Karadenizin Türklüğü

      Karadenizin Türklüğü

      Karadenizin Türklüğü, karadeniz bölgesinde yaşayan toplumun etnik ve kültürel kökeni, horonun ve kemençenin tarihi hakkında tarih araştırmaları ve araştırma notları.

      Karadenizliler ne kadar Türk? Bu soru, Karadeniz yöresinde yaşayan insanlarımızın Dil, Lehçe, Kültürel ve fiziki görünümlerindeki farklılıklar hasebiyle oluşmuş bir soru olarak hem Sosyo-politik polemiklere konu olmuş, hem de toplum içinde farklı düşünceleri ortaya çıkartmış ilginç ve bir o kadarda önemli bir mevhumdur. Bu konuda tarih biliminin bize sunduğu bulgular ışığında Karadeniz insanının tarih serüveni içerisindeki seyrini özetleyerek bazı soru işaretlerini ortadan kaldırmaya çalışacağız.

      Karadeniz yöresinin sosyolojik, kültürel ve etnik kökenine inecek olursak karşımıza yaklaşık 3000 yıllık bir tarih serüveni çıkar ancak bu 3000 yıllık tarih yolculuğunda Doğu Karadeniz coğrafyasının sahipsizliği bariz şekilde göze çarpar. Anadolu tarihini en eski devirlerine kadar gittiğimizde karşımıza ilk çıkan medeniyet Hattiler olacaktır. Hattiler, medeniyetin başlangıcı kabul edilen Sümer devletinin zayıflamaya başladığı yıllarda (M.ö. 2.500 - 1700) Asyalı kavimlerce İç Anadolu coğrafyasında kurulmuştu. Bu devlet 800 yıl gibi uzun bir süre Anadolu coğrafyasında hakim bulundu ancak Hattilerin hakimiyet sağladığı coğrafyaya baktığımızda sınırlarının Doğu Karadeniz’e kadar ulaşmadığını görüyoruz. Hattiler’den sonra Anadolu coğrafyasında hüküm süren Hititlerinde hakimiyet sahalarının Karadeniz’e kadar ulaşmadığını, Doğu Karadeniz bölgesine ise yaklaşmadığını görüyoruz. Doğu Karadeniz Coğrafyası Hitit döneminde de (M.ö. 2000 – 800) büyük medeniyetlerce sahiplenilmemiş, sosyal ve kültürel açıdan belli bir topluma ev sahipliği yapmamıştı.

      Doğu Karadeniz Coğrafyası, dağlık alanları, sarp ve güç aşılan yamaçları, ova ve yayla barındırmayan coğrafi özellikleri ile medeniyet kurmaya elverişli bir bölge olamamıştı. Üstelik Ağrı bölgesindeki yoğun dağlık arazilerde Doğu Karadeniz’e göç yollarını kapatıyor, medeniyetler tarafından sahipsiz bırakılan bu coğrafyanın göçebe halklar tarafından iskan edilme olasılığını da zorlaştırıyordu. Tüm bunların yanında, M.s. 700’lü yıllardan itibaren artan Denizcilik faaliyetlerinden de mahrum kalan bir bölge özelliği taşıyordu. Zira Doğu Karadeniz in derin suları ve dağların atmosfere uyguladığı basınç nedeniyle suları fevkalade dalgalı ve ilkel sayılabilecek deniz araçları için fazla tehlikeliydi.
      Doğu Karadeniz’in sahipsizliği M.s. 1200’lü yıllara kadar devam etti. Coğrafi olumsuzlukları ve iskan sorunları nedeniyle hiçbir medeniyetin tam olarak sahip çıkmadığı bu coğrafya 1200’lü yıllarda bu kez fiziki olumsuzlukları ile ön plana çıkacaktır.


      Roma İmparatorluğu (Bizans), 1200’lü yıllara kadar Anadolu coğrafyasındaki Ermeni, Gürcü, Kürt, Süryani ve kimi Semitik azınlıklar üzerinde siyasi otorite kurmuştu ancak bu toprakları siyasi olarak yönetmesine rağmen Anadolu’yu yurt olarak kullanmıyordu. Merkezi İstanbul’da bulunan Roma İmparatorluğunun, 1071’de Selçuklu ordularının Anadolu’ya ayak basmasıyla Anadolu coğrafyasındaki hakimiyeti sarsılmıştı. Anadolu’yu sahiplenemeyen Roma İmparatorluğu, Selçukluların hakimiyetiyle Anadolu üzerindeki etkisini yitirmiş durumdaydı. Selçuklular İlerleyen yıllarda da batıya doğru genişleyerek Roma İmparatorluğunun merkezi olan İstanbul’a yaklaşıyordu. Roma, giderek büyüyen Selçuklu tehlikesine karşı batıdan yardım isteyerek Haçlı Seferlerinin 4ncüsünü başlattı. Roma ile Haçlı ordusu arasında yapılan anlaşmaya göre Haçlı ordusu Roma’ya yardım edecek, karşılığında Roma İmparatorluğu da Haçlı ordusunun politikalarını destekleyecekti. Umulduğu gibi olmadı. Haçlı Ordusu Kudüs krallığını kurarak Roma ile aralarındaki anlaşmayı bozdu. Roma İmparatorunun buna karşı çıkması üzerine de Haçlı Orduları İstanbul’u hedef aldılar. Roma Başkenti İstanbul artık Latin kökenli Haçlı Ordularının hedefindeydi.

      Haçlı Ordusu, 1204 yılında Haliç’e girdi. Roma İmparatorluğu büyük bir tehlike altındaydı. Kalabalık Haçlı ordularına karşı koyabilecek gücü bulunmayan Roma İmparatorluğu yıkılmanın eşiğine gelmişti. Üstelik Roma Hanedanlık ailesinde de taht mücadeleleri baş göstermişti. Bunun üzerine Roma Asilleri, işgal altında olan İstanbul’dan kaçarak İznik’te İznik Rum İmparatorluğunu kurdular. Taht mücadelesi içerisine giren David ve Aleksios ise Roma’nın yıkılması durumunda saltanatlarını devam ettirebilecekleri bir bölge arayışı içerisine girdiler. İşte o yer Doğu Karadeniz’in zorlu ve erişilmez coğrafyası olacaktır.

      Selçuklular bile Anadolu içlerine ilerlemelerine rağmen Doğu Karadeniz’e kadar uzanmamışlardı. Zira zorlu coğrafyası gereği yaşanması oldukça zor bir bölgeydi Karadeniz. Üstelik yerleşik ve kalabalık bir haklıda bulunmuyordu. Davit ve Aleksios için hem kolay elde edilebilecek hem de düşmanlarının akınlarına maruz kalmayacak bir bölgeydi. Davit ve Aleksios’un yakın sülalesi ile birlikte yerleştikleri Doğu Karadeniz’de mütevazi bir Roma ardılı devlet kuruldu. Pontus Rum İmparatorluğu.

      Pontus İmparatorluğu, 1204 yılında Latin Haçlı Ordularının istilaları neticesinde kurulmuş küçük bir imparatorluk olarak varlığını devam ettirdi. Coğrafi faktörleri sebebiyle kolayca hakimiyet kurdukları bu bölgede çokça insan yaşamıyordu ve dağ yamaçlarındaki küçük yerleşim alanları savunma yapabilmek için oldukça idealdi. Batıda ise Roma İmparatorunun esas ardılları güçlenerek İstanbul’u tekrar ele geçirmiş, Roma İmparatorluğu kaldığı yerden hakimiyetine devam etmişti (1260). Roma İmparatorluğu, İstanbul’a tekrar hakim olunca kendisinden kopmuş bu küçük parçayı destekleyerek ticari ve ekonomik alanda katkı sağlaması için tüccarlar gönderdiler. Roma İmparatorluğundan aldığı destekle ekonomik açıdan canlanmaya ve rağbet görmeye başlayınca çevredeki toplumların ilgisini çekmeye başladı ve kısıtlı göçlerle Kafkaslardan küçük kitleler halinde göçler aldı.


      Pontus Rum İmparatorluğu, deniz yolu üzerinden getirilen ticari malların yakın şehirlere ulaştırıldığı bir liman şehri olmaya başladı. Fiziki mesafeler nedeniyle Roma İmparatorluğundan yoğun göçler almayan bu küçük Liman Devleti, Bizanslı tüccarların, küçük kitleler halinde göçen Kafkas kitlelerin ve Anadolu kökenli bir kısım Müslüman ailelerin yaşadığı küçük bir devlet olarak varlığını devam ettirdi. Pontus Rum İmparatorluğu varlığını Roma İmparatorluğuna borçluydu. Ancak Roma İmparatorluğu 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet’in fethi ile ortadan kalkınca Pontus İmparatorluğu da sahipsiz kalmıştı.

      Nihayet Fatih Sultan Mehmet’in 1461’de Pontus Rum İmparatorluğunu ortadan kaldırmasıyla Rumların Doğu Karadeniz üzerindeki hakimiyetleri de ortadan kalkmış oldu. Trabzon-Rize-Artvin hattı o tarihe kadar önemsenmeyen ve sahiplenmeyen bir coğrafya olarak kalmıştı ancak artık değerli bir liman kentiydi. Zira Moğolların Bağdat üzerindeki etkileri sebebiyle Batı Ticaret Yollarının son Anadolu terminali bu mütevazi liman kenti olmuştu.


      Doğu Karadeniz’in yeni sahibi olan Osmanlı Devleti, ticaret yolları bakımından fevkalade öneme sahip olan bu kenti daha da önemseyerek yerleşim yeri haline getirme çalışmalarına başladı. Pontus İmparatorluğu döneminde bölgede yaşayan Kafkas, Anadolu ve Rum kökenli halklar Osmanlı’nın devlet politikaları gereği herhangi bir göçe maruz bırakılmadı. Trabzon’un fethinden sonra (1461) Trabzon ve Çevresinin etnik yayılımına bakacak olursak karşımıza ilginç sonuçlar çıkar. Pontus döneminde ticaret Rum Tüccar aileleri tarafından yürütülüyordu. Zira bu tüccar aileler, Pontus İmparatorluğunun kurulduğu 1204 yılından itibaren İstanbul’dan buraya ticaret yapmak için gelmişlerdi. Osmanlının Trabzon’u fethi ile bu tüccar aileler Trabzon’da yaşayarak tüccarlığa devam ettiler. Trabzon’un ticarette öne çıkmasıyla bu bölgeye küçük kitleler halinde göç eden Anadolu ve Kafkas kökenli ailelerde Trabzon’da yaşamaya devam ediyorlardı.

      Osmanlının fethiyle birlikte daha da önem kazanan bu coğrafya zamanla diğer Türk topluluklarının da göç hareketlerine sahne oldu. Doğu Karadeniz’e göç hareketlerinin başını Çepniler çekti. Zira 1071’de Selçuklular ile birlikte Anadolu’ya giren Çepni boyu Pontus İmparatorluğu döneminde Sinop ve Çevresine yerleşmiş burada güçlü bir beylik kurmuşlardı. Hatta Pontus İmparatorluğu 1277 yılında Sinop’a doğru ilerlediğinde Çepni boyu tarafından durdurulmuş ve mağlup edilerek ilerlemesi engellenmişti. Trabzon’un Osmanlı kenti olmasıyla birlikte bu bölgeye ilk göçler Çepniler tarafından başlatıldı. Osmanlının da teşvikiyle Sinop-Giresun bölgesinden doğuya doğru giriştikleri göç hareketleri Trabzon’un demografik yapısını değiştiren ilk vaka olma özelliğini taşır.

      Trabzon artık yoğun Çepni göçlerine sahne olmaya başlamıştır. Bu göçler Trabzon-Rize-Artvin üçgeninin günümüzdeki demografik yapısını oluşturan ilk vakalardır. 1500’lü yıllara gelindiğinde Doğu Karadeniz’in Demografik yapısı da değişmiştir. Trabzon-Rize-Artvin üçgeninin doğusunda Pontus döneminde göç etmeye başlayan küçük Kafkas toplulukları bulunuyordu. 1500’lü yıllara doğru Kafkaslar Osmanlı hakimiyeti altına girmişti. Bu sebeple Kafkaslardaki toplumların büyük bir kısmı Müslümanlığı kabul etmeyerek Kafkasların içlerine doğru göç ederek Karadeniz coğrafyasından uzaklaştılar. Pontus döneminde göç eden Kafkas kökenli toplumlar ise Osmanlı hakimiyetini kabul ederek Müslüman olmaya başlamışlardı ancak diğer Kafkas toplumlarının Kuzeye göç etmeleri bu Kafkas kökenli toplumun sayılarını kısıtlı tuttu. Doğu Karadeniz’in batı bölgesi ise yoğun Çepni göçleri almaya başladı. Ticaret merkezi olması hasebiyle en yoğun göçler Trabzon sahilindeki yerleşim yerlerine yapılıyordu. Bu göçlerden kısıtlı miktarlarda da olsa Rize bölgesi de etkilendi. Trabzon üzerinden Rize’ye ulaşan Çepniler Rize sahil bölgelerini ticaret ve yerleşim yeri haline getirmeye başladılar. Çepnilerin dikkat çeken başka bir yönü daha vardır. 1500’lü yıllara kadar Konar-Göçer yaşam tarzlarına devam eden bu Asyalı kadim Türk boyu, ticaret şehirlerine göç ederek yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır. Bu bakımdan Çepniler yerleşik hayata en son geçen Türk boyu olarak dikkat çekerler.

      Karadeniz coğrafyası yalnızca Çepni göçlerine maruz kalmamıştı. Aynı yıllarda Kuzey Karadeniz kıyılarında büyük bir Türk Medeniyeti ortaya çıtktı. 900’lü yıllardan itibaren Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz’i istila eden Asya kökenli Türk boyları Peçenek, Uz ve Kuman-Kıpçak’lar 1200-1300 yılları arasında Kuzey Karadeniz’deki hakimiyetlerini kaybetmiş ama kalabalık kitleler halinde Kuzey Karadeniz ovalarında varlıklarını devam ettirir duruma gelimşlerdi. Bu topluluklar Karadeniz’in Kuzey’inde Kırım yarımadasında Kırım Hanlığı adıyla bir Türk Devleti kurdular (1441). Zamanla güçlenen ve 1571’de Moskova’ya kadar ilerleyen Kırım Hanlığı Kuzey Karadeniz’in tek hakimi durumundaydı. Kırım Hanlığının Osmanlı ile iyi ilişkiler içerisine girmesiyle Kuzey-Güney Karadeniz hattında yeni ve güçlü bir deniz ticareti yolu kuruldu. Günümüz Karadeniz bölgesinin demografik yapısının temelleri de işte bu dönemde atılmış oldu.

      Doğu Karadeniz toplumunun demografik yapısını oluşturan etkenlerin başında gelen Çepniler ve diğer önemli etken olan Kuzey Karadeniz kökenli Türk Toplumları Karadeniz Bölgesinin toplumsal yapısını inşa etmişlerdi. Ancak dikkat kaçan bir detay vardır ki ; Bu iki toplum aslında yüzlerce yıl önce akrabalık bağı kurarak birbirlerine fevkalade benzeyen iki ayrı toplum haline gelmişlerdi.

      Çepniler hakkında tarih kaynaklarını incelediğimizde bazı önemli bilgiler ediniyoruz. Çepni boyu, bilindiği üzere Oğuz boylarından 21ncisidir ve Selçuklu döneminde Alparslan’ın ordusuna tabi olarak Anadolu’ya girmişlerdir. Çepnilerin Selçuklulara tabi olmadan önce yaşadıkları güney Hazar bölgesi aynı zamanda Batı Oğuzları, Peçenekler ve Kıpçakların hakimiyet alanıydı. Kaşgarlı Mahmut’un kaleme aldığı bilgiler bize Çepni’lerin 900’lü yıllarda Kuman-Kıpçak topluluklarıyla iç içe yaşadığını, Çepni boyunun Kıpçaklarla birleşerek Kuman-Kıpçak toplulukları içerisinde değil Oğuz Yabguluğu devleti içerisinde yaşadıklarını gösteriyor. Kargarlı Mahmut’un kaleme aldığı bilgiler bize bu birleşmede kalabalık tarafın Çepniler olduğunu, ancak Çepni boyunun Kıpçakların tesiriyle kendi boy teşkilatlanmasını terk ettiğini ve kültürel olarak Kıpçaklaştığını gösteriyor. Yani Çepniler, Selçuklulara katılmadan bir süre önce Kıpçak kültürünün tesirine girmiş, Selçuklulara tabi olarak 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya ayak basmıştır.

      img132.imageshack.us/img132/1381/25341121030583458115785.jpg

      Karadeniz’in Kuzeyinde yaşayan Türk Topluluklarının kökenini incelediğimizde de şaşırtıcı bilgilere ulaşıyoruz. 900’lü yıllarda kalabalık Türk toplulukları Hazar Denizinin güneyinde hakimiyet sürüyorlardı. Hazar Devletinin doğusunda bulunan Peçenek, Uz ve Kuman-Kıpçak toplulukları Hazar Devletinin yıkılması ve Doğudan gelen Moğol istilalarının etkisiyle Hazarın Kuzeyinden İtil nehrini geçerek Doğu Avrupa’ya ulaştılar. 1000’li yıllara gelindiğinde bu üç Asya kökenli Türk Topluluğu Kuzey Karadeniz’de birbirleri ile mücadele ederken görüyoruz. Doğu Avrupa’ya giren en kalabalık toplumlardan olan Kuman-Kıpçak birliği önce Peçenekleri sonra Uzları mağlup ederek kendi bünyelerine kattılar ve 1300’lü yıllara kadar Kuzey Karadeniz coğrafyasının yegane hakimi oldular. Bu Kuman-Kıpçak kalabalığı zamanla Kuzeyindeki Slav Prensliklerinin güçlenmesi ve Moğol istilalarıyla zayıflayarak yıkıldılar ancak tabi olan kalabalık halk kitleleri Kuzey Karadeniz bölgesinde yaşamaya devam ettiler. 1400’lü yıllarda ise başlarını Kıpçakların çektiği Peçenek, Uz, Bulgar ve Tatar toplumları birleşerek bağımsız bir devlet kurarak Kırım Hanlığını ortaya çıkarttılar.

      Özetleyecek olursak, Hazar Denizinin güneyindeki en kalabalık kitle olan Kıpçakların bir bölümü önce Çepni’lerle karışarak güçlü kültürleri ile Çepni boyunu asimile etmiş, zamanla Kıpçaklaşan Çepniler Selçuklu devletine tabi olarak 1071’de Selçuklular ile birlikte Anadolu’ya ayak basmış, Sinop’a kadar ilerleyip Pontus devletinin yıkılmasıyla Doğu Karadeniz’e göç etmiştir. Hazar Denizinde kalan diğer Kıpçak boyu ise Kuman’larla birleşerek Moğol istilaları sonucu Hazar Denizinin kuzeyinden Doğu Avrupa’ya, oradan da Kuzey Karadeniz’e ilerleyerek burada Kuman-Kıpçak devletini kurmuş, devletleri yıkılınca da Kuzey Karadeniz ovasında yaşamlarını devam ettirerek 1500’lü yıllara doğru Kırım Hanlığını kurarak Osmanlı ile iyi ilişkiler içerisine girmiş ve Kırım-Trabzon arasındaki ticaret hattını ortaya çıkartmışlardır.

      Görüyoruz ki Karadeniz’in günümüzdeki demografik yapını ortaya çıkartan iki önemli göç hareketinden biri Kıpçaklaşan Çepniler tarafından diğeri ise Kuman’larla birlikte Kuzey Karadeniz’de hakimiyet kuran ve Kırım Hanlığının esas unsurlarından olan Kıpçaklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu iki Türk Boyu, geçmişlerindeki ortak Kıpçak kültürünü yüzlerce yıl bünyelerinde muhafaza ederek Doğu Karadeniz’e taşımış, yaşadığı diğer coğrafyalarda dağılmasına rağmen Yüzlerce yıllık birikim ve gelişimleriyle Karadeniz’in Doğusunda özgün bir yapıyla kaynaşmışlardır. Üstelik tarihi vakalarda edindiğimiz bilgiler, kültürel kalıntılarla da teyit edilmekte ve gerçekliğinden emin olabileceğimiz haliyle karşımızda durmaktadır.

      Doğu Karadeniz coğrafyası, 1500’lü yıllardan itibaren Kıpçak kültürüne tabi Çepni ve Kırım’lı tüccar göçmenlerin yoğun göç hareketlerine maruz kalmaktaydı. Bunun yanında Doğusunda küçük kitleler halinde Kafkas toplumları yaşamakta, Batısında yoğun Çepni göçleri almakta, doğu ve batı arasında kalan Rize bölgesi de az sayıda Kafkas toplumlarının göçü ve yoğun miktarda Kırım-Çepni göçleriyle yoğrulmaktaydı. Pontus döneminden kalan Hristiyan Rumlar ise az sayıdaki nüfuslarıyla daha çok Trabzon kıyı kentlerinde ve belirli köylerde yaşamakta, tüccarlık yaparak varlıklarını devam ettirmekteydiler.

      Doğudan gelen Çepni göçleri 1600’lü yıllara kadar etkisini azaltarak devam ederken 1600-1700 yılları arasında Kırım Hanlığından yoğun göçler meydana geliyordu. Zira Kırım Hanlığı giderek zayıflıyor, Osmanlının himayesine girerek gelişen Deniz ticareti vasıtasıyla Anadolu’nun kuzeyine doğru göç ediyorlardı. Kırım Hanlığından Anadolu’ya gerçekleşen göçler sadece Trabzon’a olmamış, Sinop, İstanbul, Sakarya ve Samsun çevrelerinde de gerçekleşmiştir. Kırım bölgesinden göç eden topluluklar olan Tatarlar daha çok Sakarya ve çevresine, Peçenekler Samsun ve Sinop civarına, Kıpçaklar da ağırlıklı olarak Trabzon bölgesine göç etmekteydiler.

      Karadeniz’in Demografik yapısı 1700-1800 yılları arasında belirgin şekilde yerleşmiş ve bölgesel kültür izleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Samsun bölgesinde yerleşen Kırım göçmeni Peçenek ve Uz boyları ile Anadolu’dan aldığı göçlerle kaynaşmış, yerleşik bir halk oluşturmuştu. Sinop, Zonguldak, Giresun yoğun Çepni kitleleri ile Anadolu’dan göç eden topluluklarla kaynaşmışlardı. Trabzon Pontus Rum İmparatorluğu döneminden kalan az sayıda tüccar Rum’a ev sahipliği yapıyor, Çepni ve Kırım göçlerinin yanı sıra Anadolu’dan aldığı göçlerle de özgün bir halk kitlesi ortaya çıkartıyordu. Rize, çoğunluklu olarak Kırım ve Kafkas kitlelerinin göçlerine maruz kalmış, Gürcü, Çepni, Kıpçak toplumları akrabalık ilişkileri kurarak özgün ve müstakil bir halk kitlesi oluşturmuşlardı. Doğuda ise Artvin, Pontus döneminde bölgeye yerleşen Kafkas toplumları ve güneyinden aldığı Anadolu göçleriyle kendisine has bir çehre edinmişti.

      1800’lü yıllara gelindiğinde Doğu Karadeniz günümüzdeki yapısına çok yakın bir demografik yapıya sahipti. Doğu Karadeniz’de meydana gelen demografik hareketlerle günümüzü karşılaştıracak olursak ;

      Trabzon Yoğun Çepni Göçleri almış, Kırımdan gelen Kıpçakları bünyesine katmış, Anadolu’dan göçen az miktarda halklarına içine katarak iç evliliklerle müstakil bir demografik yapıya sahip hale gelmişti. Pontus İmparatorluğu döneminden beri Osmanlı tebası olarak yaşayan Rumlar ise din farklılıkları nedeniyle Müslüman yerleşik toplumlarla karışamamış, Osmanlı devleti tarafından kendilerine mülk olarak verilen köylerde müstakil yaşantılarını devam ettirerek varlıklarını 1900’lü yıllara kadar devam ettirmişlerdi. Zira İslam inancına göre Müslüman bir kadının Müslüman olmayan biriyle evlenmesi caiz değildi. Müslüman bir erkeğinde Müslüman olmayan bir kadınla evlenmesi yadırganıyor ve hoş karşılanmıyordu. Yunan Savaşı sonrası isyan edip çete faaliyetleri yürüten Rum tebanın mübadelesi, Dini inanç farklılıkları nedeniyle Müslüman halkların içerisine karışmamaları nedeniyle pek zor olmamış, gayri Müslim niteliği taşıyan tüm Rum kökenli teba toplu halde Yunanistan’a gönderilerek Yunanistan’da yaşayan Türk toplumlarının Trabzon’a yerleşmeleri sağlanmıştır. Trabzon bölgesinde yaşayan Pontus Rumlarının isyan hareketine girişmesi ve 1923 yılında Türk-Yunan savaşı sonrasında Yunanistan’da esir durumda olan Türklerle mübadele edilerek Yunanistan’a gönderilmesi Trabzon’daki demografik yapıyı şekillendiren son etken olmuştu.

      Rize’de durum biraz daha farklıydı. Kırım’dan aldığı göçlerle ağırlıklı olarak Kıpçak toplumu yerleşmiş, batıdan az sayıda gelen Çepni göçleri ve Doğusundan aldığı az sayıda Gürcü ve Laz göçleriyle kaynaşarak Trabzon’a göre biraz daha farklı ama birbirine çok benzeyen iki toplum meydana getirmişti. Artvin ise ağırlık olarak Kafkas göçlerinin tesirinde kalmış, Anadolu’dan aldığı göçleri de bünyesine katarak zenginleşmiştir.

      Tarihinin göçler ve seferlerle dolu süreçlerinden geçen Doğu Karadeniz’in günümüzdeki çehresine baktığımızda Samsun ve çevresinde yoğun Peçenek izlerine, Ordu ve Giresun yörelerinde ağırlıklı olarak Çepni toplumlarına rastlıyoruz. Doğuya doğru ilerledikçe ise güçlü Kıpçak kültürünün tesiriyle yüzleşiyoruz. Kırım göçlerinden en çok etkilenen bölgelerden biri olan Trabzon’da Kıpçak-Çepni-Anadolu toplumlarının bir araya getirdiği zengin toplumsal yapı halen özgünlüğünü korumaktadır. Ağırlıklı olarak Çepni’lerin fiziki özelliklerini taşıyan Trabzon yöresinde insanlar Çepni genetiğinin parçası olarak Gürbüz yapılılık ve tüm kadim Türk boylarında olduğu gibi kumrallık ön plana çıkar. Rize, aldığı Kırım göçleri ile Kıpçak ve Kafkas’ların tipik özelliklerini barındırır. İçinde barındırdığı Kafkas toplumlarından Gürcü’ler ve az miktarda da olsa Laz’ları içine katan bölge insanında Sarı-Kızıl tonlarına yakın saç ve ten renkleri Kıpçaklardan, seyrekte olsa görünen Kıvırcık saç tipi gürcülerden miras kalmıştır. Rize’de yaşayan az sayıda Laz’lar ise belirli köy ve bölgelerde özgün haliyle yaşamaya devam etseler de iç evlilikler ve kaynaşmalarla bölge halkı ile kaynaşmıştır. Artvin yöresinde ise yoğun Kafkas etkilerini görüyoruz. Osmanlı döneminde Anadolu’dan yoğun göç alan Artvin bölgesinde de Anadolu insanının Pontus döneminde Artvin bölgesine yerleşen başta Lazlar ve çoğunluğu Rize’ye göç eden Gürcü kavimlerle bir araya getirdiği demografik yapı hakim durumdadır.
      Bu bulgular ışığında ; Tarih bize Karadeniz’in, başta Çepni ve Kıpçak olmak üzere az sayıda Kafkas kökenli (Laz ve Gürcü) toplumların kaynaştığı bir coğrafya olduğunu, sanıldığının aksine beklide toplumsal göçlerle melezleşen Anadolu coğrafyasına kıyasla daha az melezleşmiş bir Türk yurdu olduğunu göstermektedir. Zira Pontus döneminde göç eden Kafkas kökenli Laz ve Gürcü kitlelerinin sayıca oldukça az olduğunu, bu toplumlarında kalabalık Çepni-Kıpçak toplumları arasında iç evliliklerle bölge halkı içerisine mâl olduğunu görüyoruz. Karadeniz’de yaşayan bir diğer azınlık olan Pontus döneminden 1900’lü yıllardaki mübadele dönemine kadar daha çok Trabzon yöresine yerleşik bulunan Rumların ise Dini inanç farklılıkları nedeniyle Müslüman toplumlarla karışmamış olduğunu Osmanlı kaynaklarında mübadelelerin gerçekleştirilmesi esnasında Rumların tespit etilen köylerde müstakil olarak yaşadıkların görerek tespit edebiliyoruz.

      Karadeniz yöresindeki azınlıkların bölgesel yayılımlarına baktığımızda, Rumların mübadele yıllarında Osmanlı – Yunan savaşı sonrası mübadele (esir değişimi) ile yaşadıkları köylerden toplu olarak Yunanistan’a gönderildiğini görüyoruz. Bu Rum kökendi Osmanlı tebasının bölge halkıyla karışım yaşamadığını mübadele sonrası Rum kökenli ailelerin bulunmamasıyla tespit edebiliyoruz. Zira İstanbul, İzmir v.b. şehirlerde mübadele sonrası varlıklarını devam ettiren Rumlar Osmanlı ve sonrasında Cumhuriyet döneminde devlet tarafından herhangi bir yaptırıma maruz bırakılmamış, baskıya uğramamış ve kimliklerini muhafaza edebilmeleri sağlanmıştı. Bu durumla Trabzon havarisinde karşılaşmamış olmamız, Rumların bölge halkı ile irtibatının aile bağlarına dönüşmemiş olduğunu tespit etmemize olanak sağlar. Zira Rumların daha yoğun olarak yaşadıkları İstanbul ve İzmir’de de inanç farklılıkları nedeniyle Müslüman Türk toplumlarıyla karışmadığını, özgünlüğünü koruduğunu görüyoruz. Rum kitlelerinin daha kalabalık ve yoğun yaşadığı İstanbul ve İzmir gibi bölgelerde gerçekleşmeyen bir karışımın, çok daha mütehassıp Anadolu coğrafyasında gerçekleştiğini düşünmek mantıklı olmayacaktır.

      Karadeniz için bir diğer azınlık olan Kafkas kökenli Laz ve Gürcü toplumlar ise Pontus döneminde Artvin bölgesinden Doğu Karadeniz’e ayak basmış, sonrasında Osmanlının Kafkaslara hakim hale gelmesiyle göç hareketleri oldukça kısıtlı kalmıştı. Osmanlı tapu kayıtlarında aşiret isimleri ve kökenleriyle ilgili düşülen notlarda Kafkas kökenli bu toplumların Lazlar ve Gürcüler olduğunu görüyoruz. Bu toplumların 1400’lü yıllarda göç ettikten sonra, demografik yapının oturduğu 1500-1600 yılları arasında Artvin ve Rize civarına yaşamışlardır. Gürcüler, Artvin’den göç ederek Rize’ye doğru ilerlemiş, Trabzon Çepni-Kıpçak-Anadolu nüfusu ile şekillenirken Rize’de yoğun Kıpçak toplumları ve kısıtlı sayıda Gürcü toplumları kaynaşmıştır. En doğuda bulunan Artvin ise Laz’ların yerleşim yeri haline gerek Anadolu’dan aldığı göçlerle kısıtlı sayıdaki Laz’lar kaynaşarak bölgenin demografik yapısını oluşturmuştur.

      Günümüzde Karadeniz’de yaşayan Kafkas kökenli toplumların yerleşim yerlerini inceleyecek olursak, Lazlar Artvin Arhavi, Borçka, Hopa ve Rize Ardeşen, Fındıklı, Pazar ve Çamlıhemşin’de, Gürcüler ise Artvin Borçka, Macahel, Şavşat ve Rize’de Pazar ilçesiyle birlikte İkizdere’nin 6 köyünde yerleşik durumdadırlar. Rumlar ise bölge halkıyla karışmayıp mübadele yıllarında (1923-1925) Yunanistana göçmüşlerdir.

      Doğu Karadeniz’in tarihsel göç hareketlerini, Osmanlı tapu kayıtlarını ve diğer sosyo-politik bulguları özümsediğimizde Doğu Karadeniz’in Çepni-Kıpçak toplumlarının yurt haline getirdiği görüyoruz. Bu demografik ve kültürel yapının başrollerini üstlenen bu iki kadim Türk boyu, günümüz Karadeniz Coğrafyasını kendi kültür ve genleriyle bezeyerek özgün halini halen muhafaza etmektedir.


      Peki Doğu Karadeniz yöresi insanlarına neden Laz denilmektedir?
      Bu soru esasen yakın tarihte oluşmuş bir yanılgı ve Karadenizliler tarafından kabul görmüş bir suni unvan olarak karşımızda durur. Zira Karadeniz’de Kafkas kökenli Laz toplumlarının varlığını devam ettirdikleri bölgeler genellikle Artvin ve Rize’nin birkaç köyüyle sınırlıdır. Bunun yanında Trabzon’da ise yok denecek kadar azdır. Doğu Karadeniz’in “Laz” olarak ifade edilmesine ilk olarak Türk Tarih Kurumu’nun 1939 yılı “Belleten” yayınında küçük bir tespit olarak görüyoruz. Bu tespitte Doğu Karadeniz’e geçmişte Lazistan dendiği ve bölgede Laz kökenli toplumların yaşadığı belirtilmekteydi. Esasen Artvin bölgesinde yaşayan ve kendisini Laz olarak tanımlayan toplumlar bu kimliği kabul etseler de Trabzon ve Rize’nin geneli kendilerine henüz Laz dememekteydi. İlerleyen dönemlerde edebiyatçı ve tarihçi Nihal Atsız’ın Doğu Karadeniz’i tümüyle Laz kabul etmesi ve yayınlarında da bunu ilan etmesiyle kimi kesimler tarafından kabul görmüş bir kanaat oluşmuştur. Öyle ki oluşan bu kanaatten henüz Karadeniz Toplumlarının haberi yoktur. Bu kanaat zamanla Türk filmlerine, Karikatürlere, Çizgi Romanlara da konu olunca Karadeniz insanı kendilerine karşı bir betimleme olarak kullanılan Laz ifadesini kabullenmişlerdir ve günümüzde de halen bu ifadeyi kullanmakta mahsur görmemektedirler. Esasen bir Irkın, bir Toplumun ve müstakil bir kültürün adı olan Lazlık Karadeniz insanınca etnik kimlik değil bir unvan gibi algılanmıştır ve Lazların ayrı ve müstakil bir Irk olduğunun dahi farkında değillerdir.

      Doğu Karadeniz’in demografik yapısını incelerken Tarihsel göç seyirleri ve demografik gelişmelerin yanında dikkate almamız gereken bir diğer önemli dayanakta şüphesiz ki kültür olacaktır. Kültürel doku, bir toplumun mesnedini ve kaynağını tespit etmemizde kullanabileceğimiz en güçlü enstürumanlardan biridir. Bu bakımdan tarihin bize sunduğu Demografik bulguların kültürel öğelerle desteklenmesi gerekmektedir. Zira her iki bulgu birbirini teyit etmeli ve tamamlamalıdır ki tespitlerimiz tereddütten uzak olsun.

      Karadeniz coğrafyasının kültürel dokusuna inceleyebileceğimiz iki ana başlık bulunur ; Dil ve Müzik. Bu iki olgu, toplumlarda en son değişen ve en son kanıksanan hususlardır. Zira toplumların diğer kültürel akımlara maruz kalması için demografik yapının uzun süre bir toplumu etkilemesi gerekmektedir. Karadeniz bölgesinin kültürel yapısını incelerken değineceğimiz ilk husus Dili ve Lehçesi olacaktır. Karadeniz bölgesi, Anadolu’nun diğer tüm bölgelerinden farklı bir lehçeye ve telaffuz tarzına sahiptir. Bu dil-lehçe farklılığı Karadeniz toplumunun kültürel yapısını tespit edebilmemiz için bize çok önemli ipuçları sunar.

      Karadeniz’de halk içerisinde konuşulan dilleri incelediğimizde karşımıza Rumca, Lazca ve Gürcü’ce çıkacaktır. Bu üç dil, çok az sayıda köyde küçük kitlelerin kullandığı miras kalmış ardıl dillerdir. Bu dillerden Rumca, Pontus döneminde bölgeye yerleşen ve ticaretle uğraşmaya başlayan Rum tebanın, Pontus devletinin yıkılmasından sonra Osmanlı tarafından himaye edilmesi ve ticaret uğraşlarına devam etme imkanı vermesiyle bölgede yaşamaya devam eden Rumlardan miras kalmıştır. Önemli bir Liman kenti olan Trabzon’da ticaret Pontus döneminden mübadele yıllarına kadar yoğunlukla Rumların inisiyatifinde devam etmiştir. Tüccar Rum azınlığı, bölgedeki ticaretin bel kemiğini oluşturduğu için Trabzon’da yerleşen Çepni-Kıpçak-Anadolu kitleleri gayri ihtiyari olarak Rumlarla münasebetler kurarak bu dile hakim olmuşlardı. Rum teba ile Çepni-Kıpçak-Anadolu toplumları yaklaşık 400 yıl bir arada yaşamış ve Osmanlı tarafından belirlenen köylerde ikamet ettirilen Rumların çevre köylerle olan irtibatları da Rumcanın Rum köylerine yakın bölgelerde kullanılması söz konusu olmuştur. Bunun yanında Pontus döneminde verilen Rumca köy ve şehir isimleri Osmanlı tarafından “Azınlıklar Politikası” gereği asimile edilmemiş, orijinal halleriyle kullanılmasına devam edilmiştir. Bugün Trabzon’da Maçka, Çaykara, Tonya ve Of’un belli köylerinde halen konuşulan bu Dil giderek varlığını kaybetmektedir. Bunun yanında Trabzon ve Rize’de neredeyse tüm yer isimleri halen Pontus döneminde verilen ve Osmanlı döneminde orijinal isimleri kullanılarak günümüze kadar ulaştırılan Rumca isimlerle anılmaktadır.

      Karadeniz’de konuşulan bir farklı dil de Gürcüce dir. Gürcü Dili, Rumcanın aksine yerli halklar tarafından sonradan öğrenilmemiş, Artvin bölgesinden Batıya doğru göç eden Gürcü toplumlar ile birlikte göç ettikleri bölgelere ulaşmıştır. Bugün Gürcü’ce konuşan toplumların neredeyse tamamı Gürcü ailelere mensupturlar. Günümüzde ve yakın tarihe kadar Gürcü’ce oldukça kısıtlı bir bölgede kullanılmaya devam etmiştir. Bu bölgeler Artvin’in Borçka, Macahel ve Şavşat ilçeleri ile Rize bölgesindeki Pazar ve İkizdere’nin birkaç köyü ile sınırlıdır.

      Son olarak değineceğimiz dil Lazcadır. Lazca, sanıldığının aksine Karadeniz yöresinde konuşulan lehçe ya da farklı diller değildir. Aksine oldukça derin bir mazisi olan ve Karadeniz yöresinde rastlanması pek mümkün olmayan bir dildir. Günümüzde Lazca, yalnızca Artvin bölgesinde Arhavi, Hopa ve az miktarda da olsa Rize Ardeşen’in birkaç köyünde konuşulmaktadır. Bu dilde Gürcüce gibi yalnızca Laz kökenli toplumlar arasında konuşulmakta, Karadeniz’in geneline bakıldığında ise Lazcanın izlerine rastlamak mümkün olmamaktadır.

      Görüldüğü gibi Karadeniz’de genel itibariyle ayrı bir dil kullanılmamakta, Türkiye’nin hemen her yerinde olduğu gibi göç eden küçük kitleler kendi dillerini muhafaza etmektedirler. Bu dillerin hiçbiri için Doğu Karadeniz genelinde kullanılabilir diyemediğimiz gibi bu dilleri konuşan kitlelerinde tüm Karadeniz’in demografik yapısını etkileyen esas unsurlar olduğunu söyleyemeyiz.

      Elde ettiğimiz bu bulgular, tüm Karadeniz yöresi için müstakil bir Ana Dil faktörü olmadığını göstermektedir. Azınlıklar tarafından kullanılan diller ise Karadeniz’in genel kültür yapısını derinden etkilememiş, küçük bölgesel farklılıklar oluşturarak bu demografik ve kültürel yapıyı katkılarıyla zenginleştirmiştir. Karadeniz’in geneline bakıldığında tüm coğrafyayı etkileyen temel kültürel öğeler nelerdir diye sorduğumuzda şüphesiz ilk öne çıkan husus özgün Karadeniz lehçesi olacaktır. Karadeniz Lehçesi Lazca, Gürcüce ve Rumca azınlıkların dilleri gibi kısıtlı bölgelerde kalmamış, doğusundan batısına kadar tüm Karadeniz coğrafyayı etkisi altına almıştır. Peki bu Lehçe hangi kültürel akımla birlikte Karadeniz’e yerleşmişti? Bu dillerin Lazcadan kalmış olması mümkün değildir. Zira nüfus bakımından oldukça az sayıda kitlelerle ancak Artvin bölgesinde ve Rize’nin birkaç köyünde varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Bunun yanında ayrı bir Ana Dilleri olduğu için bu etkileşimin sadece lehçe olarak kalması mantıklı değildir. Gürcücede Lazcadan çok farklı değildir. Zira Gürcülerde Lazlar gibi kısıtlı göçlerle Rize’nin birkaç köyü ve Artvin bölgesi ile sınırlı bir demografik etki ortaya çıkartmışlardır. Aslında sonuca ulaşmamış çok kolaydır. Karadeniz Lehçesi, Karadeniz’in demografik yapısını oluşturan temel etmenler olan Kıpçak ve Çepni boylarının Lehçenin ta kendisidir.

      Daha önce de değindiğimiz gibi Oğuz boylarından biri olan Çepniler, Hazar bölgesinde bulundukları dönemde kalabalık Kıpçak boyu ile yakınlaşmış, diğer bir Oğuz boyu olan Kıpçakların bir bölümü ile birleşerek Selçuklu devletine katılmışlardı. Kaşgarlı Mahmut’un yazılı kayıtlarında gördüğümüz üzere bu birleşme ile Çepni boyu Kıpçak kültürünün tesirinde kalarak Kıpçaklara benzemeye başlamışlardır. Zira Kıpçaklar güçlü kültürel yapılarıyla savaşçı bir boy olan Çepni boyuna tesir etmiş ve onları Kıpçaklaştırmıştır. Çepni’leri kendi kültürleriyle besleyen kalabalık Kıpçak boyu ise bir bölümü Çepnilerle birleştikten sonra ana unsurlarıyla birlikte Hazar Denizinin kuzeyinden Doğu Avrupa ve nihayet Karadeniz’in Kuzeyine ulaşmışlardı. Kıpçakların Kuzey Karadeniz’e ulaştığı yıllarda Çepnilerde Selçuklu ordusuyla birlikte Anadolu’ya girip kuzeye, Sinop-Ordu bölgesine ilerleyip Çepni Hanlığını kurmuşlardı.

      Derin kültürel ve toplumsal bağlarla kardeş olan bu iki Oğuz Boyu, 1000-1300 yılları arasında savaş ve göçlerle Karadeniz’in kuzey ve güney kıyılarına ulaştılar. Kıpçaklar Kuzey Karadeniz’de Slavlarla mücadele ederken Çepnilerde Güney Karadeniz’de Pontus ile mücadele ediyordu. 1400’lü yıllara gelindiğinde Karadeniz’in Kuzeyinde yaşayan Kıpçaklar, Peçenekler ve Uzlarla birlikte Kırım Hanlığını kurmuşlar, güneyde Çepniler ise Pontus İmparatorluğuyla savaşmış, Osmanlılar Çepni beyliğiyle birlikte Pontus İmparatorluğunu yıkmışlardı. 1500’lü yıllarda ise Kırım Hanlığı Osmanlı ile yakınlaşmış, iki ülke arasında Karadeniz deniz ticareti yolu açılmıştı. 900’lü yıllarda yolları ayrılan bu iki boy, 600 yıl sonra Kırım-Osmanlı deniz ticaret hattıyla birbirleriyle ilk teması kurdular. Çepniler, Pontus’un yıkılmasıyla doğuya doğru göç ederek Ordu-Giresun-Trabzon-Rize hattına yayılırlarken Kuzeyde Kıpçaklar Rus prensliklerinin baskılarıyla zayıflayarak deniz yoluyla yoğun şekilde Trabzon-Rize limanlarına göç ediyorlardı. Bu iki boy, yüzlerce yıllık tarih serüvenleriyle Karadeniz’de buluştular. Bu buluşma hem Doğu Karadeniz’in demografik yapısını oluşturacak hem de kültürel dokusunu inşa edecektir.

      Günümüzde Doğu Karadeniz yöresinde konuşulan lehçeyi incelediğimizde kökeninde Antik Türk diline rastlıyoruz. Şüphesiz bu lehçe Kıpçak ve Kıpçak kültürüne kapılan Çepnilerin göç hareketleriyle oluşturdukları demografik yapının bir parçası olarak Doğu Karadeniz’e yerleşmiş, yüzlerce yıl sonra bile özgünlüğünü koruyarak devam ede gelmiştir. Türk boylarının iç Asya ve Hazar-Anadolu göçlerini gerçekleştirdiği dönemlerde Türkçenin özgün ve tahrif olmamış hali konuşulmaktaydı. Bu özgün dil yapısı Selçuklular ve Osmanlı dönemlerinde yoğun şekilde Farsça ve Arapçadan etkilenerek tahrif olmuş, kelimelerin kökleri çoğunlukla aynı kalsa da telaffuzları tahrifata uğrayarak günümüz Türkçesini meydana getirmişti. Oysa bu durum Kuzey göç yoluyla Doğu Avrupa’ya ve Kuzey Karadeniz’e ulaşan Kıpçaklar için geçerli değildi. Zira Kıpçaklar, kendileri gibi Oğuz boyları olan Peçenekler ve Uzlarla (Batı Oğuzları) mücadele etmiş, barış yapmış, bir arada yaşamış ve nihayetinde Kırım Hanlığını kurmuştu. 1500’lü yıllarda Anadolu’da kullanılan Türkçe yoğun tahrifat altında olsa da Kuzey Karadeniz bölgesinde yaşayan Kıpçak boyu Türkçeyi halen özgün ve tahrifata uğramamış haliyle konuşmaktaydı.

      Türk dilinin Orta Asya’daki orijinal halinin yapısını incelediğimizde Türkçenin aslında Sessiz harflere dayalı bir dil olduğunu görüyoruz. Kelimelerin anlamlarını ifade eden sessiz harfler, sesli harfler olmadan okunamadığı için bu sessiz harfleri birbirlerine sesli harfler bağlamaktadır. En bariz örneği Türk toplumlarının toplum ismi olarak kullandıkları ifade olan TÜRK ifadesidir. Bu ismin anlamını T-R-K harfleri taşımaktadır. Bu harfler aralarında sesli harfler olmadan okunamadığı için yerleştirilen sesli harfler kimi zaman değişmiştir. Tarihte Türk’lerle ilgili metinlere baktığımızda karşılaştığımız örnekler bunu açıklamaktadırlar. Bizzat Türkler tarafından kullanılan Türk ifadesine Orhun yazıtlarında TÜRÜK, Çin kaynaklarında TİRK ve TRİK, Arap tarih kaynaklarında TURAK, Sümer kaynaklarında TURKİ, Akdeniz ve ege’de ETRÜK-TRUKS, Selçuklu ve Osmanlı döneminde ise TÜRK olarak karşılaşıyoruz. Kelime içinde geçen sesli harfler esas anlamı taşıyan sessiz harfleri birbirine bağlamakta, yalnızca ses bağlacı olarak kullanılan bu harfler çok fazla önemsenmeyerek değişik telaffuzların kullanılmasında sakınca barındırmamaktadır. Türkçenin bir diğer kaidesi de “G”, “D”,”B” ve “C” harflerini çok nadir kullanmasıdır. Örnek olarak Demir ifadesi öz Türkçede Temir, Din-Tin, Dokuz-Tokuz, Dört-Tört, şeklinde okunmaktadır. Aynı durum G harfi içinde geçerlidir. Güç-Küç, Gün-Kün, Güney, Gel-Kel, Gök-Kök, Gece-Keçe şeklinde okunurken aynı durum B-P ve C-Ç türevi içinde geçerlilik arz etmektedir. Bu telaffuz lehçe yapısı Karadeniz bölgesinde kullanılan şive için çok net paralellikler arz eder.

      Bu telaffuz ortaklıklarını 9 Oğuz destanında bir cümle ile alıntı yaparak örnekleyecek olursak ;

      (Orijinal telafuzu ile) Punça er körti ol temir tagça, ança tokuz er körmetig.
      (Karadeniz telafuzu ile) Punça er körti şol temir tağlar, poyle tokuz er körmedi.
      (Günümüz telafuzu ile) Bunca er gördü şol demir dağlar, böyle dokuz er görmedi.

      Görüldüğü üzere Karadeniz Lehçesinin sessiz harf vurguları günümüz Türkçesine nazaran orijinal Öz Türkçe telaffuzuna çok daha yakın, çok daha yatkın durumdadır. Bu yatkınlık alelade bir tesadüf ile Rum, Çerkez, Laz, v.b. toplumlardan dilimize yansımamış, bilakis Öz Türkçeyi muhafaza ederek Doğu Karadeniz’e göç eden Kıpçaklar ve Kıpçak kültürünün yoğun tesiri altında kalmış Çepniler tarafından Karadeniz’e ulaştırılmıştır.

      Elimizdeki tüm bilimsel bulgular Karadeniz’in demografik yapısı ve dil kökeninin Kıpçak kültürünün eseri olduğunu bize göstermektedir. Demografik bulgularla dil kökenini incelediğimizde karşımıza çıkan gerçek şüphesiz Karadeniz kültürünün en önemli parçalarından biri olan Karadeniz Müziğinde de karşımıza çıkıyor. Tarihin bize sunduğu bulgularla emin olduğumuz Karadeniz’deki Türk kültürünün izlerine Karadeniz Müziğinin kökenini incelediğimizde bariz bir şekilde karşılaşıyoruz.

      Karadeniz müziğinin temel unsuru olan Kemençe pek çok yanılgının aksine en eski Türk çalgılarından biri olma özelliğini taşır. Her ne kadar büyük bir iddiaymış gibi görünse de bu gerçek tüm çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır. Yaylı çalgıların kökenine gittiğimizde, kökeninde bir Arap çalgısı olan Keman’ın özgün adı yine Arapçada Rababah’dır. 900’lü yıllarda Avrupa’ya girdiği bilinen Rababah, Avrupa müziğinde büyük yer edinmiş, ilerleyen zamanlarda Rönesans döneminin en çok tercih edilen çalgılarından biri haline gelmişti. Giderek klasik batı müziğinin içerisinde de yer alan Keman’ın tarihçesine baktığımızda Avrupalı müzik tarihçileri Keman’ın 9. Ve 10. Yüzyıllarda İspanya ve Doğu Avrupa Üzerinden eş zamanlı olarak Avrupa’ya ulaştığını ifade ederler. Bu tarihlerde Avrupa’nın güneyinde hüküm süren Arap kökenli Endülüs devleti bulunuyordu. Avrupalı müzik tarihçileri Kemanın güneyden Endülüsler ile Avrupa’ya ulaştığını ifade etmekle birlikte Doğu Avrupa’da hangi kanalla girdiğini ifade edememektedirler. Oysaki bu tarihlerde Doğu Avrupa Türk istilaları altındadır ve Doğu Avrupa’daki Türk varlığı 900-1300 yılları arasında yoğun şekilde varlığını devam ettirmiştir. Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz bölgesinde Türk Kuman-Kıpçak, Uz ve Peçeneklerin yanı sıra Slav prenslikleri de bulunmaktaydı ancak Slavlar tarihleri boyunca Kemana hiç ilgi göstermemişlerdir. Hatta günümüzde bile müziklerinde Kemana yeterince yer vermemektedirler. Çok açıktır ki Keman Avrupa’ya Kuman-Kıpçak ortak devletinin 900’lü yıllardan itibaren Kuzey Karadeniz’e ayak basmasıyla Avrupa’ya ulaşmıştır. Kuman-Kıpçak toplumlarının keman ile tanışması ise 900’lü yıllardan önce Hazar ve İç Asya dönemlerinde gerçekleşmiştir.

      İç Asya’da yaşayan Türk toplumları bilindiği üzere 750’li yıllarda Araplarla ilk teması Talas savaşında kurmuştu. Bu münasebetler 800’lü yıllarda Karahanlılar Devletinin kurulması ve bir süre sonra İslamiyeti kabul etmesiyle daha da sıklaşmıştı. 850’li li yıllarda Araplarla yakın münasebetler ve Karahanlılar dışında İslamiyeti kabul eden Türk boyları Araplarla hem ticaret hem ittifak ilişkileri yürütüyorlardı. Bu dönemlerde Araplarla ve Arap kültürüyle tanışan Türk boyları haliyle Arap müziği ve Rebabah’la da tanışmış oldular. Ancak bu tanışma Türk’lerdeki Müzik kültürünü oluşturan değil geliştiren bir etki oldu. Zira Türk’ler müziklerini kadim bir Türk sazı olan Dombıra ile icra ediyorlardı. Dombıra, günümüzde saz olarak bilinen “Bağlama” çalgısının atası olma özelliğini taşır. Zaman içerisinde bu telli çalgı Selçuklulara onlardan da Osmanlılara miras kalarak günümüzdeki haline kavuşmuştu. Ancak Dombıra yalnızca Telli-Vurmalı bir çalgı olarak kullanılmadı. İç Asya ve Hazar bölgesindeki Türk boylarının Arap Kültüründe gördükleri Rebabah, Türklerin kadim çalgısı Dombıra farklı bir yorum katılarak şekillenecektir.

      Dombıra, M.s. 400’lü yıllara kadar iki telli olarak kullanılıp 400’lü yıllardan sonra üç telli olarakta çalınmaya başlanmıştı. Zira tel sayısı çalınacak namelerin türüne göre tercih ediliyordu. İki telli çalgılar, tabiatı gereği iki temel sesli, perdelerle çok sesli hale dönüştürülebilmekte, bunun yanında yapısı gereği 2-4-6-8 lik vurgularla söylenebilmekteydi. Buda daha yavaş sayılabilecek ritimler için ideal bir çalgı olduğunu göstermektedir. Dombıra’nın üç telli hale gelmesiyle 3’lük ve 7’lik ritimlerde çalınabiliyor, daha hızlı ritimlerde üretilebiliyordu. 800’lü yıllara gelindiğinde Dombıra hem iki telli hem üç telli olarak çalınan, Türk’lere özgür bir sazdı. İç Asya ve Hazar bölgesindeki Türk boylarının 800’lü yılların sonuna doğru Arap kültüründe rastladıkları Rebabah, nameli sesiyle Türk müzisyenleri tarafından da tercih edilen bir çalgı oldu. Ancak Rebabah, orijinal haliyle iki telli ve hüzünlü nameler çalan ağır sesler veriyordu. Dombıra ve üç telli namelere daha yatkın olan Türk boyları, Rebabahtan esinlenerek Dombıra’yı yaylı bir çalgı haline getirmişler, özünde geniş kaseli, uzun saplı bir yaylı çalgı aleti olan Rebabahı kısa saplı, küçük kaseli, 3 telli yaylı bir çalgı haline getirerek adına “Iklığ” demişlerdir. Iklığ, “OKLUK(Ğ)” yani okla çalılan, okluk çalgı aleti anlamına gelmektedir. Bu tarihi çalgı, günümüzde Giresun’un Dereli ilçesine bağlı ıklıkçı köyüne adını miras bırakmıştır. Bu köy Kemençe üstatlarının ve kemençe üreticilerinin bulunduğu bir köy olma özelliğiyle ön plana çıkar. Elbette ki Kemençe’nin atası olan Iklık’ın Kemençe üreticisi olan bu köye isim vermesi alelade bir tesadüf olarak açıklanamayacak kadar bariz bir örnektir.

      Asya Türklerinin Araplarla münasebetleri ile tanıştıkları Rebabahtan esinlenerek ortaya çıkarttıkları Iklık, zamanla Türk toplumları içerisinde rağbet görerek diğer boylar tarafından da kullanılmaya başlanmıştı. Iklık 900’lü yıllara gelindiğinde artık Dombıra gibi özgün bir Türk çalgısı olarak Türk kültürüne yerleşmiş durumdaydı. Kültürel bakımdan oldukça zengin ve güçlü bir yapıya sahip olan Kıpçaklarda da Iklığın kullanımı yaygınlaşmış durumdaydı. Kıpçaklar, zamanla bu çalgıyı geliştirerek önce Kabak Kemane olarak bildiğimiz ve halen Azerbeycan, Irak, Türkmenistan, Kazakistan gibi bölgelerde kullanılan çalgı türüne çevirdiler. 900’lü yıllarda ortaya çıkan Kabak Kemane, o dönemde Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi Türk coğrafyalarına da yayılma olanağı buldu. Zira bu çalgı Kabak Kemane haliyle halen kullanılmakta ve Antik Türk çalgılarından biri olarak kabul edilmektedir. Kıpçak’ların doğudan gelen Moğol baskısıyla Hazar Denizinin kuzeyinden Doğu Avrupa’ya ve Kuzey Karadeniz’e göç etmeleri Kemençe’nin serüvenini başlatmış olacaktır. İç Asyada’ki başka bir kavim olan Kuman’larla birleşen Kıpçaklar, 900’lü yıllarda Kuman-Kıpçak devletini kurarak Kuzey Avrupa’ya göç ettiklerinde beraberlerinde götürdükleri Iklık’ta güçlü kültürel dinamikleriyle gelişmeye başlayacaktır.

      Iklık, artık Doğu Avrupa ve Kuzey Karadeniz topraklarındadır. Kıpçaklar, birlikte hareket ederek Kuzey Karadeniz’e göç ettikleri Kuman’lar ile birlikte Iklıkı hızlı ritimler üretebilen bir çalgı haline getirmeye başladılar. İlerleyen yüzlerce yıl içerisinde Iklık hem Avrupa’da yayılmaya başlayacak hem de Kıpçaklar arasında giderek Dombıra’nın yerini alacaktır. Devam eden yüzlerce yıl içerisinde özgün bir Türk çalgısı haline gelen Iklık, Kıpçak’ların ortak yaşadıkları toplum olan Kuman’ların adıyla yaşamaya başlayacaktır (KUMANÇA). Görüldüğü üzere KEMAN kelimesinin kökeni KUMAN, Kemençe kelimesinin kökeni de KUMAN-KEMEN türemesinden oluşmuş bir telaffuz türemesidir. Bu tespit yalnızca bir isim benzerliğinden ibaret değildir elbette. Bu kanaate varmamızı sağlayan yegane bulgular oldukça şaşırtıcıdır. Asya’nın içlerinden Kuzey Karadeniz’e göç edep Peçenek, Uz ve Kuman-Kıpçak toplumlarının ardılları olan, günümüzde Moldova’da yaşayan ve öz be öz Türk olduklarından şüphe duyulmayan hatta bunun farkında ve bilincinde olarak kendilerin HUN TÜRKÜ diyen Gagavuzlar (Gök Oğuzlar) günümüzde Karadeniz bölgesinde çalınan Kemençenin aynısını çalmakta, adına Kumançe demekte, bu çalgı ile oynadıkları oyuna da “Horon” demektedirler. Bu şaşırtıcı benzerlik Karadeniz ile Moldova’yı birbirine bağlayan kesin ve tereddüde mahal bırakmayacak açık bir tarihsel bulgu durumundadır. Zira Kuzey Karadeniz ile Güney Karadeniz arasındaki bağlar yüzyıllar önce kopmuş, Kuzey Karadeniz’in kültürel temellerini atan Kıpçaklar Kumançe’sini ve Horon’unu ardılları olan Gök Oğuz Türklerine miras bırakmış, son yurtları olan Doğu Karadeniz coğrafyasında da kök kültürlerine sahip çıkarak günümüzde “Karadeniz Kültürü” olarak varlıklarını güçlü bir şekilde devam ettirmektedirler.
      Sanıldığının aksine Kemençe bir Rum çalgısı olmamakla birlikte, Karadeniz bölgesine yerleşen Kıpçak kültürünün Rum’lara bir armağanı olmuş, 1900’lü yıllarda mübadele ile Yunanistan’a göçen Rumlar vasıtasıyla Yunanistan’a ulaşmıştır. Yunanistan kemençe ile ancak 1920’li yıllarda tanışmış, Kemençenin atası olan Kabak Kemane ise İç Asya’da kullanılmaya başlanmasından yüzlerce yıl sonra yunan müziğine katılmıştır.

      Tüm bu derin tarihsel bulgular, demografik, kültürel, sanatsal ve etimolojik tespitler teyit ve ispatlarıyla açıkça ortaya koymaktadır ki ; Karadeniz Coğrafyası, özgün Kıpçak toplumunun yüzlerce yıllık serüvenlerle Karadeniz’e yerleşip burada inşa ettikleri köklü, güçlü ve orijinal kültürleri, günümüz Karadeniz Kültürünü teşkil etmekte, Türk Kültürünün bu en az tahrifata uğramış hali bugün “Karadeniz Kültürü” olarak varlığını devam ettirmektedir.

      turktarihim.com/Karadenizin_T%…_action_types=og.comments
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000