İnternet Dünyasındaki En Kapsamlı Hikaye Sayfası (433 Hikaye) The End

      311 NUMARALI ODA


      Güney Afrika’nin Cape Town şehrindeki bir hastanede devamlı esrârengiz ölümler oluyordu. Hemşireler haftalardır üst üste her cuma günü 311 numaralı yoğun bakim odasına yatırılan hastaları ölü bulmaktaydılar. Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi. Herkes meselenin çözülmesi için seferber oldu.

      Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik bakımdan kontrol ettiler. Güney Afrika’nin önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç hafta boyunca görüşmeler yaptılar. Hatta isin içine polis girdi ve akla gelen her ihtimal tek tek değerlendirildi, ancak onların araştırmaları da sonuçsuz kaldı. Ve tabiî bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam ediyorlardı. Son çâre olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakim odası devamlı gözetim altına alindi ve sonunda odadaki ölümlerin sebebi ortaya çıktı.

      Sonuç çok trajikomikti. Cuma sabahı saat 6’da odaları temizleyen temizlikçi kadının, hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek kendi elektrik süpürgesinin fişini taktiği ve isini bitirince sonra solunum cihazının fişini tekrar yerine takip gittiği görüldü.
      SEVGİ BİLGİSAYAR PROGRAMI

      Müşteri: Çok fazla teknik bilgim yok. SEVGİ yüklemek için ne yapmam gerekiyor

      Yetkili: İlk adım olarak KALBİM dosyanızı açmanız gerekiyor. Açtınız mı?

      Müşteri: Evet. Ancak su anda GEÇMİŞ ACILAR.EXE, DÜŞÜNDÜKÇE.EXE, HASET.EXE VE GÜCENME.EXE isimli programlar da çalışıyor. Onlar çalışırken SEVGİ yükleyebilir miyim?

      Yetkili: Problem değil. Yüklediğiniz anda SEVGİ otomatik olarak sisteminizden GEÇMİŞ ACILAR.EXE’yi silecektir. Bir süre daha geçici hafızanızda kalabilir ama artık diğer programları etkilemeyecektir. SEVGİ er geç DÜŞÜK GÜVEN.EXE’yi silerek YÜKSEK GÜVEN.EXE isimli bir modül yükleyecektir. Ancak, siz HASET.EXE ve GÜCENME.EXE’yi mutlaka kapatmalısınız. Bu programlar SEVGİ’nin yüklenmesine engel olur. Onları kapatabilir misiniz lütfen?

      Müşteri: Tamam, kapattım. SEVGİ otomatik olarak yüklenmeye başladı. Bu normal mi?

      Yetkili: Evet ama unutmayın ki bu sadece bir temel program. Üst versiyonlarının yüklenmesi için başka KALP’lerle bağlantı kurmanız gerekiyor.

      Müşteri: Ooooops... Daha şimdiden bir hata mesajı verdi. Ne yapmam gerekiyor

      Yetkili: Mesaj ne diyor

      Müşteri: HATA 412-PROGRAM İÇ SİSTEMDE ÇALIŞMIYOR. Bu ne demek

      Yetkili: Endişelenmeyin. Bu sıradan bir problem. SEVGİ programının başka KALPLERDE çalışmaya hazır olduğunu ama henüz sizin KALBİNİZDE çalışmadığını söylüyor. Şu komplike programcılık terimlerinden biri, ama daha sade bir dille "Programın başkalarını SEVEBİLMESİ için öncelikle sizin kendi sisteminizi SEVMENİZ gerektiği" anlamına gelir.

      Müşteri: Yani ne yapmam gerekiyor

      Yetkili: "KENDİNİ KABULLENME " isimli dosyanın altındaki KENDİNİ AFFETME.doc, KENDİNE GÜVENME.TXT, DEĞERBİLME.TXT ve İYİLİK.doc isimli dosyaların üzerine tıklayıp hepsini "KALBİM" dosyasına kopyalayın. Bir de KENDİ KENDİNE KRİTİK.EXE ‘YI tüm dosyalardan ve daha sonra da çöp kutunuzdan silerek tamamıyla yok olduğundan emin olun.

      Müşteri: Başardım. Hey! KALB’im gerçekten tertemiz dosyalarla doluyor. GÜLÜMSEME.AVI şu anda monitörümde oynuyor ve SICAKLIK.COM, BARIŞ.EXE ve MEMNUNİYET.com KALB’imin içine kopyalanıyor.

      Yetkili: O zaman SEVGİ yüklendi ve çalışıyor. Şu andan itibaren her şeyle başa çıkabilmeniz gerekiyor. Yalnız telefonu kapatmadan son bir şey...

      Müşteri: Nedir?

      Yetkili: SEVGİ programı ücretsizdir. Onu ve onun tüm modüllerini tanıştığınız herkese verin. Karşılığında onlar da başkalarıyla paylaşacak ve sonucunda size tertemiz modüller geri dönecektir.
      ÖPÜCÜKLER

      Çoğu zaman pek çok şeyi çocuklardan öğreniriz.

      Bir sure önce, bir arkadaşım, 3 yasındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti.

      Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun bos olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı.

      Kızına bağırdı:
      "Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?"

      Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
      "Ama babacığım, kutu bos değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım."

      Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.

      Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının bas ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.

      Gerçek anlamda bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz
      PROFESYONEL


      Genç kadın işyerinde kotu bir haber alır.Küçük kızının bakicisi telefonda çocuğunun çok ateşlendiğini mutlaka eve gelmesi gerektiğini bildirir.Hemen isinden izin alır ve ateş düşürücü bir ilaç için en yakın eczaneye koşar.Arabasının yanına geldiğinde arabayı anahtarı içindeyken kilitlediğinin farkına varır.Eve hemen yetişmesi gerekmektedir ama nasıl..?

      Evini arar ancak çocuk bakicisinin verdiği haber daha kotudur, kızın ateşi biraz daha yükselmiştir.Bu arada kadın içinde bulunduğu duruma bakıcıya anlatır.Bakici arabanın kilidini açabilecek bir servis bulmasını ya da çakı, bıçak gibi bir şeyle kendisinin açmayı denemesini söyler.

      Yakında bulunan bir marketten küçük bir çakı alır ve arabanın yanına gider.Ama bunun nasıl kullanılacağını bilemez. Arabanın kapılarını zorlar, sallar ama bir sonuç yok...

      Başını gökyüzüne doğru çevirir, " Tanrım , lütfen küçük kızıma ulaşmam için bana yardim et" .

      Bu arada çakıyla kapıyı kurcalamaya devam eder.O sırada yoldan geçmekte olan sakalları uzamış, ustu başı bakımsız bir adam durup kadını izler ve " Hanımefendi, isterseniz yardımcı olabilirim"der.
      Kadın çaresiz teklifi kabul eder ve içinden düşünür, "Tanrım gönderdiğin yardim bu mu?"

      Kılıksız adam birkaç dakika içinde arabanın kilidini açmayı başarır.Kadın şaşkınlıkla adama teşekkür eder, kızının durumunu
      anlatır, hemen yetişebileceği için minnettar olduğunu belirtir ve bir miktar para uzatıp " Çok iyi bir insansınız" diye teşekkür eder.
      Adam, " Hayır hanımefendi, maalesef iyi bir insan değilim" der, "Hapishaneden yeni çıktım" ilave eder, "Araba hırsızlığından..." Kadın bir sure sessiz kalır, adam uzaklaştıktan sonra tekrar yüzünü gökyüzüne çevirir, kendini tutamaz, ağlayarak ;" Tanrım , bir profesyonel gönderdiğin için çok teşekkür ederim" der
      BEŞ MAYMUN


      Kafese beş maymunu koyarlar, ortaya da bir merdiven ve tepesine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır, bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Su kapatılıp, maymunlardan biri dışarı alınıp ve yerine yeni bir maymun konulur, ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer, bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gider...'

      Öyküyü internet yoluyla edinen bir arkadaşım gönderdi.
      NE OL NE OLMA


      PARANI VER, GÖNLÜNÜ VER, SELAM VER, CANINI VER AMA SIRRINI VERME

      GÜNLERİ SAY, SERVETİNİ SAY, BÜYÜKLERİNİ SAY AMA YERİNDE SAYMA

      EMEK VER, KULAK VER, BİLGİ VER, AMA HİÇBİR ZAMAN BOŞ VERME

      EŞİNİ BEĞEN, İŞİNİ BEĞEN, AŞINI BEĞEN AMA KENDİNİ BEĞENME
      SATICI OL, ALICI OL, KALICI OL, BULUCU OL AMA BÖLÜCÜ OLMA

      FİDAN BÜYÜT, GARİP DOYUR, ÇOCUK BESLE AMA KIN BESLEME

      HEDEFE KOŞ, CİHADA KOŞ, YARDIMA KOŞ AMA ORTAK KOŞMA
      DAVET ET, HAYRET ET, AFFET, TEV BE ET AMA İHANET ETME

      OKUMAKTAN ZARAR GELMEZ, OKU AMA LANET OKUMA

      RAKİBİNİ GEÇ, SINIFINI GEÇ AMA GÜLÜP GEÇME

      YAKLAŞ, KONUŞ, TANIŞ AMA UZAKLAŞMA
      SÜSLEN, USLAN AMA YASLANMA

      DOĞRUL, DEVRİL AMA EĞİLME

      İTİL, ATIL AMA SATILMA
      ELİMİ BIRAKMA


      Sizin için ne derece önemi var bunu bilmiyorum ama ben bu satırları yazarken gözümden damlalar akıyor klavye üzerine. Erkekler ağlamaz lafı bana göre değil. Ağlamaktan hiç utanmadım, duygularım, acılarım beni boğduğu zaman hep ağladım. Yine ağlıyorum. Sizleri tanımıyorum ama sizlerle paylaşmak istiyorum. Lütfen; bu satırlara bir seven olarak sahip çıkın ve lütfen yazılı satırlar olarak geçmeyin. Okudukça yeryüzünde insanlar neleri yasarmış diyeceksiniz buna eminim.

      Bir memur ailenin en küçük çocuğu olarak babamın tayininin çıktığı bir köye tasındık. Huzursuzdum, okulumu bir köy okulunda okumaktansa, şehirde medenice okumak istiyordum. kaydımı yaptırdı babam okula. ilkokul 4. sınıftan başladım köy okuluna. Beni bir sınıfa verdiler. Öğretmen köyde yabancı olduğumu biliyordu ve hangi sıraya oturmak istiyorsan otur dedi bana. Bir kızın yanı boştu sadece oraya oturdum.

      Hayatımı adadığım, gidişiyle beni bitiren insanla ilk o zaman tanıştım. ismi Altınay idi. Çocuk yaşımda bile onun güzelliği beni çok etkilemişti. Masmavi gözleri, gamze yanakları ile arada bir bana dönüp gülüşü, yanlış yazdığım notlarımda kendi silgisiyle defterimdeki hatayı silmesi beni o minik yaşımda ona bağladı.

      O dönemlerde çocukça bir arkadaşlıktı. Zaman ilerledikçe onsuz tek saniye geçiremiyordum. Ya ben onlara gidip ders çalışıyor, ya da o bize geliyordu. Mükemmel bir paylaşımcıydı. Yüreğini, sevgisini, dostluğunu daha o yasta vermişti bana.

      ilkokulu birlikte okuduk ve aynı sırada bitirdik. Hep onunla hep ona biraz daha alışarak.

      Ortaokula geçtiğimizde ailelerimize rica ettik ve bizi aynı okula yazdırdılar, hatta aynı sınıfa, hatta ayni sıraya oturmamız için babalarımız öğretmenlere adeta yalvardılar. Başarmıştık. Yine ayni sıradaydık. Geride kalan ilkokul dönemindeki iki yılda anladım ki onsuz hayat bana huzur vermiyordu. Yaşımız olgunlaştıkça o beni, ben onu daha çok seviyordum. Çocukça başlayan arkadaşlığımız sevgiye aşka dönüşmüştü ortaokul yıllarımız bitmek üzereyken şehir merkezinde.

      Ailelerimiz liseye geçtiğimiz sırada ortak bir karar aldılar. Buna göre tek ev kiralayacak ikimiz aynı evde kalacaktık. Annem de bizimle kalacaktı. Allahım o karar bize iletildiğinde dakikalarca sarmaş dolaş kutlamıştık bunu. Ona aşık olmuştum. Aynı duyguları o da paylaşıyordu ve bunu fark eden ailelerimiz okul bittiğinde evlendirelim diye karar almışlardı bile. Ona tapıyordum artık. Haşa Allaha şirk koşar gibi günah işlercesine seviyordum.

      ilk elini tuttuğumda sakın bir daha bırakma demiştim. Yanakları kızarmıştı, utanmış ve başını önüne eğmiş, gülümsemiş ve elimi sıkı sıkı kavramıştı. Artık her gün el ele tutuşup okula gidiyor okuldan çıkarken el ele dolaşıyor geziyor öyle gidiyorduk evimize.

      Arada bir elleri terler ve her terleyişte elini elimden kurulamak için çekerdi. Bunu her yaptığında kızar elimi bırakma diye azarlardım, hep tamam tamam diyerek gülümser ve hızla elini avucuma sokuştururdu.

      Her şey harikaydı, dünya cennet gibiydi gözümüzde. Yıllar akıp gidiyordu mutluluk içinde. Nihayet liseyi de bitirmek üzereydik. Karne dönemi gelmişti. Karnelerimizi aldık hiç kırığımız yoktu. Sevinçle sarıldık birbirimize elimi tuttu. bunu kutlamak için bir cafeye gidip cola içerek kutlayacaktık.

      Okulun az ilerisinden geçen bir çakıl yol vardı. Her zaman toz duman içinde olurdu. çakıllarla kaplıydı. O yolun benim ve ölürcesine sevdiğim insanın ayrılmasında bu kadar rol oynayacağını bilsem hiç girer miydik o yola. Neler vermezdim o yolu yürümemek için.

      Eli yine elimdeydi, ansızın elini çekti, terlemişti yine eli. Sanırım dört adım atmıştım. Dönüp yine azarlayacaktım. Çünkü hem elimi bırakmış, hem de geride kalmıştı.

      Dönüp baktığımda Dünya başıma yıkıldı. Sanki gök kubbenin altında kaldım. yerdeydi ve yüzünden kan fışkırıyordu. ne yapacağımı bilemedim üzerine kapandım yüzüne yapışmış saçlarını kaldırdığımda hayatımı bitiren o görüntüyle karsılaştım. Başı kesilmiş bir tavuk gibi çırpınıyordu. Suratına bir taş parçası bıçak gibi saplanmıştı ve bakmaya doyamadığım mavi gözlerinden biri akmıştı. Suratının yarısı yoktu. Hırlıyordu bana bir şeyler demek istiyor kanla kaplı diğer gözünü temizleyerek bana bir şeyler demeye çalışıyordu. Yoldan geçen bir kamyonun tekerinin altından fırlayan bir taş suratına saplanmıştı. Ölürcesine bir aşkı, geleceğimizi kibrit büyüklüğünde bir taş parçasının bitireceğini bilemezdim. Donuk donuk hiç konuşamadan yüzüne bakmaktan başka bir şey yapamıyordum.

      Ellerini tuttum kaldırdım başını göğsüme dayadı ve elimi sıkı sıkı tuttu. Akan kan ellerimize damlıyordu. Yoldan geçen bir araba durmuş bizi seyrediyordu, hastaneye yetiştirelim dediğimde kanlı olduğu için almadı ve kaçtı gitti. Kimse arabaya almıyordu. Çevreme bakıp yardım edin demekten, ona dönüp seni seviyorum, beni bırakma, dayan demekten başka bir şey yapamıyordum. iki dakikalık bir çırpınıştan sonra kucağımda öldü. Cennet olan Dünya 5 dakikada cehenneme döndü.

      Tam dokuz yıl oldu onu yitireli. Kendime olan güvenimi yitirdim. Artık kimseyi sevemem, kimse de beni sevemez korkusundan kurtaramıyorum kendimi. Bitkisel hayatta gibiyim. Tek elimde kalan bu internet. bu net aracılığıyla sizinle paylaşmak istedim. Yitiren, ya da ben yitirenle paylaşmak isteyen herkese elleri terlese bile ellerimi bırakmamaları şartıyla elimi uzattım. Dost, kardeş, arkadaş ne olursanız olun ama elimi bırakmayın. Size sesleniyorum, elimi bırakmayın lütfen...

      Ne olursunuz sizlerde dostlarınızın elini bırakmayınız. Elinizi gevşettiğiniz dostlarınız varsa tekrar elini sıkıca tutmaya çalışın...
      HİÇ

      Yaşlı bir adam tarlasında çalışırken tebdil-i kıyafet halkın içinde gezen hükümdar ona yaklaşır. Selamlaşırlar, yaşlı adam yolcunun sıcaktan bunaldığını düşünerek ona ayran ikram eder. Daha sonra sohbet etmeye başlarlar. Hükümdar yaşlı adamın sözlerinden etkilenir ve ona kim olduğunu sorar. Yaşlı adam ona:

      -Hiç. der, hükümdar merakla

      -Ne demek bu senin muhakkak bir adın ve ünvanın vardır. der, yaşlı adam gene

      -Hiç, der, hükümdar bu sefer kendisiyle alay edildiğini sanar ve

      -Sen benim kim olduğumu biliyor musun. ben bu ülkenin hükümdarıyım der. Adam bu durum karşısında durumu izah etmeye çalışır:

      -Peki hünkarım şimdi siz bu ülkenin hükümdarısınız, bundan sonra ne olmayı planlıyorsunuz der. Hükümdar şaşkın bir tavırla,

      -Hiç. der, yaşlı adam o zaman

      -Hünkarım işte ben sizin hükümdarlıktan sonra ulaşacağınız o mertebedeki adamım der...
      TUTUMLULUK

      Hayırsever bir zengin, iki yakasında yasayan insanların üzerinden geçmekte sıkınki çektiği bir nehrin üzerine ,sevabına betonarme bir köprü yaptırmaya karar verdi.Bunun için gerekli incelemeyi yapmak üzere tanınmış bir mühendisi arabasına alıp nehre gitmek üzere yola çıktı.Yaninda oturmakta olan mühendis yolda bir ara sigarasını çıkarıp bir kibritle yaktı ve içmeye başladı.
      Zengin adam mühendise, "Yahu benim sigaram yanıyordu; kibriti ziyan ettin? diye sitemde bulundu. Mühendis, "Alışkanlık işte efendim" falan diye geçiştirdi. Ama kafasında da, "Bir kibriti bile hesap eden adam, nasıl milyonlarca lira harcayıp bedava köprü yaptırır?" diye soru belirdi. Neyse, nehre vardılar. Zengin adam nehrin kıyısında bir yer gösterip sordu:
      - Köprünün bir ayağı buraya olur mu?
      Mühendis cevap verdi:
      - Olmaz!
      Adam başka bir yer gösterdi:
      - Buraya olur mu?
      - Olmaz!
      Mühendisin maksadı isi yokuşa sürmekti. Zengin adam da onun maksadını anlamıştı. Cebinden bir avuç altın çıkardı ve bulanık suyun içine fırlattı ve arkasından sordu:
      - Köprünün ayağı buraya olur mu?
      Mühendis hayret içinde cevap verdi:
      - Evet, olur.
      Adam cebinden bir avuç daha altın çıkardı ve bir başka yere savurdu:
      - Buraya da olur mu?
      Mühendis gene hayret içinde cevap verdi:
      - Evet, oraya da olur.
      Hayırsever zengin, mühendise bir ders vermeyi de ihmal etmedi:
      - Arkadaş, sen beni bir kibriti bile hesap ediyor diye cimri sandın. Evet yerinde bir kibrit çöpünü bile düşünür, gereksiz yere ziyan etmem. Ama yeri gelince de gözümü kırpmadan saçarım!
      TOHUM

      Bir zamanlar giderek yaşlanan ve arkasında bir veliaht bırakması gerektiğini anlayan Çinli bir hükümdar vardı.Vezirlerinden veya çocuklarından birisini veliaht seçmek yerine,farklı bir şey yapmaya karar verdi bu hükümdar.

      Ülkesinde bütün gençleri huzuruna çağırdı ve onlara şöyle seslendi:

      ‘‘Artık tahttan çekilmenin ve yerime yeni bir hükümdar seçmenin vakti geldi.Hükümdar olarak içinizden birisini seçeceğim.’’Gençler bu sözleri şaşkınlıkla dinliyorlardı.Hükümdar devam etti:

      ‘‘Bugün her birinize bir tohum vereceğim.Tek bir tohum.Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi,sulamanızı ve bir yıl sonra tohumdan çıkan bitkiyle geri gelmenizi istiyorum.O zaman bana bitkiler hakkında hüküm verip benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim.’’


      Saraya çağrılanların arasında Ling isminde bir genç vardı,ve herkes gibi ona da bir tohum verildi. Ling,eve dönüp başından geçenleri heyecanla annesine anlattı.Annesi ona bir saksı ve biraz da toprak verdi.Ling tohumu itinayla ekti,onu güneş ışığı görebileceği bir pencere kenarına koydu.Her gün saksıya su vererek bitkinin tohumun açıp açmadığını kontrol etti.

      Üç hafta sonra,Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları tohumların nasıl açtığını,bitkilerin nasıl büyümeye başladığını anlatmaya başladı.Ling bu sözleri duyduktan sonra her defasında eve gidip kendi tohumunu kontrol ediyordu.Gel gelelim,saksının içinde büyüyen hiçbir şey görünmüyordu.Haftalar birbirini kovaladı,ama değişen bir şey olmadı.

      Bu arada,Ling’in ballandıra ballandıra saksılarındaki çiçeklerden bahsediyordular hep.Ling’in ağzını bıçak bile açmıyordu,çünkü hakkında konuşacağı bir çiçeği yoktu.Elinde toprak dolu bir saksı vardı o kadar.Ve artık başarısız olduğuna inanmaya başlamıştı.

      Aradan altı ay geçti.Ling’in saksısında çiçekten eser yoktu hâlâ.Tohumunu çürüttüğüne kanaat getirmişti Ling. Ling. Başka herkesin kocaman çiçekleri,ya da ağaç fidanları olmuştu,ama onun koca saksısı,o kadar!


      Nihayet bir yıl tamamlandı ve ülkenin gençleri yetiştirdikleri bitkileri karar vermesi için hükümdarın huzuruna getirdiler. Ling, annesine boş bir saksıyı götüremeyeceği söylediyse de,annesi saksıyı götürmesini ve dürüst olmasını öğütledi.Ling’in sıkıntıdan karnı bile ağırdı,ama annesinin haklı olduğunu bildiğinden dolayı sözünü tuttu.Böylece,o da boş saksıyı saraya götürdü.

      Saraya ulaştığında diğer gençlerin yetiştirdiği çeşit çeşit bitkiler karşısında hayrete düştü.Hepsi de güzel renklerde,güzel biçimlerdeydi ve nefis kokular yayıyorlardı.

      Birbirlerine çiçeklerini nasıl böyle yetiştirdiklerini ciddi ciddi anlatan diğer gençler,Ling’in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla güldüler.Birkaçı onun durumuna üzüldü ve omzuna dokunup ‘‘Boş ver,elinden geleni yapmışsın!’’dediler.

      Hükümdar gençlerin yanına geldi ve bitkileri inceledi.Bu sırada,Ling arkalara kaçıp gizlenmeye çalışıyordu.‘‘Ne kadar da büyük ağaçlar ve çiçekler yetiştirmişiniz öyle!’’dedi hükümdar. ‘‘Bugün içinizden birisi yeni hükümdar olarak tayin edilecek.’’

      Birden,imparator elinde boş saksıyı tutan Ling’i gördü.Hemen, muhafızlarına onu yanına getirmelerini emretti.Ling korkudan titremeye başladı.‘‘Hükümdar başaramadığımı gördü,herhalde beni öldürtecek !’’ diye düşünüyordu.

      İmparator, yanına getirilen Ling’in ismini sordu, o da cevapladı. Diğer gençlerin hepsi gülmeye ve kendi aralarında Ling’ le alay etmeye başladılar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturdu. Ling’i yanına aldı, sonra da kalabalığa ilan etti:”Yeni imparatorunuzu selamlayın! Adı Ling!”Ling kulaklarına inanamadı.Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl imparator olabilirdi ki?


      Hükümdar konuşmasına devam etti:”Bir yıl önce her birinize bir tohum verdim,Onu ekip sulamanızı istedim ve bir yıl sonra da bana getirmenizi istedim.Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı ve dolayısıyla da filiz açmaları mümkün değildi.

      Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdiniz.Tohumunuzu büyümediğini görünce, size verdiğim tohumun yerine başka bir tohum ektiniz.

      İçinizden sadece Ling,kendisine verdiğim tohumun olduğu saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu yüzden, yeni imparatorunuz o olacak.”
      İlginç Tez

      ABD'de Massachusetts Institute of Technology'de okuyan bir öğrencinin tanık olduğu bu öykü, bir tez çalışmasının nelere yol açacağını göstermesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor:

      Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider.15 dakika boyunca sahayı bir bastan diğer uca yürüyerek yerlere kus yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. Yağmur, çamur demeden her gün ayni saatte aynı hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar.

      Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar. Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır. Siyah-beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kuş sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir.

      Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.
      ZİNCİRLEME


      Küçük kız,hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.
      Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardim eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı,yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğle yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.
      Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köse başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.
      Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnini ilk defa doyurduktan sonra,bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu islik çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce,kucağına alıverdi.
      Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı.
      Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki,önce fakir adam uyandı,sonra bütün apartman halkı... Anneler,babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp,ölümden kurtardılar...
      Bütün bunların hepsi,beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.
      (Tavuk suyuna çorba adli kitaptan)
      Billy

      Önemli savaşların hepsi insanın içindedir

      Birkaç yıl önce (1983-1987) Mc Donald şirketi için Ronald Mc Donald's rolünü oynama fırsatını buldum. Çalışma alanım Arizona'nın büyük kısmını ve Güney Carolina'nın bir kısmını kapsıyordu.

      Standart olaylarımızdan biri "Ronald Günü" ydü. Ayda bir gün olabildiğince çok sayıda hastaneye gidiyor ve hiç kimsenin gitmeyi istemeyeceği bir yere bir parça mutluluk götürüyorduk. "Kötü zaman" geçiren yetişkinler ve çocuklar için farklı bir şey yapabilmenin gururunu yaşıyordum. O gün insanların bana gösterdikleri sıcaklık ve minnet duyguları haftalarca bende kalıyordu. Projeyi seviyordum, McDonald's projeyi seviyordu, çocuklar ve yetişkinler projeyi seviyordu ve hemşireler ve diğer hastane personeli de projeyi seviyordu.

      Bir ziyaret sırasında beni kısıtlayan iki kural vardı. Birincisi hastane içinde yanımda McDonald's personeli ve hastane personeli olmadan bir yere gidemiyordum. Böylece, eğer bir odaya girip bir çocuğu korkutacak olursam, sorunu hemen halledecek birileri oluyordu. İkinci olarak da hastane içinde hiç kimseye fiziksel olarak dokunamıyordum. Bir hastadan diğerine mikrop geçirmemi istemiyorlardı. Bu "dokunmama" kuralını anlıyordum, ama sevmiyordum. Dokunmanın bildiğimiz en dürüst iletişim şekli olduğuna inanıyorum. Basılmış ve söylenmiş sözcüklerde yalan olabilir, ama sıcak bir kucaklaşmanın yalan olması mümkün değildir.

      Bu kurallardan birinin ihlalinin işimi kaybetmem anlamına geleceğini bana söylemişlerdi.

      "Ronald Günleri'nde dördüncü yılımın sonlarına doğru yağlı boyalar içinde uzun bir gün geçirmiş, koridordan evime doğru giderken alçak bir sesin "Ronald, Ronald" dediğini duydum.

      Durdum. Küçük, yumuşak ses aralık bir kapının arkasından geliyordu. Kapıyı açtım ve ufak, yaklaşık beş yaşlarında bir çocuğun babasının kollarında yattığını gördüm, çocuk hayatım boyunca gördüğümden daha fazla tıbbi alete bağlanmıştı.

      Anne, büyükanne, büyükbaba ve aletlere bakan bir hemşire yatağın diğer tarafında duruyorlardı.

      Odanın içindeki duygu yoğunluğundan durumun çok ciddi olduğunu anladım. Çocuğa adını sordum -adının Billy olduğunu söyledi- ve onun için birkaç numara yaptım. Hoşça kal demeden önce Billy'ye onun için yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum.

      "Ronald, bana sarılır mısın?" dedi.

      Ne kadar basit bir istekti. Ama ona dokunursam işimi kaybedeceğim geçti aklımdan. Bu yüzden Billy'ye bunu şu anda yapamayacağımı söyledim ve birlikte bir resim yapmayı önerdim. Her ikimizin de göğsünü kabartan harika bir sanat eserini tamamladıktan sonra Billy benden ona sarılmamı tekrar istedi. Artık kalbim "Hadi!" diye bağırıyordu. Ama zihnimin sesi daha yüksekti: "Hayır! Yoksa işini kaybedeceksin!"

      Billy'nin benden ona sarılmamı istediği bu ikinci sefer, büyük olasıklıkla evine dönemeyecek olan küçük bir çocuğun basit isteğini neden gerçekleştiremediğimi düşündüm. Daha önce hiç görmediğim ve muhtemelen bir daha görmeyeceğim birinden mantıksal ve duygusal olarak neden koparıldığımı kendi kendime soruyordum.

      "Bana sarıl…" Bu, çok küçük bir istekti, ama yine de…

      Oradan ayrılmamı sağlayacak makul bir cevap aradım. Ama bir tane bile bulamadım. Bu durumda, işimi kaybetmemin korktuğum gibi bir felaket olmadığını anlamam bir an sürdü. İşimi kaybetmem dünyanın sonu muydu ?

      İşimi kaybettiğim takdirde kendimi toplayıp her şeye yeniden başlayabileceğime inanıyor muydum? Cevap, kocaman, cesur ve olumlu bir "evet! ti. Toparlanabilir, her şeye yeniden başlayabilirdim.

      Peki risk neydi ?

      İşimi kaybedersem, kısa süre sonra arabamı ve evimi kaybedecektim…. Ve dürüst olmak gerekirse bu şeyleri gerçekten seviyordum. Ama yaşamım sona erdiğinde arabanın ya da evin bir değeri kalmayacağını farkettim. Kalıcı değere sahip olan sadece yaşantılardı.
      Orada olmamın gerçek nedeninin mutsuz bir çevreye mutluluk getirmek olduğunu kendime hatırlattıktan sonra, hiçbir risk olmadığını gördüm.

      Anneyi, babayı, büyükanneyi ve büyükbabayı odanın dışına ve iki McDonald's eskortumu da dışarıdaki karavana gönderdim. Tıbbi aletlere bakan hemşire kaldı, ama Billy ona yüzünü duvara dönmesini söyledi. Sonra o küçük insane mucizesini kucağıma aldım. Öyle kırılgan ve öyle korku doluydu ki 45 dakika boyunca birlikte gülüp ağladık ve onu kaygılandıran şeylerden söz ettik.

      Billy önümüzdeki yıl, kendisi olmazsa, küçük erkek kardeşinin anaokulundan eve dönerken yolda kaybolmasından korkuyordu. Hastaneye gelmeden önce kemikleri arka bahçeye gömdüğünden ve şimdi de tam yerlerini hatırlayamadığı için köpeğinin kemiksiz kalacağından endişeleniyordu.

      Bunlar eve dönemeyeceğini bilen küçük bir çocuğun sorunlarıydı. Gözyaşlarının akıtmış olduğu makyajım boynuma bulaşmış olarak odadan çıkarken anne babaya gerçek adımı ve telefon numaramı verdim (Ronald McDonald için bir başka kovulma nedeni, ama nasıl olsa artık kaybedecek bir şeyim yoktu) ve eğer benim ya da Mc Donald's şirketinin yapabileceği birşey olursa aramalarını söyledim. Bunun üzerinden 48 saat geçmemişti ki Billy'nin annesi aradı. Billy'nin öldüğünü ve kocasıyla kendisinin küçük çocuğun hayatında bir değişiklik yaptığımı için bana teşekkür etmek istediklerini söyledi.

      Odadan çıktıktan kısa süre sonra annesi Billy'in ona baktığını ve "Anne, bu yıl noel Babayı görmek artık umurumda değil, çünkü Ronald McDonald beni kucağına aldı" dediğini söyledi.

      Zaman zaman algıladığımız risk her ne olursa olsun, o an için doğru olan neyse onu yapmalıyız. Yalnızca yaşantıların değeri vardır ve insanların yaşantılarını kısıtlamalarının en büyük nedenlerinden biri, söz konusu risklerdir.

      Bu arada, McDonald's, Billy ve benim yaptıklarımızı öğrendi, ama bu koşullar altında işimde kalmama izin verdi. Billy'nin öyküsünü ve risk almanın ne kadar önemli olduğunu paylaşmak için şirketten ayrılmadan önce, bir yıl daha Ronald olarak çalıştım.



      Tavuk Suyuna Çorba: Yüreğinizi Isıtacak İş Yaşamı Öyküleri.
      Jack Canfield, Mark Victor Hansen, Maida Rogerson, Martin Rutte,Tim Clauss. HYB Yayıncılık
      FORSA

      AKDENİZ'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe, minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin duran denize baktı, baktı.

      - Hayırdır inşallah! dedi.

      Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı. Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğurulmuş gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey yoktu.

      Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti. Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için. üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince, korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı. Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rastgeldiği ıssız adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır Aleyhisselam'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki, üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını, işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu. Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? kırk yıldır, yalnız taht yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü. Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?

      Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık bir rüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu, buna öylesine inanıyordu ki...

      - Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu. Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu.

      Bizimkiler! Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunla~ Türk gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.

      "Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir, taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:

      - Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:

      - Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.

      - ...

      Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:

      - Kaç yıldır tutsaksın?

      - Kırk!

      - Nerelisin?

      - Edremitli.

      - Adın ne?

      - Kara Memiş.

      - Kaptan mıydın?

      - Evet...

      İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.

      - Haydi, Bey'in yanına! dediler.

      Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir adamın karşısında durdu.

      - Sen kaptan Kara Memiş misin?

      - Evet! dedi.

      - Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?

      - Benim.

      - Doğru mu söylüyorsun?

      - Niye yalan söyleyeceğim?

      - Aç bakayım sağ kolunu. ,

      İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.

      - Ben senin oğlunum! dedi.

      - Turgut musun?

      - Evet...

      İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:

      - Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.

      Eski kahraman kabul etmedi:

      - Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.

      - Çok yaşlısın baba

      - Ama yüreğim güçlüdür.

      - Rahat et! Bizi seyret!

      - Kırk yıldır dövüşü özledim.

      Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü.

      İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:

      - Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi.

      Ömer Seyfettin
      Bir kızın gençlik hatası böyle sonuçlandı!

      Soru sahibi kızlarımıza: Gençlik.. hislerin baskın geldiği, duyguların isyan ettiği devre... Bu devrede gençler akıl almaz kararlar alır; mantık kabul etmez tutumlara girebilirler. Ancak sonunda yaptıklarına bin pişman olur, ömür boyu teessür duyarlar...



      Ne var ki, bir defa ok yaydan çıkmış, öfkeyle, hisle verilen kararın gereği yaşanmaya başlanmıştır. İşte böyle hatalardan biri de Arap krallarından Zizen’in kızı Nazire’nin yaptığı gençlik hatası. Sonunda bu hatasını hayatıyla ödemiş, gençlere de ibret olacak vakayı böylece tarih sayfalarına sunmuştur.

      Musul yakınlarındaki kalesinde mahsur kalan Kral Zizen, İranlı kumandan Şapur Şah’a teslim olmamış, uzun süre mukavemetini devam ettirmişti.

      Şapur Şah’ın ümidini kesip de muhasaradan vazgeçmek üzere olduğu sıralarda, kralın kızı Nazire kale burcuna çıkar, dıştaki kumandan Şapur’u görür. Bu sırada şeytan telkine başlar:

      - Böylesine cesur ve genç kumandanla evlenmelisin! Gençlik bu... Şeytana uyar, aklına geleni hemen yapar. Bir mektup yazıp bir askere verir, kaleyi dıştan muhasara etmiş olan Şapur Şah’a ulaştırmasını temin eder. Şapur mektubu açar, bakar ki tam istediği şey. Diyor ki:

      - Ben Kral Zizen’in kızıyım, seninle evlenmeyi gönlüme koydum. Şayet beni zevceliğe kabul edersen sana kale kapılarını açmaya hazırım.

      Şapur Şah’ın arayıp da bulamadığı fırsat. Derhal mukabil mektup yazar:

      - Seni kale burçlarında görüyordum da kendimden geçiyordum. Demek ki ben sana, sen de bana âşıkmışız. Hayatımın en mesud olayı, seninle evlenmek olacaktır!

      Babasının itibar ve haysiyetini asla düşünmeyen kral kızı Nazire, tutar, bir gece kale kapılarını ardına kadar açar, kimseciklere de bildirmeden burca çıkıp işaretini yapar.

      Şapur’un askerleri sabaha karşı ansızın hücuma geçer, bir anda açık kapılardan girip kaleyi fetheder; Nazire’nin babasını da, yanındaki askerlerini de kılıçtan geçirirler.

      Sonunda Nazire de düşman kumandanıyla evlenir, birlikte yaşamaya başlarlar.

      Bir gece Nazire’nin gözüne uyku girmez. Yataktan rahatsızlık duyar.

      Şapur Şah:

      - Bu yatak yumuşak ve çok rahat yataktır. Neden uyuyamıyorsun? diyerek kalkar, yatakta araştırma yaparlar. Bir de bakarlar ki, küçük bir mersin yaprağının ezik parçaları rahatsızlık vermektedir.

      Şapur Şah:

      - Hayret yahu, der. Bu kadarcık şeyden rahatsız olunur mu?

      Bizler savaşlarda hasır dahi bulamıyor, sivri taşlar üzerinde yattığımız bile oluyor. Kral kızı Nazire buna şöyle cevap verir:

      - Biz de kuş tüyü yataklarda yatar, ipekli elbiseler giyerdik. Babam, soframızda oğul balı ile bembeyaz kaymağı hiç eksik etmezdi! Şapur, birden ciddileşir:

      - Demek öyle ha!.. İpek elbise giydiren, kuş tüyü yatakta yatıran, oğul balı yedirip, beyaz kaymakla besleyen bir babaya ihanet eden kadın, bana daha kolay ihanet eder.. diyerek emir verir:

      - Derhal en kuvvetli atım getirilsin!

      Azgın at getirilir. Şaşkın şaşkın bakan kızcağızı kuvvetli elleriyle atın kuyruğuna bağlayan Şapur, arkasından da bir kamçı şaklatır... Namludan çıkan kurşun gibi fırlayan atın kuyruğunda kadıncağız çığlık çığlığa... Vaktiyle verdiği gençlik kararına bin pişman.

      Ama dönüşü yoktur bu yolculuğun...
      Yoksa fidan dikenlerin arasında yerimiz yok mu?


      Hayat bizimle başlamamıştır. Elbette bizimle de son bulmayacaktır. Nasıl bizden önce yaşayanlar olmuşsa bizden sonra da yaşayanlar olacaktır. Burada mühim olan, bizden öncekilerin bizlere devrettikleri hizmetleridir.
      Biz devraldığımız hizmetleri olanca azim ve fedakarlığımızla sürdürüyor, bizden sonrakilere bunu daha kamil manada devretme azminde bulunuyor muyuz?
      İşte bütün mesele buradadır. Bizden öncekilerin hizmeti gibi hizmetler üretmek, onlar gibi hayırla yad edilecek hatıralar bırakarak gitmek...
      Tıpkı halife Harun Reşid'in konuştuğu ihtiyar zatın hizmet anlayışında olduğu gibi.
      İsterseniz bu tarihî olayı bir daha arz edeyim takdirlerinize de, bir daha hatırlayalım hizmet anlayışının nasıl olması lazım geldiğini.
      Efendim, Harun Reşid bir gün atına binip şöyle bir gezinti yaparak dinlenmek istediğinden Bağdat'ın dışına çıkar, yol kenarında yaşlı bir zatın hurma fidanı dikmekte olduğunu görür. Yaşlı bir adamın hâlâ fidan dikmeye uğraştığını biraz garip bularak sorar:
      -Baba, der ne yapıyorsun, bu yaştan sonra fidan mı dikiyorsun?
      -Evet oğul, der, görüyorsun ya hurma fidanı dikiyorum.
      -Peki, diktiğin bu hurmalar kaç senede meyve verecek dersin?
      -Hiç belli olmaz oğul; beş senede, on senede, hatta yirmi senede ancak meyve verenler de olur.
      -Demek ki diktiğin hurmaların meyvesini yemen, biraz şüpheli. Mademki sen hayatta iken meyve vermeyecek, o halde bu zahmetleri neden çekiyor; meyvesini yiyemeyeceğin fidanların meşakkatine neden katlanıyorsun?
      İhtiyar bu defa şu cevabı verir:
      -Oğul, bizden evvelkiler dikip gitmişler, biz onların diktiği fidanların meyvesini yedik. Şimdi ise sıra bize geldi, biz de dikelim de bizden sonra gelenler yesinler.
      Cevap hoşuna giden Harun Reşid:
      -Al baba, güzel konuştun, der kendisine bir kese dolusu altın atar. Altın dolu keseyi havada kapan ihtiyar:
      -Allah'a hamd ederim ki, başkalarının diktiği fidanlar senelerce sonra meyve verdikleri halde, benim diktiklerim işte bu anda meyvesini verdi, der.
      Harun Reşid, bu söze de hayran olur; ihtiyara bir kese dolusu altın daha atar. Ak sakallı zat, bu sefer de şöyle söylenir:
      -Allah'ıma şükrolsun ki, başkalarının diktiği fidanlar senede ancak bir defa meyve verdiği halde, benimkiler iki defa meyve verdiler!..
      Halife, ihtiyarın bu sözüne de hayran kalır ve tekrar çıkardığı bir kese altını daha atarak, yanındaki vezirine:
      -Burada daha fazla konuşmayalım, yoksa bu ihtiyar bizde para bırakmayacak, diyerek oradan hızla uzaklaşır.
      Arkadaş! Hizmetlerimiz ibadet hissiyle olmalı, meyvesini hemen almak düşüncesiyle olmamalı. Bizim bu ihlasımız sebebiyle, Rabbimiz meyvesini hemen ihsan ederse, ona da şükretmeliyiz.
      Ama unutmamalıyız ki, bizden öncekiler hizmet etmiş, bizlere hizmet bırakmışlardır. Biz de hizmet etmeli ki, bizden sonrakilere hizmet bırakmalıyız.
      Şimdi soru şudur: Var mı böyle hizmetlerin ucundan bucağından tutmak, karınca kararınca bir şeyler yapıp çorbada bir tuz bulundurmak?
      Yoksa biz sadece hurma mı yiyoruz, fidan dikenlerin arasında yerimiz yok mu?
      Lastik parasını veren şoför


      Vaki olan ısrarlar üzerine tekrar ettiğim yazılardan birini daha sunuyorum takdirlerinize. Tam okuma ve düşünme devresindeyiz.

      Sokaklarda sefalet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı? İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:

      - Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum! Beklenmedik bir anda gelen bu ‘Allah rızası için yardım’ talebi zaten kıt-kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı. Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına; ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört lastiği de kabaklaşmıştı. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da ikaz etmekten geri kalmıyordu.

      - Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan aklıma kötü şeyler geliyor. ‘Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle?’ diye korku içinde bekliyorum.

      O an için nefsi ve şeytan birlik olup vesvese vermeye başladılar:

      - Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna!

      Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:

      - Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir. Çocukları var! Namusu var!

      Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki lastik parasını tümüyle uzatarak:

      - Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder. Sonrasına da Allah başka sebepler halk eder! demiş, minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken kadının:

      - Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın! duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu. Akşam eve gelince beklediği soruyla yine muhatap oldu.

      - Hâlâ değiştirmemişsin lastiklerini...

      - Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.

      Bu geçiştirme işi birkaç gün devam etti. Bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, “Bu defa ne diyeceğim?” diye düşünürken beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı. Hanım kendisine adres yazılı bir kağıt uzatmış, sonra da şöyle demişti.

      - Bugün lastikçi geldi, şu adresi verdi. “Yarın bana gelsin lastiklerini değiştireceğim.” deyip gitti. Al şu adresi.

      Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi. İlk işi kağıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kağıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Adam:

      - “Sen o musun?” deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

      - Tam üç gündür Resulüllah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, “Şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol.” buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki Resulüllah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?
      PARMAĞINI ATEŞE TUTAN ÖĞRENCİ


      HARİKZADELER Sokağı... Şehzade Camii'nden Lâleli Camii'ne doğru inerken karşılaştığım sokaklardan birinin adı bu. Harikzadeler. Yani, yangından kurtulanlar...

      İstanbul'un ahşap binalarının kim bilir kaçıncı yangınını teşkil ediyordu buradaki son yangın. Kışın soğuğunun bile ateş gibi yaktığı bir geceydi. Sonraları ismini sokağa verecek olan müthiş yangın da işte böyle bir gecenin yarısından sonra iki katlı ahşap bir evde başlamıştı. Kısa zamanda etrafı saran ateşlerin içinden canını kurtaran kurtaranaydı. Alevlerin aydınlığında sokağa fırlayan genç kızcağız da bunlardan biriydi. Ne yapıp nereye gideceğini şaşırınca Şehzade Camii'nin medreselerinden birinin camlarından görünen bir ışık ümit vermişti. Dişlerini şakırdatan bu soğuğa daha fazla dayanamazdı. Bugün kız talebe yurdu yapılan medresenin kapısını itip içeri girdi.

      Gaz lâmbasının ceviz rahle üzerine serptiği ışıkta Kur'ân tefsiri mütalâa eden dalgın talebe başını kaldırınca bir mânâ veremedi:

      - Kimsin sen, in mi cin mi? Gecenin bu saatinde ne işin var burada?

      - Ben in, cin değilim. Din kardeşlerinden biriyim. Mahallemizde çıkan yangın bizi de alevler içine aldı, canımı zor kurtarıp, buraya sığındım.

      - Olmaz! Ben şu anda tefsir mütalâa eden bir talebeyim. Şaibeli hareketlerden uzak kalmam lâzım. Seni buralarda görürlerse dedikodunun önünü alamayız. Burasını hemen terk etmelisin.

      - Gecenin bu saatinde nereye çıksam donarım!

      Tefsir talebesi mırıldanarak düşünmeye başlar...

      - Hayırdır inşaallah. Herhalde bir imtihana tabi tutuluyoruz?..

      Bir iki dakikalık sükût...

      - Öyleyse şu duvarın dibindeki kilime sarın ve köşede istirahatine bak.

      Gözlerini tekrar kitabına dikip, Beyzâvî tefsirini mütalâaya devam eden talebe, dakikalar ilerledikçe şeytanı ile mücadeleye başlar.

      Bir ara:

      - Hayır! diye haykırarak parmağını lâmbanın isli alevine tutar, derisi büzülünceye kadar ateşten çekmemekte de ısrar eder.

      Mücadele sabaha kadar devam eder, birkaç defa ateşe tutulan parmak iyice yanar ve ucunda bir yara bile meydana gelir. Şafak sökmek üzeredir. Sonraları Kuzat mezunu olup hâkim çıkacak olan talebe sabah ezanıyla birlikte medreseyi terk edip namaza gider. Dönüşte odasında kimsenin kalmadığını görünce rahat bir nefes alır.

      Ortalık aydınlanınca yangın yerine koşan kızcağız, babası ile anasının feryatlar içerisinde kendisini aradıklarını görünce bağırır:

      - Babacığım, anneciğim, benim için asla üzülmeyin.

      - Kızım nerede kaldın bütün gece?

      - İşte şurada, medresenin odasında, bir talebenin yanında.

      Ve kızcağız olanları anlatır.

      Bu defa Osmanlı paşası baba kızını yanına alarak Şehzade Camii'nde tefsir veren hoca efendinin huzuruna çıkar ve talebelerini toplamasını rica eder.

      Hoca üzgün, mollalar hayrette. Bir talebenin kızcağıza iffete aykırı bir davranışta bulunduğu endişesi içindeler...

      Toplanan mollaları bir bir gözden geçiren kızcağız birini işaret eder:

      - İşte babacığım, parmağının ucu sarılı olan talebe!

      Tefsir hocası hayretler içerisinde sorar:

      - Selâhaddin, senden asla ümid etmezdim, nasıl oldu da böyle bir şikâyete sebebiyet verdin?

      Selâhaddin başını önüne eğer ve hocasından utancından tek kelime bile söylemeye muktedir olamazken kızın babası müdahale eder:

      - Muhterem hocam, değerli talebenizi hırpalamayın. Biz onu şikâyet için değil, takdir ve tebrik için aramaktayız. Siz, parmağını niçin sardığını bir sorun ona!

      Ve mahcup talebe ısrara dayanamaz anlatır:

      - Şeytan bana vesvese verdikçe ben de parmağımı lâmbanın ateşine tutuyor, 'Buna tahammül etmeyi göze alıyor musun?' diye soruyordum. İşte bu sırada parmağım yandı, sarmak zorunda kaldım!

      ***

      Bir Osmanlı paşası olan baba kararını açıklar:

      - Hocam der, bu öğrencinin mezun oluncaya kadar bütün masraflarını üstlenmekle kalmıyor, ayrıca kızımı verip onu damat edinme şerefine de talip bulunuyorum!

      Bu tarihî olay karşısında bugün bizim dilimizden dökülen cümle, meşhur sözden başkası olmayacaktır.

      Zaman olur ki hayali cihan değer!

      YaŞli Adamin VerdİĞİ Ders

      Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak... Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir. Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve, 'Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 1 dolar vereceğim' der. Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara şöyle! der, 'Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı, bundan böyle size sadece 50 sent verebilirim.' Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları. 'Bakın' der, 'Henüz maaşımı alamadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?' 'Olanaksız bayım' der içlerinden biri, 'Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.'
      Bir gün, çelimsiz, küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş yiyecek,
      para, ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu. Üzerinde yırtık,
      pırtık giysiler vardı; yüzü gözü kir içinde, perişan bir hali vardı.


      Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı
      farketmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks
      evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış
      akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza
      takılıverdi. Duyguları birşeylere itiraz ediyordu.



      Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’ a yöneltti. Böyle
      durumların var olmasına izin verdiği için… “Böyle birşeyin olmasına nasıl
      müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun
      Allah’ ım?” diye yakındı içinden.



      Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti, “Yaptım. Seni
      yarattım!”