attığında hemen oraya koşardık. Çünkü o naralar tehlike habercisi idi. Ama narayı atan şaka yaptıysa hep birlikte onu döverdik.
      Karpit patlatırdık. Yere küçük bir kuyu kazar, içine su doldurur karpiti içine atar, sonra altından çiviyle delinmiş bir konserve kutusunu kapatırdık üzerine. Etrafını çamur ile kapatır, bir sopanın ucuna sarıp yaktığımız gazete kağıdını konserve kutusunun deliğine tuttuğumuzda korkunç bir patlamayla konserve kutusu mahallemizde yeni yapılmakta olan caminin minaresin boyunun iki katı kadar yukarı çıkardı.
      Gazoz kapaklarını biriktirir onunla oyunlar oynardık. Karton kutulu Sigara kağıtlarının kapaklarını da biriktirirdik. En pahalı sigara kapağı 10’luk Yeni Harman sigarasının kapağı idi.
      Yere çivi atarak iki noktayı çizmek suretiyle rakibi hapsetmeye yönelik bir oyun oynardık ki hemen her seferinde çıngar çıkardı.
      2-3 Karış boyunda tahtaya futbolcu niyetine çiviler çakarak 5 kuruşu da top niyetine işaret parmaklarımızla itekleyerek gol yapmaya çalıştığımız minyatür futbol sahalarımız vardı.
      Kağıttan yaptığımız patlangoçları patlatacağız diye kollarımız ağrırdı.
      Leblebiyi havanda ezer, içine de biraz şeker katarak çay kaşığı ile yerdik. Boğazımıza kaçınca da öksür öksür bir hal olurduk.
      Dokuztaş Saklambaç oynamak için kiremit gibi dokuztaşı üst üste dizer, 5-6 metreden attığımız topla bu taşları yıkar, ebe taşları dizene kadar saklanır sabahtan akşama birbirimizi kovalardık.
      Yakan Top henüz icat edilmediği için Mendil Kapmaca ve Çelik Çomağı mahalle maçı gibi turnuvalar halinde oynardık. Oyunlarımızı saha kenarına yığılan tüm mahalleli seyrederdi.
      Dizlerimiz düşüp kalkmaktan yara bere içinde ve hep kabuklu olurdu. Ellerimizin sırtı ise misket (Çukur) oynamaktan kurbağa derisi gibi çatlak içinde olurdu.
      Mahallede sadece Bakkal Salih Amca’nın telefonu vardı. Acil telefonlarda Salim Amca’dan telefon ederdik. Lafı da öyle fazla uzatmazdık. Çünkü laf uzadı mı Salim Amca fiyatı arttırırdı. Bir telefonun hat parası 1 tane Murat 124 fiyatı kadardı. 1969’da yıkılan Ulus Çarşısındaki Uğrak Lokantasının telefonu 11 42 75 idi. (O zamanlar Ankara’da telefonlar 6 rakamlı idi).
      Okul dışındaki vakitlerimizde hava biraz serinlediğinde mutlaka top oynardık. Kale direği yerine iki tane taş kullanırdık. Kalecinin boyunun 1 karış üzerinden giden top için “Direk Üstü”, kale taşının yakınından geçen toplar için “Taş Üstü” diyerek çamura yatar çirkeflik yapardık. Maçlarımızda hakem olmazdı ama her tartışmalı pozisyon da mutlaka bir sonuca bağlanırdı. Birsi birisine sert girdiğinde sert gireni hep birlikte azarlardık ama hiç kimse de oyundan atılmazdı. Maçlar 6'da haftaym 12’de biter hesabıyla oynanırdı ama hiçbir maçın süresi de olmazdı. Çünkü hiç birimizin saati yoktu. Maçlarımız ise sokaktaki bir annenin herhangi birimizi çağırması ile biterdi.
      Evlerimizde televizyon yoktu ama lambalı radyolarımız vardı. Radyoda genellikle Ajanslar dinlenir, eğer misafir gelmemişse şarkılı türkülü kanallar aranırdı. Misafir olan evde radyo da açılmazdı. Cuma akşamları ise ailece “Arkası Yarın” hikayeleri dinlenirdi. Kaçırılan bölümler de mutlaka arkadaşlardan ertesi gün öğrenilirdi. Radyolarda şarkı türkü dinlenirken mutlaka bundan sonrası senin için ya da benim için diye sıra tutulurdu.
      Çocukluğumuzun hemen her günü bu şekilde geçer, ertesi gün de hayat hep böyle başlardı. Günlerimiz bir mutluluk ve neşe içinde geçerdi.
      .
      .
      .

      Şimdi çocuklarıma bakıyorum da bizim oyuncaklarımızı görseler tanıyamazlar. Oyunlarımızı görseler anlamsız bulup gülerler herhalde.
      47 Senedir oturduğum sokağımdan yukarı çıkarken o eski anıları yaşadığım mekanlar beton yığınları ile kapanmış. Bahçesinden kaysı, erik çaldığımız gecekonduların yerine yapılan, her birinde bir sokağın tüm evler kadar daireler olan şekilsiz ve hepsi birbirine benzer binalar var. Uzuneşek, Birdirbir, Çelik Çomak, Çivi, Misket, Gazoz Kapağı, Saklambaç, Pandik, üç kornerin bir penaltı olduğu Top (futbol), Yandım Bağırtlak oynadığım yerlerin buralar olduğunu rüyamda görsem herhalde inanmazdım.
      Orta yaşlılığın verdiği pisikoloji ile nostalji yaptığız şu günlerde yapacak çok fazla bir şeyimiz de yok. Bir hayat kavgası içinde debelenip duruyor, acı çekiyor ve çektiğimiz acılardan zevk almaya çalışıyoruz.
      Ne kırmızı Horoz Şekeri ne hastalanıp ateşimiz çıktığında Hazma Dayı’nın bakkalındaki cam kavanozda satılan kırmızı Nöbet Şekerleri yok artık. Hatta Hamza Dayı da bakkalı da yok.
      Kaybettiklerimiz sadece şu yukarıda yazdıklarımız değil. Merhameti, acımayı, yardımlaşmayı, paylaşmayı, dayanışmayı, insanlığımızı kaybettik ve büyük bir hızla da kaybetmeye devam ediyoruz.
      .
      .
      .

      Akşam anneme gideceğim. Başımı kucağına bırakıp çocukluğu bir de ondan dinleyeceğim. Kendimi iyi hissedersem de biraz ağlayacağım.
      Ağlamaya bile ne kadar ihtiyacımız varmış yahu!

      Şakir AKSU
      04.06.2008
      ANKARA
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...