Fosil Sevda

      DENİZ FENERİNİN AŞKI

      Bir Denizfeneri.. Okyanusla sonsuza dek komşu.
      Okyanusun mu ona daha çok ihtiyacı var yoksa,
      denizfeneri mi okyanus için vazgeçilmez bir sevgili?

      Gündüzleri, denizfeneri isyanlarda... Çünkü yanıbaşındaki
      biricik sevgilisi gözlerinin önünde güneşle ihtirasla sevişmekte.
      Hep gece olsun ister, sevgilisi ona kalsın, yalnız onda bulsun
      gecedeki renginin güzelliğini... Denizfeneri, küçücüktür okyanusa
      göre ama güneşin aşkından daha büyüktür aşkı okyanusa...

      Geceleri ise denizfeneri, mutluluklar peşindedir, gecenin esrarengiz
      sessizliğinde. Her ışık turunda çıldırır denizfeneri zevkten, adeta
      danseder okyanusun en uzak noktalarına uzanarak. Daha gerçektir
      denizfeneri, gece sadece o ve okyanus vardır sınırlı görüş gizliliğinde.

      Gündüzleri denizfeneri bir hiçtir bütün aldatmalara şahit olarak.
      Güneş ise gece olunca bu hissi göremez.. Gece, denizfeneri ile
      okyanusun aşkının dansedişine güneş şahitlik yapmaz..

      Gün bitiminde ve başlangıcında teslim ederler sevgili
      okyanuslarını birbirlerine güneş ve denizfeneri.

      Güneşin okyanusla arasına giren bir engel
      vardır kimi zaman, bu işkencedir güneşi küçülten.
      Bulutlardır, bu hain, gündüz aşkında güneşe okyanusu
      göstermeyen. Güneş ise tüm gücüyle savaşır okyanusa ulaşmak
      için. O kadar yaklaşır ki, bulutlara bulutlar, yoğunlaşır, yoğunlaşır
      ve gökyüzü ağlamaya başlar okyanus hasretinden hesapsızca titrer.

      Okyanus bütün damlaları özlemle kucaklar, her damla onu güneşine
      daha çok yaklaştırmaktadır. Gökyüzü ağlar, ağlar ta ki son damlası
      bitene kadar. Okyanus damlalarla büyür büyür büyüklüğüne daha
      hacim katarak aşkının sevgi damlalarıyla. Bilmezdi okyanus,
      her yağmurla sevgisini ona iletmek isteyen bir güneşinin
      olduğunu. Her yağmur yağdığında okyanus kızar
      güneşine gündüz onu terkettiğini düşünür,
      hırçınlaşır, dalgalanır öfkesinden bilemez
      güneşinin ona ulaşmak için savaştığını.

      İntikamını denizfenerinden alır okyanus,
      onun neden gündüz sevgilisi olmadığını defalarca
      kamçılayarak sorar denizfenerine. Dalgalarını büyütür,
      cevap alamayınca denizfenerinden.. Denizfeneri onu teselli
      edemez, çünkü o sadece gece vardır gerçek gecededir onun için.
      Ağlayamaz denizfeneri, ağlamayı deliler gibi istesede, gözyaşları
      yoktur, ulaşmak istesede ulaşamaz gündüz sevgilisine.
      Çaresizdir denizfeneri, sadece bir dilek geçirir içinden
      rüzgarâ yalvarır "bulutları kaçır buradan" diye,
      güneşin çıkması sevgilisine sevgi dolu
      ışıklarını göndermesini diler.

      Okyanusunun mutluluğunu ister
      hesapsızca... Çünkü tek mutluluğu budur
      denizfenerinin. Ağlayamaz, gündüz ona ulaşamaz,
      konuşamaz hislerini okyanusuna. Her okyanusun
      sahilinde bir denizfeneri vardır.
      Her gece denizfenerleri gemilere okyanusa olan
      aşkını haykırırlar, ümitsizce, yarınlarını hiç düşlemeden...
      Ve her gece hikayelerini anlatmak için
      gemileri beklerler sonsuz gecelerde...
      Resimler
      • hikaye10031.jpg

        7.88 kB, 400×300, 734 defa görüntülendi
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      KUTUP YILDIZI

      O korku vardı hep çıkılan yolda
      O korkusuzluk vardı
      Suyun su olduğu günden beri akardı
      Biri can verip aydınlatır
      Diğeri boğar ve yakardı
      Yaşamın her dönüm noktasında
      Bir ileri bir de geri
      Atılan adımlar gibi alçalma ve yücelme
      Atılan adımlar gibi
      Büyüme ve küçülmeydi adı
      Biri sevgi olup yapardı
      Diğeri öfke olup yıkardı
      O korku vardı hep çıkılan yolda
      O korkusuzluk vardı

      Geceler güvensizdi
      Gökyüzünde soluklar tükenirken
      Ay sevinçsizdi
      Bir şey vardı sanki hep yarım kalan
      Bir anı ya da bir düş gibi
      Uzak Uçurumlarda sessizce sallanan
      Yıllardan beri canlı tutulan ateşler
      Söndürülürken yüreklerde birer birer
      Kim yakacaktı
      Uğrunda ölünen o büyük ateşi kim
      Daha gün batmadan
      Karartılan günlerin rengini
      Gün doğarken
      Kim haykıracaktı mor bahçelere kim
      Kim ağlayacak
      Kim gülecekti tüm güzellikler adına
      Kim sevecek
      Kim dövüşecekti
      Kim takacaktı ölürken
      Ölümsüzlüğü gül diye yakasına
      Kışın kar açıp
      Çiçek olacaktı buz sarkıtan dallarda
      Yazın güneş açıp
      Gelecek olacaktı ufuklarda kim

      Bir yıldız vardır hani
      Bütün yıldızlar içinde der Homeros
      Ne kopmuştur hiç bir zaman
      Kök saldığı kutsal yerinden
      Ne de boyun eğmiştir
      Ölüm kuşan hiç bir karanlık önünde
      Nasıl susulursa
      Bin yıllık zamana karşı okyanus dilinde
      Aynen öyle parlamıştır
      Tüm gecelerin gökyüzünde
      Aynen öyle

      Notaların tören tören canlanıp
      Dile geldiği günden beri
      Hiç bir senfoni bulamadı bu sesi
      Bulamadı sarayların görkemli sütunlarında
      Hiç mi hiç bestelenmeden
      Ve seslendirilmeden yaşandı zindanlarda
      Hücreler senfonisiydi adı

      Yaylı sazlar: Demir parmaklıklar
      Ve demir kilitli demir kapılar
      Vurmalı sazlar: Taş duvarlar
      Ve taş katılığında kör baskılar
      Üflemeli sazlar: Şafakta idamlıklar
      Ve direnen tutuklular
      Erkekler kadınlar duvarlar ve ufuklar
      Yıldızlar içindeki o yıldızın
      Ölüme ve ölümsüzlüğe doğru
      Akışıyla başlıyordu hep birden uçuşarak
      Ardından diğer bütün notalar
      Ki maviliklerde süzülen kuşlar
      Kurtuluş savaşında
      Kurşuna ve saza vurulan türküler
      Fransız ihtilalinde
      Sürgüne ve giyotine gidilen marşlar
      Ve bir nice kızıl meydanda
      Yankılanan uğultular - uğultular
      Sonra güneşe gönderilen
      Özgürlük renkleri peş peşe
      Ve fethedilerek
      Ağızdan öpülen enginler - enginler

      Ey halkımın demir kazık dediği
      Yıldızlar içindeki soylu yıldız
      Varsın onlar söndü bilsinler seni
      Bulutları delerek saldığın ışıklar
      Ki bin renkli gelenek üzre
      Balkıyıp çoğalıyor şimdi
      Susmayan bir hücreler senfonisinde

      Kentlerin en yumuşak sessizliğinde
      Bildiriler düşüyor artık
      İnsanların yüreğine yağmur taneleriyle
      Gök gürlemeyince yer gülmez
      Gök gürlemeyince yer gülmez diye



      ADNAN YÜCEL
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      YİTİKLER GECESİ

      Şimdi dünya boşlukta yavaş
      Sen bütün canlılardan uzaksın yalnızsın
      Rüzgâr usandı doruklarda
      Dağ çiçekleri uykuya vardı
      Ay bacadan aştı uyumaz mısın

      Bir ıslak serinlik yürüdü
      Kara sokaklardan içeri
      Çıtırdadı durdu bütün gün
      Ayaklarının altında bir şeyler
      Bütün gün ölüler gibi sustun

      Bilsen ötesi aydınlık çizginin
      Delice yakardın eski şiirlerini
      Bir tutam bulut iki damla yağmur için
      Yeniden sevinirdin içten içe
      Bilsen ötesi aydınlık çizginin

      Bu hal senin halin değil
      Bütün gücünü yitirmiş
      Bu hal senin halin değil
      Yaşamanın kendisini yitirmiş

      En insan yanıyla sana dönük
      Dost dediğin ne gün içindir
      Unut uzağı olduğu yerde
      Kaldır yatağından vakitsiz
      Kaldır başucuna getir

      Şimdi dünya boşlukta yavaş
      Sen bütün canlılardan uzaksın yalnızsın
      Rüzgâr usandı doruklarda
      Dağ çiçekleri uykuya vardı
      Ay bacadan aştı uyumaz mısın


      Gülten Akın
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Gece Nöbeti

      daha az seviyorum seni
      giderek daha az
      unutur gibi seviyorum
      azala azala
      aramızdaki uzaklığın karanlığında

      geceler kısalıp, gündüzler uzuyor böyle olunca
      daha az seviyorum seni
      kendini iyileştiren bir yara gibi
      daha az
      ve zamanla

      sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
      uzak dağ kışlalarında
      görmüyoruz birbirimizi
      usul usul sis iniyor
      kopmuş yollara
      ışığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin
      bir çığ gibi uyuyorsun rüyalarımda
      sevgilim sevgilim
      yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
      nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da

      artık daha az seviyorum seni
      unutur gibi, ölür gibi daha az
      yeniden ödetiyorum kendime
      onca aşkın öğretemediğini
      kolay değildi
      yalnızca sevgilimi değil, evladımı da kaybettim ben
      kaç acı birden imtihan etti beni
      bir tek gece vardır insanın hayatında
      ömür boyu sürer nöbeti
      bu da öyleydi,
      iyi ol, sağ ol, uzak ol
      ama bir daha görme beni


      Murathan Mungan
      Resimler
      • 041104.jpg

        5.03 kB, 234×160, 610 defa görüntülendi
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      BİR KARDELEN MASALI...

      Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış.
      Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır,
      güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir
      renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o
      mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.

      Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp
      gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın
      arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler,
      oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık
      Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden
      gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.

      Nergis de çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece
      kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla
      arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır,
      ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine
      tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.

      Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş.
      Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş,
      kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde
      imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu
      saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.

      Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa
      annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık
      olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış.
      Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki
      ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...

      Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip
      gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni
      ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini
      kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle
      çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır
      en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler,
      eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla
      onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp
      koynunda gizlediği kutusuna atarmış.

      Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en
      güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder
      yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek
      tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı,
      binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.

      Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola
      çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu
      hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku
      yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış.
      Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden
      ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha
      yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce
      heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.

      Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki
      arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar
      atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup
      da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin
      varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete
      geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye
      başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş.
      Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine
      yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü
      arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı
      tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan
      dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu
      heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...

      Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde
      duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken
      onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal
      ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş.
      Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor,
      Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından
      tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak
      için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.

      Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da
      büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine
      dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık
      vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.

      Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında
      kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele
      sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı
      bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş.
      Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş
      ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.

      Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler,
      ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada
      rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte
      harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu
      bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.

      Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın
      arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği,
      beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da
      yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer
      çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı
      şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını
      alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış.
      Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.

      Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün
      ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi
      gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin
      ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin
      düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya,
      istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in
      çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını
      düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir
      övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki,
      o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi
      büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.

      Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş.
      Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve
      pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük
      bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip
      getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.

      Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların
      açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar
      çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını
      açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok
      yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için
      o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla,
      herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.

      Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş.
      O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca
      büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise
      olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam
      ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı
      tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak,
      kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem
      çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa
      serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi
      kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan
      bozulup küflenmemiş mi?

      Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece
      ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış.
      Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor,
      diğer yandan içinde Fulya'nın yokluğundan kaynaklanan
      büyük bir boşlukla tüm hedef veamaçları
      tükenmiş bir şekilde avare esip duruyormuş...

      Fulya, gördüklerine yaşadıklarına dayanamıyor büyük acılar çekiyormuş. Hele bir dahaki baharda hiçbir arkadaşının olamayacağını düşündükçe, Nergis'inin bile Rüzgâra
      kapılıp gittiğini görmek, onu kaybettiğini bilmek Fulya'nın
      büyük üzüntülerle hastalanmasına neden olmuş.
      O incecik zarif boynu bükülmüş, günden güne sararıp
      solmuş. Doğa anne üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor
      en değerli yavrusunun gözünün önünde eriyip gitmesini,
      hastalıktan ölecek hale gelmesini önleyecek çareler arıyormuş.
      En sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen Dağ Fulyası'nın yanına gelerek, onun vaktinden çok
      önce uyumaya başlaması gerektiğini söylemiş.

      Fulya çiçek derin üzüntülerle minicik yüreği çok yorgun olduğundan henüz daha bahar aylarında olmasına rağmen
      annesinin kollarında kolayca uyumuş.. Günler haftalar aylar boyunca hiç uyanmamış.. Böylece tüm yaz ve sonbahar aylarını uykuda geçiren Fulya bir gün kulağında Doğa annesinin
      tatlı mırıltılarını duyarak gözlerini açmış. Yüreğinin nedenini
      henüz bilemediği büyük bir huzur ve mutluluk ile dolu
      olduğunu hissediyormuş. Gördüklerini anlamaya çalışıyor,
      muazzam bir beyazlığın ortasında gözleri kamaşıyormuş.

      Adeta tüm evren, bu güzel ve cesur çiçeğin yüreğini huzurla doldurmak istercesine büyük bir sessizlik içindeymiş. Karların Prensi ise büyük bir şaşkınlıkla kardan pelerinin altından
      adeta yüreğini delip çıkan bu çiçek karşısında nefesi tutulmuş, gözlerine inanamayarak bu güzel çiçeğin yaşama yeniden gülümsemesini izliyormuş. Hayatında ilk kez böylesine
      güzel bir çiçekle karşılaşmış. Zaten zavallıcık hayatı boyunca
      hiç çiçek bile göremiyormuş ki, kış boyunca doğadaki
      tüm canlılar kış uykusuna yatar, her yer derin bir sessizliğe gömülürmüş. Fulya da doğaya böylesine muazzam
      güzellikler veren ve büyük bir huzur içinde uyumasını
      sağlayan karlar prensine mutlulukla gülümsüyormuş.

      Tüm ruhu ve incecik zarif gövdesi ile sadece karlar prensine yönelmiş, gözleri sadece onu görsün, yüreği sadece on duysun istemiş. İşte; o günden beri tüm doğa, Dağ Fulyasına
      KARDELEN demeye başlamış. Zira, karları delip yeryüzüne çıkabilen tek çiçek Kardelen olmuş. Karların ve Karlar
      Prensi'nin tek çiçeği ... Kardelenle Karlar prensi birbirlerine
      hiç beklemedikleri bir anda kavuşmanın sevinci ile
      sonsuza dek büyük bir mutlulukla yaşamışlar...
      Resimler
      • kardelen.jpg

        21.07 kB, 120×170, 247 defa görüntülendi
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      ÖDENMEYEN GÜN

      Güzeller güzeli bir prensese, 22 yaşındayken
      bir beyefendi sürpriz bir teklifle gelir.
      Hasta kızı için gençlik yılları aradığını söyler ve
      "Bana gençliğinizden bir yıl ödünç verirseniz, ömrünüz
      sona ermeden onu gün gün size geri ödeyeceğim" der.

      Prenses henüz o kadar gençtir ki, cömertçe
      gözden çıkarır bir yılı; ödünç verir beyefendiye...
      23 yerine 24 yaşına basar o yıl yaş gününde...

      Yıllar yılı hatırlamaz verdiği borcu... Ancak;
      ne zaman ki 40 yaşını aşar ve o dillere destan güzelliği
      bozulmaya yüz tutar; arar beyefendiyi ve 365 günlük
      alacağını tek tek tahsil etmeye başlar.
      Özellikle balo günleri, bütün çizgileri yok olmuş bir yüzle
      ve körpe bir bedenle girer salonlara...

      Gece, odasına sızmayı başaran aşıkları,
      gece yarısından sonra yüzünün nasıl kırıştığını hayretle gözlerler...
      Her gençleşmenin ardından uyanış anı daha acı verici olur.
      Çünkü yaşı ilerledikçe, o hali ile 23 yaşı arasındaki fark
      daha da açılır. Fark açıldıkça "bir gün, bir saat, bir an olsun"
      gençlik aşısını tatmak daha güzel gelir.

      Ancak sayılı gün çabuk geçer... Kalan günlerini
      hoyratça harcayan prenses, geri isteyebileceği
      sadece bir günü kaldığını fark eder:
      "Bir günlük ışık, sonra sonsuza dek karanlık...!"

      Ateşli bir sevgilinin bütün bedenini okşaması için
      o tek günü özenle saklar. Bu son yaşam parasını harcamak için
      çılgınca bir istek duysa da kıyamaz bir türlü...

      Nihayet evine gelip, öyküsünü dinleyen ve
      dizlerine kapanarak gençliğinin son gününü kendisiyle
      geçirmesi için yalvaran bir adamın teklifini kabul eder.

      "O gün" geldiğinde adam, en şık elbisesi ve
      titreyen yüreğiyle açar bahçe kapısını...
      Kadının villasına girer, iki kişilik hazırlanmış masada
      mumların yandığını görür. Bir süre bekledikten sonra
      meraklanıp prensesin kapısını tıklatır.

      Yanıt gelmeyince açıp girer.
      Dört bir yana savrulmuş görkemli giysilerle dolu odada
      prenses, aynanın karşısında bir kanepeye uzanmıştır.
      Yüzü bembeyazdır. Gençliğinin dönmesini beklerken
      son nefesini vermiştir prenses....

      Adam, bu ani ölümün nedenini yerde bulduğu mektupta okur.
      Satırlar, borçlu beyefendiye aittir:
      "Soylu prenses...! Size borçlu olduğum son gençlik gününü
      geri veremeyeceğim için çok üzgünüm.
      En derin bağlılığımla..."
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Merakımdın sen benim..

      ”Merakım”dın sen benim...
      Tuhaf bir vesile ile kulağıma çalınan cesaretin karşısında
      'Bunu nasıl başarabiliyor? ' merakımdın
      Seni o ana değin hiç tanımıyorken
      Tanıma isteği duyup,merak ettiğimdin...

      “Soluğum”dun sen benim...
      Ciğerlerime dolan oksijen,
      Gözlerimin şavkı,
      Yüreğimin doludizgin telaşıydın...

      “Cesaretim”din sen benim...
      İkbalimi,şahsiyetimi tehlikeye attığım
      Superegomun düşmanı.
      ’olamaz’ların
      Güdümleyici cesaretiydin...

      “İlk denemem”din sen benim...
      Ertelenmişlik hissimin,
      Beklentisizliği öğrenmemin,
      Mutsuzluğumun,
      Tahammül gücümün,ilk denemesiydin...

      “Yalnızlığım”dın sen benim...
      Yaşamımda daha büyük özgürlüklere yelken açmayı ümid ederken
      Giderek dibine çöktüğüm karanlık,serin sulardın
      Üşüdüğüm,
      Kendimden gayrı kimseye isyan edemediğim mabedimdin...

      “Yabancılaştığım”dın sen benim...
      Tanıdıkça,yaşadıkça,gördükçe,duydukça
      Ve bildikçe artan
      “Keşke”lerimle çoğalan yabancılaştığım...



      Ayşegül Feride
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      TEBESSÜM

      Bir lahza gönlümün sesini duysam,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.

      Ne zaman duygunun raksına uysam,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.

      Gözlerim dilime tercüman olmaz,

      Muhabbet gönüle zor ile dolmaz,

      Seninle varlığın gam tasa olmaz,

      Ilık bir tebessüm dolar içime

      Gün olur sükunet sarar özümü,

      Gün olur söylemez dilim sözümü,

      Yaksan da kalbimde sevda közünü,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.

      Sevda bize göre dilden uzaktır,

      O kelime; özde olan tuzaktır,

      Gönüller huzurlu duygular aktır,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.

      Aşikar olursa hisler yorulur,

      Yorgunsa yürekler tuzak kurulur,

      Açıkta menzile çabuk varılır,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.

      Can canana doymaz öz ise sözler,

      Her türlü meramı anlatır gözler,

      Dört taraftan sarsa,yansa da közler,

      Ilık bir tebessüm dolar içime.



      Ahmet KURT
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      YAŞAMAK, SEVMEK ve ÖĞRENMEK

      Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde,
      sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
      Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson, Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.
      Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

      İkinci sınıf öğretmeni:
      "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

      Üçüncü sınıf öğretmeni:
      "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

      Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
      "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti. Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı
      kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
      Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

      O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
      Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.

      Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
      Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.
      Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu.
      Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.

      İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
      Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
      Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.
      Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin.
      Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!!
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      YOL BOYUNCA

      Koparabilir misin bana yıldızlardan
      Avuçlayabilir misin karanlığı
      Sen ki milyonlar içindesin
      Neden kalbinin yalnızlığı

      Bulabilir misin bana dost dost dost
      Ki sevsin seni karşılık beklemeden
      Buz üstünde yazılır mı çocuğum
      Düşündün mü deniz dikiş tutmaz neden

      Düşündün mü gecelerde ne var
      Böyle insanı ürperten
      Sanır mısın ruhsuz bu karanlıklar
      Ölüm sükunuyla yürüyen

      Tutabilir misin geçen zamanı
      Dönebilir misin on beşine
      Şaşmadın mı hiç çocuğum
      Baharın sessizce gelişine

      Kim sürdü gözlerine maviyi
      Ki denizleri hatırlatır
      Hiç dönen var mı öteden
      Sır....


      HALİM YAĞCIOĞLU
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      ESKİ MEKTUPLAR

      Yürüdüğüm bu ıssız yerde nisan güneşi yolumu aydınlatıyordu.Karanlık,derin sevgilerin tükenmez enerjisiyle sana geliyordum.Gevşek,renksiz görünüşüm belkide seni hayal kırıklığına uğratacak ama bu güne dek yazılan mektuplar bu gevşeklik ve renksizliği bir anda siliverecektir o sevdalı gözlerinden.
      Ben hergün senin gelecek mektubunu;iç gıdıklayıcı bir heyecanla bekliyordum.Posta kutum,pembe çiçek açmış ihtiyar gülün kokusuna kapılmış,gelen mektupları sıcak bir nefes gibi sarıyor,sarmalıyordu.Yine o güzel günlerden biri;tüm içeriğiyle,yalnızlığımı erdeleyen bir mektup.Tüm işimi gücümü bırakıp kendimi unuturcasına, mektubu incitmeden açıp tüm gülücüklerimi veriyordum özlem duyduğum görünmez aşkıma.Ben yazıyordum;aradan günler geçti ondan mektup gelmiyordu;ben yazıyordum,mektuplarım okunmuyordu;ben yazıyordum ve günler geçiyordu yazdıklarımdan cevap almayalı.Hiç umudumu kaybetmeden son bir mektup yazdım vefasıza;''Neden yazmıyorsun?unutuldukmu yoksa.hadi yaz artık bekliyorum.''cümleleriyle sızışan.
      VE bir kaç gün sonra üstü tozlarla kaplı bir mektup geldi,belliydiki geciken bir mektuptu.Tarihine baktım bundan onbeş gün öncesine aitti.bu defa zarfı parçalarcasına açtım.içinde sadece ''taşındım,ne olur artık yazma'' diye not vardı.ondan gelmişti.oturup ağladım;usulca olanlara yandım ve hiç kaybetmediğim ümidim bu sefer mağlup olmuştu.Bu mağlubiyetten üçgün sonra memurluk sınavı sonuçları geldi.Kazanmıştım.Ama inanırmısınız sevineceğim yerde üzülmüştüm ;çünkü ben onun mektubunu bekliyordum.biraz buruk biraz sevinçle yeni görevime HATAY daki ANTAKYA PTT binasında başladım.İşimi çok iyi yapıyordum ve bu yüzden on yıllık çalışmanın ardından PTT genel müdürü oldum.O günlerde evli olmanın ve iki çocuğumun olduğuna seviniyordum.HEM artık o mektuplarıda beklemiyordum;çünkü onun yazdığı mektupları aratmayacak güzellikte konuşan bir kocam vardı.
      Fakat birgün kocam salonda yalnız oturmuşken ben gelmiştim ve o beni görmemişti.Elinde on taneye yakın mektup vardı.Kocam ilk başta bu mektupları benden saklamaya çalıştı ama daha sonra onları bana gösterdi.Üstünde benim el yazımla yazılmış adres satırları vardı.Tam on iki mektup.Hemen bir mektubu açtım ve mektupta şunlar yazılıydı;''Neden yazmıyorsun?Unutuldukmu yoksa.hadi yaz artık bekliyorum.''
      Önce gözyaşlarım dökülmeye başladı yanaklarımdan.Kocam kendisinin beni aldattığının hissine kapıldığımı zannetti ve şunları söyledi;
      -Bu mektupları yaklaşık on iki yıl önce bana Konya'dan isimsiz biri yazıyordu.Aslında yetmişe yakın bu mektuplardan vardı ama bunlar son gönderdikleri.Onları alıp okumuştum fakat boş bir avuntu olduğunu düşündüğüm bu yazıntıdan vazgeçmiştim.Şimdi bunları saklamamın sebebi sadece güzel hatıraları olmasıdır.
      Bu konuşmanın ardından eşime sarıldım ve hızla odama koştum elli altı tane mektup getirdim.Kocam birini açıp okudu.O DA ağladı benim gibi.Çünkü yıllar önce bu mektuplar birbirini hiç tanımayan ama şimdi kaderin buluşturduğu bir yerde evlenen ,farklı yerlerden gelen iki kişinin mektuplarıydı.BENİM VE KOCAMIN.Bana güzel günler yaşatan kocam,meğerse evlenmeden önce benimle Konya'dan Bursa'ya mektuplaşan eşimmişte on yıldır bu şeyi farkedememiştim.Şimdi bir kaç mektubun ,kaderi çizdiği bu yolda sevgimiz bir kat daha arttı kalplerimizde....
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      BİZİM SEVDAMIZ "LAİLA"LARA SIĞMAZ.

      Bizim sevdamiz "cep" ten değil yürektendir.
      136 harflik sms lerlele başlayıp şarj süresinde bitmez!
      kontör sayısı ile ölçülmez sevdamız,
      Yüreklerimizin atışıncadır sevdamız!
      duyuyormusunuz bizim sevdamız "gamlı yaşlı gönüller" de yaşanır
      dumanlı kafalarda tepinen tenlerde değil
      sabahın sıfır dördünde flaşlar altında değil...!
      dinliyormusunuz, işte böyle değildir bizim sevdamız
      şöyle böyle değildir...!
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Kız Kulesi

      Karanlıktan korkan çocukların
      müzik kutusudur Kız Kulesi
      kapağı açıldğında
      dansa başlayan balerin
      hınzır martıların şakalarıyla
      ıslanır elbisesi

      Vapur dumanından
      bir bulutun içinde
      kanlı dağlara
      yakamoz gönderir Kız Kulesi
      üzülmelerini istemez
      kürt çocuklarının
      yıldızsız gecelerde

      Köşesindeki mavi bir islemlede
      duvarına yasladığı bisikletlerin
      kiralanmasını bekler
      şaşkın bir ihtiyar
      ve çoraplarına gizlediği
      yasak şiirleri
      ele vermemek için
      Kız Kulesi'nin eteklerini uçuşturmaz rüzgar

      Boğaz'dan geçen gemilere
      engel olmasın diye
      İstanbul'un saçlarını toplayan
      beyaz bir tokadır Kız Kulesi
      açamk isteyen şarapçılar
      Salacak'tan uzanayım derken
      düşerler denize

      Başında beyoğlu sarhoşluğuyla
      izin dönüşü
      ocağa gider bir maden işçisi
      ki fener yerine
      aydınlatır yolunu
      elinde tuttuğu Kız Kulesi


      SUNAY AKIN
      Resimler
      • Kizkulesi2.jpg

        30.23 kB, 0×0, 226 defa görüntülendi
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Güzel Dünyalar

      Bir ilkbahar sabahında,
      Yüce dağların doruklarında,
      Kalan kar tanelerini bilir misin?
      Ilık ve yumuşak.

      Ellerimi güvenle tutabilir misin?
      Ve bir gün doğuyor işte..
      Taze umutlara gebe,
      Ağardı şafak.

      Sevgiler, kucak kucak,
      Yeni bir dostluk başlıyor,
      Kinlerden uzak, bekle sabret,
      Güzel dünyalar kurulacak.



      Arif Ocakçı
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Bilinen Gerçek

      Sıradan bir gün daha başlıyordu. Herşey hazırdı. Dalışa geçecek ve bu dünyayı incelemeye devam edecekti. Paletlerini giyindi, deniz gözlüğünü taktı, hava tüpünü de sırtına geçirdikten sonra kendini suya bıraktı.

      Bu dünya başka bir dünyaydı onun için, hiçbir insan yok. Kendini deniz hayvanlarıyla bir hissediyordu. Biraz derinlere indi. Her yer ışıl ışıl parlıyordu. Güneşin ışınları denizi adeta yalıyordu.

      Daha sonra yüzeye doğru yüzdü. Denizin bir metre altında yüzüyordu. Herşey ne kadar güzeldi. Kendini suyun yüzüne çıkarınca başka bir farklı dünyada hissetti kendisini. Evet, iki dünya arasında hayatı sürüyordu. Bu iki farklı dünyada yaşamayı seviyordu. Teknesine doğru baktı, biraz fazla açılmıştı. Su üstünde iki dakika durduktan sonra tekrar denize daldı. Teknesine doğru yüzmeye başladı.

      Denizin altında yüzen balıklar, taşın altında bulunan yengeçler, yunuslar, kara ve su kaplumbağaları, hepsi iki dünyanın farklı yaratıklarıydı. Bir hayvan, kara hayvanı mı yoksa deniz hayvvanı mı olduğunu nereden biliyordu acaba. Konuşacak bir dilleri olmasa bile, bütün bu harikaları anlayabiliyorlar mıydı.

      Suyun altında yüzerken, biran kendini daha yoğun bir yerde hissetti. Bir farklılık olduğunu anlamıştı adam. Tekrar geri dönerek yüzmeye başladı. Yine eski ortamında buldu kendini. "Denizde iki ortam nasıl olabilir" diye düşündü. Denizin yoğunluklarının farklı olduğu yerin tam ortasında durdu. Yüzeye doğru tekrar çıktı.

      Dalgıç, teknesine yüzdü. Dümenini, kendisine farklı gelen, yoğunluğunun farklı olduğunu hissettiği yere kırdı. Oraya geldiğinde denizi bir güzel incelemeye başladı. Kendi gördüğünü, belki normal bir insan, yani bu dünyayı iyi tanımayan bir insan göremezdi. O alana baktığında denizin renginin, sanki arasına gizli, görünmeyen bir cam sokulmuş gibi, birdenbire farklılaştığını anladı. Bu farklılığı daha iyi anlayabilmek, bitmek bilmeyen öğrenme isteğini tatmin etmek için tekrar denize daldı. Su üstünde, kendisinin keşfettiği alana doğru yüzdü. Gerçektende burada, bir anormallik vardı.

      Denizin suyunun rengi, belki de kendisinden başka hiçbir kimsenin göremeyeceği bir durumdu bu, aniden farklılaşıyordu. Bu sefer deniz gözlüğünü ve tüpünü yanına almamıştı. Çünkü bu seferki dalışının asıl amacı deniz diyarını incelemek değil, iki dünyayı birbirinden ayıran bu sınırdaki farklılığı anlayabilmekti.

      Dalgıç, dudaklarını, daha koyu olarak gördüğü suya değdirdi. Diliyle dudaklarını sıvazladı. Evet, su tuzlu suydu. Daha sonra dudaklarını, daha açık ördüğü suya değdirdi. Bu seferki su tatlı suydu. Kaptan, denizlerle ilgili müthiş bir şey keşfettiğini anladı o an. Bu alanda tatlı su ile tuzlu su birbirine karışmıyordu. Bugün onun için çok güzel bir gündü. Keşfettiği bu alanı beynine iyice kazıdı; çünkü burayı unutmaması gerekiyordu, keşfinin kanıtlanmasında iyi bir örnek olacaktı.

      Teknesine çıktı. Kendisinin bulunduğu yere yakın olan bir arkadaşına doğru yol aldı.

      Kaptanın arkadaşı, evinde yemek hazırlıyordu. Yalnız bir insandı. Bütün ev işleriyle kendisi uğraşırdı onun için. Yemeğini hazırladıktan sonra küçük bir masada yemeye başladı. Bu sıralarda kapının zili çalındı. Kapıyı açtığında karşısında kaptanı gördü. Daha yeni dalış yaptığını anlamıştı; çünkü her nedense kurulanmamıştı.

      "Nedir bu halin kaptan, neden kurulanmadın?"

      "Bırak kurulanmayı, bugün çok özel bir gün."

      "Sofra hazır, gel ilk önce bir güzel karnımızı doyuralım, daha sonra bugünün neden güzel bir gün olduğunu konuşuruz."

      Kaptan üstüne baktı: "İzin verirsen şu üstümü bir değişeyim."

      "Tabi canım. Ben de bir tabak daha koyayım sofraya."

      Kaptan ıslak elbiseleri üzerinden çıkartarak kuruları giyindi. Heyecanla sofraya yaklaştı. Arkadaşı onu görünce: "Gel sofraya, biraz yiyelim. Dalıştan geliyorsun, acıkmışsındır."

      "Canım hiç yemek istemiyor. Biliyormusun bugün daldığım zaman denizlerle ilgili bir şey keşfettim."

      "Neymiş o keşfettiğin şey."

      "Yüzerken bir alandaki farklı renkteki deniz sularını gördüm. Bunları incelediğimde denizin tatlı suyu ile tuzlu suyunun birbiriyle karışmadığını buldum."

      Kaptanın arkadaşı bu sözleri duyunca gülmeye başladı.

      "Neden gülüyorsun."

      "Neden güleceğim. Bunu sen keşfetmedinki. Ben zaten bunu biliyordum."

      Kaptan şaşkınlaştı:

      "Nasıl olur, bunu ilk ben keşfettim, hem sen dalmıyorsun bile."

      "Tamam dalmıyorum. Zaten bunu dalarak öğrenmedim. Bir kitaptan okudum."

      "Nasıl olur. O kitap sende mi?"

      "Evet bende."

      "Görmek istiyorum. Lütfen göster bana."

      Kaptanın arkadaşı, kitaplığına gidip yeşil renkli bir kitap aldı. Bir sayfayı açtı ve kaptana gösterdi.

      "Evet" dedi kaptan, "gerçektende bu biliniyormuş. Bu kitabı hangi denizci yazdı?"

      Kaptan bu kitabı kimin yazdığını anlayabilmek amacıyla ön ve arka kapağı kontrol etti. Fakat bir bilgiye rastlayamadı. Arkadaşı ise kaptana bakıyor, kendini gülmekten alamıyordu.

      "Boşuna araştırma" dedi, "Bu kitap Allah'ın kitabıdır."
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      EY SONBAHAR

      Ey sonbahar
      Ey hüzünlü gözleri aşkın ve mevsimlerin
      Ne zaman geldin
      Güneşin üstüne düşen gölge

      Ey sonbahar
      Yalnız kadın
      Saltanatı dulluğun
      Aklından gelip geçen bütün yazlar
      Ayışığı kadar sadeydi
      Ayışığı kadar temiz
      Hatırladığın kış geceleri

      Şimdi ağzında renklerin bütün tadı
      Kızılın güneş tadı
      Mavinin su tadı
      Beyaz zambakların utanmaz tadı
      Hiçbir kuş barınamaz seninle
      Yüreğin en eski aşk kırgını

      Boş limonluklar, kurutulmuş elmalar
      Kayıp gider, ürperdikçe zeytin ağaçları
      Eylül böylece ayrılığın ve ölümün mührüdür
      Kaybolan zamanların
      Yaşayamadıklarımızın
      Bu çılgın oyun, hayatlar içinde
      Devinip duran
      Ortak bir düş salgını

      İşte aşkım
      İşte ruhum
      İşte ben
      Ey sonbahar
      Savrulup duruyoruz
      Rüzgarlarınla
      Yapraklarınla
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Karlı Dağın Gizemi

      Üç yıla yakın süredir, bir gün bile tatil yapmamıştım. Derken, umulmadık bir anda, iki hafta için kentten uzaklaşma olanağını elde ettim.Dağ karlar altındaydı; kiraladığım kulübeye büyük güçlükle çıkabildim. Ama, mavi gökte güneş pırıl pırıl parlıyor; kayaklarımın altında milyonlarca kar tanesi gevrek gevrek eziliyordu. Kendimi birden çok mutlu hissettim.

      Burada, tüm bu güzellikler arasında, yaşamın streslerinden uzak bir düş gibi kalmıştı. Geceleri ve sabahın erken saatleri çok soğuk oluyordu; fakat gündüzleri hava ılıktı. Saatlerce kayak yapıyor ya da kulübemin dışında güneş banyosu yapıyordum; yalnızlıktan bu denli zevk aldığımı hiç anımsamıyorum.

      Bir gece kar bastırdı; uzun karanlık, sonunda kurşunî bir sabaha yerini bırakınca o günü dinlenerek geçirmekten başka çarem olmadığını anladım. Aynı gün öğleden sonra, çok güçlü bir fırtına kulübeyi kırbaçlamaya başladı ve yine akşam oldu. Kulübenin keresteleri gıcırdıyor, rüzgar adeta bacadan içeri saldırmaya çalışıyordu. Bir keresinde, birinin seslendiğini duyar gibi oldum. Kapıyı açmaya yeltendimse de rüzgarın şiddeti beni odanın içine savurdu.

      Kar, birike birike pencere pervazına dek yükselmişti. İster istemez ateşin başına döndüm.

      - “Beni kimse çağırmış olamaz” diyordum; dışarıdaki cehennemde hiçbir insanın sağ kalamayacağı kesindi.

      Kulede üç gün boyunca kaldım. Dördüncü gün, masmavi gökte altın renkli bir güneş, sabahı müjdeledi. Fırtına, biriken karları, kulübenin önünden yanlara sürüklediğinden, dışarıya çıkıp temiz havayı bol bol ciğerlerime doldurabildim. Ortalık bembeyazdı ve kesinlikle sessizliği bozan tek bir ses yoktu. Kendimde tükenmeyecek bir güç hissederek kayaklarımı ayaklarıma geçirdim, ama ilerlemek kolay değildi; tozumsu karın içine gömüldüm. Birkaç saat sonra yorularak kulübeye dönmeye karar verdim.

      Dağın arkasında güneş batıyordu; altın rengi, kırmızıya çalmaya başlamış ve karın sonsuz beyazlığına pembe bir parıtlı vermişti. Kadını işte o zaman gördüm. Yanıma gelinceye dek, yakınlarda bir insan olduğunu fark etmemiştim bile. Birden genç ve güzel bir yüzle burun buruna gelince irkildim.

      Başında, Kuzey İtalya’da kimi kadınların kullandığı, siyah bir atkı vardı. İnce vücudunun üzerine kirli bir asker kaputu atmıştı. Siyah atkılı ayakkabılarına şaşkınlıkla baktım. Ayaklarında kayak olmadığına göre, bu kof ve derin karların üzerinde nasıl olup da saatlerce batmadan yürüyebilmişti? Üstelik hiç de yorgun görünmüyordu. Ama gözlerinde büyük bir kaygı okunuyordu. Hafif bir yabancı aksan ile bana dedi ki:

      - “Kulübenize dönünce, lütfen fenerinizi yakıp buraya getirir misiniz? Eşim Alfredo aşağıda ve yukarı çıkmaya çalışıyor. Işığınızı görürse, güç bulup çıkabilir belki.” Ona hâlâ şaşkınlıkla bakıyordum.

      - “Peki, kayaksız olarak buraya nasıl çıkabildiniz? Hem neden eşinizin yanından ayrıldınız?” diye sormaktan kendimi alamadım.

      - “Yardım getirmek için onu bıraktım. Ben dağı çok iyi bilirim, hiç de korkmam.”

      İçimde kadına karşı bir sempatinin uyanmakta olduğunu hissediyordum. “Kayaklarımın arkasına basın ve bana tutunun. Birkaç dakika içinde kulübeye varırız; siz orada dinlenip sıcak birşey içerken, ben gidip eşinizi ararım” dedim.

      Soğuk müthişti; biraz ısınmak için ellerimi çırpıyor ve vücudumu ovalıyordum. Gökyüzü daha şimdiden mürekkep gibi kararmıştı. Kadın kayaklarıma basarken, “Teşekkür ederim” dedi, ardından sırtımda küçük bir elin dokunuşunu hissettim.Fakat, kulübeye birkaç yüz metre kala, onun benimle olmadığını fark ettim. Dehşete düşerek seslenmeye başladım. Fakat bana yalnız, karla kaplı dağ yamaçlarından yankılanan kendi sesim yanıt verdi.

      Kulübede, kibriti çakıp fenerin fitilini tutuştururken ellerim titriyordu.Feneri kemerime bağladım ve yine dondurucu soğuğa çıktım. Fakat karşılaştığımız yere varıncaya dek her tarafa baktığım halde, kadına rastlamadım. Ayak izlerini bile göremedim.Şimdi, gökyüzünde ay çıkmıştı. Aniden, uzun bir zamandır çepeçevre dönmekte olduğumun farkına vardım. Kulübemin sıcağına kavuşmaya can atıyordum. Her tarafım uyuşmuş, kafam da dumanlanmıştı; kadının eşini bu arada tümüyle unuttuğumu itiraf edeyim.

      Derken, çok hafif bir ses duydum. Büyük bir çaba harcayıp dönerek dik yamacı son hızla indim. Yamacın eteğinde biri yüzüstü yatıyordu. Bu durumuyla hâlâ sesleniyor ve birşeyler mırıldanıyordu.Adam, kırksekiz saate yakın uyudu. Sonra, yine gözlerini açarak uzun uzun çevresine bakındı. Zayıf, ama genç bir sesle,

      - “Yaşamımı kurtardığınız için minnettarım” dedi.

      - “Daha fazlasını yapabilmeyi isterdim” diye karşılık verdim.

      - “Alfredo’sunuz, değil mi?”

      Adını bilmem onu şaşırtmadı; yalnızca başını eğmekle yetindi.Artık ona gerçeği söylemem gerekiyordu. Ona, eşine rastladığımı, benden ne yapmamı istediğini ve onu nasıl tekrar kaybettiğimi teker teker anlattım. Adam hiçbir şey söylemeden faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakıyordu.Neden sonra, başını duvar tarafına döndürerek acı acı ağlamaya başladı. Bu büyük acısı karşısında elimden bir şey gelemeyeceğini anlayarak kulübede onu yalnız bıraktım.Geri döndüğüm zaman, onu, ocağın yanında oturmuş, alevleri izlerken buldum. Bu kez sesi sakindi.

      “Dağın eteğinde, iki kayaktan yapılmış bir haç vardır” dedi.

      “Altı ay önce donarak ölen genç eşimi oraya gömmüştüm.”

      Bundan sonra uzun bir süre konuşmadık. İkimiz de bir mucizenin gerçekleştiğini ve bunun açıklanmasının olanaksız olduğunu anlamıştık.Gözlerim pencerenin dışına, dağın zirvesine takıldı. Batmakta olan güneş, buraya altın ve kırmızı renkte bir taç oturtmuştu sanki. Doğanın sonsuz güzelliğinin çerçevesi içinde aşkın tanığı olmuştum. Birden kendimi çok güçsüz hissettim.
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Dil susar bazen yürek konuşur

      Dil susar bazen yürek konuşur
      Bazen her şey söner karanlığa bürünür de,
      Sevgilinin gözlerinin parıltısı aydınlatır dünyanı.
      Dudaktan çıkan kelimeler donar da,
      Bir dokunus aşk sözcükleri olur sevgiliye söylenen.
      Güneş ulaştıramaz ışınlarını bedenine de,
      Bir bakışı olur sevgilinin seni ısıtan.
      Bazen kaybolursun yaşam yolunda da,
      İçten gelen tek bir gülüs tek bir gülümseme sana yol olur.
      Dedim ya,
      Bazen dil susar yürek konuşur
      En eski dildir bu sevenler arasında hissedilen
      Ve gözler, konuşan dili olur yüreğin
      Tek bir bakış ömrünü dolduran bir sözcük olur o an
      Gönülden gönüle ulasan en eski yoldur bu
      Sadece sevenlerin bildiği
      Sadece aşıktan maşuka ulaşan bir dildir bu
      Tek bir bakisin dünyanı doldurduğu
      Tek bir gulusun seni aşk sarhoşluğuna sürüklediği
      Tek bir dokunusun tenini yaktığı dildir. yüreğin dili...




      Gassan Satar
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA

      Yeni Bir Dünya

      Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri her şeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni fark etmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

      'Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!'

      Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler. 'Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan her şeyi gönderiyor.'

      Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle 'yolun sonu'na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

      Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:

      'Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir'

      Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

      'Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.' Ve eklemiş: 'Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.'

      'Ama ben gitmek istemiyorum' diye haykırmış kardeşi. 'Hep burada kalmak istiyorum.'

      'Elimizden gelen bir şey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.'

      'Bize hayat sağlayan kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?' diye cevaplamış öteki. 'Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu her şeyin sonu olacak.'

      Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş:

      'Hem, belki de anne diye birşey de yok!'

      'Olmak zorunda' diye itiraz etmiş kardeşi. 'Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?'

      'Sen hiç anneni gördün mü?' diye üstelemiş öteki. 'O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.'

      Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş.

      Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terk ettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.

      Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.


      Anthony de Mello
      Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir

      MEVLANA