İbretlik Hikayeler

      İbretlik Hikayeler

      Tıkandı Baba
      -------------------------

      Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
      Tıkandı Baba, çay getir!..
      Tıkandı Baba, kahve getir!..
      Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
      – Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
      – Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
      – Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
      Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
      Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
      Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.
      Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve:
      “Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
      Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:
      “Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.
      Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
      – “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
      Taze baklava, güzel baklava!
      Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
      Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
      Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:
      “Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:
      – “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.
      – Geldi sultanım!
      – Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
      – Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
      Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
      “Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
      “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;
      “Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.
      “Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.
      Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
      Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.
      Baba, “niçin?” demiş. Askerler:
      “Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.
      “Ne olacak şimdi” demiş.
      “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.
      Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:



      “VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT!”
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      BİR HAYAT DERSİ

      Günlerden birgün kurbağa yarışı düzenlenmiş!.
      Hedef yüksek bir kulenin tepesiymiş.
      Kalabalık onları görmek ve alkışlamak için toplanmış.
      Ve yarış başlamış.

      Aslında kimse onların tepeye varacaklarına inanmıyormuş.
      Ve şöyle konuşuyorlarmış aralarında:
      « Boşuna nasıl olsa başaramayacaklar... »

      Kurbağalar yavaş yavaş cesaretlerini kaybetmeye başlamışlar,
      Yalnız bir tanesi bütün gücüyle tırmanmaya devam ediyormuş...

      Ve insanlar konuşmaya devam ediyorlarmış:
      « Hakikaten yazık!, Nasıl olsa tepeye varamayacak!... »

      Ve kurbağalar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalmışlar,

      Bir tanesi hariç! O,bütün koşullara rağmen devam ediyormuş.

      Sonuçta o birtanesi hariç,hepsi yarışı terk etmişler.
      O ise kulenin tepesine tek başına çıkabilmiş...

      Herkes şaşkınlık içinde bunu nasıl başardığını merak etmiş!
      İçlerinden bir tanesi ona yaklaşıp bu yarışı nasıl kazandığını sormuş.

      Ve görmüş ki...
      O Sağırmış!..


      Siz siz olun negatif duygular taşıma alışkanlığı olan
      insanları dinlemeyin.
      Çünkü onlar sizin yüreğinizde taşıdığınız en güzel umutları yok ederler.

      İşittiğiniz ve duyduğunuz sözlerin ne denli tesirli olduğunu bilin.
      Ve herzaman pozitif düşünün.
      + Pozitif !


      "Yapamazsın diyenlere kulaklarınızı tıkayın"
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Halil İbrahim bereketi

      Büyük din ve bilim adamlarından Ulu Arif Çelebi anlatıyor :

      Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış….
      Büyüğü Halil.
      Küçüğü ise İbrâhim…

      Halil, evli çocuklu.
      İbrahim ise bekârmış…
      Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin.
      Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş..
      Bununla geçinip giderlermiş.

      Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
      İkiye ayırmışlar.
      İş kalmış taşımaya.
      Halil, bir teklif yapmış :

      - İbrahim kardeşim ; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

      - Peki abi demiş İbrahim…

      Ve Halil gitmiş çuval getirmeye….
      O gidince, düşünmüş İbrahim:

      - Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

      Böyle demiş ve,
      Kendi payından bir miktar atmış onunkine.

      Az sonra Halil çıkagelmiş.

      - Haydi İbrahim…! Demiş, önce sen doldur da taşı ambara.

      - Peki abi…!

      İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

      O gidince, Halil’i düşünür bu defa:
      Der ki:

      - Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

      Ama kardeşim bekâr.
      O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
      Böyle düşünerek,
      Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.
      Velhasıl , biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
      Bu, böyle sürüp gider.
      Ama birbirlerinden habersizdirler.
      Nihayet akşam olur.
      Karanlık basar.
      Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
      Hatta azalmıyor bile.

      Hak teala bu hali çok beğenir.
      Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki .
      Günlerce taşır iki kardeş , bitiremezler.
      Şaşarlar bu işe…
      Aksine çoğalır buğdayları.
      Dolar taşar ambarları.
      Bugün “Bereket” denilince, bu kardeşler akla gelir.
      Bu bereketin adı : Halil İbrahim bereketidir…
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Kral Ve Eşleri

      Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın dört eşi varmış.

      Kral en çok dördüncü eşini sever, bir dediğini iki etmez, herşeyin en güzelini, en iyisini ona verirmiş.

      Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edebileceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır,üzerine titrermiş.

      Kral ikinci eşini de severmiş. Kendisine karşı her zaman iyi ve sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş.

      Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümranlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral bu eşini hiç sevmez ve onunla hiç ilgilenmezmiş.

      Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak isteyebileceğini öğrenmek istemiş.

      En çok sevdiği dördüncü eşine,

      - "Ölüm yolculuğğunda bana eşlik etmek ister misin?" diye sorduğunda, aldığı yanıt kalbine bir bıçak gibi saplanan, kısa ve net,

      - "Mümkün değil!" olmuş.

      - "Hayatım boyunca seni sevdim, sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin?" sorusunu üçüncü eşi,

      - "Hayır, hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim." diye yanıtlamış ve kral bir kez daha yıkılmış.

      - "Her sorunumda, her zaman yanımda olan, bana yardım eden sendin. Bu sorunumda da bana yardımcı olur musun?" sorusuna karşı, ikinci eşinden,

      - "Bu sorunun için bir şey yapamam. Olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım." karşılığını almış.

      Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral birinci eşinin sesiyle irkilmiş:

      - "Nereye gidersen git, seninle olurum, seni takip ederim."

      - "Ah!" diye inlemiş kral;

      - "Keşke bir şansım daha olsaydı..."



      ASLINDA YAŞAMDA HEPİMİZ DÖRT EŞLİYİZ.......

      Dördüncü eşimiz :"VÜCUDUMUZ !!!"

      Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecektir.

      Üçüncü eşimiz :"SAHİP OLDUĞUMUZ SERVET ve STATÜMÜZ !!! "

      Ölür ölmez başkalarına yar olacaktır.

      İkinci eşimiz :"AİLE ve DOSTLARIMIZ !!!"

      Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son yapabilecekleri şey, bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.

      Ve birinci eşimiz :"RUHUMUZ !!!"
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir

      Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...

      Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

      - "Küçüüük!" diye seslendi." Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!"

      Çocuk, ona dönerek:

      - "Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti, "Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".

      - "Bence önemli değil!" diye atıldı adam. "Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı."

      Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

      - "Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi."

      Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

      - "Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?"

      - "Çok basit!" dedi, adam. "Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."

      Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

      - "Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi. "Denemek ister misin?"

      Çocuk, başını yanlara sallayıp:

      - "Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi, "Almam mümkün değil ki!"

      - "İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!" dedi adam, "Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."

      Çocuk biraz düşünüp:

      - "Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi, "Onu kim alacak ki?"

      - "Amma yaptın ha!" diye güldü adam. "Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."

      Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

      - "Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.

      - "İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk, "Üçe geçtim sayılır."

      - "Tamam işte!" dedi adam. "5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"

      Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

      - "Benim satış işlemim bitti!" dedi, "Sen de bana, bunu satsan memnun olurum."

      - "Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk, "Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?"

      - "Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam, "Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder."

      Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

      - "Bana göre 20 lira yeterli." dedi. "İndirim mevsimini başlattınız ya!"

      Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

      - "Babam haklıymış!" dedi. "Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."

      * Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
      * Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
      * Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
      * Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Acele Karar Vermeyin

      Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış...Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın.Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkçn ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."



      "Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      GERİ GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

      Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti. Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

      Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu.

      Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

      Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

      Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

      Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

      Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.

      Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı.

      Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Ey Oğul...

      Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e Şeyh Edebali'nin vasiyeti.."Ey Oğul!

      Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana.. Suçlamak
      bize; katlanmak sana, hoş görmek sana... "

      Şeyh Edebali'den Osman Gazi'ye Nasihat

      Ey Oğul!

      Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar,
      uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

      Ey Oğul!

      Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç,
      ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

      Oğul!

      Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima
      sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

      İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğügibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve
      adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...

      Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

      Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

      En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu
      mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

      Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü,
      zaman yok, süre az!..

      Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek
      ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

      Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

      Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA
      ŞEYH EDEBALİ 'nin öğüdü OSMAN GAZİ'YE BÜYÜK DEVLETİ (OSMANLI DEVLETİ) KAZANDIRDI..
      BU TARİHİ ÖĞÜDÜ /VASİYETİ Bütün siyasetçiler ve devlet adamları başucunda bulundurmalı.Benim için ayrıca önemi şu ; Şeyh Edebali Eskişehire 20 km. mesafede İt burnunda (şimdiki Alınca köyü) tekkesinde yaşıyordu. Osman Beyin ilk Valiğini teşkilatlandırdığı il Eskişehir (karacahisar kazası şimdiki karacaşehir mahallesi)) ve adına ilk hutbeyi de yine Karaca hisar kalesi caminde okutmuştur.Yani özetle Osmanlı Devleti Eskişehirde ( Sultanönü Sancağı) kurulmuştur.Her ikisini de rahmet ve saygıyla anıyorum.

      Et, Kemik, Taş, Su

      "Kemikler sabırlıdır. Kemikler hiç yorulmaz ve hiç kaçmaz. Yıllar önce ölmüş bir adamla karşı karşıya gelirseniz, kemikleri yerli yerinde yatıyordur. Memnundur. Bekliyordur. Ama etleri gitmiş, onu yalnız bırakmıştır. Su da et gibidir. Su hiç hareketsiz durmaz. Hep bir başka yere gitmektedir. tedirgindir, hareketlidir, konuşkandır, meraklıdır. Kapalı kavanozdaki su bile zamanla yok olur. Et de sudur. Taşlar ise, kemiktir. Doygundurlar. Sabırlıdırlar. Güvenilir onlara. Söyle bana o halde, ölümsüzlüğü elde edebilmek için suyla mı, yoksa taşla mı rekabet etmelisin? Etine mi güvenmelisin kemiklerine mi?"
      O Sabah güneş yine her zamanki gibi yükselmiş, ısı ve ışınları bereketli topraklar üzerine cömertçe göndermeye başlamıştı. Ali dayı, sabah namazından hemen sonra yola koyulmuştu. Tarlasına ha vardı, ha varacaktı. Başını kaldırıp güneşe baktı.

      - Allah'a şükürler olsun, diye mırıldandı..

      Arabanın üstünde, uykusundan henüz uyanmış olan küçük Abdullah merakla başını kaldırip babasına baktı.
      - Durup dururken niye şükrettin baba?
      Ali dayı tebessümle oğluna baktı ve;
      - Şükür her zaman yapılır evlat, dedi. Çünkü Allah'ın bize ihsan ettiği ni'metlerden her an faydalanıyoruz. Beş dakika nefes almazsan ne olur?

      Abdullah dudak büktü:
      - Ne bileyim, ölürüm herhalde.
      - Gördün mü ya, dedi babası. Şükretmemiz gereken ne çok nimete sahibiz...
      Derin bir nef es aldı ve;
      - Az önce güneş nimetine şükretmiştim, dedi.
      Abdullah merakla babasına bakıyordu. Babası devam etti:
      - Güneş olmasa tohumlar canlanıp yeşermez, büyümezler.

      Abdullah'ın küçük kafasında şimşekler çaktı. Öyle ya; tohumlar canlanıp büyümeseler hem insanlar, hem bütün canlılar aç kalırdı. Yani hayat olmazdı. Heyecanla babasına döndü:
      - O halde toprak da nimet, su da! diye söyledi.
      Babası gülerek onun saçlarını okşadı.
      - Elbette yavrum, elbette! dedi.

      Tarlaya gelmişlerdi. Ali dayı tohum çuvallarını arabadan indirdi. Karasabanı hazırladı. Küçük Abdullah sabırsızlanıyordu.
      - Ben de tohum ekmek istiyorum baba! Ektiğim tohumların büyüdüğünü görünce çok sevineceğim!
      - Tabii ekeceksin oğlum, dedi babası. Ama hemen değil. Ekilen tohumun bereketli olması için dua etmek gerek. Şimdi sen gölgede dinlen, ben iki rekât namaz kılıp dua edeyim. Sonra başlarız .
      Abdullah gölgeye gidip oturdu. Ne çok şey öğrenmişti bugün. İyi ki babasıyla tarlaya gelmişti. "Keşke abimler de gelseydiler" diye düşündü. "Ama onlar büyük, benim öğrendiklerimi zaten biliyorlardır" diye avundu.
      Babası namaz kılmış dua ediyordu. " Acaba babam nasıl dua edecek?" dive meraklandı. Yanına gidip oturdu. İşte duyabiliyordu:
      - Yâ Rabbi! Yeri, göğü, herşeyi yaratan, yoktan var eden sensin. Ben de senin zayıf ve âciz bir kulunum. Şimdi toprağa atacağım tohumları Senin kudret ve merhametine emanet ediyorum. Onları yeşert, büyüt ve canlılar için bereketli kıl. Allahım; çünkü biz hepimiz bunlara muhtacız...
      Abdullah da babası gibi "âmin" diyerek minik ellerini yüzüne sürdü. O gün, küçük Abdullah için unutulmayacak kadar güzel geçmişti. O da babası gibi avuç avuç tohum serpmişti tarlaya. Ve, tarla sürüldükçe o tohumların toprak altında kalışını ilgiyle seyretmişti.

      Akşam eve dönünce, o gün yaşadıklarını heyecanla anlattı annesine. Abileri ise, onun bu heyecanına gülüp geçiyorlardı. Bir de bağı vardı Ali dayının O yıl tarla gibi bağı da çok verimli olmuştu. Birkaç gün sonra bağbozumu başlayacak, meyveler toplanacaktı. Bir sabah kahvaltıda büyük oğlu bu mevzuyu açtı:

      - Baba her yıl yaptığın gibi bu yıl da bütün köylüyü toplayıp meyveleri dağıtmayacaksın değil mi?
      Babası güldü:
      - Herkes rızkını yer evlât. Elbette ki ihtiyacı olana istediği kadar vereceğim.

      Ortanca oğul da abisi gibi itiraz etti.
      - Biz emeğimizle kazanıyoruz başkaları yiyor. Satıp para kazansak daha iyi olmaz mı?
      Ali dede çocuklarına hüzünle baktı:
      - Böyle düşünürseniz kazanamaz, kaybedersiniz yavrum. Ben yıllardır ihtiyacı olan herkese yardım ettim ve hiç sıkıntıya düşmedim. Unutmayın ki komşuluk hakkı vardır. Verdikçe bereketlenir.

      Çocuklar, babalarını ikna edemeyince kalkıp gittiler. Ali dayı tebessümle küçük Abdullah'ın başını okşadı ve;
      - Sen onlara benzeme yavrum dedi. Unutma ki her zaman veren el alan elden üstündür.

      Bağbozumu başladığı gün Ali dayının bağı bayram yeri gibiydi âdetâ. İhtiyaçları kadar ürün alan köylüler meyvelerin toplanması için Ali dayıya yardım ediyorlardı. Çocuklar da yere düşenleri toplayıp yiyerek neşe içinde eğleniyorlardı.

      Ne yazık ki bu mutluluk f azla sürmemiş, Ali dayı o kış yakalandığı hastalıktan kurtulamıyarak vef at etmişti.
      Artık tarla ve bağ işleri çocuklara kalmıştı.

      Birgün en büyükleri kardeşlerini yanına çağırarak;
      - Babamızın yaptığı yanlışı biz yapmayacağız, dedi. Çalışıp alın terimizle kazanacağız. Bir çöpümüzü bile başkasına yedirmeyeceğiz. Zengin olacağız, zengin!
      Abdullah itiraz etti:
      - Ben sizin gibi düşünmüyorum, dedi. Eğer Çok kazanmak istiyorsak, önce şükretmeliyiz. Sonra ürünü ekerken bereketli ve insanlara faydalı olması için dua etmeliyiz. Urünü toplarken de ihtiyacı olan komşularımıza yardım etmeliyiz.

      Abileri küçük Abdullah'ı azarladılar.
      - Hadi ordan sen, de! Bacak kadar boyunla işimize karışma!
      Aradan zaman geçti. Birgün ektikleri tarlaya gittiler. Buğdayların daha büyümeden kuruduğunu, işe yaramaz ot olduğunu gördüler.

      - Bu yıl yağmur yeterince yağmadı, dediler. Küçük Abdullah acı acı gülerek başını salladı. Çünkü abileri bu tarlayı ekerken bırakın dua etmeyi, bir besmele bile okumamışlardı.
      Derken bağbozumu günü geldi çattı. Sabah erkenden hazırlanıp köylülere hiç haber vermeden bağın yolunu tuttular. Bağa vardıklarında karşılaşılaştıkları manzara dehşet vericiydi. Gece çıkan yangında bütün bağ yanmış, geriye kara bir duman ve is kokuları kalmıştı.

      Oturup ağlamaya başladılar. Abdullah;
      - Zararın neresinden dönersek kârdır, dedi. Gelin aç gözlülüğü bırakalım ve babamızın yolunda gidelim.
      Abileri de bunun doğru olacağını kabul ettiler ve o günden sonra yanlış düşüncelerinden dolayı tövbe ederek çalışıp, bereketi Allah'dan beklediler. Cenâbı Allah elbette kendisine el açanları boş çevirmezdi. Onları da çevirmedi. Çok kazanıp, köylülerle birlikte mutlu bir hayat sürdüler.
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      SEVGİSİZ İNSAN

      Sevgisiz insan bir gün şans eseri bir çiçek bahçesinde bulmuş kendini,
      bahçedeki çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre. Bir düzlüğün
      ortasında mola vermiş bir ara. Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek bir
      şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan bir ağaç görmüş ve onun yanında bir
      papatya. Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan ağacın yanında çıkan
      rüzgara göğüs geriyormuş. Papatya o kadar güzelmiş ki..................

      Sevgisiz insan sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış ne yapması
      gerektiğini bilememiş. Pek tabii bildiğini sanmış..... Papatyayı sevmiş,
      okşamış, rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş oturmuş. Papatya bir
      süre tekrar dikleşmiş. Papatyanın zarar görmesinden öylesine korkuyormuş ki,
      böylesine bir güzelliğin sonsuza dek sürmesini o kadar çok istiyormuş
      ki...... Papatyanın ellerine dokunduğu her an, onu hissettiği her an kendini
      dünyanın en mutlu insanı hissediyormuş. Sevgiyi öğrenen adam, gerek
      papatyayı korumak için gerekse ona olan doyumsuzluğundan dolayı papatyayı
      koparmayı ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden koparmak ona çok doğru
      gelmiş, çünkü onu yanında hep koruyabilecek hep sevebilecekmiş. Papatyayı
      hiç düşünmeden çekmiş, koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş, direnmiş.
      Seven adam anlayamamış bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya. Aklı o
      zaman neredeymiş, kim bilir. Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş......
      Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki soluk almasını engelliyormuş. İşin
      garibi adam bunu görsede anlayamıyormuş, papatya soldukça üzerine daha çok
      titriyor, onu iyice kapıyormuş güneşten. Sevmeyi yanlış öğrenen adam, en
      sonunda dayanamamış ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş. Tüm dünyaya ne
      mutlu ve o salak adama ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen direnebilmiş gücü
      kalmasa da. Ama bu direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki o herşeyden
      çok sevdiği papatya boynu bükük kalmış. Seven adam işte o noktada her şeyi
      görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere
      düşmüş. Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam. Hayatta kendini ilk defa
      haksız, ilk defa bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak para etmezmiş,
      üzülmekte, güneş hemen fayda da etmezmiş papatyaya. Sevmiş adam, bir çiçeğe
      nasıl davranması gerektiğini görmüş gözündeki perdeler kalkınca... Ağlayarak
      çiçeğin yanında durmuş, rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama çiçeği ne
      koparmaya çalışmış bir daha, ne de üzerinde gölge etmeye... Papatya tekrar
      mutlu bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik ayakta durana kadar
      bekleyecekmiş öylece, yakınında olacakmış çünkü çiçeğin ona ihtiyacı olacağı
      bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin, papatyasının yanında olacakmış.
      Seven adam, papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu sonsuza dek
      sevecekmiş, çiçek isterse uzakta, çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam
      için değerli olan tek şey varmış, o da çayırda tek başına ayakta durmaya
      çalışan eşi benzeri olmayan güzellikteki o tek papatya.