Teleskopu İçine Tut!

      Teleskopu İçine Tut!

      Teleskopu İçine Tut!

      “İnsanı tam olarak tetkik etmek şarttır” demişti 1980’li yıllarda insanın yapısıyla ilgili araştırmalar yapan Nobel ödüllü Dr. Alexis Carrel. Tam da insanlığı tahlil eden ilginç bir yorum vardı, onu her daim haklı çıkaran.

      Uzayın derinliklerini merak edip teleskoplar icat eden insandan yakınıyordu Carrel; o insan ki, teleskopu kendi iç derinliğine çevirmeyi akledemiyordu bir türlü.

      Elle tutulup gözle görülene inanmayı ön kabul gören bilimin, uzun yıllar insanı “her nasılsa düşünmeyi öğrenmiş maddesel makinalar” şeklinde tanımlaması ve görülenin ötesinden uzakta durması insanın bakışını kendine çevirme eğilimini geciktirdi. Vücut, beden, zihin ve ruh ilişkisi çeşitli zamanlarda çok net olmayan farklı tanımlarla çıktı karşımıza. Vücut önce sinir sistemi, iç salgı bezleri ve sindirim sistemi olarak ayrımlandı. Beden—zihin ilişkisi tartışmaya açıldı. Derken, bedenin de tıpkı beyin gibi düşünebileceği, akla yatkın gelir oldu. Beden sadece beyin yoluyla değil, kendi kendine de ne olacağını bilebilirdi. Bedenin sahip olduğu tüm moleküllerin oldukça akıllı olduğunu belirtiyordu Hint asıllı Endokrinoloji uzmanı Dr. Chopra.

      Ulusal Zihin Sağlığı Enstitüsü Biyokimya Bölümü Müdürü Dr. Candace Pett, “Beden ve zihnin birbirinden ayrı olduğunu tasavvur etmek zor, çünkü DNA’nın zihinden çok bedene ait olması oldukça keyfi bir söylem” diyerek zihnin fonksiyonuna dikkat çekti.

      Zihnin yeri beyinde değil miydi yoksa? Düşüncenin beyindeki rolü ne olabilirdi öyleyse?... Zihin ve beden tartışmaları, beynin fonksiyonlarını irdelemeyi de gündeme getirdi. Beyin araştırmacıları hologram gibi üç boyutta düşüncenin fotoğrafını çekmenin bir yolunu buldular. Bu fotoğrafın çekiminde etkili olan deney esnasında, kan dolaşımına beynin dokularından olan glikoz enjekte edildi ve işaretli moleküllerin beyin düşünürken dolaşıp durdukları tomografilerle gözlendi. Bunun açıklaması ise basitti: Zihnin uzayında birbirinden farklı her olay beyinde yeni bir kimyasal model ortaya çıkarıyordu. Ancak yine de zihnin beyinde olup olmadığı tartışmalarına bir açılım getirilememişti; ta ki yüzyılın en önemli yüz kişisinden biri olarak kabul edilen alternatif tıbbın en büyük sözcülerinden Ayurveda uzmanı Dr. Deepak Chopra’nın zihnin beyinde değil, bütün vücutta olduğunu dillendiren araştırmaları gündeme gelene kadar... Aynı zamanda ruh kavramını da bilimsel formatla izah ediyordu Dr. Chopra. İstek, mutluluk, mutsuzluk, acı, zevk, hırs gibi duyguların hepsinin ruha ait özellikler olduğunu savundu. Oysa duygular beyinde başlar, beyinde biter tezi dillendirilmişti bundan önce. Oysa Kur’an—ı Kerim’de anlamanın kalple olduğuna dikkati çeken ayetler vardı. Beyinle kalbin görüntülenmesine teknoloji vâkıf olmuştu, fakat ruh görüntülenmediği için spekülatif olmaktan öteye gidemiyordu bilimsel çevrelerde. Derken İsveç laboratuvarlarından bir haber geldi. Ruhun fotoğraflarını çektiklerini, ölüm anında vücuttan ruhun çıkışını görüntülediklerini iddia ediyorlardı.

      Beyni maksimum kullanmayla kişinin ulaşacağı hakikat bilgileriyle ruhu daha iyi anlamanın formulleri üretilmeye başlandı Batı dünyasında. Bunun için insanın hareketlerine ve dolayısıyla kendi hayatına kendisinin yön vermesi için birinci koşul olarak beynini ve kendini programlamayı bilmesinin kaçınılmazlığı yaygınlık kazanmaya başladı. Madem ki, hayatımızdaki bazı olayları bizim davranışımız belirliyordu, o halde biz de beynimiz yoluyla davranışlarımızı kontrol edip, yaşantımıza yön verebilirdik. Zihnimizi, bilinçaltımızı harekete geçirip beyne sürekli sinyaller göndermekle başlayabilirdik işe. Beynin açılımı hakikate götürüyordu sonunda ve ölümsüz ruhu keşfetmenin yolu da bundan geçiyordu. Amerika’da yaşayan Endokrinoloji uzmanı Dr. Chopra geçtiğimiz aylarda Türkiye’de bir konferans verdi ve ruhlarda yaratıcının yansıması olduğunu ifade etti. Bu konunun ileriki dönemlerde bilimsel olarak daha farklı açılım kazanacağına da işaret etti.

      Madem ki beyin büyük bir uzay istasyonu

      Zihin, beyin ve beden üçlemesinde ruh, şüphesiz tüm bunların efendisi konumunda izah buldu kendisine. Vücut ruhun kabuğu, zihin de şoförüydü. Beyin ise büyük bir alıcı—verici istasyonu, dinleme üssü, bir enerjiyi başka bir enerjiye çevirme gibi çeşitli işlevselliklerle nitelendi. Tüm bunların bir adım ötesindeki bir tanımlamayla insanın tüm fonksiyonlarıyla ölmeyen ruh olduğu kolayca söylenebilirdi. Vücut ölümlüydü nihayetinde... Her şey ölümsüz olan bu ruhu beslemede gizli olmalıydı. Madem ki, beyin büyük bir uzay istasyonu gibiydi onda var olan tüm potansiyeli neden kullanamıyordu insan?

      Beynin kullanılmayan devrelerinin açılmasının bazı tekniklerle mümkün olabileceği nazariyesinden hareketle, çok da bilimsel değer atfedilmemiş olan yöntemlere ağırlık verilmeye başlandı. Çeşitli teknikler yoluyla hafıza geliştirme, enerji dolaşımını düzenleme, beyni kontrol altına alma gibi çalışmalar baş döndürücü bir hız aldı. Üstelik 21. yüzyılda, yeni bin yılın eşiğinde... Başka bir bakış açısına göre, gezegenlerin boğa burcunda dizilimlerinin de bilimde öz kaynaklarla birleşmeye işaret ettiği bir dönemin startı verilmiş oldu. Bundan sonrasında mistik olarak bilinen ritüeller de bilimsellik tanımında kendine yer bulacaktı.

      “Yaratanla aramızdaki köprüden

      kuantum düzeyde enerji akışı”

      Beyne de hükmeden bir varlığın olduğuna dair ilginç bir deneye dikkat çekiyor Dr. Chopra. Beynin sol kolu hareket ettiren bölümüne deney yoluyla uyarı veriliyor. Aynı anda kişiye sözlü olarak sağ kolunu kaldırması söyleniyor. Beyindeki sol kolu kaldır uyarısına rağmen kişinin sözlü uyarıyı dikkate alıp sağ kolunu kaldırdığı görülüyor. ‘Beynin de arkasında bir şey var o halde’ hükmüne vardırıyor bu deney.

      “Buna ruh veya akıl diyebilirsiniz ” diyor Dr. Chopra. “Başka bir ifadeyle de kuantum düzeyde yaratanla aramızdaki köprüden enerji akışı”... Bu tür deneyler üzerinde bilim çevreleri oldukça yoğunlaştı son zamanlarda. Çok daha derinde insanı yöneten akıllı bir mekanizmanın oluşuna duyulan merak bu yöndeki arayışa daha çok hız katıyor. Maya İnka, Hint Veda gibi eski medeniyetlerin tekslerine de konu olmuş insanın karmaşık yapısı. Kendi kültür ve çağlarına göre birtakım formulasyonlara dökmüşler iç yolculuklarını. Hintlilerde meditasyon, Mayalarda özel ayinler, Mısırlılarda astrolojik çalışmalar formule edilmiş bu şekilde. Günümüze ulaşmış şekliyle gerek yoga öğretisinde, gerek sufizm inancında ve gerekse daha yaygın olan şekliyle zihin geliştirme ve beyni daha fonksiyonel kullanma adına kişinin oldukça yoğun uğraşlardan geçmesi gerekiyor. Beynin açılımı için sağlıklı bir fizik ve ruh yapısına sahip olmak en önemli ön şart niteliğinde, sağlam kafa sağlam vücutta olur tezini hatırlatır derecede. Fiziksel arınma, ruhun kıskançlık, bencillik gibi belli kötülüklerden uzaklaşması, iyi insan olma, iç dünyaya yolculuk gibi merhalelerin katedilmesi lüzumlu. Üçüncü göz, ya da kalp gözünün açılması adı verilen düzey kişinin ön sezilerinin keskinleşmeye başladığını işaret ediyor. Yoga Hocası Guru Adnan Çabuk üçüncü göz çakrası olarak nitelendirdiği bu durumun tehlikelerine de dikkat çekiyor. Kişi eğer nefsini terbiye edememişse, yanlışlardan korkmuyorsa ön sezi ile ulaştığı bilgileri kendi lehine çevirebiliyor ve etrafına hükmedebiliyor. Bilgiyi kötüye kullanan insanların bu noktadan ileriye geçebilmeleri de mümkün değil Çabuk’a göre.

      Üçüncü gözün açılmasından sonraki aşama ise en üst mertebe guru için. Bu safhada beyin tamamen açılıyor Çabuk’un anlattıklarına göre. Enerjinin buradaki devreleri hareket ettirmesi, bilgilerin artık kişiye gelmesi anlamına geliyor. Artık kişinin şifa dağıttığı, karşısındaki insanın kişiliği hakkında bilgiler verdiği iddia ediliyor.

      Yogiler oruca benzer bir beslenme şekliyle bedeni toksinlerden arıtmaya çalışıyorlar. Arınma, doğru düşüncenin ve berrak zihnin en önemli yapıtaşı kabul ediliyor ve de her şeyin üstünde olan ruhun...

      Beslenme şeklinin de önemli bir yeri var zihnin işlevselliğinde. Kırmızı etin zihni hantallaştırdığını belirtiyor beslenme uzmanı Dr. Ender Saraç. Yediğimiz yiyecekler, soluduğumuz hava gibi evrendeki her şeyi enerji akışı olarak yorumluyor. İçimizdeki sevgi enerjisini yüksek tutmak, sağlıklı bir beyne sahip olmayı getiriyor Dr. Saraç’ın ifadesiyle. Bedeni toksinlerden arındırmayı, bol su içmeyi tavsiye ediyor sağlıklı vücut için. Bedenin sağlığı önemli, çünkü ruh onun üzerine konuşlandırılmış. Beynin de arkasındaki gerçek patron o. Sağlıklı ve mutlu olduğunda ise beynin açılımı daha kolay olacak bu öğretiye göre...

      “İçindeki defteri oku, öp...”

      Bir limon düşünün. Ağzınız otomatik olarak sulandı değil mi? Organizma limonun ekşiliğini biliyor ve insanı yönlendiriyor da ondan. Bu örneği basit olarak düşünmeyi yanlış görüyor bioenerji uzmanı Dr. Şuayp Dağıstanlı. Organizmanın bizi yönlendirmesinin önüne geçmeye ve onu yönlendirmeye gücümüz yetebilir, belirttiğine göre. Tıpkı yanımızda bulunan müzik setinin sesini kontrol altına alabildiğimiz gibi organizmamızın da kontrolünün bizim inisiyatifimizde olması zor değil. Bir çok hastalığını kişi kendisi tedavi edebiliyor bazı tekniklerle. Tansiyonu yüksekse düzeltebiliyor, baş ağrısı, kan dolaşımı bozukluğu gibi birtakım rahatsızlıklarının çözümününü kendisi üretebiliyor. Hatta, sıkı durun! Kendinizi duygusuz, ruhsuz hissediyor ya da böyle itham ediliyorsanız bunun bile dengesi mümkünmüş Dağıstanlı’nın biyoenerji yaklaşımına göre. Dağıstanlı tüm bunların formülünü de veriyor.

      Bu formüle göre, vücudun ilgili fonksiyonlarının beyinle bağlantılarına çıkıyor ve beynin o bölümlerini kullanmayı bilmeyi gerektiriyor. Beynin kontrol altına alınmasının lüzumu giriyor burada devreye. Beynin kontrolü bilinç altı ve bilinci nötr pozisyonda tutmayla, dolayısıyla kendini dinlemekle mümkün. Dağıstanlı’ya göre kişinin içinde her hastalığa karşı ilaç da var. İşte o enerjiyi bulup çıkarmak belki de bütün mesele.

      “Hayal dünyası bilinci besler”

      Çeçen asıllı biyoenerji uzmanı Şuayp Dağıstanlı’nın önerdiği kendini dinleme, iç enerjiyi harekete geçirme ve dolayısıyla beyin gücünü kontrol altına alma metodunda beynin programlanması için bir şifre seçiliyor. Şifreniz size neyi hatırlatıyorsa o doğrultuda zihninizi ve vücudunuzu serbest bırakıyorsunuz. Diyelim ki şifre olarak “kanarya” seçildi. Size uçmayı, gökyüzünü, ağaçları, tabiatı hatırlatıyor. Ağaçların üzerinde geziniyor, uçuyor, o anki tahayyülünüze göre dilediğiniz gibi hareket ediyorsunuz. Hatta tırans halinde kişinin gerçekten de ayaklarının yerden bir kaç santim yükseldiği vaki oluyor diyor Dağıstanlı. Sonra tekrar aynı şifreyi söyleyip o ruh halinden sıyrılıyorsunuz. O andan sonra herşeyin daha farklı olacağını belirtiyor. “Kendinize bir hedef seçin ve onu başaracağınızı söyleyin. İçinizdeki dev gücü uyandırın. Bunun için sadece kendinize inanın; inanmak başlamak demektir ve başlamak da başarmak... Çünkü kendinizin doktoru yalnızca kendinizsiniz” diyor. Kendini dinleme metodunun hayal dünyasını geliştiren yanı da var. Hayal dünyasının canlanması Dr. Dağıstanlı’nın ifadesiyle bilinç dünyasını da zenginleştiriyor.

      Geçirdiği kaza sonucu felç olan ve kendi kendisini bu yöntemle tedavi eden Dağıstanlı’ya göre hastalıkların ilk oluşumu vücudu çepeçevre saran enerji vücudunda başlıyor, sonra fiziksel vücuda sirayet ediyor. Çoğu kez enerji vücudundaki hasarın tedavisi fiziksel vücudun tedavisini de gerçekleştirebiliyor. Bu çalışmaların ütopya olduğunu düşünenler haklı da olabilirler ancak Rus bilim adamlarının, kişilerin vücutlarındaki enerjinin fotoğrafını görüntülediklerini iddia etmeleri, zihinleri biraz daha karıştırdı. Buna göre her insanın içinde bulunduğu ruh haline göre yaydığı enerji genişleyip renk değiştirebiliyor. Yeşil, kırmızı, sarı gibi çeşitli renkleri var. Kalbin üstündeki enerji noktasının yeşil renkte, boğazdakinin mavi, karın noktasındakinin kırmızı olduğunu biliyor muydunuz? Bedenin magnetik enerjisini dünyanın enerji alanına benzeten Dağıstanlı, ozon tabakasının hasarlı olmasını dünyanın hasta oluşu şeklinde ifade ediyor. Kişinin enerji alanındaki hasarlar ise fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak da hastalanmasını kaçınılmaz kılabiliyor. Enerji alanını sağlam tutma becerisine vâkıf olabiliyor insan. Ruhun ve beynin arınması yine anahtar koşul. Biyoenerji yöntemine göre, ruhun arınması pozitif düşünceyle orantılı. Negatif düşünmeyen kişinin manyetik alanı, dolayısıyla aurası da açık renkte. Bu da başarı demek... Pozitif düşünceyle netleştirilmiş bir ruhla ulaşılıyor bu aşamaya da.

      Beyne hedef göstermekle başla

      “Beynin rutin çalıştığını biliyor muydunuz?... Siz ona soru sorduğunuzda o da size farklı cevaplar sunuyor” diyen hafıza teknikleri ve beyni etkin kullanma konusunda uzman olan Oğuz Saygın, beyni etkin kullanmada yapılacak ilk işin ona hedef göstermek olduğunu belirtiyor. “Kendinize bir hedef belirlediğinizde o hedefe ulaşmanız için gereken tüm yolları beyin size ulaştıracaktır” diyor.

      Hedef belirlendiğinde artık ok yaydan çıkıyor beyin için. Sürekli o sinyal beyne gidip geliyor. Düşünülen her şeyin bir gün gerçekleşeceği ihtimalini yabana atmamalı bu bağlamda. Ancak düşünceyle isteği de birbirine karıştırmamalı Saygın’ın teorisine bakılırsa. Çok istenen bir konuyla ilgili bilinç altı devreye girer ve onun için çırpınır” diyor. “Özellikle de bu düşünce uyku öncesinde tasarlanmışsa. Sabaha kadar bilinç altı, konuyla ilgili yığınla ihtimaller sıralar ve bizim için çalışır. Uyandığınızda yapmak istediklerinizle ilgili bir çok yöntemler düşer aklınıza...”

      Düşünürken beyne olumlu sorular yöneltmenin önemini vurgulayan Saygın, beynin sorularla çalıştığını ve ilginç olanı ise, beyne sorulan soruların kalitesinin hayatın kalitesini belirleyeceğini vurguluyor. ‘Ben neden bu kadar beceriksizim?’ diye bir soru yöneltirseniz kendinize ve dolayısıyla beyninize, bir süre sonra size ‘Aptalsın da ondan’ diye cevap gelme olasılığının yüksek olduğunu belirtiyor ve başarılı insanların kendilerine yönelttikleri sorulara bakmaya davet ediyor bizi. Başarılı insanların soru ve kodlamaları arasında daha iyi iletişim kurma, aile ve arkadaşların sorunlarına farklı çözümler getirmeye dair farklı yaklaşımlar geliştirme gayretini göreceğimizden emin.

      Beyne gönderilen kodlamalar noktasında insanlar sürekli çeşitli hatalara düşüyorlar. “Şişmanlamayacağım” dendiğinde beyin otomatik olarak şişmanlama mesajını alıp gerisini atıyor. O kişi ne yaparsa yapsın daha çok yemek yemekten uzaklaşamıyor. “Sişmanlamayacağım” düşüncesi yerine “sağlıklı olacağım”, “güzel görünüme sahip olacağım” düşüncesi daha akılcı olanı. Çünkü burada sadece beyin değil vücudun bağışıklık hücreleri de hemen devreye giriyor. Yaşlanmaktan korkan insanların daha hızlı yaşlandıklarına değinen Saygın, kolay yaşlanmayacağını düşünen, hayatla başırık, iç huzuru olan kişilerin ise daha genç kaldıklarına dikkat çekiyor.

      Beyinde oluşan inançlar

      hayat çizgisini yönlendirir

      Kişi neye inanırsa başına gelir inancını haklı çıkarıyor yapılan araştırmalar. “Araba kullanamam” diyen kişi direksiyon başına geçince muhtemelen kaza yapıyor. Yarım saat içinde kişinin bir çok tutumunun değişebileceği hakkında iddialı araştırmaları var Saygın’ın. “İnsanlar önce yarım saattte değişebileceklerine inanmazlar da ondan değişmezler” diyor. Caminin minaresinin yamuk olduğunu söyleyen çocuğa karşı Mimar Sinan’ın tutumunu hatırlatıyor ve çocuğun içindeki inancı değiştirme bilincine dikkati çekiyor. “Doktorlara güven olmaz”, “... sigarayı bırakamam”, “...başarılı olamıyorum...” gibi inançları olan kişilerin çoğuna sigarayı bıraktırdığını, okuldan atılmak üzere olan tıp öğrencisine yeniden kendine güven kazandırıp ülkenin en başarılı doktorlarından biri olacağını düşündürttüğünü belirten Saygın’ın öğrencileriyle olan diyaloğunda bu türden örnekleri çoğaltmak mümkün. Çalışmaları esnasında Saygın’ın ön plana çıkan en önemli tavrı ise, karşındaki kişiyle konuşurken, sözleriyle, bakışlarıyla ve tüm tavırlarıyla “...sen kesin olarak değişeceksin”, mesajını beyninden net olarak veriyor olması. Önce buna kendisi inanıyor ve muhatabını da inandırıyor. “Beyinde ufacık bir oynama yaptığınız zaman insanlar neler yapabiliyor” diyor. Sadece kapakları açıyoruz ve sular hızla akıyor...

      Beyin ruh halini belirler

      Aynı olaya farklı zamanlarda değişik tepkiler verdiğimiz olur. Oysa olaylara vereceğimiz tepkiyi kontrol etmemiz mümkündür. Fakat hayır! O anki davranışımın öyle olmasını engelleyemedim mi diyorsunuz? Ben de bunu açıklamaya çalışıyorum. Değişik ruh hallerinde verdiğimiz tepkiler beynin o ruh haline uygun olan programından kaynaklanıyor dersek?... En iyisi sözü yine Oğuz Saygın’a bırakmak: “Düşünceler o anki ruh halini belli eder. O an içinde bulunduğumuz durumdan ziyade bizim olaya verdiğimiz tepki önemli. Bu olay zaten olacak ve biz hangi tepkiyi vereceğiz, diye düşünmeliyiz. Tepkiler beynin programından kaynaklanır. Beyin ruh halini belirler. O ruh hali için beyinde pozitif program varsa beyni kontrol altına alma başarısı daha kolay olur. Olayları eğer olumlu bakışla ele alabilirseniz beynin ve dolayısıyla olayların efendisi siz olursunuz. Kontrol sizde olduğu sürece ulaştığınız sonucun isteğe uygun olmaması da etkilememeli. Hemen başka bir metod denenmeli. Hedeften vazgeçildiğinde genelde sona bir adım kalmış olması da ilginçtir...”

      Unutkanlık da beynin programlarından başka bir şey değil Saygın’ın ifadelerine göre. Önem vermediğimiz, üzerinde odaklanmadığımız şeyleri unuturuz. Hafıza konferanslarında müthiş bir gösteri yapan fakat evden çıkarken sık sık anahtarları unutup çilingir çağırdığını ifade eden Saygın, oldukça unutkan biri aynı zamanda. Ama o bu durumdan gocunmuyor, kompleks yapmıyor. “Biliyorum ki” diyor, “unuttuklarım önem vermediklerimdir. Yaşlılıkta unutkanlık da şartlanmadan kaynaklanıyor. Yaşlılık hali, unutuyorum” deyince iş bitiyor...

      İlahi çakrayla beyni daha

      fonksiyonel kullanma

      Hindu dininden filizlenen yogada vücudun belli bölgelerine işaret eden merkezler çakra adıyla ön plana çıkar ve buralardaki enerji akışını ayarlamak esastır. Kainatın bir kopyası olarak nitelendirilen insan vücudunun 7 tabakadan oluştuğuna inanılır ve en üst tabaka alnın üst kısmına tekabül eden ilahi çakra olarak adlandırılır. Vücutta harekete geçirilen enerjinin beynin en üst noktasına ulaşması ve beyindeki bir çok kanalı açması umulur. Sahasrara adı verilen üst çakra açıldığında ilahiyat kapısı da açılmış olur kişi için. Üst çakra ya da ilahiyat kapısı açılan yoginin beynin fonksiyonlarını maksimum kullandığı düşünülür. Hatta yaygın olan kanaate göre o noktadan sonra yogiye bilgiler kendiliğinden gelir. Büyük bir alıcı verici istasyonu gibi kainattaki bilgilere vâkıf olmaya başladığını iddia eder yogi.

      Beyni daha fonksiyonel kullanma, kainattaki bilgilere ulaşma o kadar da kolay olmuyor yogiler için. Uyulması gereken kurallar İslam’daki tasavvufla yer yer benzerlikler gösteriyor.

      Yoganın farklı sistemleri olduğunu belirten Yogi Adnan Çabuk, gerçek yoganın hedefinin ilahiyat olduğu görüşünde. Vücutta çok güçlü bir enerjiyi hayata geçirmeyi hedefleyen ‘hatha yogayı tercih etmiş.

      Beyinin daha çok bölümünü kullanmanın hakikate, dolayısıyla da yaratıcıya yakın olmayı getireceğine inanılan yoga öğretisine göre beyni harekete geçiren, açan ve ışık saçan enerjinin harekete geçirilmesinin aşamalarını katetmede derviş sabrı gereklidir.

      Beynin daha iyi çalışması için zihnin duruluğu esastır ve bin düşünceden bir düşünceye odaklanma, içe bakma ya da üçüncü gözü farketme anlamlarını yüklenen meditasyon ön palana çıkar. Meditasyon ve tasavvufun bazı ortak noktaları olduğuna dair yorumlar bu noktada devreye girer. Meditasyonun gereksiz düşüncelerden arınma, zihni daha duru tutma ve doğru karar vermeye elverişli hale getirmedeki rolüyle beynin daha iyi çalıştığına dikkat çekilir. Ancak tüm bunlara ulaşmak için korku, kızgınlık, nefret, kıskançlık ve bencillik gibi tüm kötülüklerin anası durumundaki tutumların yokedilmesi şartı aranır.

      Vücut enerjisinin fotoğrafı çekilebiliyor

      Yoganın vücut—ruh—beyin üçlemesinde vücudun ruhun kabuğu, zihnin şoför ve patronun da ruh olduğu tanımlaması yer alıyor. İnsanın aslı vücut değil, ölmeyen ruhtur bu bağlamda. Hindu felsefesindeki reenkarnasyon inancının da şekillendirdiği bu tanımlamanın başka bir açılımı ise ruh bağımsızdır ve gelişmesi için vücuda ihtiyaç duyulur şeklinde.

      Yoga çalışmalarının bilimselliğine değinen Yogi Aydın Çabuk, vücudun enerjisinin fotoğraflarının çekilebildiğini hatırlatıyor. Hatta İsveç’te ölüm anında vücuttan çıkan ruhun görüntülendiğine dikkat çekiyor. Elle tutulmayan, gözle görülemeyene inanmamayı öğütleyen bir dönemin çoktan gerilerde kalmaya yüz tuttuğunun da işaretini verirken yoga sistemleriyle ilgili eleştirel görüşleri de var. Yoga çalışan kişinin özümsemesi gereken bazı kaidelere değiniyor, bu kurallara uymayanları hatta sahtekar olanları da hatırlatırken. Nefret, kıskançlık, kızgınlık, bencillik gibi kötü alışkanlıklardan ruhun arındırılması şartına değiniyor. Nefsindeki kötülükleri törpülemeden yogi olunamayacağını belirtiyor. Bu kurallara dikkat etmeyen bir çalışmanın da yoga olamayacağı görüşünde aynı zamanda. Nefsini ve dolayısıyla ruhunu olumsuzluklardan arındıran insan ancak kainatı doğru algılayabilir ve ondaki tek vücutluğu görebilir hatha yoga felsefesine göre.

      Yoganın iyi insan olma, hakikati arama ve ruhu huzura ulaştırmada diğer dinî ritüeller gibi yardımcı el ve pratik bir arınma şekli olduğuna dikkati çekiyor. Hint guruların ruhu kalbin içinde, baş parmak büyüklüğünde tasvir ettiklerine değinen Çabuk’a göre ruh her şeyin üstünde bir öz, üstelik kainatın özü...

      Mutmain olmuş bir ruhun peşinde

      Tüm arayışlar ruhu besleme, onun huzura ermesi üzerine odaklı. İnsan beyninin daha çok kısımını kullanabildiği oranda ruhunun derinliklerini de kavrama hassasına sahip olabilecek tüm bu görüşlere göre. Oysa Müslüman olan ve tasavvufu bilen biri bütün bu sistemleri gözden geçirirken önce bu konularla ilgili âyetleri dikkate alır. Bu bağlamda bütün bu varsayılan teorileri de yeniden inceler ve kararı bellidir. Maneviyattan oldukça kopuk olan Batı toplumları için durum daha farklıdır. Teknoloji insana aradığı huzuru getiremedi çünkü. Gelişmiş toplumlarda stres, intiharlar, uyuşturucu had safhaya ulaştı. İnsanlar kendilerini huzura götürme yönünde duydukları her farklı bilgiye sarılma ihtiyacı içinde. İçe dönmeyi, kendini dinlemeyi öğütleyen meditasyon Batı toplumlarında hızla prim yapıyor. Popun asi kızı Madonna Mevlânâ’nın Mesnevî’sini dillendiriyor. Amerika Ayurvedik Tıp Birliği Kurucu Başkanı Dr. Deepak Chopra, geçtiğimiz aylarda Türkiye’de vermiş olduğu konferansta Mesnevî’yle ilgili cümleler serpiştirdi konuşmasının aralarına. İnsanın kendi içindeki sesi dinlemesinin kişinin ruh dünyasında oluşturduğu açılımdan sözetti. Ruhun doygunluğa ulaşmasını yaratıcıya yakın olmakla bağlantıladı.

      Evet, Hazreti Mevlânâ bir İslâm mutasavvıfı. İslâm tasavvufu ile diğer felsefî ve metafizik öğretiler aynı temel üzerinde yükselmiyor; her ne kadar iç yüzüne vâkıf olmayanlar tarafından tek bir isimle kategorize edilseler de..

      Ancak dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta var. Üzerinde deney yapamadıkları şeyleri kabul etme noktasında katı olan bilimadamları kapılarını göremedikleri şeylere de aralıyorlar artık. Beynin fonkisyonlarını artırabilmenin beynin ötesinde bir “şey” le ilgili olduğunu anlayan bilim, büyük oranda çalışan, gelişmiş bir beynin mutmain olmuş bir ruhla mümkün olabileceğini söylüyor. Amerika’da yaşayan Dr. Chopra, her ne kadar bizim inancımızla örtüşmese de bütün ruhlarda yaratıcının yansıması olduğu yorumunu yaparak bu düşünceyi pekiştirdi ve insanın karmaşık yapısını yeniden tartışmaya açtı. DNA’nın şifresinin keşfinden sonra yüzyılın ikinci büyük keşfi yine insanın yapısı üzerine olacak gibi...

      Kaynak:
      Meral Yılmaz -AKSİYON DERGİSİ