Akıl ve Matematiğin Yerini Bilgisayar Alır mı?

      Akıl ve Matematiğin Yerini Bilgisayar Alır mı?

      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

      Kapıyı açıp devâsâ bilgisayarın odasına girdim. Yeşil, kırmızı ışıklar yanıp sönüyor; bir de uğultu. Ama şak diye bilgisayar söndü. Çünkü kapının açılıp kapanmasıyla, çok ince ayarda tutulmakta olan oda sıcaklığı azıcık artmıştı. Bu bilgisayarı oluşturan binlerce elektronik tüp bol ısı neşrediyor, soğutulmaları icap ediyordu.

      Evet, yıl 1957, mekân Kaliforniya Evrenkenti (üniversitesi), Berkeley. Bilgisayar daha yeni ortalığa çıkıyor. IBM, bu yeni keşif mâmulü yaymak, kullanım alanları teşvik etmek için ünlü Berkeley’e prototipi (trk. “öntür”ü), “IBM 701’i vermiş. Dinozorlar gibi beyni küçük, cüssesi koskocaman. Mâlum, donanım (fizikî cihaz), yazılım olmadan bir işe yaramaz. Yazılım için de bir bilgisayar dili gerek, şimdi kullanılan C++, fencilerin hâlâ kullandığı Fortran gibi. Ama o zaman böyle dillerin hiçbiri henüz yoktu. Sâdece “makine dili” var. Bir çarpma işlemi için bir sayfa yazılım (“çizeylem”, “program”) hazırlayacaksın. İşte o şartlarda, fizik, nicem (kuvantum) yasalarından başlayıp en basit bir kimyasal tepkimenin işleyiş tarzını belirleyecek uzun bir çizeylem yazdım, makine dilinde tabii, ve bizim “Dino”ya hesaplattım. Bugün için olağan elbette, ama o günlerde bu yeni bir olaydı. ( O sıralar doktorama yeni başlıyordum. Asıl tez araştırma konularım farklıydı. Bu bilgisayar işini yandan, ayrıca merak sardığım için yapmıştım. [Bkz. Emine Çaykara’nın hazırladığı “Türk Aynştaynı” kitabı (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 24. Baskı Mart 2006]).

      “Geçirgeç”in (yb. “transistör”) keşfinden sonra, bilgisayar kocaman tüplerden, mâdenî mıknatıs halkalarından kurtuldu. “Çip”lerin de yapılmasıyla bilgisayar küçüldükçe küçüldü. 1980’ler başlarında görünen önce “masa”, sonra “diz üstü”, derken “defter”, şimdi de “avuç içi” bilgisayarlar, bizim eski “Dino”nun hâfızasından milyonlarca kere fazla hâfızaya sâhip olduğu gibi bir o kadar da hızlı. Çok büyük fizik, nicem kimyası, gökfizik, iklimbilim benzetim (yb. “simulasyon”) vb. hesapları artık kısa sürede yapılabiliyor. Bilgisayardan çıkan binlerce rakam; onlardan bahseden binlerce yayın. Güzel; bilgisayar artık bir çeşit sayısal veri üreten, deney cihazı gibi bir şey oldu. Ancak bu “veri” seli, temel bilimin derinleşmesi için faydalı (hattâ bazan gerekli) olsa da “yeter” değil. Niye mi? Peki, biraz açalım:



      O koca bilgisayarlardan çıkan binlerce rakam metrelerce uzunlukta sürekli kâğıda (Padişahın upuzun fermanları gibi) basılıyordu. O günlerde bilgisayar yazılımı yapabilenler, bilimciler arasında bile pek az olduğu için bu korkunç makineleri görenler âdeta bir huşû içinde seyrediyor, gördüklerini büyük ve derin bilimle karıştırıyorlardı. [Halbuki şimdi çok daha güçlü, ama minik, bilgisayarlar çoluk çocuğun bile elinde; gerçi çoğu bilgisayar oyunları oynamakla meşgul. Garibanlar okullarında yazılım hazırlamayı öğrenmemişler ki. Öğrenselerdi o oyunlardan çok ama çok daha zevkli olacağını görürlerdi.].

      Bilgisayar yazılımcılarının bir vecizesi vardı: “Çöp koyarsan çöp çıkar.” Bilgisayar ve ona yüklenen yazılımdan çıkan sayılar, ancak yazılıma esas teşkil eden matematiksel kuram kadar bir mânâ ifâde ederler. Bugün hâlâ, nicem kimyası için (çoğu da artık ‘paket programlar’ kullanarak) bilgisayar hesapları yapıp “İşte dışarıda yayın yaptık” diyenler, o paket programların altında dosdoğru, sağlam bir kuram yatmadığının farkında değiller. Halbuki derin düşünmeyi, matematiksel, fiziksel kuram türetmeyi deneseler, öylece eksiği gediğiyle kuramı iyi anlayıp sonra hesaplamaya geçseler, hem daha çok yaratıcı olmanın hazzına varacaklar, hem de yaptıkları iş (‘dostlar alışverişte görsün’ türü yayın üretmekten öte) bilim için daha anlamlı ve kalıcı olacak.

      Bir mesele daha var: Bilgisayarlar güçlendikçe daha uzun hesaplar, daha büyük sayılar, gittikçe artan miktarda rakamlar, rakamlar elde ediliyor. Ama bu çokluk içinde o rakamların fizik için, kimya için, her ne saha içinse, ne ifâde ettiğini anlamak, hattâ sonuçları özetlemek bile gittikçe zorlaşıyor (veya imkânsızlaşıyor). Fizikten, kimyadan, kendi çalışmalarımdan daha pek çok örnek var ama burada sâdece bir örnekçik vereceğim:

      Matematiğin sayılar kuramındaki ’ [yb. “number theory”] yeni durum. Bu daldaki hâlâ çözülemeyen önemli bir sorun, asal sayıların dağılımı ( yâni 2, 3, 5, 7, … diye giden dizide bir asal sayıya varıldığında ondan sonra hangisinin geleceğini kestirebilmek. Şu anda matematiğin en derin meselelerinden ‘Riemann Varsayımı’nın 150 yıldır hâlâ başarılamamış ispatı da bu asal sayıları kestirebilme muammasıyla ilgili. [O konuda yakında başka bir makale yazacağım inşallah.]

      Bilgisayarlar güçlendikçe mertebesi milyarları geçen kocaman asal sayıları hesapla bulmak mümkün oldu. Ama, ne kadar çok asal sayı bilgisayarla bulunursa bulunsun, bu sayıların hangi mantığa göre dizildiğini anlamak mümkün olmuyor. Halbuki saf matematik yoluyla, kâğıt üzerinde Riemann Varsayımı bir ispatlansa asal sayılar meselesi büyük çapta ve kesinkes anlaşılmış olacak. Kuramın doğruluğunu verilerle teyit etmek, uygulamalarını yapıp sayısal sonuçlar elde etmek için bilgisayar elbette çok faydalı. Ancak, yazılım bir kere hazırlandıktan sonra düşünmeyi, aklı, matematiği rafa kaldıran oto-pilota bağlanmış bilgisayar hesaplamaları, hiçbir zaman aklın, derin düşünmenin, o âdetâ tasavvufî hazzın, saf matematiğin yerini alamayacak. [İnşallah almaz da, hiç olmazsa az sayıda insan robotlaşmaktan kurtulur.]
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Sömürge Devlet Bile Böyle Yönetilmez

      Yeniçağ Gazetesi söyleşisi
      Bu haftaki konuğumuz Prof. Dr. OKTAY SİNANOĞLU:

      “ABD’de bana “Sen Avrupalısın” derler. Ben Asyalıyım diye böbürlenirim. Avrupalı olmamak, Avrupa’ya bulaşmamak bir şereftir.”

      Sömürge devlet bile böyle yönetilmez

      Yabancı dille okullarda sürekli bir artış var. Türkçe bilim dili olamaz mı?

      Bunu diyenler ilkokuldan başlayarak mesleğe atılıncaya kadar birçok dalları yabancı dilde öğrenip, yabancı okullarda öğrendikleri bilginin Türkçesini hiç görmedikleri için böyle yanlış bir kanıya kapılan kimselerdir.
      Atatürk’ün 1935’te örnek olsun diye yazdığı Türkçe geometri kitabından bu yana Türk bilim ve teknik dili her dala yetecek kadar gelişmiştir. Çünkü Türkçe son derece türetme gücü olan, yabancı dil uzmanlarının bile hayran kaldığı bir dildir. Kendi çalışmalarımda kimyanın bazı en yeni konularını, yaptığım yeni araştırmaları, hep Türkçe olarak açıkladığımı belirttim. Çünkü Türkçenin matematik gibi olan özel yapısı, buna çok elverişli.

      Otobüste derin kimya
      Kimya dediniz de bunca çalışmaya nasıl vakit buluyordunuz?

      Buraya (Beşiktaş’a) gelirken neyle geldim? Vapur ve tramvay ile geldim. Keza otobüste giderken trafik sıkışıklığı falan beni pek ilgilendirmez. Ben böyle yolculuklarda ne derin matematikler yuttum. İlk durakta bindiğim için de oturabiliyordum. Hatta birkaç kere farkında olmadan son durakta indim. Kadıköy’den biniyorum. Elimde derin matematik. Ara sıra etrafa bakıyorum. Şaşırıyorum insanlar böyle oturmuşlar veya ayakta etrafa bön bön bakıyor. Nasıl boş durabiliyorlar anlamıyorum. Hani bir şey düşünseler o da değil. Neyse, bir keresinde kitaba dalmışım; derin bir matematik konusuna. Otobüs Çağlayan’a gelmiş. Orada inmem lazım ama ben kitaba dalmışım. Otobüs son durağa gelmiş. Şoför son durak deyince fark ettim. Mecburen inip oradan taksiye bindik geri döndük.

      Amerika’da eğitim gördünüz. Ama yıllar öncesinde Amerika’nın dişleri dökülmüş durumda diyordunuz. Oysa şimdi özellikle yöneticiler arasında bir hayranlık var.
      Bunu yıllar önce kaç kez söyledim. Bir kere de Yeniçağ için söyleyeyim. İnanın o Amerika’dan gelen ve bize emir yağdıranları benim Amerika’daki büroma sekreterim dahi sokmaz. İçeriye dahi giremez. Niye onlardan çekiniyoruz. Biz Türk’üz, onlar bizden çekinsin.

      Komplo teorisi değil mi?
      Bu anlatılanlara komplo teorisi deniliyor. Buna ne diyeceksiniz?

      Bir ülke topla tüfekle bitirilmez. Top tüfek falan askeri malların ticareti içindir. Bu işler beyinlerin ve zihinlerin böyle fethedilmesiyle fethedilir. Bu tür savaşta kelimeler çok önemlidir. Durup dururken bir yerlerde bu işin uzmanları bir kelime icat ederler. Durup dururken bir milleti veya bütün Müslümanlığı tek kelimeyle öcü gösterirler. Basın yayınla öyle ayarlarlar ki, her gün Pavlov’un köpekleri gibi dünya kamuoyunda haklılık kazanırlar. Irak’a karşı, Afganistan’a karşı Kosova’ya karşı saldırılar hep bu şekilde olmuştur. Birer kelimeyle bu işler yapılır. Dünyayı asıl idare edenlerin düşmanlıklarını anlayıp da birileri karşı çıkınca bunları susturmak için de karşısına bir kelime icat ederler.

      Komplo teorileri türü söylemler de bu tür icatlardandır. Şimdi çok şükür bize bunu söyleyemezler. Birisi çıkıp benim ispatlı belgeli açılamalarıma komplo teorisi desin duman ederim. İşin esasını ben biliyorum.

      Gözden ciğer muayenesi
      Siz nasıl bu kadar kendinize güveniyorsunuz?

      Bir insanın milli hassasiyetini ve samimiyetini görür girmez anlarım. Gözden ciğer muayenesini tıbben keşfetmiş olan biriyim. Bu sahte sağcıdır, bu sahte solcudur. Bu sahte laiktir. Bu sahte Atatürkçüdür, bu falanca gizli cemiyet üyesidir. Hatta gözüm alıştı kaçıncı derecedir onu bile anlıyorum. Bu durumda Türkiye’de hiç olmazsa insanların maneviyatını kurtarmak, gönüller için uğraşmak lazım. Kurtuluş savaşı artık gönül kazanmayla olur. Böyle olmalıdır diye yazıyorum. Herkes başkasından beklemesin. Herkes tanıdığı on kişiyi düşünsün. Türkiye’nin hiçbir yerinde hiçbir kesiminden on kişi çıkmıyor. Düşünün benim Türkiye’de tanımadığım yok. Her türlü kesimden. Sağlamı kaç kişi? Onun için insanlara sağcı solcu laik falan diye bakmayın. Milli davaları geleceğimizi belirleyecek davaları önüne koyduğunuz zaman ne yapıyor ona bakın.

      Bu vasfa sahip kaç kişi vardır sizce?
      Önce bir bozukları sayayım dedim, bitmeyince şöyle matematiksel düşündüm. Neyse sağlam olan haysiyetli şerefli, insanlık düşmanı olmayan düzgün bir insan saymaya başladım. Bir iki üç... Bitti. Niye söylüyorum bunları? Benim şahıslarla hiçbir işim yok. Hepsine acırım. En melanetine bile acırım. Yani bunlar üç kuruşluk menfaatler için çoluk çocuğunun da istikbalini satarak, atalarının ruhunu da muazzep ederek üç günlük dünyayı hem kendilerine hem etrafına zehir ediyor. Ama burada üzerinde durmak istediğim esas konu, bu samimi kimselerin de en büyük noksanı kibirli olmaları. Burunları bir havada bir havada şaşırıp kalıyorsunuz.

      İnsana faydalı olmak için
      Bunun bir orta yolu ok mu?

      Bizim formülümüz, düsturumuz akıl artı bilimdir. (Akıl + bilim) bu ikisi olmazsa, bir kuşun iki kanadından biri olmaz demektir. Zümrüd-ü Anka’nın iki kanadı olmaz ise uçamaz. Bunun birisi akıl kanadı, birisi gönül kanadıdır. İnsana bu iki terbiye lazım. Aklı geliştirmek için bilim. Bilimi geliştirmek için akıl. Matematik formül o.

      Kibirlenmemenin yolu nedir peki?
      Türklerin ta Uygurlardan beri gönüllerinde var olan mutasavvıflığa yönelmektir. Yani gönül terbiyesine ulaşmaktır. Tasavvufi terbiye ile insanları insanlaştırmak lazımdır. Bunu tarihte ilk kez Türkler yapmıştır. Gönül terbiyesi olmayanın makam mevki sevgisi artar. Bu da o kişiyi ve onun maiyetini felakete götürür.

      Siyaseti istemiyorum?
      Peki siz, bir gönül adamı da olarak, siyasete girmeyi hiç düşünmediniz mi?
      Otuz yıldan beri en yüksek görünen mevkilere kim geldiyse evelallah hepsini, şahsen teke tek tanımışımdır. Şimdi bizim mutasavvıf ruhumuzu anlamadıkları için zaman zaman çok büyük mevkiler teklif etmişledir. Biz de hep gülmüşüzdür.

      Niye?
      Bir kere, kendi tarafından bir kalesine dahi sahip olamayacak duruma getirilmiş, bütün kalelerine girilmiş, -bu arada Atatürk’ü de analım.- bir ülkede siyasete girmeye çalışmak yabancının kölesi olmak oradan verilen emirleri yerine getirmeye razı olacak tıynette birisi olmayı kabul etmek demektir. Estağfurullah haşa. Böyle bir duruma düşmekten Allah bizi koruduğu için de şükürler olsun. Bana kaç fırkadan (kaç siyasi partiden) birinci sıradan koyalım falan filan diye teklifler gelmiştir. Ben orda ne yapacağım? illetvekilinin mecliste söz hakkı var mı? Orda söz hakkın bile yok. Ben işte dışarıda rahat rahat gazel atıyorum. Böyle dediğimde de bana demişlerdi ki: “İşte lojman sahibi olursun, tabancan olur, ömür boyu maaş alırsın, çoluğun çocuğun...” dedim ki, “onların hepsi sizin olsun. Çünkü bana o üç aşk yeter.”

      Sevr yeniden mi dayatılıyor?
      Papa’nın gelişi ile İstanbul’un Vatikanlaştırılması arasında bir bağlantı kurar isek?
      Papa yeni Bizans için geldi. Biz otuz senedir bunu söylüyoruz. Zaman zaman soruyorlar “Sevr mi dayatılmaya çalışılıyor?” Bunu söyleyenler amma iyimser. Kardeşim Sevr anlaşmasında ortada ufacık bir parça var Türklere ayrılan. Şimdi Türk’ün adı sanı olacağı da yok. Toptan bitiyor. Balkanlar’da bir tane Türk kaldı mı? Hiç olmazsa oralardakiler mücadele ederek çekilmişler. Şimdi nasıl kaybediyoruz? Millet gönüllü olarak çeşitli fırkaları başa getirerek bunları yaptırıyor. Bir önceki üçlü teslis hükümeti, sağlı sollu ittifak o zaman gizli kanunlarla daha doğrusu bir yerlerden geliyordu ve 550 kişi üçlü hükümetzamanında metni görmeden imza sayfasına imzayı basıyordu. O kanunlar öyle çıktı.

      Hangi kanunlardan söz ediyoruz?
      Uyum yasaları denen kanunlardan. Siz yabancıya toprak satılmasıyla ilgili kanundaki maddeleri biliyor musunuz? Adam geliyor, beğendiği araziyi istiyor. İster tarla olsun, ister maden toprağı. Öyle ayırım falan yapılmıyor. Tapusu iki hafta içinde bunlara teslim edilecektir. Buna karşı çıkacak, bu satışı zorlaştıracak biri olursa onun hakkında da takibat yapılacaktır. Böyle kanunların % 1’i bir sömürge devletinde bile çıkartılamamıştır. Yani ne vatan toprağı, ne şehit kavramı, ne millet kavramından söz ediyorsunuz? Bitmiş hepsi kardeşim. Kavramların içi boşaltılmış içi.

      Misyonerlere 400 milyar dolar
      Peki, dışarıdan bakıldığında Türkiye nasıl gözüküyor?

      Türkiye’ye dışarıdan bakıldığında, dışarıdan Türkiye filan dersen gülerler. Öyle bir adı sanı yok. Kalmadı bitti. Bir milleti tarihten silmeden önce, önce adını silerler dünya kamuoyunda. Sonra da gizlice kendini silerler. Türkiye bu durumdadır. Dünya’da “Türkiye’de Türk diye bir şey yok.” olarak, azınlık olarak bile yok olarak algılanıyor ve algılattırılıyor. Dolayısıyla öyle bir hava yaratılmıştır ki değil bu Türklerin ülkesi, azınlık olarak olduğunu bilen yok dünyada. Yani bu çok tehlikeli bir şeydir. Adının silinmiş olması veya silinmeye çalışılması buranın devlet olarak da çok yakında toptan silinmek isteneceğinin ispatıdır. O zaman ne Türkiye’nin kalacağını, ne Türk milletinin buralarda bir ferdi kalacağını, arkasından Kürtlerin de buralarda kalamayacağını senelerce söylüyorum. Bak olacak, çok az kaldı bu kafayla oraya gidiliyor. Ülkeme düşman olan devletin hiçbirine toz kondurmayıp da Müslümanlığı düşman olarak bilen ve gösteren insanların istediği insanlar Türkiye’nin başında olursa işte bu hallere gelinir.

      Onu da geç. Müslüman birileri elinde yetikleri olduğu zaman bu milletin, üretimi durmuş, faiz içinde boğulmuş elinde hiçbir şeyi kalmamış iken 400 milyar doları oturup da bir ağızda yabancı misyonerlere yardım diye verirse, ondan sonra Türkiye’nin her tarafında, kiliseler yaptırırsa ona şunu sormak icap eder. Dindardır diye seçtiğiniz kimselere niçin hangi din diye sormadınız?

      Üç aşkım var

      Nedir bu üç aşk
      Biri Allah aşkı, bir millet aşkı. -Tabii Türk milleti aşkı- Üçüncüsü de bilim aşkı. Bu üç aşk ile yaptım ne yaptıysam. Allaha şükür her gün de bu üç aşkım artarak gidiyor. Onun için bu aşkları tatmamış olan insan, insan olduğunu bile bilemez. Hayatta ne kadar malı mülkü de olsa bu insana ah vah vah derim. Tabii kimseye şöyle yap böyle yap diyemeyiz ama elimizden geldiği kadar lisanı hal ile (kendi örnek hayatımız ile) yardımcı olabiliyorsak, kendimiz yanıp biterken ışığımızla birazcık aydınlatabiliyorsak, ne ala.

      Yemek yapmayı bilir misiniz?
      İlkokulda iken arada mutfağa bakardım annem ne yapıyor diye. Şimdi yemekten laf açılınca buradan yola çıkarak yine ciddi bir konuya gelelim. Mesela batılı dostlar yemek bilmez. Onların yemek kültürü yoktur. Sıfırdır. Türklerden öğrenmişlerdir. Fransızlar biraz bilir onlar da Osmanlıdan öğrenmişledir. İngiliz hiç bilmez. Neyse. Batılı bilmez ya bu yemekleri. Sen tutup hayatında hiç imambayıldı gibi medeniyet şahikası bir yemeği tatmamış birisine onun lezzetini anlatamazsınız. Ne zaman ki şöyle bir tadına baktırırsanız ciltlerle anlatamadığınız lezzeti anlatıverirsiniz. Tasavvuf da böyledir. Tadına varmayan anlayamaz. Onu bir ucundan tattırsanız, o zaman görürsünüz kardeşliği, insanlığı hoşgörüyü. Tasavvuf deyince hoşgörü deyince tabi şu meşhurlaşmış diyalogdan falan bahsetmiyoruz.

      Tatile vaktiniz kalıyor mu?
      Şu anda tatil yapıyorum diyebilirim. Hem sizlerle sohbet ediyorum. Hem de binlerce defadır, Allahın bize bahşettiği bu bilgileri başkalarıyla da paylaşmaya vesile olduğu için Rabbime şükrediyorum. Benim için en büyük tatil budur. Başka bir tatilim de bu iş bittikten sonra mütevazı uygun bir mekânda oturup defterimi açıp araştırma yapmak. Sizin kastettiğiniz manada tabiatla haşir neşir olmak da iyidir. Ama benim asıl tatilim bunlardır.


      Ünal Bolat

      Röportaj Tarihi : 10.12.2006
      Kaynak: Yeniçağ Gazetesi
      yenicaggazetesi.com.tr/report...asp?ReportID=36
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000