İnternet Dünyasındaki En Kapsamlı Hikaye Sayfası (433 Hikaye) The End

      İnternet Dünyasındaki En Kapsamlı Hikaye Sayfası (433 Hikaye) The End

      Zamanın birinde bir oduncu, ormanda odun keserken çalı arasında bir yılana
      raslamis. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başını vurmak üzereyken bir an
      göz göze gelmiş. Yaradana olan aşkı -yılan bile olsa- yaratılana yansımış ve yılanı vurmaya kıyamamış. Yılan da duygu lanmış, dile gelmiş.Ey insanoğlu, sen
      bana kıyamadın, ben de sana bir iyilik edeceğim demiş.Bir kör kuyuya dalmış ve kaybolmuş.
      Biraz sonra ağzında bir altın lira ile dönmüş ve oduncuya uzatmış.
      "Bundan böyle ömür boyu sana her gün bir altın lira vereceğim."
      Oduncu altını bozdurmuş ve evinde o gün şenlik olmuş. Hiç kimseye olan biteni anlatmamış, ailesi dahil.Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun
      düzeldiğini zannetmiş.Yıllar boyu her gün o kör kuyunun başına gitmiş, yılan ile bulusmuş ve altınını almış.
      Gel zaman git zaman, oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Bir kaç gün geçince bolluğa alışmış evinde darlık başlamış. Oduncu oğlunu yanına
      çağırmış ve yılanın sırrını anlatmış.
      "Git kör kuyunun başına ve oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek"
      demiş. Oğlu inanmamış ama gitmiş, yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış.
      Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın
      getirmiş. Oğlan önce inanmadığı hikayenin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış, kimbilir daha ne kadar altın var kuyudan içeride demiş....Hırsla yılanı
      öldürmek için bir hamle yapmış, ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp oğlanı sokmuş ve öldürmüş.
      Akşam yaklaşıp da oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta yatağından sürünerek bile olsa kalkmış.
      Kuyunun başına gitmiş ki oğlu cansız yatıyor. Yılan o arada görünmüş ki, kuyruğu yok ve kanlar içinde..
      Oduncu durumu anlamış ve çok üzülmüş. Canının parçası oğlu yerde cansız, yıllardır velinimeti olan yılan yaralı...
      Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş. Tekrar dost olalım
      demiş...
      Yılan ise acı acı gülümsemiş. Çok isterdim ama...Sende bu evlat acısı..bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız.
      Birisi her gece kalkıp Allah'ı anıyor, O'na dua ediyordu. Şeytan ona dedi:
      - Ey devamlı Allah'ı anan kişi! Bütün gece Allah deyip çağırmana, yakarman karşılık seni buyur eden var mı ki? Sana bir tek cevap bile gelmedi, daha ne zamana kadar böyle yakarıp dua edeceksin?
      Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu ve hüzün içinde uyudu. Rüyasında ona söyle dendi:
      - Kendine gel uyan! Niye duayı, zikri bıraktın? Neden usandın?
      Adam: - Buyur diye bir cevap gelmiyor ki... Artık kapıdan kovulmaktan korkuyorum,
      dedi. Bunun üzerine dendi ki ona:
      - Senin Allah demen, O'nun buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah'ın senin ruhuna haber uçurmasındandır. Senin çabaların, çareler araman, Allah'ın seni kendine yaklaştırması, ayaklarındaki bağları çözmesindendir. Senin korkun, sevgin, ümidin, Allah'ın lütuf kemendidir. Senin her Yarabbi demenin altında, Allah'in buyur demesi vardır.. Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demeye izin yok ona. Ağzında da kilit var onun, dilinde de... Zarara uğradığı zaman, ağlayıp sızlamasın diye Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermedi.

      Artık anla ki, Allah'a dua etmeni, O'nu çağırmanı sağlayan dert, Dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopar... (Mesnevi' den)

      Ögretmen

      Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.

      Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson,Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.

      Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı. Çünkü;

      birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu...Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

      İkinci sınıf öğretmeni:
      "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

      Üçüncü sınıf öğretmeni:
      "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer birşeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı.

      Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
      "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.

      Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelerele paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.

      Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin
      ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

      O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek; "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.

      Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vaz geçerek onları eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.

      Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.

      Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.

      Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.

      Bu hikaye burda bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.

      Tahmin edin ne oldu?
      Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.

      Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..

      Zaafiniz Zaferİnİze Engel Olamaz...

      Çoğu insan eksik düşündüğü yönlerini göstermek istemez. Eksikliklerini herkesten saklamanın daha büyük bir eksiklik olduğunu anlamaz. Aşağıdaki hikayeyi okuduğunuzda bir eksikliğin, üstünlüğe nasıl dönüştüğünü göreceksiniz. "

      Dokuz yaşındaki bir Japon çocuğun en büyük hayali günün birinde çok iyi bir judocu olmaktır. Fakat talihsiz bir trafik kazası sonucu sol kolunu tamamıyla kaybeder.Hem çocuk hem de ailesi yıkılır. Ailesi sırf çocuk oyalansın diye,Japonların en unlu hocalarından birini tutarlar. Hoca kolları sıvar, çocuğa tek kolla yapabileceği yegane fırlatma hareketini öğretir. Gece gündüz çocukla beraber bu hareketi çalışırlar. Bir müddet sonra çocuk hareketi gayet iyi ve hızlı bir şekilde yapmaya baslar. Fakat,hocası çocuğa her gün saatler boyu ayni hareketi adeta ezberletir. Çocuk bu hareketten sıkılıp yeni hareketler öğrenmek istedikçe, hocası bu hareketi dünyada en hızlı yapana dek çalışmasını ve başka hareket öğretmeyeceğini söyler.,

      Bir müddet sonra çocuk bu hareketi yıldırım hızıyla yapmaya alışır. Bunun üzerine hoca, çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söyler. Olacak şey değildir! Tek kollu bir judocu, tek hareketle turnuvaya katılacak. Çocuk itiraz ettikçe hocası "Evlat, sen öğrendiğin hareketi yap,gerisini merak etme!" diye öğütte bulunur. Birinci tur, ikinci tur derken çocuk turları gayet rahat geçer. En nihayet finale gelir. Tek hareket bilgisi ile finale kadar gelen çocuğun finaldeki rakibi bölgenin en iyi judocusudur. Çocuk, dev cüsseli rakibini görünce korkar. Hocası, yine sakindir, "Evlat, sen bu harekette dünyada teksin!, kendi oyununu yap!Yeter!" der. Çocuk, rakibine kendi hareketini simsek hızıyla uygular,rakip kalktıkça, ayni hareketi yineler. İnanılır gibi değildir! Çocuk tek kolla tek hareket sayesinde şampiyon olmuştur.

      Çocuk dayanamaz ve hocasına sorar,"Hocam, inanamıyorum! Ben nasıl şampiyon oldum?" der. Hocası yine sakin bir ifade ile söyle cevaplar, "Bu zaferin iki sırrı var oğlum! Birincisi;judonun en güç hareketlerinden birini çok iyi yapabilmendir! İkincisi bu harekete karsı tek bir savunma vardır. O da hareketi yapanın sol kolunu tutmak!..." ( hikaye internetten)

      Zehİr...

      Uzun yıllar önce Cinde Li-Li adli bir kız evlenir ve ayni evde kocası ve kaynanası ile birlikte yasamaya baslar. Lakin kısa bir sure sonra kayın validesi ile gecikilmenin çok zor olduğunu anlar.İkisinin de kişiliği tamamen farklıdır buda onların sik sik kavga edip tartışmalarına yol acar. Bu cin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin oldukça tepkisini alır. Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından ev onun ve annesi ile karisi arasında kalan esi içinde cehennem haline gelmiştir.

      Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kız doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır.

      Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ekstra hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek , böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve esinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.

      Sevinç içinde eve donen Li-Li yaşlı adamın dediklerini aynen uygular . Her gün en güzel yemekleri yapıyor. Kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu.Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir sure sonra kayın validesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu. Genç kız kendisini ağır bir yük altında hissetti Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama su ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvardı, Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu.

      Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li ye baktı ve kahkahalarla gülmeye başladı

      " Sevgili Li-Li dedi , sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayın valideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça oda dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı böylece siz gerçek bir ana kız oldunuz " dedi

      Kıssadan Hisse:

      Eski bir Cin atasözü şöyle der ; Gül veren elde gül kokusu kalır. Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.

      Bİr Çuval Tahil...

      Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı.Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine :
      * "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok." Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı.

      Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine :
      * "Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de halça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu. Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp,bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı.

      İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisininde deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

      Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.

      Sevİlenlerden Olmak...

      Ramazan... Cuma günü... Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır... Hızır (a.s) da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta.

      Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
      -Uyuyacaksın, der.

      Adam:
      -Uyumam, beni rahat bırak.

      Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
      -Uyuyacaksın dedim, der.

      Adam:
      -Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.

      Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:
      -Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştir ki bendeki listede bunun ismi yok.

      Cevap gelir:
      -Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden...

      Allah sevdiklerinden etsin... Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak
      1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

      Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar.. New York'da Medical Center

      Hospital'da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor.Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında.."Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?" dedim. Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:

      -"Siz Türk müsünüz?"

      -Kaşlarını yukarıya kaldırarak "hayır" manasına bir işaret yaptı.

      -Ama ben hala merak ediyorum. "Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?"

      -"Aldırma öylesine bir şey işte" dedi. Ben yine ısrarla: "Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım..."

      Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde
      sordu:

      -"Siz Türk müsünüz?"

      -"Evet Türk'üm..."

      İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı:
      "Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de.. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındandım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: 'Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.' Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.

      Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevkediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu.

      Her taaruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından
      da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya cıktık.Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taaruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz.. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu..Dedim ki kendi kendime:
      -'Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut
      isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..' Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla 'Yazıklar olsun bana' dedim. 'Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?

      Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış' diyerek pişman oldum.. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar.

      Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.."

      Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

      Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.

      Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz?" dedi. "Ömer" cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: "Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?"

      -"Babam müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş."

      -"Senin adın müslüman adı mı?" Ben -"Evet, müslüman adı" deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: "Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun." -"Olsun" dedim.

      -"Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?"

      Şaşırdım, nasıl da birdenbire müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..

      -"Tabii" dedim. "Müslüman olmak çok kolay." Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şehadet getiriyor,hem de ağlıyordu.. Mırıldandı: "Siz müslümanlar tesbih çekersiniz, bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?"

      Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. -"Beni yalnız bırakma olur mu?" "Ne gibi Ömer amca?" "Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor." O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.

      Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şehadet söylettirdim, o şekilde kucağımda teslim-i ruh etti...

      Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım...

      En içten dileklerimle...

      eş ve baba

      Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti. Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

      Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu.

      Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

      Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

      Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

      Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

      Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.

      Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı.

      Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum."

      Hala Aramizda BÖylelerİnİn Olmasi Ne Kadar GÜzel

      Soğuk bir kış gecesinde eve dönerken, kaldırımın ortalık yerinde duran
      genç bir adama rastladım. Derin derin soluk alıyor ve düşmemek için
      yanındaki elektrik direğine sarılıyordu. Bir vitrine bakıyormuş gibi yaparak göz ucuyla onu seyrettim. Otuzbes-kirk yaşlarında olmalıydı ve ustu başı da bir sarhoştan beklenmeyecek kadar temizdi. Yanından geçenlerden bazıları yüksek sesle konuşarak içki içmenin kötülüğünden bahsediyor, bazıları da sadece alaylı gülümsemelerle yetiniyordu. Yolun boşalmasını kolladıktan sonra yavaşça yanına sokularak:
      - İyi misiniz? diye sordum. Bir ihtiyacınız var mi?
      Zorlukla arayabildiği dudaklarından iniltiye benzeyen tek bir kelime çıkabildi:
      - Hastayım...
      Düşmemesi için bir kolunu beline dolayarak taksi beklemeye koyuldum. Aksam vakitlerinde kesilen kar yağışı tekrar başlamış, yavaş yavaş
      beyazlanmaya başlayan yollarda birbiriyle yarışan sokak köpeklerinin dışında bir hayat emaresi kalmamıştı.

      Gece yarısını geçtiğimiz için araba bulmaktan ümidimi kestiğim sırada,
      yanımda bir taksi duruverdi. Şoföre durumu anlatarak acele etmemiz
      gerektiğini söyledim. Hastamızı zor da olsa arka koltuğa yatırarak hasta hanenin yolunu tuttuk ve verilen serum tamamlanana kadar iki saate yakın bir sure başucunda bekledik.

      Nöbetçi doktor, hastayı en azından donmaktan kurtardığımızı ifade
      ediyor, kendine gelmekte olan genç adam ise henüz konuşamadığı için, sadece gözlerimizin içine bakıp gülümsemekle yetiniyordu. Daha sonra onu şoförle birlikte tekrar arabaya bindirip evine oturduk. Hastamızın esi, onun sık sık seker komasına girdiğini bildiğinden müthiş bir paniğe kapılmış ve 5-6 yaslarındaki yavrusunu da alıp sokağa fırlamıştı.

      Bizi görünce koşarak yanımıza geldiler ve büyük bir sevinçle kucaklaştılar. Saatler suren yorgunluğumuz bir anda kaybolmuş,bize nasıl teşekkür edeceğini şaşıran o ailenin mutluluğu karsısında gözlerimiz dolu dolu olmuştu. Ellerimize sarılarak bizi uğurladıklarında, şoföre borcumun ne kadar olduğunu sordum. Bana fark ettirmeden gözyaşlarını silmeye calışırken:

      - Borçlu değil alacaklısın dostum, dedi. Böyle bir iyiliğe beni de ortak etmekle borcunu zaten ödemiştin. Ama belki de yirmi yıldır ağlamayı
      unutan bu adama bu güzel duyguyu hatırlattığın için alacaklı duruma duştun. O mert adamla kucaklaşıp helalleşirken, artık gecenin ayazını
      duymuyor ve evime yürüyerek gitmek istiyordum. Kim bilir? Belki de yolumun üzerinde yardımımı bekleyen bir insan daha bulabilirdim.
      Cuneyt Suavi

      KÜÇÜk Bİr DokunuŞ

      Acile kaldırılıp kardiyoloji (kalp hastalıkları) katına yerleştirilmişti. Uzun saçları, tıraşsız suratı, pisliği, tehlikeli şişmanlığı ve sedyenin alt rafına atılmış siyah motosiklet ceketiyle, bur parlak mozaik zemin, çalışkan, üniformalı personel ve kati enfeksiyon kontrol işlemlerinin steril dünyasında o bir yabancıydı. Kesinlikle dokunulmayacak olanlardan.

      Bu insan eti öbeği önlerinden geçerken görevli hemşireler gözleri fal taşı gibi açılmış onu izliyor,her biri ürkek ürkek baş hemşire Bonnieye bakıyordu. Söze dökmedikleri, ama yalvarırcasına ilettikleri mesaj Bunu alacak, yıkayacak ve ona bakacak kişi ben olmayayımdi. Bir önderin, tam bir meslek erbabının gerçek göstergelerinden birisi, akla gelmeyeni yapmaktır. Olanaksızla uğraşmaktır.Dokunulmayacağa dokunmaktır. Bonnie, Bu hastayı ben istiyorum dedi. Bu, bir baş hemşire için olağan dışıydı hiç alışılmadıktı, ama insan maneviyatına hayat veren, onu iyileştiren ve yücelten kaynak işte oydu.

      Bonnie kauçuk eldivenlerini takıp, bu devasa, hiç de temiz olmayan adamı yıkamaya hazırlanırken yüreği sızladı. Ailesi neredeydi acaba?Annesi kimdi? Küçük bir çocukken nasıldı? Çalışırken, usul usul bir şarkı mırıldanıyordu. Bu, adamın hissediyor olduğunu bildiği korkuyu ve utancı yatıştırıyor gibiydi. Sonra tuhaf bir arzuyla Bugünlerde hastaların sırtlarını keselemek için zamanımız olmuyor, ama bunun sana çok iyi geleceğine bahse girerim dedi. Kaslarinin gevşemesine ve iyileşmene yardim edecek. Buranın bütün amacı bu değil mi...İyileştirmek. Şişman, pul pul olmuş kırmızı deri, yıkıcı bir yasam tarzının ipuçlarını veriyordu: Muhtemelen yemek, içki ve uyuşturucu bağımlılığı. Bonnie bu gergin kasları ovarken, mırıldanıyor ve dua ediyordu. Büyümüş, haşin bir yasam tarafından reddedilmiş ve düşmanca, zorlu bir dünyaya kabul edilme mücadelesi veren bir erkek çocuğun ruhu için dua ediyordu.

      Finalde ilik losyon ve bebe pudrası vardı. Görüntü neredeyse gülünçtü; losyon ve pudra, bu kocaman, yabancı yüzeyle nasıl da bir tezat oluşturuyordu. Adam sırt üstü dönerken yanaklarından yaslar süzüldü ve çenesi titredi. Şaşırtıcı güzellikteki kahverengi gözleriyle Bonnieye bakıp gülümsedi ve titrek bir sesle söyle dedi: Yıllardır kimse bana dokunmamıştı. Teşekkür ederim. İyileşiyorum. Naomi Rhode


      --------------------------------------------------------------------------------

      Garİp Bİr Efsane

      Nuh peygamber tufandan sonra hayvanları ile Ağrı dağı eteklerinde yaşamaya başlar. Karınlarını doyurmak için civarda dolaşan hayvanlardan keçinin bir gün olağanüstü neşeli döndüğünü görür. Bu günlerce devam edince Nuh peygamber keçinin peşinden giderek bu durumun keçinin yediği bir meyveden kaynaklandığını keşfeder. Kendisi de bu meyveyi tadar ve hayatı pespembe gösteren üzüm suyunun müptelası olur.

      Nuh peygamberi mutlu gören şeytan onun neşesini kıskanarak alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh peygamber üzüntüsünden yataklara düşünce, şeytan insafa gelip bu meyveyi yeniden canlandırmak için ne yapılması gerektiğini söyler.

      Eğer meyvenin kökü açılır ve 7 hayvanın kanı ile sulanırsa asma canlanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilkiden oluşan kurbanlar seçilip, asmanın kökü kanları ile sulanır ve 1 yıl sonra bitki tekrar canlanır; yaprak ve meyve vermeye başlar.

      Şarapla sarhoş olan insanların davranışları incelendiğinde bu 7 hayvan karakterini taşıyan tavırlar görülür.

      Aslan gibi cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli, köpek kadar kavgacı, horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze olurlar....

      "ruhlarimiz Gerİde Kaliyor"

      Michelangelo Antonioni'nin 1995 yapımı "Par defa les Nuages" (Bulutların Ötesinde) adli filminde hoş bir sahne ve hoş bir hikaye vardı. Genç kız bir kafede gizemli bir erkekle tanışıyor ve adam ona şu hikayeyi anlatıyordu:

      Bir zamanlar Afrika'da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar,
      beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile
      taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta
      girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş.

      Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları
      yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra su şekilde ifade etmeye çalışmış:

      "Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor." Modern şehir hayatinin ve çağımızın getirdiği en büyük sorunlardan biri bu;"hızla ve sonu bir türlü gelmeyecek olan hedeflere doğru çılgınca koşuşturmak" ve koşuştururken etraftaki ayrıntıları, manzaraları, küçük mutlulukları, kısaca hayata dair pek çok yaşanası güzelliği görememek ve kaçırmak... Ya da yaşanan yığınla drama, saçmalığa ve ilkelliğe seyirci kalmak, duyarsızca sadece bakıp geçmek ve gitmek...

      Halbuki durup ruhlarımızı beklemeli,Müziği duymaya çalışmalı, Yavaş dans etmek için çaba sarf etmeli, Her günün bitiminde yatağa uzanıp "kendimize doğru bakmalıyız".


      --------------------------------------------------------------------------------

      GÜl BahÇesİ

      --------------------------------------------------------------------------------

      Delikanlı yıllar sonra doğduğu kasabaya döner.Sabah uyandığında aklına yıllar önce evlenmek istediği,kasabanın en güzel kızı gelir.Kızın güzelliği çevre kasaba ve şehirlerde bile dillerdedir ve kimler istediyse kız bir türlü olumlu yanıt vermemiştir.Otelden çıkar ve gördüğü yaslı adama kızı sorar.Yaslı adam az ilerde güzel bahçe içinde bir ev gösterir, kızın orada oturduğunu söyler.Delikanlı merak eder,kızın nasıl biriyle evlendiğini. Bir kösede beklemeye baslar,bir müddet sonra yaşlıca kel pekte hoş görünmeyen bir adamı yolcu eder kız kapıdan...Üstelik zengin bir adam da değildir. Adam gittikten sonra delikanlı çalar kapıyı, kendini tanıtır.Sorar niye bu adamla evlendiğini kıza.Kız: - Söylerim der ama bir koşulla.Evin arkasında büyük bir gül bahçesine götürür delikanlıyı ve der ki:- Bu bahçenin en güzel gülünü bana getirirsen söyleyeceğim sana niye bu adamla evlendiğimi. Ama asla geri yürümek yok bahçede, arkana bakmak yok en güzel gülü istiyorum sadece.-Memnuniyetle der delikanlı ve girer bahçeye.Uzatmışken elini pembe bir gonca görür az ötede,ilerler.Ona uzanırken kadife kırmızı bir gül ilişir gözüne ilerde.Derken..Bir de bakar bahçenin sonuna gelmiş.Kıza verdiği söz gelir aklına.. Geri dönmek yok.Ne yapsın. Mecburen bulduğu alelade, hatta solmaya yüz tutmuş bir gülü mahcup bir şekilde götürür kıza.Kız gülümser gülü görünce. '-Bilmem aldın mı cevabini'' der delikanlıya.Hayat bu bahçede yürümeye benzer....

      Birakiniz IŞiĞiniz Yayilsin

      Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi isini kurdu bu, iki caddenin kösesinde bir perakendeciydi. Adam dürüst ve dost canlısıydı,insanlar onu seviyorlardı. Ondan alış veriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı. Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı.

      Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı.Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.. Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi: İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek.Hanginizin bunu hakkettiğine karar vermek için,her birinize birer dolar vereceğim simdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu aksam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastahane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı. Çocuklar bu basarili şirketi yönetme fırsatı karsısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı. Aksam geri döndüklerinde babaları sordu: -"Birinci, çocuğum ,bir dolarla ne yaptın ?" Çocuk cevap verdi:

      -"Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım. Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı. Adam sordu: -"Peki ikinci çocuğum ,sen paranla ne yaptın?."

      -"Yorgancıya gittim . İki tane yastık aldım ." Bunu söyleyen çocuk ,yastıkları içeri getirdi ,açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı. -"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın?." diye sordu adam .

      -Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini incilde yazıldığı gibi çok değerli bir şeye verdim. 20 sentini şehrimizdeki iki yardim kurumuna bağışladım. 20 sentte kiliseye verdim. Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım." Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı.Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu.Oda samanla veya tüyle değil,bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.Baba memnundu.

      -"Çok iyi oğlum .Bu şirketin başına sen geçeceksin, çünkü yasam hakkında çok önemli bir şeyi , ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel."

      N. QUBEIN

      ÇİÇekle Suyun Hİkayesİ

      Günün birinde bir çiçekle su karsılaşır ve arkadaş olurlar, ilk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum. Tabi ki zaman lazımdır birbirini tanımak için, gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki ki mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki suya asık olmuştur ilk kez aşık olan çiçek etrafa kokular saçar sırf senin hatırın için ey su diye.

      Öyle zaman gelir ki artık su da içinde çiçeğe karsı bir şeyler hissetmeye baslar, zanneder ki çiçege aşık oldum ama su da ilk defa aşık oluyordur. Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba su beni sevmiyor mu diye düşünmeye baslar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle, halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek suya seni seviyorum der, su bende seni seviyorum der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine suya seni seviyorum der, su sabırla bende der, çiçek sabırlıdır bekler bekler bekler.

      Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz artık etrafa, ve son kez suya seni seviyorum der, su da ona söyledim ya ben de seni seviyorum der. Ve gün gelir çiçek yataklara düşer, hastalanmıştır çiçek artık, rengi solmuş çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek, suda basında bekler çiçeğin yardımcı olmak için dostuna, bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki "seni ben gerçekten seviyorum" çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye, doktor gelir ve muayene eder çiçeği.

      Muayeneden sonra söyle der doktor "hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez" su merak eder sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye, ve sorar doktora hastalığı nedir diye, doktor yukarıdan aşağıya bir bakar suya ve der ki "çiçeğin bir hastalığı yok dostum, bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için der"

      Jack Ve Bob ' Un Hİkayesİ

      Jack yavaşlamadan önce Takometreye baktı: Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu. Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilirdi? Jack arabasını sağa çekti. "İnşallah su anda yanımızdan daha hızlı bir araba geçer" diye düşünüyordu. Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi. Bob? Bu Polis Kiliseden Bob degilmi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kotuydu.Kiliseden tanıdığı bir Polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hemde hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

      "Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç" "Merhaba Jack" Bob gülümsemiyordu."Beni, karimi ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın""Evet öyle" Bob umursamaz görünüyordu."Son günler eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun suredir hiç görmedi. Ayrıca Diana bana bu aksam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?""Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum." diye cevapladı Bob."Eyvah! Bu taktik fazla ise yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli"diye duşundu Jack "Beni kaç ile giderken yakaladın?""Yetmiş.Lütfen arabana girer misin?" dedi Bob."Ah Bob,bekle bir dakika lütfen.Seni gördüğüm anda Takometreye baktım.Sadece 65 ile gidiyordum.""Lütfen Jack, arabana gir" diye üsteledi Bob.Jack cani sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı.Bob not defterine bir şeyler yazıyordu."Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatını istemiyor ki" diye duşundu Jack.

      Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti. Bob kapıyı tıklatıyordu.Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdiğe gitti."Ceza değil bu" diye kendi kendine söylendi Jack. Bir anda sevinmişti.Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:

      "Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yasındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından olduruldu. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı.3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip,öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor.Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim.Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı."Jack 15 dakika kadar bir sure yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı.Hayat çok değerli, sürekli dikkat et. Dikkatli araba kullan ve başkalarının hakkına saygı göster. Hiçbir zaman unutma, istediğin kadar araba satın alabilirsin, ama insan hayatini alamazsın.

      CÜneyt Suavİ' Den Anlam Dolu Bİr Hİkaye: Kalp

      Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak bir şeye çarptığını
      fark etti. Eğildi baktı... Aman Allah'ım !.. Ayaklarının arasında, yuvasından
      ustalıkla sökülmüş bil kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi diri ve
      kanlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında, dehşetinden
      çıldıracak gibi oldu. Kalp tıp tıp atıyordu ve sıcacıktı. Delikanlı, sanki
      ellerine yapışıp bir başka uzvu haline geliveren kalpten kurtulmak
      istiyor, fakat ne olduğunu kestiremediği duygular tarafından engellendiğini
      hissediyordu. Bir müddet sonra sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak
      için en yakındaki evin kapısını çaldı ve zincir aralığından bakan genç
      kıza:

      - Bu kalp sizin mi? diye sordu. Biraz önce buldum onu. Kız, mahçup bir
      ifadeyle:

      - Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım bir vefasıza kaptırdım, dedi.
      Yandaki eve sorun, onların olabilir. Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı
      bir villaydı. Kapıyı açan hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin
      beyine götürdüler. Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan
      kanları ayağıyla örtmeye çalışırken:

      - Bu kalp sizin mi acaba? diye sordu. Hala atıyor da...

      Beyefendi, ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü bir yudum
      çekerek:

      - Ben kalbimi dünyaya sattım canikom, diye sırıttı. Komşu evde bir
      meczup var,o bilir sahibini.

      Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe yavaşlayan
      kalbi bitişik kulübedeki ihtiyara koşturarak:

      - Bu sizin mi? diye sordu. Çabuk olun. Neredeyse duracak. Yaşlı adam,
      okumakta olduğu Kur'anı yavaşça kapatırken:

      - Ben kalbimi, her şeyimle birlikte Allah'a verdim evlad, diye gülümsedi. Elindekinin sahibini neden gidip anne ve babana sormuyorsun? Her ikisi de yaşlanıp bunadı, diye üfüldendi genç. Bir bebek gibi alaka görmek istediklerinden, üç gün önce kavga edip onları terketmiştim.İhtiyar
      adam, büyük bir üzüntüyle:

      - Terkettin ha!... diye mırıldandı. Terkettin demek. Delikanlı,
      söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki yaşlı adam, beklediği cevabı çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin adımlarla ilerledi ve iki eliyle
      kavradığı gömleğini bir hamlede yırtarak açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı.

      Cüneyt SUAVİ

      Gazi Üniversitesi' nde bir ders..

      1982 yılı.Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda 2. sınıf öğrencileri Türkiye Ekonomisi dersinin hocasını bekliyor. Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünüşlü hoca kapıda beliriyor.İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor.Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor."Bakin" diyor. "Bu,kişiliktir.Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey."Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:"Bu, basaridir. Basarili bir kişilik (1)'i (10) yapar".Bir (0) daha..."Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:Yetenek... disiplin...Sevgi...Eklenen her yeni (0)'in kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca.Sonra eline silgiyi alıp en bastaki (1)'i siliyor.Geriye bir suru sıfır kalıyor.Ve Hoca yorumu patlatıyor:"Kişiliğiniz yoksa,diğerleri hiçtir".
      Sınıf,mesajı alıp sessizliğe gömülüyor.

      Thomas Ve Tereza

      On yıl önce, karısından boşandığında, başkalarının evlilik kutlamaları gibi o da boşanmasını kutlamıştı. Bildiği kadarıyla bir kadınla aynı evin içinde, birlikte yaşayabilecek yaradılışta değildi, ancak bekarken tam anlamıyla kendi kendisi olabiliyordu.Yaşamını hiçbir kadının gelip de elinde bavuluyla içine yerleşemeyeceği biçimde kurmaya çalışmıştı. Dairesinde tek bir yatak olması bundandı. Yatak yeterince genişti gerçi ama Tomas yattığı kadınlara yanında biri varken uyuyamadığını söyler, onları gece yarısını geçe arabasıyla evlerine götürürdü.

      Onu ilk ziyaretinde Tereza'yla yatmaktan alıkoyanda nezle değildi. İlk gece geniş koltuğunda uyumuş, haftanın geri kalan günlerinde de her gece arabayla hastaneye gitmişti.Oradaki bürosunda açılır kapanır bir karyolası vardı. Oysa bu defa kızın yanında uyudu. Ertesi sabah uyandığında,hala uyumakta olan Tereza'nın elini tuttuğunu gördü.Bütün gece elele mi yatmışlardı yoksa? İnanılacak gibi değildi. Kız uykusunda derin derin soluk alır ve Tomas'ın elini tutarken (sımsıkı; elini kızın elinden kurtaramadı) o son derece büyük bavul da yatağın kenarında duruyordu. Onu uyandırmaktan korktuğu için elini elinden çekip kurtarmaktan kaçındı ve daha iyi görebilmek için yavaşça ondan yana döndü. Tereza'nın üzeri katranlanmış sazdan bir sepete konulup,nehir aşağı yollanan bir çocuk olduğunu bir kere daha geçirdi aklından. İçinde bir çocuk barındıran sepeti dalgalı bir nehirde başıboş bırakamazdı, değil mi?

      Firavunun kızı,küçük Musa'yı taşıyan sepeti dalgalardan çekip almamış olsaydı,ne Ahdi Atik ne de içinde yaşadığımız uygarlık olmayacaktı! Antik Çağa ait birçok efsane, bırakılmış bir çocuğun kurtarılmasıyla başlamaz mı? Polybus küçük Oedipus'u kanatlarının altına almamış olsaydı, Sofokles en güzel tragedyasını yazamayacaktı! Thomas daha o zamanlar eğretilemelerin tehlikeli olduğunu bilmiyordu. Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir.