Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun İkiye Bölünmüş Türkçe'ye Çare ve İleri İlkeler

      Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun İkiye Bölünmüş Türkçe'ye Çare ve İleri İlkeler

      Geçen iki yazımızda sayısı hayli kabarık dilcilerimizin, bazı edebiyatçılarımızın, hattâ Türkçe-severlerimizin, 1950'lerden itibâren, nasıl ikiye bölündüklerini, Türkçe'nin meselelerini, başka hiçbir ülkede ve dilde görülmedik biçimde, dışarıdan üretilmiş "sahte sağ" ve "sahte sol" çatışmalarıyla karıştırdıklarını yazmıştık. Durum öyle bir hâle gelmişti ki, zâtın biri konuşurken "kelime" dese kendisine "faşist", "sözcük" dese "komünist" yaftası yapıştırılıyordu. Dolayısıyla ne diyeceğini şaşıranlar da çoktu. Mantığı rafa kaldıran ipe sapa gelmez bağnazlıklar, saplantılar, milletin her şeyine olduğu gibi Türkçe'ye de zarar veriyordu.

      Ama iki taraf saplantılılarının bir kısmı, daha kötüsü, dışarıya hizmet etmeyi kendine şiâr edinmiş maskeli takımının tümü bir konuda iyi anlaşıyorlardı: Türkçe'yi millî eğitimin, bilimin dili olmaktan men etmek, yerine "Tarzanca" ile sömürge eğitimi koymak; hem de, "Eski Türkçe", "Kök Türkçe" şeklinde ikiye bölünmüş Türkçe'nin hiçbir biçimine aslında hassasiyet göstermeyip dilimizi, ona batırılan, yırtık pırtık eden, "Anglomanlıca", "Tarzanca" dediğim İngilizce bozuntusu yabancı sözcük dikenleriyle doldurmak. "Bye Bye Türkçe" (Otopsi Yayınevi, İst., 20.Baskı Mayıs 2005) kitabımızda etraflıca ve tarihî misâllerle anlattığımız üzere, dili de ikiye bölüp yok etmek (dolayısıyla Türk ülkesi ve ulusunu târihe gömmek) tezgâhının sömürgeci dış düşmanlarımız (ve dâhilî bedhahların işbirliğiyle) başlatılmış olup hâlen de desteklendiğini artık herkes idrak edebilmeli (çok şükür idrak edenler de çoğalıyor). Ancak işin kökeni anlaşılıp, özellikle dilcilerimizin, edebiyatçılarımızın, basın-yayın mensuplarının aralarında eski saplantılardan kurtulmamışlar veya olayın mâhiyetini fark etmeyip sâfiyâne Türkçe'ye istemeyerek zarar verenler varsa, onların da artık Türkçe'nin bütünü etrafında birleşmeleri, Türkçe'nin karşısındaki hakikî tehlikelere karşı hep beraber mücadeleye katılmaları gerekiyor.

      Türkçe'nin Batı dillerinin (tabii şimdi özellikle günün büyük sömürgecisinin dünya köleleri için revâ gördüğü dil bozuntusunun) hâkimiyeti altında ezilip yok olmaması için yapmamız gerekenlerin bazılarını, zaman zaman yıllar öncesinden beriki bazı yazı ve kitaplarımızda belirttik.

      Şimdi çareleri, mücadele unsurlarını toparlayıp ilerisi için Türkçe konusundaki ilkelerimizi sıralayalım:


      1. Eski aydın diliyle, halk diliyle, târihî ve günümüz Avrasya lehçeleri ile Türkçe bir bütündür. Tümüyle kullanılmalı, öğretilmelidir. Türkçe'nin bütünü etrafında tüm aydınlarımız birleşmeli, Türkçe, târihimizle geleceğimiz arasında, hem de Avrasya coğrafyasındaki Türk halkları arasında yeniden köprü olmalıdır. Dolayısıyla:

      2. Türkçe'nin bölünmesine ve tasfiyeciliğe hayır, zenginleştirmeye evet.

      3. Kavramların "eski", "yeni" Türkçe karşılıkları dururken, "Anglomanlıca", "Tarzanca" lâflar kullanmayacağız. Örneğin, "teferruat" ve "ayrıntı" dururken "detay" deme züppeliği de ne oluyormuş?

      4. Yeni kavramlara karşılıklar, binlerce yıllık ve halk diliyle de bağdaşık olan "Kök Türkçe"nin matematik gibi terim türetme kurallarıyla karşılanacak; bu kuralları okullarda herkes iyi öğrenecek. [Burada önemli bir yöntem meselesi şu: "Kavram"ları Türkçe'de başka türlü (ve çoğu kez Batı dillerinden daha uygun ve güzel) ifâde ederiz. Batı dili bir kelimeyi Latince vb. tesâdüfen gelmiş kökeninden harfiyen tercüme olmaz; kavrama Türkçe yeni karşılık bulmalıyız. (Meselâ, "üniversite" lâfının eski kökenini değil kavramı çevirerek, vaktiyle "evrenkent" sözcüğünü türettik, "evrensel bilgilerin üretildiği ve öğretildiği yer" anlamına.)] Ancak:

      5. Bin yıldır kullandığımız, bazılarını Arapça, Farsça köklerden Türklerin türettiği [özelikle İngilizce ve Fransızca'da Latince, eski Yunanca'dan (Grekçe) türetme yapıldığı gibi, o devir Türkçe'sinde de çok uluslu bir büyük devlet (Batı anlamında, tarzında "imparatorluk" dememeliyiz) olmanın icâbı], çoğu halk diline kadar girmiş "Eski Türkçe" sözcükleri tasfiye etmemeli, onları da kullanmalı ve öğretmeliyiz ki geçmişimizle, atalarımızla, edebiyatımızla bağımız kopmasın.

      6. Eşanlamlılar hakkında ilke: Her dilde eşanlamlı gibi başlayan kelimeler zamanla anlam kaymasına uğrar; her biri biraz değişik anlama gelmeye başlar. Bu dili zenginleştirir. (Lâf, söz; kelime, sözcük; bilim, ilim ikililerindeki gibi.) Ayrıca her kelimenin üstünde târih ve kültür birikimini yansıtan bir "çağrışım bulutu" vardır. Tüm bu sebeplerden "Eski Türkçe", "Kök Türkçe" tüm sözcükleri korumalı ve kullanmalıyız. Bir de şu misâle bakın: Türkçe'de "münakaşa", "müzakere", "münâzara" birbirine yakın ama önemli değişik anlamlara gelir. Bunları atıp (tasfiye edip), yerine sâdece, kendisi de çok güzel bir "Kök Türkçe" sözcük olan "tartışma"yı koyarsanız dili fakirleştirir, yaratılan boşluğa "Tarzanca" kelimeler dolmasına yol açarsınız.

      7. Eski, yeni her türlü güzel Türkçe'si dururken İngilizce bozuntusu bir lâf paralamanın kökeninde yabancı dille (genelde şimdi "Tarzanca") eğitim yatıyor. Bu sömürge, bu misyoner okulu türü eğitim çocuklara aşağılık duygusu aşılarken, bir yandan da düşünme kabiliyetini köreltmekte, ulusal bilinci de yıpratmaktadır.

      8. Garip İngilizcemsi dükkân, işyeri, şirket, renkli, allı pullu, "magazin" türü dergi/mecmua adları salgınının da kökünde aynı aşağılık duygusunu, sömürge ruhunu, ve tabii yabancı dille eğitimi bulabilirsiniz. İlkemiz, "yabancı dille eğitime hayır, mesleğe göre gerekebilecek yabancı dilleri ayrıca, yabancı dil derslerinde, yabancı dil öğretme uzmanı öğretmenlerle öğretmeye evet" olacaktır. [Atatürk'ün "millî eğitim" ilkesi de bu idi.]

      9. Her düzeyden okullarımızda "Eski Türkçe", "Kök Türkçe" hepsi çok iyi öğretilecek, son on yıl öncesine kadar olduğu gibi binlerce yıllık edebiyatımızın tümü okutulacak. Gençler, 40-50 yıl önceki bir yazıyı anlamakta zorluk çekmeyecek (hattâ daha öncekileri). Nerede görülmüş? Atatürk'ün "Büyük Nutuk"unu bile "sâdeleştiriyoruz" bahanesiyle tercüme edip anlamını bile kasden değiştiriyor; üstelik ruhunu, üslûbunu, gücünü yok ediyorlar. Peyâmi Safâ'nın sâde dille yazılmış nefis "9. Hâriciye Koğuşu"nu bile "güncel Türkçe'ye tercüme" edip geçenlerde bastılar. Daha önce de "Türk okulları(!)" için o güzel Türkçeli Ömer Seyfettin hikâyelerinin, üstelik, "Tarzanca"larını çıkardılar. Görülüyor ki tüm bu kepazelikler, ahmaklıktan değil, Batı planına göre Türkçe'nin, kimliğiyle, târihiyle Türk milletinin yok edilmesi için tezgâhlanmaktadır. Bunlar kesinlikle engellenecek. Herkes, yazar nasıl yazdıysa aynen öylesini okuyup anlayacak. Yoksa, zâten ne edebiyat kalır, ne yazar.

      19.06.2005
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nun İkiye bölünmüş Türkçe II: Tasfiyecilik

      Gaye bin yıldır halk diline kadar girmiş, bazısı mânevî mânâlar da taşıyan sözcükleri tasfiye etmek, "eski Türkçe"ye "Osmanlıca" diyerek bizi târihimize, atalarımıza yabancılaştırmak, Türk Dünyası'nın o zamana dek mevcut olan ortak Türkçe'sini, ortak edebiyatımızı bertaraf etmek değildi. Ama 1950'ler ve sonrası, bilim/tekniği (kök) Türkçe'yle yapma gayesinden uzaklaşıldığı gibi, mevcut eski Türkçe kelimelerin, halk diline ve edebiyatımıza iyice yerleşmiş olanlarının bile tasfiyesi yoluna gidildi. Oluşan boşluğa vaktiyle "Anglomanlıca" adını taktığım İngilizce bozuntusu, "Tarzanca" sözcükler hücum etti. Bunlar halk diline, edebiyat, basın-yayın diline sokulmak istendi. Ne eski Türkçe, ne Türkçe! Yerine "Anglomanlıca". Bilim/teknik/tıp dilinde de aynı tutum sergilendi; eski Türkçe mevcut terimlerden vazgeçildiği gibi, kök Türkçe'den terim türetme yerine "Tarzanca" ile eğitimle derinden desteklenen yabancı, "Anglomanlıca", terimler salatası yeğlendi.
      Tarih ve edebiyatımıza bağlı olan dilcilerimiz, edebiyatçılarımız, halk ve edebiyat dilinin mâruz kaldığı tasfiyeciliğe karşı çıktılar. Ama üç hataya düştüler:
      1) O sıralarda başlamış olan sahte sağ-sahte sol bölünmesinin etkisinde kalarak tasfiyeciliği dil konusunda yapılan bir yanlışlık olarak telâkki etmek yerine, bunu "solculuk" (yâni o dönemin dış kaynaklı anlayışıyla "komünistlik"!) saydılar.
      2) Tasfiyecilik konusunda gösterdikleri hassasiyeti, dilimize batırılmakta olan yabancı, "Tarzanca" ("Anglomanlıca") lâflara karşı göstermediler. [Bunun izâhı ne olabilir dersiniz? Herhalde "aslan Amerika" nüfuzuyla gelen İngilizce bozuntusu kelimeleri kucaklamak "komünistliğe" karşı durmak mânâsına alınacaktı. Şuur altında bile olsa, bu tavırda olanların "sağcı"lığının milliyetçilikle (kültür ve dil anlamında tabii) bir alâkası kalmadığı sonucuna varılabilirdi.]
      3) Tasfiyeci "sol" kesime muhafazakâr kesimin tepkisi hedefini aşıp kök Türkçe'nin tümüne, bu arada kök Türkçe'den türetilen bilim/teknik terimlerine de taştı. Bu kesimden bazı (maalesef kilit noktalara getirilen) kimseler, (herhalde "Azmanistan"a hizmet etmeyi "anti-komünistlik" saydıklarından olacak), yabancı dille, "Tarzanca" ile eğitimin Türkiye'ye yerleştirilmesi için cân-ı gönülden çalıştıkları gibi, buna koşut olarak kök Türkçe bilim/teknik dilinin gelişmesine de karşı durup İngilizce yabancı terimlerin Türkçe'ye bulaşmasına yardımcı oldular.

      "ÖZ TÜRKÇE" DERKEN?

      Kök Türkçe'den sözcükler türetmekte faal olanların haylisi, bunu âdetâ eski Türkçe'yi yok etmek için kullanıyorlardı; ama bilhassa ilerleyen yıllarda "Tarzanca" istilâsına karşı çalışanlar azdı. [Bu meâlde çok değerli büyük gökbilimcimiz Prof. Abdullah Kızılırmak'ı (Bkz. A.K., "Gökbilim Terimleri Sözlüğü" ((eski) Türk Dil Kurumu yayını, Ankara, 1969); ayrıca çıkardığı "Fen Dergisi"nin ciltleri) rahmet ve şükranla anmayı borç bilirim. Kendisi, 1980 ihtilâli akabinde YÖK'ün kurdurulmasıyla birlikte dünya çapındaki rasathanesinden, yetiştirmekte olduğu doktora öğrencilerinden (Ege Evrenkenti'nde) uzaklaştırılarak, köyüne çekilmek zorunda bırakıldı. Orada kahrından 50 küsur yaşında vefat etti.] Basın-yayındaki "Öz Türkçeci"lerin (tasfiyecilik ağırlıklı olanlarının) çoğu sonradan eski Türkçe'si de, kök Türkçe'si de var ve kullanılmakta olan sözcükler yerine bol bol "Tarzanca"larını kullanmayı mârifet edindiler ( örn.: "ayrıntı" veya "teferruat" yerine şu âdi "detay" lâfı. Başka pek çok örnek için lütfen "Bye Bye Türkçe" kitabımıza bakınız). Üstelik dili yok edici en büyük tehlike olan yabancı dille eğitime karşı durmak bir yana, bizim daha 1953'te başlayan ve yıllarca tek başımıza sürdürdüğümüz mücadeleye de, "sahte sağcı"larla bu konuda pek güzel anlaşarak mâni olmaya çalışıyorlardı. Zâten sağdan da, soldan da kimin sahte, kimin gerçekten millîci, kimin gerçekten "emperyalizme karşı solcu" olduğunu, yabancı dille eğitim konusunu turnosol kâğıdı gibi sürerek hemen anlıyorduk. Bu "deney" sonuçları sonradan da hep doğrulandı. (Örneğin yıllar sonra 1995-2001 arası yabancılara topraklarımızın teslim edilmesi yasalarına hep birlikte sessizce imza basanlara bakın.]
      Şimdilerde de eski sağdan da, eski soldan da (veya "dindar" kesimden) olanların bazıları "Tarzanca" kelimeler kullanarak kendilerini (duruma, kesime göre) "Avrupacı" (ne alâkası varsa), "küreselci", "çağdaş", ya da "ilerici" göstermeye çalışıyorlar. (Ama temelde, zayıflayan ulusal bilinç ve de aşağılık duygusu yatıyor.)

      SONUÇTA:

      Yıllar önce dediğimiz gibi (Bkz. "Bye Bye Türkçe kitabımız); "'Kelime' mi, 'sözcük mü' derken İngiliz atını alan Üsküdar'ı geçiyordu." Ama çok şükür uzun yıllar boyu mücadelemizden sonra halkımızdan, gençlerimizden, öğretmenlerimizden pek çoğunun bilinçlerinin bilenmesiyle yaban atı artık "Üsküdar"ı geçemiyor, geçemiyecek. Gerçi 1960-1980 arası "ara nesil"den bazı saplantılıların "Osmanlıca", "Öz Türkçe" ikilemi, azalarak ta olsa, devam ediyor; Türkçe'nin ikiye bölünüşü marazı geçmiş değil. Bunun tedâvisi, çâresi, bir sonraki yazımızın konusunu teşkil edecek. 30.05.2005
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000