Türk Sanatları

      Türk Sanatları

      EBRU

      Kitre gibi kıvamlaştırıcı maddeler katılarak yoğunluğu arttırılan suya serpilen boyalarla bir desen elde edilmesi, suyun üstüne kapatılan kağıda geçirilmesi sanatı. Sözcüğün aslının "bulut gibi", "bulutumsu" anlamlarına gelen Farsça ebri'den ya da abru "su yüzü" sözcüğünden geldiği kabul edilir. Ebrulu kağıttaki desenler gerçekten de yer yer bulutu andırır. Fransızlar bu desenlerin mermere benzeyen damarlarından ötürü ebru’ya papier marbre, İngilizler de marbled paper adını verirler. Araplar ise ebru yerine, damarlı kağıt anlamına gelen varakü'l-mücezza sözcüğünü kullanırlar. Ebru sanatının önce nerede ortaya çıktığı kesin olarak belli olmamakla birlikte , ilk kez Çin'de,Türkistan'da ya da Hindistan'da yapıldığını ileri sürenler vardır. İran kaynakları ilk ebruyu Hindistan'daki İranlıların Mir Muhammed Tahir adlı bir İranlı sanatçının yaptığı ebrulu kağıtları Hindistan'dan İran'a gönderilmesiyle ülkede ebru sanatının yaygınlaştığını belirtmişlerdir. Gene İran kaynaklarına göre ebru sanatı, İran'dan Anadoluya geçmiştir. XI. yüzyılın sonlarında Türkiye'ye gelen tüccarlar, diplomatlar ve seyyarlar bu sanatı Avrupa'ya taşımışlar ve adına "Türk Kağıdı" demişlerdir. İtalya, Almanya, Fransa ve İngiltere'de yaygın olarak kullanılmıştır. Osmanlı'da Ebru sanatı; İlk zamanlarda resmi devlet belgeleri ile çeşitli anlaşmaların yazıldığı, özellikle ince desenli kağıtların zemin olarak tercih edildiği bir kullanım alanı bulmuştur. Böylelikle, belge üzerinde tahrifatın önlenmeye çalışılmasıdır ki, bu da tıpkı günümüzdeki bank-not ve çek defterlerindeki fon desenlerinin silinti girişimlerini belli etmesi mantığına uymaktadır. Daha sonra Ebru sanatı, İslam sanatları arasında önemli bir yer tutmuştur. Türkler, İslamiyete çok yüce bir iman ile bağlandılar. Her konuda olduğu gibi, sanatın da hemen tüm dallarında "İLAHİ" güzellikleri ifade etmeye çalışmışlardır. Mimaride, müzikte, süslemede hep mistik güzelliklerin arayışı içinde olduklarını görmekteyiz. O dönemde (XI.yy-XIXyy) birçok tekkeler usta-çırak yöntemi ile öğrenci yetiştiren "sanat atelyeleri" haline gelmiştir.
      Resimler
      • ebru2.jpg

        12.06 kB, 0×0, 2,635 defa görüntülendi

      MİNYATÜR SANATI

      MİNYATÜR

      Kitap ressamlığı olarak da adlandırılan minyatür sanatı klasik Batılı resim sanatından farklı bir gelişim gösteren; ışık, gölge oyunları ve derinlik boyutunu önemsemeyen bir resim tarzıdır. Genellikle tarih ve edebiyat ile ilgili kitaplarda rastlanan minyatür sanatı için istanbul en önemli merkez olmuş ve bu sanat her zaman saray tarafından desteklenmiştir. Minyatür sanatı XVIII. yüzyıldaki Batılaşrna akımına dek önemli bir sanat olarak devam etmiş; klasik Batı resminin yaygınlaşmasıyla orjinalliğini ve önemini yitirmiştir. Bugün minyatürler sanat değerlen kadar belge değeri de taşımakta, bir çok müzede seçkin örnekleri sergilemektedir.
      Resimler
      • minyatur1.jpg

        10.6 kB, 0×0, 2,848 defa görüntülendi

      HAT SANATI

      HAT

      Yazıya estetik bir form kazandırılması ile oluşan hat sanatında istanbul her zaman önemli bir merkez olmuştur. Hat sanatı kitap yazılarında, duvarlara yazılan levhalarda, kubbe içlerinde, minarelerde, mezar taşlarında, çiniler de kullanılmıştır. Bu sanatla uğraşanlara "hattat" ismi verilmektedir. Padişahların imzası olan ve resmi belgelerde kullanılan tuğralar ise hat ile uğraşan ve "tuğrakeş" denilen sanatçılar tarafından hazırlanmıştır. Bugün Hat sanatının seçkin örneklerini müzelerde ve çok sayıda mimari yapıda görebilmek mümkündür.
      Resimler
      • hat3.jpg

        9.75 kB, 0×0, 2,739 defa görüntülendi
      ÇİNİ

      Cam ve cam eşyalarının tarihi, uygarlık tarihi kadar eskidir. Cam İslam mimarlığına "revzen" denilen alçı pencerelerle girmiş, kandil, bardak sürahi ve tabak gibi günlük eşyalarda geniş ölçüde kullanılmıştır. Cam işleri, XII. yüzyıl sonlarında "Memluk" ve "Eyyubi" dönemlerinde en parlak düzeye ulaşmıştır. "Selçuklu" ve "Artuklu" dönemlerinde ise, “şemsiye” denilen bombeli camlar üretilmiştir. Selçuklulardaki cam işlerinin son derece gelişmiş olduğu-az sayıda da olsa-kalan örneklerden anlaşılmaktadır. Konya Beyşehir Gölü kıyısında I. Alaaddini Keykubat’ın yaptırdığı "Kubadabad Sarayı" kazılarında mavi, yeşil, kahverengi, mor, sarı renkli yuvarlak veya bombeli pencere camları, renkli kadehler, şişe ve tabaklar bulunmuştur. Bu örneklerden Selçukluların cam işlerini hem elde, hem de çarkta yaptıkları anlaşılmaktadır. Oyma, kesme ve perdahlama teknikleriyle, camlara desen vermişlerdir. Osmanlılar döneminde ise, yeni usluplar geliştirilerek, cam işçiliği büyük ilerleme göstermiştir. İstanbul Bostancı Ocağı’nın bir kolu olarak Camcılar Ocağı kurulmuştur. Camcı esnafı Osmanlılar döneminde sağlam bir örgütlenmeye sahipti. "Camgeran" denilen camcı ve şişeci esnafının diğer loncalardaki gibi nazır, kethüda, nakib, çavuş, yiğitbaşı, duacı ve sahib-i karhane denilen atölyeleri olan ustaları vardı. Bunlar üretim kalitesini ve fiatları kontrol ederler, belli koşullara uymayan üretimler, nazır tarafından kırılarak işleyen ustalar cezalandırılırdı. Cam takan, cam satan esnaf ise, doğrudan "mimarbaşıya" bağlı blunuyordu. Cam atölyeleri Eğrikapı’da "Tekfur Sarayı" çevresinde toplanmıştı. Bakırköy "Baruthane-i Amire” çevresinde ise, parlatma atölyeleri, camhane, güherçile kazan ve ocakları bulunuyordu. Kanuni Sutan Süleyman Han’ın "Rodos Seferi" sırasında, Osmanlılar camdan yapılmış humbaralar kullanmıştır. III. Murat Han’ın oğlu Şehsade Mehmet’in sünnet düğününü anlatan Surname-i Hümayun’daki minyatürlerde çeşitli sanat kollarını temsil eden loncaların Sultanahmet Meydanı’ndaki geçidinde camcı esnafına da yer verilmişti. Türk mimarlığında camın geniş uygulama alanı bulduğu revzenler, hem alçı, hem cam sanatı açısından büyük önem taşırlar. Başta "Topkapı Sarayı" , "Süleymaniye" , "Mihrimah" , "Rüstem Paşa" ve "Sultan Ahmet" gibi büyük camilerde.
      Resimler
      • cini2.jpg

        12.81 kB, 0×0, 3,101 defa görüntülendi

      CİLT SANATI

      CİLT

      Bu günkü anlamda kitap oluşumu balmumunun yazı yazılacak malzeme olarak kullanılması ile başlar. Balmumu zaman içinde iki farklı şekilde kullanılmıştır. Birincisi, tablet gibi kullanılan ağaç levhalar üzerine dökülen balmumu levhalardır (M.Ö.1.yy). İkincisi ise ağaç çerçevelerin içerisine dökülen ve her iki yüzeyinin de kullanıldığı balmumu levhalardır. Bu çerçeveler birbirine deri şerit ve iplerle bağlanmışlardır. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkışı ile gelişmeye ve genişlemeye başlayan İslam medeniyeti, bu kültürün yayılabilmesi ve İslamiyet’in daha iyi öğrenilmesi gayesi ile, hem Kûr’an-ı Kerim’i hem de Kûr’an-ı Kerim’i açıklayan tefsirler yazılmıştır. Elbette ki bu yazılanların korunması büyük bir önem arz ediyordu. İslam dönemine ait en eski yazma eser Mısır ve Tunus’ta bulunmuştur. Bu parşömen yazmalar Tolunoğlu dönemine ait olabilir (M.S. 868-905). Bu eserlerin kapaklarında da Kopt ciltlerine benzer süslemeler mevcuttur. Geometrik ve dairesel çizgilerin yanı sıra, yıldız motifleri, noktalar da kapaklar üzerindeki süslemelerdendir. Daha sonraki yıllar süslemede kullanılan desenlerin gelişimini sağlamıştır. Geometrik desenlerin içerisine bitkisel kökenli motifler yerleştirilmiştir. Orta Asya’da Alfred von Lacog‘un Turfan şehri Karahoça’da yaptığı arkeolojik bir kazı çalışmasında bulduğu iki adet cilt kapağı ile ciltçilik tarihinde yeni tartışmalar başlamıştır. Yapılan incelemelerden sonra bu cilt parçalarının VII .yüzyıl Uygur Türkleri'ne ait olması gerektiğini belirtmiştir. Bulunan bu ciltler, Doğu Türkistan’da, Mani dinini kabul eden Uygur Türkleri'ne aittir. Doğu Asya, Çin üslubundaki tomarlar, alt üst tahta kapaklı ve üstten alta geçirilen sicimin tahtaların dışında düğümlenmesiyle elde edilen ciltler ve dikişli formaya geçirilmiş deri ciltlerdir. Fatimiler ve Büyük Selçuklular'la birlikte cilt sanatı gelişmiş ve devam etmiştir. Anadolu Selçukluları, Memluklar, XV.yüzyıldan itibaren de İlhanlılar ve Karamanoğulları başta olmak üzere bu süreç Anadolu Beylikleriyle devam etmiştir. Ayrıca, buradan da Osmanlı cilt sanatına geçiş sağlanmıştır. XV. yüzyıl Memluk ciltçiliği ile Osmanlı Ciltçiliği arasında büyük benzerlikler vardır. Bu yüzyılda diğer bölgelerde Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular tarafından üretilen güzel ciltler bulunmaktadır. Türk-İslam ciltleri dört parçadan oluşur. Kitabın başlangıç yönü olan sağ taraftaki kapak, sağ kapak (üst kapak), kitabın solundaki yani bitiş yönündeki kapak sol kapaktır(alt kapak). Sol kapağa, sertap ve miklep eklenir. Türk kitapçılık sanatları, birçok sanatları içinde barındıran bir çalışmalar bütünüdür.
      Resimler
      • cilt2.jpg

        6.38 kB, 0×0, 2,672 defa görüntülendi

      TAŞ İŞLEMECİLİĞİ

      TAŞ İŞLEMECİLİĞİ

      istanbul'da taş işlemeciliği yapıların beden duvarı, cami, minare ve minberleri, kapı, sütun, çeşme, havuz ve mezar taşlarında sıklıkla kullanılmıştır. Taş işlemeciliği, estetik dışında mimarinin sağlamlık ve bütünlüğüne de katkıda bulunan bir unsurdur, işlemecilikte her cins kullanılmakla beraber mermer ve küfeki cinslerine daha çok ağırlık verilmiştir.
      Resimler
      • saat.jpg

        12.32 kB, 0×0, 2,474 defa görüntülendi

      AHŞAP İŞLEME ve SEDEF

      AHŞAP İŞLEME ve SEDEF

      Esfei bir Türk sanatı olan ahşap oymacılığı sütun, kapı, pencere kapağı gibi mimari öğelerde ve Kur'an muhafazası, sandık, sehpa gibi eşyaların üretilmesinde farklı tekniklerde kullanılmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren ahşap üzerinde bağa, fildişi, kemik, sedef aplike edilerek obje üretilmesi yaygınlaşmıştır. Sedef kakmacılığı özellikle saray mimari ve eşyasında sıklıkla kullanılmıştır. Özellikle Topkapı Sarayı, Mihrimah Camii, Ayasojya Camii içinde yer alan Sultan III, Murad'm Türbesi, Beylerbeyi Camii ve Sultan Ahnıed Camn'nde sedef kakmacılığın eşsiz eserleri yer almıştır.
      Resimler
      • ahsap.jpg

        9.11 kB, 0×0, 2,692 defa görüntülendi

      CAM İŞÇİLİĞİ

      CAM İŞÇİLİĞİ

      Cam ve cam eşyalarının tarihi, uygarlık tarihi kadar eskidir. Cam İslam mimarlığına "revzen" denilen alçı pencerelerle girmiş, kandil, bardak sürahi ve tabak gibi günlük eşyalarda geniş ölçüde kullanılmıştır. Cam işleri, XII. yüzyıl sonlarında "Memluk" ve "Eyyubi" dönemlerinde en parlak düzeye ulaşmıştır. "Selçuklu" ve "Artuklu" dönemlerinde ise, “şemsiye” denilen bombeli camlar üretilmiştir. Selçuklulardaki cam işlerinin son derece gelişmiş olduğu-az sayıda da olsa-kalan örneklerden anlaşılmaktadır. Konya Beyşehir Gölü kıyısında I. Alaaddini Keykubat’ın yaptırdığı "Kubadabad Sarayı" kazılarında mavi, yeşil, kahverengi, mor, sarı renkli yuvarlak veya bombeli pencere camları, renkli kadehler, şişe ve tabaklar bulunmuştur. Bu örneklerden Selçukluların cam işlerini hem elde, hem de çarkta yaptıkları anlaşılmaktadır. Oyma, kesme ve perdahlama teknikleriyle, camlara desen vermişlerdir. Osmanlılar döneminde ise, yeni usluplar geliştirilerek, cam işçiliği büyük ilerleme göstermiştir. İstanbul Bostancı Ocağı’nın bir kolu olarak Camcılar Ocağı kurulmuştur. Camcı esnafı Osmanlılar döneminde sağlam bir örgütlenmeye sahipti. "Camgeran" denilen camcı ve şişeci esnafının diğer loncalardaki gibi nazır, kethüda, nakib, çavuş, yiğitbaşı, duacı ve sahib-i karhane denilen atölyeleri olan ustaları vardı. Bunlar üretim kalitesini ve fiatları kontrol ederler, belli koşullara uymayan üretimler, nazır tarafından kırılarak işleyen ustalar cezalandırılırdı. Cam takan, cam satan esnaf ise, doğrudan "mimarbaşıya" bağlı blunuyordu. Cam atölyeleri Eğrikapı’da "Tekfur Sarayı" çevresinde toplanmıştı. Bakırköy "Baruthane-i Amire” çevresinde ise, parlatma atölyeleri, camhane, güherçile kazan ve ocakları bulunuyordu. Kanuni Sutan Süleyman Han’ın "Rodos Seferi" sırasında, Osmanlılar camdan yapılmış humbaralar kullanmıştır. III. Murat Han’ın oğlu Şehsade Mehmet’in sünnet düğününü anlatan Surname-i Hümayun’daki minyatürlerde çeşitli sanat kollarını temsil eden loncaların Sultanahmet Meydanı’ndaki geçidinde camcı esnafına da yer verilmişti. Türk mimarlığında camın geniş uygulama alanı bulduğu revzenler, hem alçı, hem cam sanatı açısından büyük önem taşırlar. Başta "Topkapı Sarayı" , "Süleymaniye" , "Mihrimah" , "Rüstem Paşa" ve "Sultan Ahmet" gibi büyük camilerde. XVIII. yüzyılda "Mehmet Dede" adında bir Mevlevi dervişi, İtalya’ya giderek cam işçiliği üzerinde çalıştıktan sonra, İstanbul Beykoz’da kurduğu cam atölyesinde ürettiği “Beykoz İşi" diye adlandırılan ve ışığa tutulduğu zaman kırmızı rengi yansıtan billur kase, sahan, bardak, kupa, şişe, laledan ve gülabdanlar büyük ün salmıştır. 1848’de Sutan Abdülmecit Han’ın emriyle Paşabahçe’de büyük bir atölye kurulmuştur. Çubuklu’da da “çeşm-i bülbül” denilen cam eşyalar üretilmiştir. Çeşm-i bülbüller bir şerit cam, bir şerit seramik esaslı maddenin düşük sıcaklıktaki fırınlarda uzun süre bırakılarak kaynaştırılmasından elde edilmiştir. Geniş şeritleri, Türk zevkine uygun biçimleri ve kendine özgü özellikleriyle Avrupa’da üretilen benzerlerinden ayrılırlar.
      Resimler
      • camisleme.jpg

        11.26 kB, 0×0, 8,002 defa görüntülendi

      Ortaoyunu

      Ortaoyunu, doğaçlamaya dayanan geleneksel bir Türk halk tiyatrosudur. Bazı tiyatro bilim adamlarına göre ortaoyunu, Karagözün sahneye çıkmış halidir. Gerçekten de gerek konuların, gerek tiplerin, gerekse oyunun işlenişindeki benzerlikler, oyun dagarcığı, güldürme yöntemleri, kuruluşu bakımından bu iki oyun arasında öylesine bir yakınlık vardir ki, ikisi ayni zamanda çıkamayacağına göre, birinin ötekinden çıktığına inanmak zorunda kalırız.

      Ortaoyununun temel tipleri kavuklu ve pişekardır. kavuklu, karagöz oyunlarındaki hacivatın ; pişekar ise karagözün karşılığıdır. kavuklu da karagözdeki hacivat gibi kentli insanı simgeler. pişekar ise; pişe-pişmek ve kar sözcüklerinden de anlaşılacağı üzere, pişirerek kar-kazanç sağlayan, fırıncı cinsinden, kenar mahalle esnafı türünden, kentli orta sınıfın temsilcisidir. kavuklu ise soylu sınıfın üyesidir. ortaoyununun diğer tipleri de karagöze çok benzer. tuzsuz deli bekir in yerini burada efe almıştır. matizin(esrarkeş) yerini kambur ya da cüce almıştır. bölgesel tipler: karadenizli, rumelili, çerkez, kürt, arap yerlerini korumuştur. azınlık tipleri olan rum, ermeni, yahudi de karagözden aynen alınmıştır.

      Türk'lerin karagöz,kukla gibi cansız,meddah gibi tek anlaticili sözlü seyirlik oyunlari yaninda canli oyuncularla oynanan en bellibasli geleneksel tiyatrosu olan ortaoyununun kaynagina ve adina iliskin çesitli görüsler vardir.bunlardan en yaygini oyunun,ortada,halk arasinda oynandigindan bu adi aldigidir.bunun yani sira,yalnizca yer açisindan degil,oynandigi zaman bakimindan da bu adin verilmis olabilecegi,baska gösteriler arasına konmus oyun anlamına geldigi de savunulur.ortaoyununun comedia dell'arte'ye benzerliginden yola çikarak italya'dan venedik ve cenevizliler yoluyla geldigini,türkiye'de buna arte oyunu dendigini ve bunun giderek ortaoyununa dönüstügünü öne süren kaynaklar da vardir.xv. ve xvi. yy.'larda 2.Beyazıd zamanında ispanya ve portekiz'den Osmanlı'ya göç eden seferad yahudilerinin 'in İstanbul'da auto adiyla sergiledikleri oyunlari kaynak gösterenler yaninda ortaoyunuyla yeniçeri ortalari arasinda iliski kuran arastirmacilara da rastlanmaktadir.bunlar yeniçeri ortalarinda bu tür oyunlar sergileyen topluluklarin bulunmasi nedeniyle oyunun ortaoyunu adini aldigini ileri sürerler.

      ortaoyunu denilebilir ki batı tarzı tiyatroya seçenek olabilecek tek özgün tiyatro türümüzdür. öz ve biçim açısından tamamen bizim ülkemize özgü, bizim topraklarımıza aittir. yerli yazarlarımız için, özellikle ulusal türk tiyatrosu ülküsündeki yazarlarımız için ortaoyunu eşsiz bir kaynaktır. ortaoyunu günümüzde otantik olarak yaşama şansını yitirmiştir. günümüzde yazarlarımız bu kaynaktan yararlanarak yeni eserler üretmekte, ortaoyununu dolaylı olarak yaşatmaktadırlar. oysa bazı tiyatro bilim adamlarına göre ortaoyunu günümüze kadar kesintisiz olarak gelebilse, kesintisiz olarak gelişim sürecini yaşamış olsaydı, bugün ne batı ne doğu tiyatrosu olmayan ama ikisinden de yararlanan, bize özgü, özgün, sentez bir türk tiyatrosu yaratılabilecek idi. ortaoyununun kesintiye uğramasına, bir başka deyişle ölmesine ise trajik bir paradoksla osmanlı aydınlarının neden olması büyük bir şanssızlıktır. hızla batılılaşma özlemi içindeki Osmanlı yazar, aydın, edebiyatçı ve çevirmenleri batı tarzı tiyatroyu osmanlıda tesis etmek için olanca güçleri ile çalışmışlar, avam eğlencesi olarak küçümsedikleri karagöz ve ortaoyununa hak ettiği ilgiyi göstermeyerek onu unutulmaya terk etmişlerdir. bu aydınların tek istisnası ise Musahipzade Celal'dir. ortaoyunundan yararlanan, etkilenen, yeniden yorumlayan yerli yazarlarımız için Mushipzade Celal' in, Haldun Taner in, Oktay Arayıcı 'nın, Aziz Nesin'in, Turgut Özakman'ın, Ferhan Şensoy'un ve Sadık Şendil'in oyunları örnek gösterilebilir.

      ortaoyununun en önemli özelliği,doğaçlamaya dayanmasıdır.oyuncular belli metne göre değil,verilen konuya göre sözlerini ve davranışlarını belirleyebilmektedir.tiplemeleri,konuları ve oynanış biçimi karagözle büyük benzerlik gösterir.gölge oyunundaki karagöz ve hacivat'ın yerini,ortaoyununda kavuklu ve pişekar almıştır.bütün oyunun çatısı, gerilimi bu iki kişinin karşıtlığında,aralarındaki çatışmada gelişir.ahmet rasim pişekar ve kavuklu'yu şöyle tanımlar:
      ''oyunda en ziyade mahareti olması ve oyunu idare etmesi lazım gelen pişekar görünür yani rejisör çıkar.pişekar akıllı,salih,işgüzar,rehber,tecrübeli ve yaşlı bir tiptir.kavuklu,oyunun ser-komiğidir.her şey,her entrika,her sürpriz onun mizahıyla açılır.kavuklu mütecahil,müteami,mütelaşi ve mütebessim geçinmek suretiyle pişekar'ı uğraştıra uğraştıra en sonra oyuna münasib olan bir tekerleme,bir monolog ile maksadını izah ederek prelüdü bitirir…''

      ortaoyunu, otantik alanda,ortada, genellikle kahvelerin bahçelerinde, yenidünya adı verilen bir paravan dekor, incesaz çalan bir müzik ekibi ve çeşitli tipleri canlandıran oyuncularla oynanırdı. ortaoyunun batı tarzı tiyatroya göre tek dezavantajı oyuncuların karakter niteliğinden yoksun "tip" ler olmasıdır. doğu tiyatrosuna benzerliği ise onun teatral – göstermeci doğasından ve oyunun sık sık yabancılaştırma benzeri etmenlerle kesintiye uğratılarak "oyun" yönünün anımsatılmasıdır. batı tarzı tiyatroda, dram oyunlarında, ortaoyunundaki göstermeci tarzın aksine, benzetmeci üslup hakimdir. benzetmeci üslupta, sahnedeki oyun bütün ayrıntıları ile hayata benzetilmeye, doğal hayat olanca naturalliği ile sahneye aktarılmaya çalışılır. göstermeci üslupta ise hayatı benzetmek değil, göstermektir amaç. bu nedenle göstermeci üslup, teatral olana, çeşitli mecazlara, simge ve sembollere, çarpıtmalara, kaba ve grotesk figürlere, abartılara, karikatürleştirmeye baş vurur.

      ortaoyunu oyunlarının birbirine çok benzer, yalın bir çatısı vardır. genellikle kavuklunun kiraya verdiği bir konak, bir ev, bir işyeri vb. vardır ve burayı kiralama işini pişekar üstlenir. kiralanan mekanın yeni sahibi ve pişekar çoğu sahnede yer alırken azınlık ve bölgesel tipler teker teker sahneye girerek adeta bir resmi geçit şeklinde ve genellikle kiracı adayı ya da kiracının aşığı ya da akrabası olarak oyundaki yerlerini alırlar.

      ortaoyunu fasıl dağarcığı yönünden de gölge oyununa benzer.konular oldukça zengindir.günlük yaşam,olaylar,masallar,efsaneler,eski halk öyküleri vb. çok değişik malzeme,oyun konularını oluşturur.
      ortaoyunu başlıca öndeyiş,söyleşme,tekerleme,fasıl ve ve bitiş bölümlerinden oluşur.öndeyiş bölümünde zurna pişekar havası çalar,pişekar maydana gelir,iki eliyle dört bir yanı selamladıktan sonra zurnacıyla kısa bir konuşma yapar.buradan sonra zurna genel olarak kavuklu havası çalar ve kavuklu ile kavuklu-arkası gelir.çoğukez kavuklu ile kavuklu-arkası,pişekar'ı birden görünce korkarlar,korkudan yere,birbirlerinin üstüne düşerler.bundan sonra oyunun ikinci bölümü olan pişekar ile kavuklu arasındaki söyleşme gelir.söyleşme bölümü oyunun en ustalık isteyen bölümüdür.kavuklu ile pişekar arasında bir çene yarışıdır.söyleşme bölümü iki kesimde olur:önce,karagöz muhaveresine benzeyen,söyleşenlerin birbirleriyle tanıdık çıkması,birbirlerinin sözlerini ters anlaması gibi güldürücü bir söyleşme ki buna ''arzbar'' denir;sonra da tekerleme denilen,karagöz muhaverelerinde de kimikez raslanılan,fakat ortaoyununa özgü bir söyleşme.tekerlemelerde kavuklu,pişekar'a başından geçmiş gibi,olmayacak bir olayı anlatır.pişekar da bunu gerçekmiş gibi dinler,sonunda da bunun düş olduğu anlaşılır.tekerleme sona erip bunun bir düş olduğu anlaşıldıktan sonra fasıl denilen asıl oyuna geçilir.bu bölümde belli bir olay canlandırılır.çoğukez,kavuklu iş aramaktadır,tekerleme sonunda pişekar bu işi ona bulur.fasıldan sonra çok kısa bir bitiş bölümü gelir.oyunu bitirmek gene pişekar'a düşer.seyircilerden özür diler,gelecek oyunun adını ve yerini duyurur.
      ortaoyunu,''palanga'' ya da ''meydan'' adı verilen alanda oynanır.erkekler ''mevki'',kadınlar ''kafes''denilen yerlerden oyunu izlerler.başlıca dekoru ev,dükkan vb. yerleri simgeleyen,yeni dünya ve dükkan adlı çift katlı,iki kafes paravana oluşturur.yeni dünya ve dükkan arasında boy bakımından fark olduğu gibi görevleri de değişiktir.bunlar ortaoyunu dağarcığının hemen bütün fasıllarında raslanılan ikili olaylar dizisinin gereçleridir.hemen her fasılda kavuklu'nun bir iş araması ve iş sahibi olmasıyla iş yerinde çalışması için dükkan,zennelerin mahallede bir ev aramaları için ev yani yeni dünya gerektir.ortaoyununun en önemli öğelerinden biri de pişekar'ın elinde tuttuğu iki dilimli,birbirine çarpıldığında ses çıkartan şakşaktır.bu ,pişekar'ın oyunu ve oyuncuları yöneten kişi olduğunun belirtisidir.pişekar bununla oyunculara görevlerini hatırlatır;çeşitli sesler çıkartır;sırasında oyuncalara vurarak ya da çeşitli hareketler yaparak güldürü öğesi oluşturur.kimi zaman izleyicilerin dikkatini toplamak için de şakşağı kullanır.ortaoyununun da,karagöz'de olduğu gibi,kendine özgü bir argosu vardır.

      ortaoyununun bir başka ilginç yönü, tıpkı shakespeare zamanında shakespeare in oyunlardaki kadın rollerini sesi ince oyuncuların oynaması gibi osmanlı zamanında bu oyunlarda kadın rollerini zenne adı verilen erkek oyuncuların oynamasıdır.
      aşağıdaki iki kaynaktan derlenmişitir, verilen bilginin internete taşınma onuru ve hataları site sahiplerine aittir:
      tiyatronline.com/ortao.htm
      geocities.com/ayakkokusu/

      ayrıca çok daha geniş açıklama için:
      tiyatronline.com/yinceleme9-5.htm
      sozluk.sourtimes.org/show.aspt=ortaoyunu&nr=y&pt=orta+oyunu
      bir örnek:
      "(pişekar kenardadır. zurna kavuklu havası çalar. kavuklu gelir.)
      kavuklu: yürü, yürü karşına hamam çıkacak dediler, bu mefta çıktı.. dur şunu bir okuyayım.
      ey benim ruhi revanım
      zannetme ki sultan süleymanım
      tersane i amire de
      ocakçı süleyman ım
      tarihi vefatı binüçyüzaltıbozuk.
      pişekar: vay efendim.
      kavuklu: ayy.. bir şey mi söyledin?
      pişekar: uğurlar olsun diyorum.
      kavuklu: eyvallah da sana ne?
      pişekar:aman efendim, ne demek bana ne? aşinalık etmek mutadımdır.
      kavuklu: ya demek her gördüğün mundara aşılanırsın.
      pişekar: ah ne yanlış telakki ili gözüm. demem o değil.
      kavuklu: ya ne?
      pişekar: yani gözüm sizi ısırıyor.
      kavuklu: hoşt, hoşt cübbemi yırtacak.
      pişekar: yanlış anladınız. maksadım size ikaz etmek.
      kavuklu: ağzını topla ben kaz değilim.
      pişekar: gene yanlış anladınız. sizi tanıyorum da bir türlü çıkaramıyorum.
      kavuklu: çıkaramazsın.
      pişekar: neden a canım?
      kavuklu: ben iyice bataktayım. çekil yolumdan da gideyim. benim derdim bana yeter.
      pişekar: ah, ne dediniz, ne güzel bir beyittir o..
      benim derdim bana yeter
      bir dert de sen katma bülbül.
      kavuklu: bülbül mü? seni fena yaparım ha.
      pişekar: kızmayın efendim, sizi tanıdığımı anlatmak istiyorum. ama işe nerden başlayayım?
      kavuklu: karşımda böyle bostan korkuluğu gibi dikilirsen ben başlayacağım.
      pişekar: sinirden hemen köpürüyorsunuz neden?
      kavuklu: köpürürüm tabii. sabahleyin kahvaltıda iki kalıp sabun yedim.
      pişekar: hiddetinizi bırakın da isminizi bağışlayın.
      kavuklu: olmaz.
      pişekar: neden?
      kavuklu: ismimi sana bağışlarsam ben adsız kalırım.
      pişekar: gene yanlış anladınız. (bağırır) senin ismin ne ulan denmez de.. nezaket icabı adınız bağışlar mısınız efendim denir. adınız ne?
      kavuklu: çattık belaya.. hamdi..
      pişekar: nerenin hamdisi?
      kavuklu: bostancının hamdisi. bir yiyen bir daha yiyor çiçeği burnunda. bak ne kadar körpe?
      pişekar: ah.. ahh... dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur.. ah.. tanrım herkesi sevdiğine kavuştursun.
      kavuklu: ne muradın varsa versin efendim. (dilenir)
      ...............
      pişekar: ne yapıyorsun?
      kavuklu: iyiyim sen ne yapıyorsun?
      pişekar: ben sizi bulmaya çalışıyorum.
      kavuklu: hah şimdi de saklambaç oynuyoruz.
      pişekar: değil a canım yeni adınız öğrendim. hamdi.
      kavuklu: evet hamdi.
      pişekar: peki..? nasıl hamdi?
      kavuklu: zeytinyağlı hamdi.
      pişekar: nasıl olur efendim?
      kavuklu: ben pişirdim güzel oluyor? sen de bir tadına bakıver istersen. (kafasını uzatır)
      pişekar: hay allah müstakını versin. zeytinyağlı hamdi olur mu hiç?
      kavuklu: zeytinyağlı ayşe olur da, hamdisi neden olmasın?
      pişekar: efendim insanın bir soy ismi yok mudur?
      ……………
      kavuklu: öyle söylesene.. elbette vardır.
      pişekar: gördün mü nasıl anlaştık. ben de onu soruyorum. sizinki ne?
      kavuklu: tamam ben de onu söyliyorumç benimki yok.
      pişekar: hamdi yok.
      kavuklu: çattık belaya. hamdi yok değil. sade hamdi.
      pişekar: haa.. hamdi sade.
      kavuklu: hoppala değil yahu. yani sipsivri hamdi. öf be sipsivri değil.. hamdi yuvarlakça.
      pişekar: evet.. hamdi yuvarlakça.
      kavuklu: tanrım sen sabır ver.. ne lakırdı anlamaz adamsın. yalnız hamdi.
      pişekar: vah vah. hamdi yalnız, demek.
      kavuklu: şimdi oynatacağım.. hamdi.. bayağı hamdi..
      pişekar: (suratını ekşitir) iıhh hamdi bayağı.
      kavuklu: bana bak gırtlağını sıkarım ha!
      pişekar: hiddet buyurmayın. boyunuzu, sopunuzu iyice öğrenmek istedim.
      kavuklu: soyum sopum yok. çekil yolumdan.
      pişekar: soyunuz sopunuz olmaz olur mu efendim? sizi bu dünyaya kim getirdi?
      kavuklu: kimse getirmedi.. ben kendim geldim.
      pişekar: nasıl geldin?
      kavuklu: sora sora geldim.
      pişekar:hamdi efendi latifeyi bırakın, sizi kim getirdi dünyaya?
      kavuklu: anamın işi vardı halam getirdi.
      pişekar: senin ananın, babanın, amcanın, dayının, halanın, ailenin.. soyu sopu yok mu?
      kavuklu: haa.. sonunu iyi bağladın yoksa halin haraptı.. var.
      pişekar: hah, bak işte varmış. söyle bakalım. babanız kim? ne iş yapar?
      kavuklu: şimdi de nüfusumu çıkartacak. yahu sana ne bundan?
      pişekar: sana ne olur mu a canım, sizi tanıyorum ben.
      kavuklu: öyle mi?
      pişekar: evet. nerede oturuyorsunuz?
      kavuklu: aksaray da.
      pişekar: aksarayın neresinde?
      kavuklu: beyazıt a gel.
      pişekar: geldim.
      kavuklu: oradan aşağı kendini koyuver.
      pişekar: niye koyuvereyim?
      kavuklu: koyuver ki aşağıda suratının hayrını göresin.
      pişekar: oldu mu ya?
      kavuklu: seni kestirmeden götürüyorum.
      pişekar: sonra.
      kavuklu: aksaray da valide camini geç.
      pişekar: geçtim.
      kavuklu: sağa sap.
      pişekar: saptım.
      kavuklu: yürü yürü yürü yürü.
      pişekar: birader beni o kadar yürütme.
      kavuklu: niye?
      pişekar: benim kalbim var.
      kavuklu: benim de dalağım var. boş ver.. biraz daha yürü bir çeşmeye geleceksin.
      pişekar: çeşmenin neresinde?
      kavuklu: yalağın içine bak. serinlemek için içine girmiş olabilirim.
      pişekar: olur mu canım, sonra..
      kavuklu: çeşmenin karşısındaki şekerciye gir.
      pişekar: şekercinin neresinde?
      kavuklu: akide kavanozunun içinde.
      pişekar: anlamadım.
      kavuklu: yahu sana aksaray daki şekerci sokağından bahsediyorum.
      pişekar: hamdi efendi.. latifeyi bırakıp şöyle bir yüzüme bakar mısn?
      kavuklu: anlamadım, nasıl yani?
      pişekar: şöyle gözümün içine bir bakar mısın?
      kavuklu: bakayım efendim.
      pişekar: gözümde tanıdık bir nokta gördünüz mü?
      kavuklu: sen de kulağıma bak.
      pişekar:orada ne var?
      kavuklu: aksaray karakolu.
      : pişekar tuuuu.. tuuuu.. puuuu..
      kavuklu: şimdiden islim koyuvermeye başladı.
      pişekar: şimdi tanıdım sizi.
      kavuklu: ya tanıdın demek.
      pişekar: kurşuncu habibe nin oğlu, hamdi değil misin? babanda nalbant mustafa.
      kavuklu: kimbilir seni kaç kere nallamıştır?
      pişekar: bir yaşıma daha girdim.
      kavuklu: herhalde altmış olmuşsundur.
      pişekar: sen beni nasıl tanımazsın? ismail, küçük ismail.. çocukluk arkadaşın.
      kavuklu: ismail.. ismailciğim.. sahi sen misin? vah kardeşim sana neler olmuş bayağı değişmişsin?
      pişekar: zaman eskitti beni. valide peder hayatta mı?
      kavuklu: evet ikiside ayakta.
      pişekar: oh.. oh.. güle güle otursunlar.
      kavuklu: yer yok ki nereye otursunlar?
      pişekar: ne oturması hamdiciğim sağ mı demek istiyorum.
      kavuklu: nerede efendim göçtüler.
      pişekar: ya demek taşındılar.
      kavuklu: evet kira fazla geldi, gittiler. yahu öldüler be..
      pişekar: ya demek sizlere ömür hiç duymadım.
      kavuklu: çok habersiz geldi."
      Resimler
      • orta3.jpg

        8.23 kB, 0×0, 2,956 defa görüntülendi
      Eski Türk Halıları - Halı ve Kilimin Tarihçesi

      Türklerin daha Hunlar devrinde, Milattan önceki yıllarda çok gelişmiş "Gördes" düğüm'lü halı tekniğine sahip oldukları Altay dağları eteklerinde, Güney Sibirya, Pazırık kurganları kazılarında ele geçen eşsiz halı ile belli olmaktadır. Fakat daha sonra Doğu Türkistan'da Lop gölü batısında Lou-Lan'da 1906-1908'de Aurel Stein, Tarım nehri kuzeyinde Kuça yakınında Kızıl'da bir mabette 1913'te A. von Le Coq tarafından bulunan tek argaç üzerine basit düğüm tekniği ile yapılmış ve 3. ve 6. yüzyıllardan kalma küçük parça halılara kadar ara'da bir boşluk vardır. Belki de bu kadar uzun zaman içinde Pazırık halısının yüksek tekniği unutulmuş, yeniden bulunan çok basit bir düğüm tekniği ile halı sanatında ikinci bir devir başlamıştır.

      İslamlık devrinde Abbasilerden kalma geometrik örnekli halı parçaları arasında yine Doğu Türkistan düğüm tekniğine uygun olarak yapılmış bazıları Fustat (Eski Kahire)'ta ele geçirilmiştir.


      10. yüzyılda Buharada ve Batı Türkistan'ın diğer merkezlerinde eskiden olduğu gibi halı yapıldığı ve bunların diğer ülkelere ihraç edil'diği kaynaklardan bilinmektedir. 13. yüzyıl başlarında Moğollar'ın tahribine kadar bu durum devam etmiştir.

      Kahire İslam Sanatı Müzesi'nde Fustattan gelme, Gördes düğümlü ve kırmızı zemin üzerine Palmet motifi bir yün halı parçası son yıl'larda Johanna Zick-Nissen tarafından titizlikle incelenerek bunun Ortaçağ İslam dünyasında düğümlü halıların başlangıcı olduğu belirlenmiştir. Bordürde kufi yazılı satırdan bir parça kalmıştır. Halının Abbasiler zamanında, Maveraünnehir yani Batı Türkistan'dan ithal edildiği tahmin edilmekte ve 7.-9. yüzyıllar arasında bir tarih verilmektedir. Bu durumda Buhara ilk akla gelen merkez olup, burada Doğu Türkistan'ın aksine, Gördes düğümünün ve kufi bordürle bitki motiflerinin bilinip kullanılmış olması düşünülebilir. Çok karışık ve ince iş'lenmiş desenli iki tarafında değişik örneklerle Kühnel' in Berlin Müzesi'ne kazandırdığı parça halı da Mısır'a Batı Türkistan'dan (Tranoscania) ve Buhara' dan ithal edilmiş olabilir. Bu çevreden daha başka halı kalmadığından diğer örneklerin çeşitleri bilinmiyor.


      Mısır'da bulunan diğer parça halılarda ise Doğu Türkistan'ın tek argaca düğüm tekniği uygulanmış olup koyu bir mavi hâkim zemin rengidir. Bunlar, Atina Benaki Müzesi'nde Fustattan gelme iki parça halinde olup yine Johanna Zick-Nissen tarafından incelenmiştir. Kahire Üniversitesi koleksiyonunda Eski Kahire'nin Tolunlu şehri el-Katai' de yeni bulunmuş diğer bir parça kufi bordur ve ona bağlı inci dizisi örneği olarak, Benaki Müzesi'ndeki parça'lar ile aynı özelliği taşır.


      Tolunlular 'ın Mısır'dan başka Suriye ve Adana havalisine kadar genişlediği Humaraveyh zamanında halı ve dokuma sanatının çok gelişmiş olduğu anlaşılıyor. Fakat daha sonra İran'da, Selçuklu Sultanlığı devrinden hiçbir halı parçasının kalmamış olması büyük talih'sizliktir. Bununla beraber 13. yüzyıl başlarında Konya'da Anadolu Selçuklularımdan kalan Gördes düğümü ile yapılmış halılar, halı sanatının temelini oluşturan ve etraflıca bilinen en eski halılar olarak karşımıza çıkmaktadır.

      Konya Alâeddin Camii'nde 1905'te F.R. Martin tarafından keşfedilen bu sekiz Selçuklu halısından sonra R.M. Riefstahl' in 1930'da bulduğu üç Selçuklu halısı ve 1935-1936 yıllarında Fustat' ta ele geçirilen yedi küçük parça halı ile bunların sayısı 18'i bulmuştur.

      İslam dünyasına Türkler' in getirdiği halı sanatı diğer taraftan tek argaca düğüm tekniği ile İspanya'ya kadar yayılmış, Avrupa'da da hayranlık uyandırarak ressamların tablolarında yeni bir unsur olarak yerini almıştır.

      İran halısı diyebileceğimiz halıların ancak 15. yüzyıldan sonra ortaya çıkması, 14. ve 15. yüzyıllarda minyatürlerde görülen halıların kufiden gelişen bordürleriyle 13. yüzyıl Selçuklu halılarının motiflerini benimseyerek tekrarlamış olmaları ile İran'da halı sanatının Türklere bağlı gelişmesi kendini belli eder. Tarihlendirilen orijinal İran halıları 16. yüzyıldan başlamaktadır. Selçuklu halılarında kufiden gelişen bordur daha sonraları örgülü ve çiçekli kufi bordürler halinde minyatürlerdeki halı tasvir'lerinden başka İspanya ve eski Kafkasya halı'larına varıncaya kadar yerini alarak etkisini göstermiş bu halılara büyük ölçüde zenginlik kazandırmıştır.

      14. yüzyılda kuvvetle üsluplanmış hayvan figürlerinin Anadolu halılarına girmesi de yine Selçuklu menşeine dayanır. Bunların daha yüzyılın başında Avrupa resminde yer alabilmesi için Selçuklu devrinde Avrupa'ya getirilerek tanınmış olması gerekir.



      Fakat bu hayvan figürlü halıların asılları bir yüzyıldan uzun bir sürenin sonunda, ancak 1890'da W.v. Bode'nin Roma'da, Berlin Müzesi için satın aldığı ejder anka mücadelesi kompozisyonlu (Ming) halısı, diğeri 1925'te İsveç'in Marby köy kilise'sinde bulunan bir ağacın iki tarafından kuş figürleri ile kompozisyonlu halı olarak yüzyıllarca sonra keşfedilebilmiştir. Daha sonra Fustat' ta, İstanbul'da ve Konya'da bulunan diğer hayvan halılarıyla durum zenginleşmiştir.

      R.M. Riefstahl'in Beyşehir'de üç Selçuklu halısından başka bulduğu, 15. yüzyıldan kalma büyük boydaki dördüncü halı da daha sonraki Holbein halılarının prototipi olarak çok zengin bir gelişmenin sağlam temelini meydana getirmiştir.


      1451'de Fatih devrinden başlayarak 16. yüzyıla kadar önce İtalyan sonra Felemenk ve Hollandalı ressamların tablolarında tasvir edilen, fakat Holbein'in tablolarında daha sık ve belirli görüldüğü için onun adıyla tanınan örgülü kufiden geliştirilmiş bordürler ve çok üsluplanmış bitki motifleriyle canlandırılmış geometrik örnekli halılar, Osmanlılarla yeni bir üslubun başladığına işaret eder. Hepsi Holbe'in ile ilgili olmamakla beraber bu halılarda dört tip ayırt edilir. Birinci tipe giren küçük örnekli Holbein halıları, konturları belirsiz düğümlü sekizgenlerle, kaydırılmış eksenlerde alternatif sıralanmış ve rûmi palmetlerden meydana gelen baklavalardan ibaret zeminleriyle adına en uygun ve karakteristik halı olup aynı zamanda bunların en eskisidir. Holbein'in tablolarında hiç yer vermediği küçük örnekli ikinci tip de bitki motiflerinin birleşmesiyle meydana gelen dört kollu (haçvari) zengin baklavalarla, dağılmış şekiller haline gelen kontursuz sekizgenlerin aynı şemaya göre sıralanmasını gösterir. Lorenzo Lotto'nun tablo'larında sık görüldüğü için son zamanlarda bunlara Lotto halıları adı verilmektedir. Uşak bölgesine mal edilen bu küçük örnekli iki tip daha sonra Uşak halılarının geliştirilmesine yol açmıştır.

      Büyük örnekli III. ve IV. tip Holbein halılarından ilki sekizgenle dolgulanmış büyük kare veya dikdörtgenlerin üst üste sıraladığı sade bir örnek gösterir. Aynı büyüklükte bölümlenme şekliyle hayvan figürlü halılara bağlanan bu III. tip Holbein halıları 15. yüzyıl boyunca gelişmiş ve son yıllara kadar devam etmiştir.



      Büyük kare veya dikdörtgenlerin altında ve üstünde ikişer küçük sekizgenden ibaret örnekleriyle ilk defa bir gruplanma gösteren IV. tip Holbein halıları Selçuklu devrinin geometrik şekilleriyle kufiden gelişen bordürlerini devam ettirmektedir. Büyük örnekli bu son iki tip Holbein halıları Bergama halıları grubuna geçişi hazırlamıştır. Bunlar da geometrik örnekler, bazen çok üsluplanarak aynı şemaya uydurulmuş bitki motifleri hâkimdir. En eski'leri 16. yüzyıldan kalan bu halılarda 18. yüzyıl da küçük hayvan figürlerinin dolgu motifi ola'rak tekrar ortaya çıkması ile hayvan figürlü halılarla bağlantı kurulmuştur.

      Geometrik örnekli halılar yanında 16. yüzyıl boyunca ortaya çıkan çeşitli tiplerle Türk Halı Sanatı'nda çok parlak ve yeni bir devir açılmıştır. Uşak bölgesinde yapılan halılarla başlayan bu gelişme, Osmanlı sanatının diğer kollarında ve mimaride olduğu gibi klasik bir devir olarak değerlendirilmiştir. Bu Uşak halı'larının çok zengin ve çeşitli grubu etraflıca toparlanıp incelenmiştir, iki ana tip olarak madalyonlu ve yıldızlı Uşak halıları sağlam geometrik motifler yerine, çeşitli zengin motiflerinden bir kompozisyonla yeni devrin başlangıcı olmuştur. Bunlardan, madalyon motifinin esas olduğu halılar on metreye varan ölçüleriyle büyük orta madalyonun altında ve üstün'de birer yanlar da ikişer kesik madalyonla sonsuzluğa işaret eden bir örnek gösterir.

      Madalyon Tebriz halılarından gelen kitap, cilt ve tezhip süslemelerinden geliştirilmiş bir motiftir. Fakat onlarda madalyon motifi sınır'ları belli kapalı kompozisyonlar halinde kalarak dondurulmuş, buna karşılık Türk halıları'nın sonsuzluk prensibi bu yeni tiplerde de hâkim olmuştur. Türkler, kitap sanatına bağlanmadan sonuna kadar tekstil sanatı kanunları'nı ve özelliklerini sağlam bir seziş kabiliyetiyle korumuşlardır. Madalyonlu Uşak halıları 16. yüzyıldan 18. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir.

      Sekiz köşeli yıldız biçimindeki madalyon'larla küçük baklava şeklindeki madalyonların kaydırılmış eksenler üzerinde alternatif sıra'lanmasını gösteren Yıldızlı Uşak halılarında örneklerin sonsuzluğu daha bellidir. 1. gruptan daha küçük ölçüde yapılan bu yıldızlı Uşak halıları 16. yüzyıl başlarında görülüp 17. yüzyıl sonunda ortadan kaybolmuştur.




      Klasik Anadolu halıları yanında 16. yüzyıl son yarısından başlayarak yepyeni bir teknik'le, tamamıyla naturalist motiflerin hâkim oldu'ğu Osmanlı Saray halıları grubu ortaya çıkmıştır. Hepsi Gördes Türk düğümlü bütün diğer Türk halılarından farklı olarak sine (İran) düğü'mü ile yapılmış olan bu halılar sık düğümleriyle kadifeyi andıran yumuşak bir etki bırakırlar. Osmanlı saray üslubu diyebileceğimiz bu yeni gelişmede üslup birliği halinde bütün diğer sanatlarda da naturalist motifler hâkim olmuştur. Bütün süsleme sanatlarında, lale, sümbül, gül, karanfil, bahar açmış dallar, saz denilen kıvrık yapraklar, 18. yüzyıl sonuna kadar gittikçe zenginleşerek kullanılmıştır.

      Osmanlılar 1514'te Tebrizi 1517'de Kahire'yi fethetmiş olup bu iki tarih Türk Halı Sanatı bakımından önemlidir. Osmanlı saray halıları Memlûk halılarının teknik malzeme ve renk etkisi altında o devir Türk sanatının bütün kollarında görülen Türk çiçeklerinin naturalist motifleriyle meydana gelmiş, madalyon düzeni Uşak halılarından farklı olarak belirsiz planda kalmıştır. Esas örnek sonsuzluğa göre çizilmiş bir desendir.

      İlk Saray halılarının İstanbul'dan gönderilen örneklere göre Memlûk halı tezgâhlarında yapıldığı kabul edilmekle beraber Kühnel daha sonra bunların İstanbul'da ve ipek şehri Bursa'da yapılabileceğini ileri sürmüş, bu fikir bir kaynakla da belgelenmiştir.

      Sultan Murad III.'ün 1585 tarihli fermanıyla, Mısır'da bulunan ipek gibi ince yün malzemesini birlikte getirmek kaydıyla İstanbul'a davet ettiği 11 halı ustasından biri (Arslan) adından anlaşılacağı gibi Türk asıllıdır. Bu Mısır yünü tatlı kırmızı, güzel bir sarı, koyu mavi ve çimen yeşili olarak Memlûk halılarında görülen renklerle boyanmış argaç ve arışları için tabii beyaz yün iplik, arışlarda bazen kırmızı yün kullanılmıştır. İstanbul ve Bursa'da ilk Saray halılarının örnekleriyle yapılan sonraki halılarda ise argaç ve arış iplikleri ipekten yapılmıştır.
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!
      Dünya müze ve koleksiyonlarına dağılmış olan Osmanlı Saray halılarından elimiz de yalnız TİEM' de bulunan çok yıpranmış halde 8.80 x 4.65 m. ve 4.28 x 4.80 m. gibi çok büyük ölçüde iki halı ile bir seccade ve T.K.S.M'-de diğer bir seccade kalmıştır. Eskişehir kaza'sından Seyyid Battal Gazi türbesinden 10 kanunusani 1329 (1911 Ocak) tarihinde getirilmiş 768 ve 153 sayı ile TİEM' ne kaydı yapılmıştır. 768 envanter kayıtlı ve daha büyük ölçüdeki halı kırmızı zemine sarı ve beyaz dolgu'lu kanatlı rûmflerden meydana gelen dört iri palmet dolgulu baklavaların kaydırılmış eksen'ler halinde sıralanmasını gösterir. Enine beş sıra halindeki baklavaların içi bir sırada yeşil bir sırada koyu mavidir. Baklavalar arasında çift sıralı saplarla bağlantı sağlanmıştır.


      Barok havalı kanatlı rûmılerin baklava kompozisyonu, Osmanlı Saray halılarında çok kullanılan bir örnek olup, bu halıdan başka Londra, Victoria and Albert müzesindeki Saray halısında aynen tekrarlanmış, bazen bu zemin kompozisyonu üzerine madalyonlar eklenmiştir.

      16. yüzyıl ortasından 17. yüzyıl sonuna kadar süren Osmanlı Saray halıları örnekleri fa-kirleşip yavanlaşarak devam etmiştir. Uşak halılarının bozulan gruplar içinde kabalaşmış örnekler halinde günümüze kadar yaşamış, 19. yüzyılda İzmir halıları adını almıştır.

      Saray halıları grubundan seccadeler ise 18. yüzyılda Gördes, Kula, Lâdik Uşak seccadelerinde çeşitli şekilde yaşatılmıştır. Bu gruptan Sultan Ahmet' le ait olduğu bilinen şahane bir seccade Topkapı Sarayı Müzesindedir. Mangal altına serildiği için, bazı yanıkları olmakla beraber Sultana layık bir iş olduğu bellidir.

      Berlin Müzesi'nde bulunan diğer bir Saray seccadesi üst kenar bordüründeki 1019 hicri tarihli kronograma göre 1610 yılını göstermekte ve 17. yüzyıl başlarında saray imalatı seccadelerin, belki de Sultan Ahmet I. için seçme bir örnek halinde, yapıldığına işaret etmektedir.

      Önceki yüzyıllardan bugüne kadar bilinen en eski seccadeler 15. yüzyıldan kalmış olup, Türk Halı Sanatı'nın ayrı bir grubunu teşkil eder. Bunlardan TİEM' de bulunan üç seccadenin birbirinden tamamıyla farklı üç ayrı kompozisyon göstermesi zengin yaratma gücüne işaret eder. Diğer 15. yüzyıl seccadeleri'ni Belliniler, Carpaccio ve L.Lotto Rönesans tablolarında tasvir etmişlerdir. Münih galeri'sinde Giovanni Bellini'nin 1507 tarihli Venedik Docu Loredan'ı canlandıran tablosunda masanın ayakları altında görülen böyle bir secca'denin tam benzeri, Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde bulunmaktadır. En erken örneklerden biri de Gentile Bellini'nin Londra National Galeri'deki tablosunda resmedilmiştir.

      Berlin müzesinde 16. yüzyıl başından şahane bir Uşak seccadesinin alt kenarında Bel'lini seccadelerindeki girintili bölüm çok iri bir palmet şeklini almıştır. Bode koleksiyonun'dan 1600 tarihli diğer bir Uşak seccadesi çok geniş bir bordürle ortası madalyonlu sade çift mihrablı seccadelerin ilk örneklerindendir. 15. yüzyıl gibi 16. yüzyıldan da ne yazık ki çok az sayıda seccade kalmıştır.



      17. yüzyılda birden çoğalan ve çeşitleri zenginleşen seccadeler arasında kıvrak kon-turlu mihrab şekilleriyle Gördes seccadeleri en zengin aynı zamanda Osmanlı Saray seccadeleriyle bağlantılı, onlara yakınlık gösteren grup olmuştur. Güneyinde bulunan Kula, daha sade mihrap nişleriyle Gördes'e benzemekle beraber sayıları 10'a kadar çıkan ince şerit halinde bordürleriyle ayrılır. Ayrıca manzaralı Kula denilen küçük evler ve ağaçlarla dekorlu değişik cinsleri vardır. Lâdik seccadeleri üçüncü sırada gelir. Yumuşak yünleri ve parlak renkleriyle göze çarpar, mihrabın altın'da veya üstünde görülen uzun saplı lale sıra'ları ile karakteristiktir.

      iki veya üç konturlu mihrablarıyla Kırşehir ve kazası Mucur seccadelerinde iki veya üç çeşit kırmızı renk vardır. Milas seccadeleri canlı ve parlak renkleriyle Gördes seccadelerinin şekillerini Uşak ve Bergama etkileriyle devam ettirir. Hayvan postu biçiminde mihrab şekilleriyle diğer seccadeler ayrı bir grup halinde bunları zenginleştirir.

      Transilvanya kiliselerinden dünya müze ve koleksiyonlarına dağılan Anadolu seccadeleri'nin çoğu 17. yüzyıldandır. Tek ve çift mihrablı şekilleri olan bu seccadeler Uşak ve Bergama grubuna bağlanır. Bunlar dışında kalan diğer seccadeler hep yukarıda görülen tiplerin az çok değişmiş, karışık şekillerinden meydana gelmiştir.

      Türk Halı Sanatı 19. yüzyıl sonuna kadar gelişmesine devam etmiş, bugün de Konya, Kayseri, Sivas, Kırşehir bölgesi ile, Batı Anadolu'nun Isparta, Fethiye, Döşemealtı, Balıkesir, Yağcıbedir, Uşak, Bergama, Kula, Gördes, Mil, Çanakkale, Ezine, Doğu Anadolu'da Kars ve Erzurum bölgesinde eski Türk halı sanatının canlandırılmasına ve geleneğin yaşatılmasına çalışılmaktadır
      eskihalivekilim.com/
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!
      C. YILMAZ HOCAM ELİNE SAGLIK ENGİN BİLGİLERİ PAYLAŞTIGIN İÇİN
      TŞK GERİSİ BİLDİGİMİZ GİBİ HİKAYE
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!