Bir Şiir..

      bir şiir daha ...

      HEP YARIM ....

      Neydi senin aradığın?
      Korkusuzca adımladın
      Sana kalan yolların
      Hep yarım...

      İlk değildi son hiç değil
      Alışkanlık; Aldanışın
      Aldandın da ne oldu?
      Hep yarım...

      Sonsuz mutluluğa dair
      Bitti mi o soruların?
      Sorularının cevabı!
      Hep yarım...

      Değer miydi bilemedin
      Kimeydi o gözyaşların?
      Ağladın da ne oldu?
      Hep yarım...

      Ümitsiz miydin ki; Hayır!
      Ümitliydi hep bir yanın
      Bekledin de ne gördün?
      Hep yarım...

      Gitmen de gerekiyordu
      Sen ısrar ettin ve kaldın
      Mutluydun kim bilir ama,
      Hep yarım...

      Büyük cesaretin vardı!
      Yolları hep karışladın
      O’na giden yolların
      Hep yarım...

      Sevgiye mi açılmıştı?
      Bu çelimsiz kolların
      Cesaretinin ödülü!
      Hep yarım...

      Ne kadar istiyorsan
      O kadar acıyor canın
      Ne kaldı ki alacağın?
      Hep yarım...

      gulayy

      18 Mart 2006
      --- gidi yalanci dunya ---

      Şakir Abi' ye cevap: ))

      Acı dolu hayata
      Hergün acı eklenir
      Gelmese de sevgili
      Sonsuza dek beklenir

      Umutsuzluk sararsa
      İçini birden bire
      Yılma sakın, bir defa
      Bir defa daha dene

      Sonucu değiştirmez
      Elinde var olanlar
      Şimşek çakar, gök gürler !
      Dile gelir boranlar

      Çelimsiz omuzuna
      Hataların yüklenir
      Anılar bir olmuştur
      Hep karşına diklenir

      Bir günün güzel ise
      Diğeri beter olur
      Zaman’a dersin şöyle:
      “Geriye git ne olur”

      Hata tek kişilik mi ?
      Karşılıklı mı, yoksa ?
      Devam etmeli yola
      Azmin, acından çoksa

      Beklediğin ne ise
      Her zaman tersi olur
      Sen ışığı umarsın
      Karanlık seni bulur

      Hissedilen başkadır
      Söylenen ise başka
      Kahrolası dünyada
      Zaman yok mutlu aşka

      Her acı gibi bu da
      Zamanla elbet geçer
      Ya paçayı yırtarsın
      Ya yüreğini biçer

      Olmazsa dilediğin
      Üzülürsün bir süre
      Dersin yitip gidiyor
      Nasıl göz göre göre

      Öyle garip bir histir
      Her şey kalmıştır yarım
      Hüzün, acı ve keder
      Elinde tüm varlığın

      Herşeye rağmen yine
      Hayata yoktur isyan
      Her durumda güçlüdür
      Sevgi doludur insan

      Tedirginlik bir yanda
      Pusuya yatmış bekler
      Bir yanda sevgi ve aşk
      Kızıl renkli çiçekler

      Seçim yapması zordur
      Zorla güzellik olmaz
      AY sabah yok olur da
      GÜL hiçbir zaman solmaz !

      gulayy

      24 Şubat 2006

      Abi berak yaa başimi mi yakeyim : )))))))

      ve bir şiir daha ...

      Kalbimin üstüne düştüm …

      Yaşama tutuna tutuna geldim…
      Bıraktım kendimi, kalbimin üstüne düştüm…
      Çakıl taşları çıktı önüme, ezip geçtim birer birer
      Taşıyamadım yüreğimi, ağırdı külçe külçe
      Direndim, yalpalasam da daracık yollarda
      Yük trenleri geçti önümden peşi sıra, ard arda
      Yüküm onlar kadar ağır mıydı ?
      Düşündüm, sessiz bir çığlık koptu içimde
      Daha çok yolum vardı, durmadım gittim !
      Anlamak zor değil, uzaktım hala uzak
      Buğday tarlasındaydım, sıra sıra uzun uzun
      Sesini duydum bir an uzakların, sonsuzun
      Dört yanım sapsarıydı, tıpkı şu benzim gibi
      Yoruldu adımlarım, durmak zamanı geldi
      Genzimi yakan sıcak, gökyüzü çakır mavi
      Yük trenleri geçti önümden, peşi sıra ard arda
      Bir tren sesi vardı, bir de ben oralarda
      İşte…aldım başımı gidiyordum
      Gördüğüm ilk korkuluğa yolun sununu sordum
      Yalnızlıktan olsa gerek, ürktü hiç ses vermedi
      Tek kelime etmedim, yine yola koyuldum
      Yük trenleri geçiyordu gözümün önünden
      Ahenkle dans ediyor, raylar ve tekerlekler
      Yalnızlıklara inat, onların buluşması
      İşte böyle birşeydi ruh beden kavuşması
      Yaşama tutuna tutuna geldim, bu buğday tarlasına
      Sorgusuz sualsiz atladım başaklar arasına
      Bir anlık boş bulundum, o ne dikkatsizlikti
      O buğday tarlaları, yüreğim için ilkti
      Yaşama tutuna tutuna geldim, onca yollardan geçip
      Hem gerçek, hem hayal, hem bembeyaz bir düş'tüm...
      Bir bıraktım kendimi, kalbim üstüne düştüm...

      gulayy
      --- gidi yalanci dunya ---

      Bana Bir Şehri Ödünç Verirmısın.......?

      Bana bir sehri ödünc verir misin?
      Kırmızı gökyüzü,
      Kırmızı aksam ve
      Kırmızı dudakları gibi bir kadının,
      Buyurgan...
      Ellerini degil sehrini istiyorum,
      Sokaklarında sesler gezen,
      Yüzlerin duvarları boyadıgı maviye;
      İstanbul'u istiyorum...
      Erguvanın savurdugu kırmızılarda gözüm
      Gökyüzünde,
      Aksamda,
      Dudaklarda,
      Buyurdugun gibi ölüme yürüyorum;
      İsatnbul'dan uzaklarda...
      Bana bir sehri ödünc verir misin?
      Mezarlıkları da olsun icinde,
      Su pınarları da.
      Ellerinden almak istiyorum İstanbul'u,
      Gökyüzünü,
      Aksamları,
      Dudakları,
      Ve o sarkının nakaratını;
      ''Güller ve dudaklar simdi''
      Bana bir İstanbul verir misin?
      Eski bir ask'a karsılık,
      Gökyüzüne,
      Aksamlara,
      Dudaklara dahil!



      GÜLAY HANIM HOŞGÖRÜNÜZE SIĞINARAK ELİMDEN GELDIĞI KADARIYLA RENK KATMAK İSTEDIM........Esen kalın.....
      Insan Telefon Defterini Temize Çekerken Bazi Isimleri Eski Defterinde Birakir
      .
      Onlar artik birdaha asla aranmayacaktir.Garip bir hüznü barindiran bu
      silik isimlere bakilir bakilir.Kimi okuldan sinif arkadasinizdir, kimi
      çok çabuk unutuverdiginiz bir sevgili, kimi bir cafede aylarca herseyi
      ama herseyi paylastiginiz birisi; yada istifa ettiginiz bir yerden bir
      arkadasiniz! Soyadlari sorulmamis birsürü hatirlanmayan isimde vardir
      defterde; ve süphesiz üstünde isim olmayan telefon numaralari korkunç
      bir operasyonla onlarca hayat, onlarca güzellik bir çirpida ortadan
      kaldirilir.

      INSAN TELEFON DEFTERINI TEMIZE ÇEKERKEN BAZI ISIMLER ÜZERINDE DURUR.

      Onca zaman sonra birkez arasaniz, sesini duysaniz... Ona edilebilecek
      bir çift sözünüz yoktur! Birlikte gittiginiz filmler, meyhaneler, evler
      birbirinizi yillar sonra özlemenizi saglayacak sevgiyi asilamamistir
      size.Yalnizca bir isImdir simdi o.Temize çekerken atlarsiniz
      hemen.Derhal çevirirsiniz sayfayi telasla, alalacele.Oh, isim geçmiste
      kalmistir.

      INSAN TELEFON DEFTERINI TEMIZE ÇEKERKEN HAYATINIDA SORGULAR!

      Hangisi ihanet etmistir, hangisi yalvarmistir kendisini birakmamaniz
      için; hangisinin birsüre sonra arkanizdan konustugunu duymussunuzdur;
      hangisi sizi en güzel öpmüstür; hangisi rüyalariniza girmistir, hangisinin
      ayak parmaklari ilginizi çekmistir, hangisine hediye alirken zorlanmissinizdir, hangisiyle en hararetli tartismalara girip kavga etmissinizdir, hangisi için
      sabahlara kadar içip içip aglamissinizdir? ! ...

      Dogrular, yanlislar, hatalar, tutkular!

      Birlikte EDIP CANSEVER okudugunuz o insanlar, solmuslardir.

      INSAN TELEFON DEFTERINI TEMIZE ÇEKERKEN YALNIZLIGINIDA KANITLAR.

      Bütün bu insanlar simdi nerede, ne yapmaktadirlar? Saat elbette
      dört'tür! Paradoks, labirent, koni, tüm bilimsel ifadeler ve mentalite tersine
      dönmüstür. Ters dönmüsüzdür. Bu tekbasinalik ve bu isim katliami
      aslinda size ters gelir... Çalan telefona bakarsiniz.Acaba? Acaba telefon
      defterini temize çeken bir arkadasinizin son anda kurtarma çabasi midir?

      Bir iki kirik sözcük, yarim yamalak bir bulusma, belki...

      Bilemezsiniz...

      LÜTFEN, AMA LÜTFEN TELEFON DEFTERLERINIZI KAYBETMEYINIZ...
      .
      küçük Iskender
      ...............

      bilme ne olur

      Ağladığımı bilme ne olur..
      Çiğ damlaları gibi inceden yağdığımı
      Gözlerim bakarken semaya doğru, el açıp tanrıya yalvardığımı
      Düşündüğümü bilme ne olur..
      Müebbet hapislerde kaldığımı
      Yüreğim yakarken anılarımı, el atıp ateşe, kurtardığımı
      Kırıldığımı bilme ne olur..
      Bir cam gibi yüz parça dağıldığımı
      Ellerim toplarken kırıklarımı, kan revan içinde bağırdığımı
      Haykırdığımı bilme ne olur..
      Bir dere misali çağladığımı
      Her damla akarken denize doğru, benim sana doğru yol aldığımı
      Kavrulduğumu bilme ne olur..
      Sönmüş bir kül gibi, karardığımı
      Güneşin sıcağı yakarken göğü, sensizlik ateşinde yandığımı
      Darıldığımı bilme ne olur..
      Hakkım olan sevdanın yarıda kaldığını
      Yıllar süren sınavda, “tek ders”ten kaldığımı
      Bağlandığımı bilme ne olur..
      Sabah uyanınca sana sarıldığımı
      Maziden bir resim görünce hala, her şeye kahredip sarardığımı
      Çağırdığımı bilme ne olur..
      Bir eski dost gibi arandığını
      Eski aşk dost olmaz denilse bile, hece hece adının anıldığını
      Geldiğimi bilme ne olur..
      Hep aynı yollarda dolandığımı
      Her “gün” eksilirken şu takvimlerden, defalarca sana çoğaldığımı
      Yorulduğumu bilme ne olur..
      Çıkmaz sokaklar gibi tıkandığımı
      Sebebi sen olan gözyaşlarımla, ağlayıp ağlayıp yıkandığımı…

      3 Ağustos 2007 gülay
      --- gidi yalanci dunya ---
      Gülay hanım yüreğinize sağlık çok güzel..bilme ne olur.....ve tabi diğer şiirlerde...

      Aşk adına durmuş saatler
      yine aşk adına kurulur
      içerde bir gökyüzü başlar
      güneşler birbirini bulur.
      çalar saatler aşkı vurur
      aşkı yanıp söner yıldızlar
      dallar verdiği sözde durur
      aşka dair çiçekler açar......


      Aşk uğruna esrik gezen
      Şol duraksız aşık benem.....
      alıntı.....
      " Bir Sevdadır Hemşin , Çamlıhemşin "

      tepeden bakıyorum ankara sana ...

      TEPEDEN BAKIYORUM ANKARA’YA

      Tepeden bakıyorum Ankara’ ya
      Güneş var, görebildiğim karanlık
      Bir ışık görebilsem ah bir kez
      Aydınlansa keşke içim, bir anlık

      Gördüğüm bir yığın beton, soğuk !
      Evlerin çatıları bembeyaz kar
      Binalar ne anılarla dolu, kim bilir ?
      İnsanları göremiyorum, duvarlar var

      Ne acıları var, kim bilebilir?
      Evlerde ne sevinçler yaşanıyor
      Kimi yeni başlamış hayata
      Kimi dünyadan taşınıyor

      Gördüğüm sadece Ankara’ mı ?
      Çatılar, her derdi örten çatılar
      Yollar görünmüyor, kapatmış binalar
      Görebildiğim insanlar, ne kadar katılar !

      Hayatta güzel olan nedir, bilir misiniz ?
      Kızarmış bir ekmekle güne başlamak
      Annenizin sizin için yaptığı kurabiyeye
      Yıllar sonra bir yerlerde rastlamak

      Bir hanımeli kokusu, bir bahçe kenarında
      Dört gözle beklenen sevgilinin gelmesi
      Bir kedinin, kendi kadar güzel yavrusuyla
      Her sabah kapınızda nöbet beklemesi

      Soğuktan donmuş ellerinizin, sıcak bir çay ile ısınması
      Sevdiğiniz bir arkadaşın, karşı binaya taşınması
      Daha neler var hayatta, göremediğimiz
      Köşe bucakta kalmış, anlam veremediğimiz
      Dolu tarafını görmek güzel, karmakarışık olan hayatın
      Düşünün bütün bunları, akşam uykuya öyle yatın : )))

      27.02.2006 gülay
      --- gidi yalanci dunya ---

      dönüş vaktidir şimdi...

      Dönüş vakti …

      Uzun yolculuklardan, kısa dönüşler vaktidir şimdi
      Zamansız çıkılan yolların, zamanı belli dönüşleri bunlar
      Çoğul gidişler, tekile dönüşür, iki kişiymiş gibicesine
      Bu "son sefer"dir artık, gidilmeyen nice yolların yerine
      Vardan öte, yoklukta bile …

      17 Temmuz 2007, Gülay
      --- gidi yalanci dunya ---

      aman ve zaman ...

      AMAN - ZAMAN

      "Aman" zamansız geldi, yaktı yüreğimizi
      "Zaman" apansız geçti, büktü bileğimizi
      Giden apansız gitti, geçti durağımızı
      Kader yalansız seçti, bizim muradımızı
      Hayal avcıları hep, başımıza üşüştü
      Açılmamış hayaller, "zaman"a yenik düştü
      "Aman" dedik feryatlar duyulmadı uzaktan
      Kim paçayı kurtarmış bu "aman"sız tuzaktan
      Şu zamanın çarkında, paslı birer dişliyiz
      Yenileniriz yine, biz sevdayla işliyiz
      Sevme "zaman" i gelir, yine severiz baştan
      Aşk kandırır bizleri, değil ki yürek taştan

      11 Ağustos 2007, 01:30 - rize yolcusuyken otobüste...
      --- gidi yalanci dunya ---

      bitmeyen yarış

      Vedayı önce kendine edeceksin, yüreklice
      Sen ki sevdalara yüreğini açmış, cesurken
      Önce kendine anlatacaksın olanı biteni
      Şimdi aynı yürekle, unutacaksın gideni
      Bilinmezlere yormayacaksın, kafayı bir süre
      Her garipliğin bir sırrı vardır diyeceksin
      Aramayacaksın hayatta normal şeyleri
      Geldiği gibi kovacaksın başından heyheyleri
      Sessizliği dinleyeceksin, gözlerini kapatıp
      Yükseklere bakacaksın, yüreğin derinliğinden
      Şarkıları duymayacaksın, söylenmemişler gibi
      Uzaklaştıracaksın kendini, görmeyeceksin dibi
      Sevgileri hiç sayacaksın bir akşam, sabaha kadar
      Bir kuş gibi hafifleyeceksin, gecenin sessizliğinde
      Yalnızlığa açacaksın kapıyı, eski dost edasıyla
      İrkilmeyeceksin hatıraların acımasız nidasıyla
      Sevgilere veda edeceksin, kısa bir süre için
      Arkanı döneceksin, senin olan herşeye
      Hiç sevmemiş gibi, tazeleneceksin yeniden
      Önüne geçeceksin hayatın, o gelecek geriden
      Vedayı önce kendine edeceksin, yüreklice
      Bırakacaksın kendini, hayatla barışacaksın
      Yenileneceksin ve sonra yine
      Eski senle yarışacaksın …

      21 Ağustos 2007, Gülay
      --- gidi yalanci dunya ---

      HAYAT DEVAM EDİYOR

      İNSAN AİLESİNDEN BİRİNİ KAYBETTİGİNDE BİLE BİR MÜDDET SONRA YARALARIN ÜSTÜ KABUK BAGLIYOR ÖLENLE ÖLÜNMÜYOR ZAMAN ÇOK ŞEYİN İLACI DEYİLMİ.YARIŞTA FİNİŞE ULAŞMAKTAN ÇOK BAŞLAYABİLMEKTE ÖNEMLİ.SİZ YAZDIKLARINIZI UYGULAYABİLİYORSANIZ UYGULAYABİLİRSEK BİR ÇOK ŞEYİ HALLETMİŞ OLURUZ.HUZUR MUTLULUK ADINA.KENDİMİZLE BARIŞMAYI ÖGRENMELİYİZ HATALARIMIZDAN DERS ALARAK...ÇOK DEGERLİ BİR PAYLAŞIM YAPMIŞŞINIZ İNSANI BİR ŞEYLERE TUTUNMAYA SÜRÜKLEYEN.TEŞEKKÜRLER...SAYGILARIMLA
      ÇİÇEKLERİN EN GÜZELİ GÜL
      GÜLLERİN EN GÜZELİ SEN

      güle güle diyemediklerimiz (hiçbir zaman veda edemez insan) -ııı-

      güle güle diyemediklerimiz (hiçbir zaman veda edemez insan) -ııı-


      Benzer olarak etiketlenmiş yazılar
      güle güle diyemediklerimiz (hiçbir zaman veda edemez insan) -ıı-güle güle diyemediklerimiz (hiçbir zaman veda edemez insan) -ı-gece, kar ve çocuk kadın 2005 yılı
      Uzun zaman oldu hayata küseli, hayatla bağlarını gevşeteli. Artık yaşamına kimseyi sokmuyor. Eskilerle de sil baştan yapmıyor. Çünkü yaşadığı hayal kırıklıkları boğazına kadar tırmandı ve adeta nefes almasını engelliyorlar. İşine gidip geliyor, öğrencileri ve hastaları ile zaman geçiriyor ama eski dışa dönük hallerinden eser yok. Yani kendini ortaya koyduğu, kendini paylaştığı ilişkiler kurmuyor kuramıyor.
      Her şey bundan iki yıl önce başlayan hastalığı ile ilgili. Onu başkalarına daha çok gereksinim duyar hale getiren hastalığı. Uzun süreli ağrı nöbetleriyle yatağa bağlı hale gelmeleri. Ellerini kullanamaması, uzun yürüyüşler yapamaması.Yoyo topu gibi oradan oraya zıplayan kadının yerini oturduğu yerde saatlerce kalan bu yeni hasta kadına bırakması.Ve işte tam da bu sırada başlayan olaylar.Görev yerinin değiştirilmesi,onun bu değişime karşı koyacak gücü kendinde bulamayarak yeni görev yerine gitmeye razı oluşu.
      İlk zamanlar bu yeni yeri sevmeye çalışmış, oradaki çalışma arkadaşlarının iyi niyeti karşısında kendini geçici bir süre iyi hissetmişti. Ancak zaman geçtikçe bir şeylerin yanlış olduğu fikrinin kafasına dank etmesine engel olamamaya başlamış ve iç hesaplaşmalarına kulak tıkayamaz hale gelmişti. Eski görevine dönmeye karar vermiş ve bu isteğini hocasına iletmişti. Tam da bu sırada ihanetin ve iki yüzlülüğün çarkları dönmeye başlamış ve yüzüne karşı “aramıza dönsen ne iyi olur” diyen arkadaşları onun geri alınmaması için ellerinden geleni yapmaya başlamışlardı. Hasta yatağında öleceği günü bekleyen bir adamı dört bir yandan sıkıştırmaya başlamışlardı. Onu geri alacağını söyleyen hoca ise bunu gerçekleştiremeden ölmüştü.
      Hocanın ölümünden sonra yeni kürsü başkanı seçilmiş ve görevine başlamıştı. Yeni kürsü başkanını hem tebrik etmiş hem de geri dönmek isteğini bir kez de ona bildirmişti. Ama adamın ona karşı tutumu ve alaycı bazı cümleleri cevabın ne olacağını az çok belli etmişti. Gereken konuşmaların yeni başkanla da çoktan yapılmış olduğu adamın tavrından açıkça anlaşılıyordu.
      Bu konuşmadan bir kaç gün sonra sevk kağıdı çıkarmak için her zamanki gibi eski kürsüsüne gitmiş ancak yeni kürsü başkanı bunun yanlış bir uygulama olduğunu, kadrosu ile birlikte yeni görev yerine verilmiş olduğunu sekreteri aracılığıyla Eylül’e iletmişti. O anı hiç unutmayacak. Birdenbire yeryüzünde gidecek hiç bir yeri kalmamış gibi hisseden Eylül, nasıl yani, ben şimdi nereden sevk kağıdı alacağım gibi bir şeyler gevelemiş, bu kadar zamandır neden eski kürsüsünden sevk almasına bir anlam verememişti. Elçiye zeval olmazdı. Ona Dekanlıktan bir memurun telefonu verilmiş ve en sağlıklı bilgiye oradan ulaşacağı söylenmişti. Yeni görev yerindeki odasına gitti ve Dekanlığı aradı. Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış ya, karşısına çıkan memurun Eylül’ü bir dövmediği kalmış ve bu usulsüzlüğün faturasını ona çıkarmaya çalışmıştı. Ama Eylül’ün, bu uygulamanın hocası tarafından yapıldığını söylemesi üzerine geri adım atmıştı.Kadrosu ile gönderildiği gerçeğini bir de telefondaki sese onaylatan Eylül’ün,bu kumpasın yeni kürsü başkanı tarafından kurulduğuna hiç şüphesi yoktu.Ancak dosyasında yer alan tek bir yazı vardı ve o da bir buçuk yıl önce sevgili hocası tarafından yazılmıştı.
      Ölülerle hesaplaşılmaz. Böyle bir oyun bir insana neden oynanır? Ve hesabı görülmeden böyle bir kamburla insan nasıl ölebilir? Bilmiyor, hiç bir şey düşünemiyor. Ona kızmak, lanet okumak istemiyor. Onca yıl ona yapılan iyiliklerin nedenini nasıl bilmiyorsa kapanışta atılan bu kazığın nedenini de bilmiyor, bilemiyor. Bildiği tek şey artık bir gün bile bu fakültede durmayacağı, böyle bir aldatmaca ile yaşayamayacağı.
      Rapor ve izin haklarını kullanarak görev süresini doldurdu ve emekli olmak için dilekçesini verdi….
      Bir kuruma ait olmak nasıl bir duyguymuş,onu da emekli olduktan sonra çok iyi anladı.Kongrelerin ya da bilimsel toplantıların klasik sorusu olan ‘Siz neredensiniz’ sorusuna ne cevap vereceğini düşündü bir an.Artık hiç bir yere ait değildi.Sadece …..den emekliydi.
      Yaz dönemini bir sayfiyede inzivaya çekilerek geçirdi. Rus romanlarında anlatılan yaz evlerinin bulunduğu mekanı anımsatan adeta dağ başı gibi bir yerdi burası. Bir ay boyunca doya doya tadını çıkardı yalnızlığın.
      Kemiklerine kadar dinlendiğini hissetti. Bir ayın sonunda ise bir gün Mehmet’e şöyle dedi: “Ben insanları özledim, medeniyeti özledim. Galiba iyileşiyorum.”Ve İstanbul’a döndü.
      1989 -1993 yılları
      Bundan onaltı yıl önce yaptığı evlilik onu yeni bir kavramla tanıştırmıştı. “Azınlık olmak”.İnsanın anavatanında bile üstünden atamadığı bir şeydi bu. Üstüne bir kez yapışmaya görsün, orada da azınlıksın burada da demişti bir gün kendi kendine.
      Evlendikten birkaç ay sonra pasaportunun süresi dolmuştu Mehmet’in ve semt karakolundan davetiye almaya başlamıştı. Bunun anlamı “Ülkeyi hemen terk et, vatandaşı olduğun Yunanistan’a geri dön” demekti. Karakoldan gönderilen o ufak kağıdı gördüğünde Mehmet’in yüzü bembeyaz olur, yemeden içmeden kesilirdi. Yunan hükümeti pasaportunu yenilemiyor, geri dönüp iki yıl askerlik yapmasını istiyordu. Bu onların kuralıydı. Onların istediğini yapmak ise üç yıllık psikiyatri asistanlığını yakmak demekti. Eylül o zaman iki aylık hamileydi. Yunanistan’a gitmesi ise söz konusu bile değildi çünkü Yunan hükümeti evliliklerini tanımıyor ve Eylül’e sadece turist vizesi veriyordu. Oturma izni ise ancak hoş bir hayal olabilirdi. Doksanlı yılların başıydı ve Türk-Yunan ilişkileri düşmanlık duygularının gizlenilmeye gerek duyulmadığı bir ortamda yaşanıyordu.
      Bulgaristan’dan büyük ilticaların yaşandığı günlerde bir gün Mehmet şöyle demişti: Şeytan diyor ki git Bulgaristan sınırına karış oradan gelenlerin arasına ve onlarla beraber Türkiye’ye giriş yap. İkisi de uzun uzun gülmüşlerdi bu senaryoya. Çaresizlik insanın yaratıcılığını arttırıyordu.
      Bir süre sonra Bulgaristan’a geri dönüşler başlamıştı. Çünkü onlarda bu göçün hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını görmüşlerdi. İşsizliğin o günlerde de yaşanıyor olması ve yeni gelen Türklere destek olmak adına yapılan işten çıkarmalar yeni gelenlere yönelik sözlü ve fiziksel saldırılara yol açmış, yeni gelenlerin her işe razı olması ve az paralara çalışmasını fırsat bilen işverenlerin yardım kisvesi altında toplu isten çıkarmalara gitmesi gerginliği arttırmış ve gelenlerin büyük bir kısmı geri dönmüşlerdi.
      Mücadele ettikleri beş yıl boyunca bazen Eylül Mehmet’in geri dönmesinin daha iyi olacağını düşündüğü bir noktaya geliyordu. Kendini tükenmiş hissettiği, mücadele gücünü kaybettiği anlardı bunlar.
      O zamanların devlet politikası Batı Trakya’daki Türk nüfusun azalmaması üzerine kuruluydu. Bir gün dertlerini anlattıkları politik kimliği öğretim üyesi kimliğinin önünde olan bir hocaları “oğlum keşke Rus vatandaşı olsaydın da Batı Trakyalı olmasaydın. O zaman durumun daha kolay olurdu inan demiş ve bir de espri yapmıştı. “Sen en iyisi önce Rus vatandaşlığına geç oradan da seni Türk vatandaşı yaparız.”Eylül ve Mehmet soğuk soğuk sırıtmakla yetinmişlerdi. Başkaları için espri konusu olabilen bu durum onların yaşamının kabusuydu.
      Yabancılar şubesine gittiği ilk günü hayatı boyunca unutmadı Eylül. Bir ülkede yabancı olmak, oturma izni olmayan bir yabancı olmak ne demekmiş o gün anladı. Zamanın baş komiseri onları dövmekten beter etmiş, avaz avaz bağırmış ve tüm yardım isteklerini geri çevirmişti. Sonradan o günü arkadaşlarına anlatan Eylül, “ Yabancılar Şubesinde değil, ahlak masasında gibi hissettim kendimi. Suçum ise fuhuştu sanki” demişti. Bir iki yıl sonra o komiserin İstanbul’dan doğuya sürüldüğünü, sürgünden bir kaç yıl sonra da öldüğünü öğrendi Eylül. Ama içinde bir yerlerde ona hep kızgın olduğunu duyumsadı. Ölüm, duygularını bu kez yumuşatamamıştı. Karnı burnunda bir halde yollarını arşınladığı Yabancılar Şubesine bu gün bile gidemez. Yeri değişen, başka bir yere taşınan bu birime Pasaport almak için bile bir arkadaşının zoruyla ve desteğiyle gidebilmişti.
      Vatandaşlığa alınmayacağını anlayan Mehmet, yeni çözüm yolları aramaya başlamıştı. Bunlardan birisi de Haymatlos yani vatansız olmaktı. O zaman oturma ve çalışma izni alabilecekti. Vatandaşlığa alınması da biraz olsun kolaylaşacaktı. İkisi birlikte Yunan konsolosluğuna giderek başvurularını yapmışlardı. Bir süre sonra ise Konsolosluktan vatandaşlıktan atıldığını bildiren bir yazı gönderildi. O gece uyumak için yatağa yattıklarında onu tanıdığından bu yana ilk kez Mehmet’in ağladığını gördü. Neden ağladığını anlamıştı Eylül. “Doğduğum ve büyüdüğüm topraklardan atılmak çok acı. Sanki geçmişim elimden alındı ve ben bir parçama veda ediyorum bu gece.” demişti Mehmet. Birlikte ağlamışlardı ve Haymatlos olmak istemeyen Mehmet’in gerçek duygularını ilk kez o anda kavrayabilmişti Eylül. Mehmet’ten koparılırcasına alınan o parçasına yani geçmişine birlikte veda etmişlerdi.
      Bundan asırlar önce Osmanlı İmparatorluğu hem Mehmet’in hem de Eylül’ün atalarına “size göç yolları göründü, gidin benim bayrağımın Balkanlar’da dalgalanması için elinizden geleni yapın” demişti. Sonrada onları orada unutmuştu. Hatta en sonunda onların başka bayraklar altında yaşamaya devam etmelerine seyirci kalmıştı. Bugünse Mehmet ve Eylül bu unutulmuş atalarının unutulmuş torunları olarak bu yüzyıllık yazgıya ağlamaktaydılar.
      Yıllar sonra bir gün Nazım Hikmet’in naşının Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkan zihniyetlerin sesinin yükseldiği bir gün Mehmet’e Yunanistan’a gömülmek isteyip istemediğini sordu.
      “O topraklar artık bana çok uzak ve yabancı” dedi Mehmet. “Bak ben çok ciddiyim diye direndi Eylül. “Olurda ben arkana kalırsam ve böyle bir dileğin de var ise eğer ne pahasına olursa olsun bunu yerine getiririm”.Mehmet ise başını sert bir biçimde iki yana sallamakla yanıtladı onu. Bu konunun kapandığı anlamına geliyordu.

      Yaşamının son on yılını onlarla birlikte geçiren anneannesinin de yaşamında önemli bir yeri vardı. Sürekli Kıprıs’ı anlatan, sürekli oradaki günlerden söz eden anneannesi. Çoğu Kıbrıs’ lı gibi oda Kıbrıs demez, Kıprıs derdi adadan söz ederken. O’na göre dünyanın en güzel yeriydi vatanı. Çocukluğu İngiliz sömürgesi altında olan Kıbrıs’ da geçmişti. Bir iki kelime İngilizce bile bilirdi. “İngiliz iyiydi” derdi sık sık. Nazik ve kibar insanlar olduklarını anlatırdı Eylül’e. Çocukken sıtmaya yakalanmış ve hastanede yatması gerekmiş. İngilizlerle olan tanışıklığı da o günlerden olsa gerekti. Hatta hastanede kendisine verilen kinin ilacını içmeyip gizlice penceresinin altındaki ağacın dibine dökermiş. Bir süre sonra ağaç kurumaya başlamış ve anneannesinin yaptığı hınzırlıkta böylece ortaya çıkmış. “İyi ki de içmemişim derdi. “Ağacı kurutan o şey bana kim bilir neler yapacaktı.”Hep birlikte gülerlerdi fıkra gibi olan bu öyküye.
      Eylül o zamanlar yetmişin üstünde olan anneannesinin bunadığı için sürekli Kıbrıs’tan söz ettiğini düşünürdü. Oysa şimdi anlıyordu ki bunun adı hasrettir. Sevdiğinden söz ederek aradaki mesafeyi kapattığın yanılgısını yaşarsın ve özlemin bir nebze de olsa azalır. Deniz fobisi olan bu yaşlı kadın iki aylık bir deniz yolculuğu sonunda vardığı bu topraklardan bir daha ayrılamamış ve dudaklarında bir türkü ile göçüp gitmişti. “Beş parmak dağı sıra Ayşem gitti Mısır’a”.Hatta bir keresinde türküde adı geçen Ayşe’nin onların komşu kızları olduğunu ve ailesi tarafından Mısır’lı bir Arap’la evlendirilmesi sonrasında sevdiği gencin Ayşe’nin arkasından bu türküyü yaktığını anlatmıştı. Belki doğruydu belki de değil. Ne önemi var ki. Yaşlı bir kadın böyle anımsamak istiyordu o kadar.
      Anneannesi ile hiçbir zaman iyi bir ilişkisi olmadı Eylül’ün. Son derece vesveseli ve takıntılı olan bu yaşlı kadına çoğu zaman tahammül edemeyen Eylül, anneannesi ile annesinin arasında yaşanan çekişmelerde de hep annesinden taraf olur ve bu yaşlı kadına cephe alırdı.
      Anneannesinin yılan fobisi vardı ve bu öyle büyük bir korku idi ki evlerine misafir gelen hanımlardan birinin yılan ayakkabı ya da çantasının olması, anneannesinin deliye dönmesine yol açardı. Bu kişiye elini dahi öptürmeyen kadın, misafirin gidişini takip eden bir hafta boyunca annesinin pişirdiği hiçbir şeyi yiyip içmezdi.
      Nefes darlığı nedeniyle içmesi gereken bir şurup vardı. O şurup şişesinin üstünde de tıp arması vardı. Ve bu arma bir yılan şekli içeriyordu. O yılanı gören anneannesi, “bu şurubun içinde yılan zehri vardır, içmem ben bunu” diye tutturmuştu. Onun üzerine annesi bir başka şurup şişesine aktardığı bu şurubu annesine yıllarca o şekilde içirmişti.
      1985 yılı baharında anneannesi öldüğünde Eylül’de hayatında ilk kez bir kongreye gitmişti. Aynı zamanda hayatında ilk kez arkadaşları ile bir başına bir yere gitme özgürlüğünü yaşamıştı.
      Kongrede iken evi aradığında telefona hep ablası çıkmış ve “annem banyoda” ya da “annemin başı çok ağrıyor, o yüzden telefona gelemiyor” gibi bahanelerle Eylül’ü atlatmıştı.
      Kongre dönüşü daire kapısı önünde duran anneannesinin tam on yıl boyunca yattığı çekyatı gördü. Onu karşılamak için kapıya çıkmış olan annesi “çekyat kırıldı, biz de onu atıp yenisini almaya karar verdik” demişti. Anneannesinin ayakkabıları da kapının önünde duruyordu. Eylül ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken annesi “sana bir şey söyleyeceğim ama sakın üzülüp heyecanlanma. Anneannen hastalandı o yüzden hastaneye kaldırdık” dedi. “Pekiyi ama sen niye yanında değilsin” diye sordu Eylül. Aslında ne olduğunu anlamıştı ama bir kez de annesinden duymak istiyordu. Onun gidişinden iki gün sonra anneannesi eceliyle ölmüştü. Ölüm nedeni ise yaşlılığa bağlı kalp yetmezliğiydi.
      Anneannesinin ölümünden sonra uzun süren bir vicdan hesaplaşması yaşadı Eylül. Ona daha iyi davranmadığı, onu azarladığı ve kalbini kırdığı için yoğun bir suçluluk duydu. Ama artık geriye dönüş yoktu.


      Mehmet’in anneannesi de birine kızınca “Bulgar ne olacak” diye söylenirdi. Bir gün bunun nedenini şöyle açıklamıştı Eylül’e.
      “İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Ben o zaman genç bir taze. Bir gün dediler ki hazırlanın İngiliz askerleri geliyor. Hepimiz yol kenarına dizildik, selama durduk. Birazdan askerler göründü. Bizleri selamlayarak geçip gittiler. Bir kaç gün sonra duyduk ki bu sefer de Almanlar gelmekte. Gene yol boyunda yerimizi aldık. Selamlayarak geçip gittiler bizi. Sonra bir gün Bulgarların Balkan dağlarını aşıp kasabamıza geldiğini duyduk. Tabii gene yerimize geçtik. Ama bu sefer bir de ne görelim. Bulgar askerleri taşlar sopalar fırlatarak bize doğru ilerlemekteler. Evlerimize zor kaçtık. Onun için kızanım biz kötülüğün adını Bulgar koyduk sen ne söylersen söyle.”
      Eylül’ün babaannesi de Doksanüç harbi sonrasında daha çocuk yaşta Türkiye’ye göç edenler arasındaymış. Annesi ne zaman babasına kızsa “Bulgar tohumu ne olacak” derdi. Ama babası annesine “Rum tohumu” demezdi de “Benim karım İngiliz sarayından” diye takılırdı.
      Irkçılık herkesin kanında vardı galiba. İnsanları milliyetlerine göre kategorize etmek çok kolaydı tabii. Daha doğrusu basit genellemelerle büyük gerçeklere vardığını sanma yanılgısı insanlık tarihi kadar eskiydi de ondan galiba.
      Eylül farklı ırkların bir toplamından ibaret olduğunu çok küçük yaşlarda fark etmiş ve bundan da büyük bir keyif almıştı. Farklı olmak güzeldi ama azınlık olmak asla. Azınlıkta kalmak başkaydı azınlık olmak başka.
      Ağrılarının dayanılmaz bir hal alması Eylül’ü uyutmuyordu gene bu gece. Gardroptan aldığı bir battaniye ile salona gelen Eylül, battaniyeyi koltukaltı hizasından bedenine sardı ve koltuğa oturdu. Bu hareketi birden onu yıllar öncesine götürüverdi. Ergenliğinin ortalarında hastalandığı zaman battaniyesine sarınıp oturur, bir misafir geldiğinde bile kapıyı açmaya o halde giderdi. Renkli çizgileri olan yumuşacık bir battaniyeydi. Ağabeyi İtalya’dan getirmişti. Şimdiki polar denen kumaşlardan birkaç kat daha kalın ama onlar kadar yumuşak bir kumaştandı battaniyesi. O zamanlar Türkiye’de böyle battaniyeler yoktu. O zamanlar Türkiye’de doğru dürüst hiçbir şey yoktu. Türkiye daha Özal fenomeni ile tanışmamıştı. Büyük değişim yaşanmamıştı henüz.
      1975 yılı ve sonrası….
      Kendini yalnız ve kötü hissettiğinde sarıldığı bir battaniyeydi bu. Bir süre sonra çevresindekilerde bunun bir simge olduğunu anlamışlardı. Ve bir gün onu gene o halde gören alt kat komşuları Şenay teyzenin annesine usulca “Eylül gene hasta galiba” diyerek usulca güldüğünü görmüştü. O günden sonra battaniyesini herkese göstermemeye çalışmış, en azından ortalarda gezinmemişti onunla.
      Ülkede her gün birilerinin öldüğü günlerdi o günler. Sağcılar, solcular ve onlar kadar etkin olmasalar da gene de sahnede olan dinciler. Sanıldığının aksine, daha çok yoksul çocukları sağcı ve dinci kesimde yer alır, orta ve biraz üstü sınıfın çocukları ise solculuğu seçerlerdi. Uzun süre buna bir anlam veremedi Eylül. Ama yıllar sonra Türkeş ve Erbakan’ın o dönemlerde sahip oldukları öğrenci yurtlarını böyle bir amaç için kullandıklarını öğrendi. Okumak amacıyla büyük kentlere gelen bu çocuklara kapılarını açan, onları koruyup kollayan bu yurtlar, bu iyilikleri karşılığında kendi ideolojilerini savunmalarını istiyorlar ya da bu yönde gençlerin düşünce ve inanç biçimlerini değiştirerek onların kendi ideolojileri adına mücadele veren birer birey olmalarını sağlıyorlardı. Levent’te de böyle bir yurt vardı ve o yurtta kalan çocukları birkaç kez uzaktan görmüştü. Üstleri başları perişan, solgun yüzlü çocuklardı bunlar. Eylül onların baş düşmanıymış gibi bir bakış atmış ve alçak sesle bir şeyler söylemişlerdi. Çabucak oradan uzaklaşmıştı o da. Sonra bir gün Adil ve yandaşları onları bir güzel benzetmişlerdi. Bunu duyduğunda içi burkulmuştu Eylül’ün. Yaşları bu kadar küçük bu çocuklarla nereye varılmak isteniyordu. Herkesin cebinde nereden geldiği söylenmeyen bir silah, birbirlerine gururla gösteriyorlardı. Bu silah sanki onları birden büyütüyordu. Ama bu silahlar gerçekti ve kurşunları da insanı öldürüyordu.
      O yıllarda silahlardan çok korkardı. Babasının bir beylik tabancası vardı. Anarşi nedeniyle hem bulundurma hem de taşıma ruhsatı almıştı. O zamanlar silah taşıma ruhsatı almak hiç de kolay değildi. Babası emekli bir subay olduğu halde zor almıştı taşıma ruhsatını. Annesi çok sinirlenmişti babasına. “Ne gerek var böyle şeylere. Başı derde girecek bu silah yüzünden “ deyip duruyordu. Neyse ki annesinin korktuğu başına gelmedi. Ama bu silah Eylül’e öcü gibi görünürdü ve sanki durduğu yerde patlayacak bir bombaya bakar gibi bakardı. Bazen babası tam kapıdan çıkacakken Eylül’e döner ve “yatak odasından tabancamı getir” derdi. “Ben korkarım getiremem demek gibi bir cevap hakkı olmadığından başından aşağı kaynar sular dökülerek gider silahı alır ve babasına getirirdi. Lise ikinci sınıfta olduğu bir gün, okulda arama yapılacağı haberi geldi ve bir arkadaşı Sibel ya da Eylül’ün tabancasını saklamasını istedi. Çünkü genelde kızların üstü aranmazdı. “Ben yapamam arkadaşlar ben yapsam bile yüzüme bakan bir halt karıştırdığımı anlar ve yakayı ele veririm diye savundu kendini. Sibel dünden meraklıydı bu görevi üstlenmeye. Neyse bir süre sonra yanlış alarm olduğu anlaşıldı ve silah sahibinde kaldı.


      Okulda sık sık protesto gösterileri yapılır, böyle günlerde öğrenci sözcüleri sınıfların boşaltılmasını bildirmek üzere dersin tam ortasında sınıfa dalarlardı. Öğretmenler ve öğrenciler sınıfları boşaltıp aşağı inerler, bu sefer de Müdür Bey yukarı çıkmalarını buyururdu. Bir aşağı, bir yukarı bu böyle sürer giderdi. Ta ki müdür pes edene kadar.Bu kalabalık içinde bir aşağı bir yukarı itilip kakılmaktan panikleyen Eylül kendine pratik bir çözüm yol bulmuştu.Hemen sınıfının bulunduğu kattaki kızlar tuvaletine dalıp bu itiş kakışın bitmesini orada beklerdi.Böylesi hem daha güvenli hem de daha az sinir bozucuydu.Neyse ki okulda tek görüş hakimdi.Solcu öğrencilerin çoğunlukta olduğu okullarında en azından bir de sağ-sol çatışması yaşanmazdı.
      Bu ürkek, silahlardan ve itiş kakıştan korkan kız nasıl olmuştu da böylesine mücadeleci bir ruha bürünüvermişti. Bu özellikler bünyesinde mevcut olmakla birlikte, anne ve babasının aşırı koruyucu tavrı nedeniyle hep uyur vaziyette kalmışlardı içinde bir yerlerde. Uyuyan /uyutulan prenses masalı. Kendisinden oldukça büyük üç kardeşin gölgesinde, yıllarca sen yapamazsın, sen bilemezsin lafları ile büyümeye çalışmak hiç de kolay olmamıştı, ancak, evlenip kendi başına kaldıktan sonra bir uyanış başlamıştı. Mehmet’in içinde bulunduğu durum nedeniyle girmek zorunda kaldığı mücadeleler de ona naif ve kırılgan olmadığını, aksine pek çok şey başarabileceğini göstermişti. Bu yeni Eylül’ü sevmişti.İnsanlar da ona gıpta ile bakıyor ve hem arkasından hem de yüzüne karşı beğenilerini dile getiriyorlardı.Ama çok kırıldığı,çok hırpalandığı anlar da olmadı değil hayatta.Onun bu doğru sözlülüğünü işlerine geldiği gibi kullanan insanların uzun bir süre onun dostları olduğunu sanmıştı.Ama onunla işi bitince de aynı özelliklerinden dolayı onu kıyasıya eleştirmiş ve hatta yerden yere vurmuşlardı.Övdükleri Eylül’de aynıydı,yerdikleri Eylül’de.Değişen onlardı Eylül değil.
      Önce Mehmet’in vatandaşlığı ardından Fulya’nın hastalığı.Hayat onun için artık bitmeyen bir kavganın ortasında yaşamaya benziyordu.Şimdi ise kendi hastalığı.
      Fakülte’nin ilk günü tanıdığı bu gün bile dostum diyebildiği Yeşim geldi aklına birden. Yirmi yıla yakın bir zaman olmuştu o İngiltere’ye gideli. Londra nere İstanbul nere. Gene de hayatı paylaşmaya devam etmişlerdi. Eylül İngiltere’ye hiç gidememişti ama Yeşim Türkiye’ye her geldiğinde görüşmüşler ve hayata dair acı tatlı ne biriktirdilerse paylaşmışlardı birbirleriyle.
      Fakültenin merdivenlerine oturup bildikleri ne kadar şarkı, türkü varsa söylemişler ve okulun ilk gününü böyle değerlendirmişlerdi. Yeşim’in çok güzel bir sesi vardı ve Azeri türküleri çok güzel yorumlardı. Onu dinleyenler göz yaşlarını tutamaz, Yeşim’i yanaklarından öperek tebrik ederlerdi. Eylül’den üç yaş küçük olan Yeşim Kolej mezunuydu ve o yıllarda içinde olamadığı siyasi harekete fakülte yıllarının sonlarında tanıştığı biri aracılığı ile ilgi duymaya başlamıştı. Birlikte olduğu eski devrimciler genelde Yeşim’den onbeş yirmi yaş kadar büyüktüler ve onlar da sanki gençlik yıllarında yaşayamadıkları romantizmi yaşıyorlardı Yeşim’le. Bir keresinde bu düşüncelerini Yeşim’le paylaşmıştı. Buna çok sinirlenen Yeşim ise hararetli bir şekilde kendini ve ilişkilerini savunmuştu. Böyle görüş ayrılıkları iki arkadaşın arasını hiç bir zaman açamazdı. Çünkü Yeşim’de Eylül kadar hatta ondan bile daha özgür ruhluydu ve yaptığı şeyler için kimseden onay beklemeyen biriydi.İşte bu özgür ruhu sonunda onun sevdiklerinden ve vatanından çok uzaklarda bir yaşam seçmesine neden olmuştu.En büyük aşkının arkasından en fazla üç gün üzülen Yeşim,Eylül’e göre biraz vurdumduymazdı.Çünkü Eyül her biten ilişkinin ardından aylarca yas tutar,hayatı kendine zindan ederken,Yeşim’in bu kadar kolay unutabilen yapısı onu çileden çıkarırdı.Herkesle çok kolay arkadaş olabilen Yeşim,değişik çevrelere rahatça girip çıkar hiç bir uyum zorluğu yaşamazdı.Ama Eylül öyle değildi.Her şeye kolay adapte olamaz,ilgi duyduğu konulardan kopamaz ve hayatına herhangi bir yenilik katmak konusunda da bir hayli zorlanırdı.Bir şekilde birbirlerini tamamlayan bu iki kız birbirlerini çok sevmişler ve birbirlerinden hiç bir zaman kopmamışlardı. Mehmet ve Fulya onu çok kızdırdıklarında “Sizi bırakıp İngiltere’ye Yeşim’in yanına gideceğim” diye tehditler savurur. Bunda samimidir de. Her şeyi bırakıp gitme gücünü kendinde bulduğunda gideceği adres odur çünkü. Gençlik yıllarının en güzel günlerinin simgesi olan insana gidip sığınmaktır hayali. Dostlukları sekiz yıl sonra kesintiye uğramış, Yeşim’in gidişiyle hayatında doldurulamaz bir boşluk oluşmuş, benliğinin bir yanı koparılıp alınmıştı Eylül’den. Yeşim’in gidişi Eylül’ün Mehmet’le evlenme kararı almasını takip eden günlere rastlar.Belki de bu ilişkiye ilk darbeyi indiren Eylül’dü kim bilir.Belki de bu karar sonrasında kendini yalnız hisseden Yeşim ilk giden olmak istemişti.Gidişinden yıllar sonra bir gün Eylül geri dönüp dönmeyeceği sorusunu sormuştu Yeşim’e.”Ben orada özgür yaşamaya çok alıştım.Burayı özlüyorum tabii ama bu saatten sonra aile muhabbetlerini kaldıramam.Ayrı yaşayacağım desem bile gene de hesap verme durumunda kalmak var.Olmaz Eylül,ben artık geri dönemem” demişti.En sonunda bir İngiliz ile evlendi.Ve Eylül’ün de geri dönüş umutları iyice azaldı.
      Dostçukların artık düşman olduklarını gizleme gereği duymadıkları şu günlerde Eylül de gitgide içine kapanıyor ve yeni bir dost edinmek düşüncesinden bile ürküyordu. Ailesi vardı, arkadaşları vardı, komşuları, tanıdıkları vardı ama dost başka bir şeydi. İnsanı tamamlayandı dost, kendini önemli hissettirendi. Yaşadığınızı anlıyordunuz dostlar arasında. Sizin yaşadıklarınıza, hissettiklerinize önem veren birinin olması hayatı önemli kılıyordu adeta.Dost sahibi olmak ne kadar güzelse,birini dost sanmakta o kadar canını acıtıyordu insanın.Dosta duyulan özlem,biten dostluk yanılgılarının ardından yaşananlar kadar acı vermiyordu insana ne de olsa.
      İşte tam da böyle bir ruh hali içindeyken tanımıştı Devrim’i. Buna pek tanımak da denemezdi. Meslektaşlarıyla yazıştığı mail grubuna atılan bir mesaja verdiği cevap hayatına birdenbire sokuvermişti onu. İlk yazışmalar bir hayli fırtınalı geçmiş, zaman zaman kıran kırana bir söz düellosuna dönüşüvermişti. Hatta bir ara birbirlerine küsmüş ve yazışmalarına son verme kararı bile almışlar ancak bu karar Osmanlı’daki kadar bile sürmeyılbaşı günü birbirlerine uzattıkları barış çubuklarını beyaz bayrakların gölgesi altında içmişlerdi.
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!
      Çok farklı biriydi Devrim. Eylül bunu yazdıklarından anlıyor, bazen bu farklılık onu korkutuyor ve bu korku sonucunda da en iyi savunma saldırıdır kalıbı ile Devrim’e veryansın ediyordu. Zaman zaman çok yumuşak zaman zaman ise bir kaya gibi karşısına dikilen Devrim’in de tıpkı Eylül gibi aşılmaz duvarları vardı. Birbirini tanımayan bu iki insan bir süre kalemlerini bir silah gibi kullandılar birbirlerine karşı.En çok da Eylül zehirli dilini kalemi aracılığıyla konuşturdu. Aslında insanları en çok rahatsız eden yanıydı bu. Zehirli dili ve hazır cevaplığı bir sürü düşman kazandırmıştı Eylüle. Ama düşmanlar onun çok umurunda olmamıştı. Onu asıl inciten, böyle kabul gördüğüne inandığı ilişkilerinde insanların içlerinde sakladıkları kin ve öfkeyi yıllar sonra ona kusmuş olmalarıydı. Devrim’i de bu yüzden zorluyor, ben buyum tavrı içinde bir anlamda meydan okuyordu ona. Yeni yıla barış içinde girdikten sonra, uslupları günden güne yumuşamıştı. Yazılarında daha çok sinema ve edebiyat ağırlıklı sohbetler yer alıyor, Eylül’ün rahatsızlandığı zamanlarda daha az yazıyorlardı birbirlerine. Bir de ilk günden beri Devrim’in Eylül’e gönderdiği resimler vardı. Eylül, o resimleri bilgisayarında basıyor ve saklıyordu. Bir nevi kişilik analizi yapmayı planlıyordu Devrim’e. Ama onu tanıdıkça ortada analiz gerektiren bir durum olmadığının ayrımına vardı Eylül. Bazı anlarda Devrim’i tanıdığı duygusuna kapılıyordu. Böyle bir şeye olanak olmadığına karar verdikten sonra neden böyle bir duyguya kapıldığı üzerine düşünmeye başladı. Hiç olmadık anlarda ve yerlerde bu tanışıklık duygusu üzerine kafa yorarken yakalanıyordu kendisine. Mesela bir seansın tam ortasında hastasının anlattıklarından kopmuş Devrim’i düşünürken buluveriyordu kendini. Ya da market alışverişi sırasında alması gerekenler aklından uçup gidiyor, yerine o yerleşiveriyordu. Bütün çağrışımlar ilk gençlik yıllarına doğruydu. Bazen unutulmuş bir sevgilinin kimliğinde bazen de terkedilmiş inançların merkezinde kimlik kazanıyordu. Kimdi o ve neden tam da şu anda karşısına çıkıvermişti. Birbirlerine armağanlar bile yollamışlardı. Eylül yazdığı kitabı yollamış, Devrim’de beğendiği film ve kitaplardan oluşan bir armağan paketi göndermişti. Tabii tüm bunlar posta şirketleri aracılığı ile gerçekleşmişti. Henüz birbirlerinin ne yüzünü görmüş ne de sesini duymuşlardı. Görüşmeye karşı çıkan Devrim’di. Açıkça ifade etmese de bu isteğindeki en önemli neden Eylül’ün evli olmasıydı. Bunu hissediyordu ve Devrim’in bu şekilde davranması, kendini biraz ahlaksız hissettiriyordu Eylül’e. Türkiye’de son yirmi yılda acımasızca esen değişim rüzgarlarından kendini bu kadar iyi nasıl koruyabilir bir insan diye düşünüp duruyor, bulduğu cevaplardan dolayı huzursuzlaşıyor. O,kendini pek çok şeyden korumakla birlikte bazı değişikliklere de kapılmadı değil. “Sürüden ayrılanı kurt kapar derler” diye söyleniyor kendi kendine. Gerçi hiç bir zaman tam anlamıyla bir şeye ait olmuşluğu da yok ama. En azından ait olma fırsatının yanından geçip gitmesine seyirci kaldı yıllar önce.İşte bunu çok iyi biliyor.Yoksa Devrim’i tanıdık yapan şey bu mu?Yazdıklarıyla sürekli olarak düşünmeyi unuttuğu konularda düşünmeye zorluyor Eylül’ü.Galiba ilk başlarda yaşadıkları sürtüşmelerin çıkış noktası da bu.
      1980-1984
      Değişim rüzgarlarının hafifçe estiği yıllarda fakültede olan Eylül, dört yıllık eğitim hayatının önemli bir bölümünü önce King sonra da Briç oynayarak geçirdi. Fakülte o güne kadar yaşamadığı bir özgürlük vermişti Eylül’e. Günün büyük bir bölümünü hiç kimseye hesap vermeden ev dışında geçirebiliyor olmak. O da bunu sonuna kadar ve çoğu zamanda sorumsuzca kullandı. O çok isteyerek girdiği bölümü, fakültenin sevimsiz mimarisi yüzünden hiç sevemedi. Yüksek tavanları, ruhsuz ve renksiz koridorları ile insanı iten bir yanı vardı. Ne bir kantin,ne de ders aralarında oturabilecekleri bir mekan.Anarşi nedeniyle kapatılmış olan öğrenci kantinleri uzun yıllar boyunca açılmamıştı.Nazi karargahlarını anımsatan bu binanın mimarının Nazi Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye sığınan bir Alman olduğunu ve binanın yarışma sonucu seçilmiş bir projeye göre inşa edildiğini de okulun son yılında tesadüfen bir hocasından öğrendi ve yaptığı isabetli benzetmeden dolayı kendi kendini tebrik etti.
      Okulun son yılında bir şey daha öğrendi. Seçmeli ders olarak edebiyat bölümünden bir ders almaya karar vermişlerdi Yeşim’le ve alacakları dersi seçmeyi de Eylül’e bırakmıştı Yeşim. O da bir gün edebiyat bölümünün panosuna gidip Yeni Türk Edebiyatı adlı bir dersi seçti ve iki kız o derse kaydoldular. İlk derste adeta bir şok yaşadılar çünkü onlar Orhan Kemal, Atilla İlhan, Orhan Veli gibi isimlerle karşılaşmayı beklerken Ara Nesil diye bir grupla tanıştılar. Eylül’ün aklında kalan tek isim ise Ali Kemal. Ders çıkışı hocanın yanına koşan Eylül, bu dersi alırken daha tanıdık ve güncel isimlerle karşılaşacağını sandığını söyledi. Aldığı cevabı ise hiç unutmadı.”Bizim kürsüde Cumhuriyet dönemine kadar olan edebiyat okutulur”.Peki ama neden dedi Eylül. İkinci yanıt birinciyi aratır nitelikteydi. “Çünkü bu kürsüde Cumhuriyet’ten sonra hiç bir edebi eser vücuda getirilmediği inancı hakimdir.”Eylül ve Yeşim adeta dona kaldılar.Onların bölümüne son derece yabancı olan ve sırf edebiyata dair bir şeyler okumak için aldıkları bu ders yüzünden neredeyse mezun olamayacaklardı.Ancak ikinci dönem bölüm öğrencilerinden bile yüksek notlar alarak,tehlikeye girmiş olan mezuniyetlerini bu darboğazdan çekip çıkardılar.İşte Alman mimarı öğrendiği hoca bu dersin hocasıydı.

      Dördüncü sınıfın ortalarında sözlenen Eylül, on ay sonra nişanlısının paranoyakça baskılarına dayanamayıp İzmir’de yaşayan ablasının yanına kaçmıştı. Ailesi zaten bu evliliği onaylamıyor, sırf o istediği için ses çıkarmıyorlardı. Ancak onun mutsuzluğundan cesaret alan babası sonunda bu ilişkiyi bitirmesi için adeta ona yalvarmıştı.
      Fakültenin ilk yılından beri aşık olduğu Oğuzu ilk defa arkadaşları ile gittikleri kafenin kapısından içeri girerken görmüş ve o anda ona aşık olmuştu. Ancak bir yıl sonra tanışmışlardı Oğuz’la. Başlangıçta son derece uçarı, esprili ve neşeli biriyken, aldıkları evlenme kararının akabinde sıkıcı, kıskanç, baskıcı ve her konuda kararları tek başına veren biri haline gelmişti. Bu değişimi şaşkınlıkla izleyen Eylül, Oğuz’un eski haline dönmesini boşuna bekledi. Çünkü aşıktı, çünkü böylesine uçarı bir kalbin onun avucuna konmuş olması gururlandırıyordu Eylül’ü. Ancak herhangi bir konuda konuşmaya kalktığında, Oğuz’un lafı onun ağzına tıkan tavrı, Eylül’ün gittikçe daha az konuşmasına ve hatta susma noktasına gelmesine neden olmuştu.Bir şey söylemek ya da anlatmak için tam ağzını açacakken,aman diyordu kendi kendine nasıl olsa bu düşüncemi de beğenmeyecek ve teklifimi reddedecektir. Onun için iyisi mi ben hiç konuşmayayım. Bir süre sonra hiç bir şey paylaşmaz oldular ama Oğuz bunun farkında bile değildi. Eylül’ü değiştirmeyi başardığını sanıp kendi kendine mutlu oluyordu herhalde. Oysa yanı başında patlamaya hazırlanan bir yanardağ vardı, lavları tepesine doğru yavaş yavaş biriken bir yanardağdı bu. Ayrılmaları çok dramatik olmuştu. Yeşilyurt sokaklarında karşılıklı ağlayarak bitirmişlerdi ilişkiyi. Daha doğrusu Eylül bitirmişti ama Oğuz onu bu kararından vazgeçirebileceğini sanmıştı uzun bir süre.Hatta babası Eylül’ü altı aylığına Amerika’ya ağabeyinin yanına yollamaya bile kalkmıştı.Yurt dışına gitme fikrine hiç bir zaman sıcak bakmamış olan Eylül babasına, bu evliliğin olması halinde onu nelerin beklediğinin farkında olduğunu anlatarak ülkesinde kalmıştı.Onlar ayrıldıktan bir yıl sonra bu sefer Amerika’ya giden Oğuz oldu.Oraya yerleşti ve bir Meksikalı ile evlendi.Ayrılmalarından neredeyse on yıl sonra bir gün hastaneye çıkageldi Oğuz.Çalıştığı yeri ortak bir arkadaşlarından öğrenmişti ve onunla beraber gelmişlerdi.Sekiz sene sonra bir kez daha geldi.Kanser olan babasını görmek için Türkiye’de idi ve babasını hastaneye getirdiklerinde o da Eylül’ü ziyaret etmişti.Bir süre karşılıklı oturup oradan buradan sohbet ettiler. Onun da bir kızı olmuştu. Resmini gösterdi. Kıvır kıvır saçlı, üç dört yaşlarında bir kız çocuğu. Her iki görüşmelerinde de son derece mesafeli durmuştu Oğuz’a.Bunca yıl sonra kalkıp onu görmeye gelmiş olması hoşuna gitmişti tabii ki.Unutulmamak güzeldi.Ama hepsi o kadardı galiba.Ne hissettin diye soranlara verecek bir yanıtı yoktu. Sadece o koca boşluk vardı..
      1974 yazı..
      O yaz birden başlayan migren nöbetleri onu hiç bırakmadı.Bazen arttı,bazen azaldı ama hep onunla oldu.Görme kaybı yapan,yarım saat kadar net bir şekilde görememesine yol açan krizlerin sonrasında bulantı ve saatlerce hatta günlerce süren baş ağrısı. Görmemek, görememek. Bunun ne anlama geldiğini artık çok iyi biliyordu. Onun ölümü, Eylül’ün uzun zaman inanmak istemediği bir gerçek olmuştu. İşte tam da onun ölümünden bir süre sonra ortaya çıkmıştı bu hastalık.
      Sıcak bir temmuz günüydü. Yeğeni Yağmur’la birlikte bütün gün sokakta oynamışlardı. Anneannesi de bir kaç gündür onlardaydı. Eve geldiklerinde kapıyı Yağmur’un annesi olan ablası açmıştı. Annesi içerideydi ve ağlamaktan gözleri şişmişti. “Neden ağladın anne, ne oldu ” diye telaşla sordu Eylül. “Şşşt anneannen duymasın. Dayın hastalanmış, hastaneye kaldırmışlar” dedi annesi. Annesine inandı. Dayısının hastalanması yüreğini burkmuştu ama herkes evde olduğuna göre demek ki korkulacak bir şey yoktu. Aradan ne kadar geçti hatırlamıyor Eylül, telefon çalmaya başladı. Hemen salona koşup ahizeyi eline aldı.Karşı taraftaki kadın sesi sürekli konuşuyordu.”Adil beyin kardeşinin evi değil mi?Cenaze bu gece morgda tutulacakmış,yarın sabah oradan alabilecekmişsiniz cenazeyi” dedi.Ahizeyi yerine atarcasına koyan Eylül’ün kendisini salonun ortasında duran küçük halının üstüne atışı ve “dayım ölmüş anne” diye avaz avaz ağlayışı bugün gibi aklındadır.Ondan sonra kimse sus anneannen duyacak dememiş, annesi ve ablası da sessizce gözyaşlarıyla eşlik etmişlerdi Eylül’e.Ama kimse onu kucağına alıp teselli etmemiş, kimse onun neden bu kadar üzülüp ağladığını sorgulamamıştı.Ne ona sormuşlardı ne de kendi kendilerine kafa yormuşlardı bu konu üzerinde.Hala daha da bilmezler dayısı ile birlikte Eylül’ün de bir yanını gömdüklerini o yaz, Zincirlikuyu’ya.
      Bir kaç gün sonra kalkan cenazeye çocukları götürmemiş evde bırakmışlardı. Eylül, Yağmur’la birlikte evde kalıp oyun oynamıştı. Bir süre sonra annesi de Yalova’ya ablasının yanına lohusa bakmaya gitmişti. Büyük ablası, babası, anneannesi, Yağmur ve Eylül evde kalmışlardı. Ablası ders çalışıyor, babası geç saatlere kadar dışarıda oluyordu. Anneannesi ise sürekli kuran okuyor ve sürekli ağlıyordu. Ağlamak onun ayrıcalığı, onun hakkıydı.O,evladını kaybetmiş acılı bir anneydi.Oysa,bu ölümle birlikte Eylül’ün neler kaybettiğini kimse bilmiyordu. Ölene yüklediği anlamlar onda saklıydı. Geceleri yatağına yattığında pikesinin altında kimseye duyurmadan sessizce ağlıyordu. O bile tam olarak bilmiyordu bu ölümün ondan alıp götürdüklerini. Henüz on üç yaşında olan birini aşan anlamlardı bunlar. Yıllar içinde bir bir yüzleşecekti bu anlamlarla. Yıllar içinde anlayacaktı bu ölümün ondan sadece dayısını alıp gitmediğini. Yıllar sonra bir analiz sırasında tam anlamıyla farkına vardı kaybının ve ne kaybettiğinin. “Keşke onun yerine ölen babam olsaydı” dedi gözyaşları içinde.”Çünkü o benim sahip olmak istediğim tek babaydı ve eğer onun yerine babam ölseydi ben şimdi hissettiğim kadar öksüz hissetmezdim kendimi”.Bunları bir yabancının önünde kendine itiraf ettiğinde ise tam kırk yaşındaydı Eylül.
      Onun hayatı boyunca dayısından başka yakın akrabası olmamıştı. Ne bir hala, ne bir teyze ne de amca. Sadece Adil dayısı. Ama öyle bir dayıydı ki o başka kimseye ihtiyaç duymamıştı Eylül onun sayesinde. Hiç evlenmemiş olan dayı tüm yaşamını annesi ile birlikte geçirmişti. Belki de bu yüzdendi Eylül’ün onu bu kadar sahiplenişi.
      Dayısı ile ilgili anılarında Eylül’ün içini sıcacık yapan bir şey var. Ayrıntıları çok iyi hatırlamasa da dayısının ona aldığı elma şekerlerinin tadı hala damağındadır ve koskoca bir kadın olmasına rağmen sık sık elma şekeri yemeyi sürdürür. Kim bilir belki de özlediği dayısına ve onunla ilgili anılara yakın durmasını sağlayan bu şekerlerdir. Ve o yazdan sonra dayanılmaz bir acı kaplamıştır içini. Yüreğinin tam ortasında hiç kimsenin bilmediği, hiç bir şeyin dolduramadığı kocaman bir kara delik vardır artık.
      Dayısı öldüğünde on üç yaşında olduğundan onun inançları ve yaşam çizgisi hakkında ne biliyorsa sonradan öğrenmiştir. Sıkı bir komünist olan bu adam, Türkiye’deki ilk sendikaların kurulması hareketinde yer almış, Maden-İş sendikası’nın da kurucularından olmuştur. Bir kaç kez gözaltına alınan dayısının hapse girmesine ramak kalmış ama girmemiştir. Ablaları anlatmıştır tüm bunları yıllar sonra Eylül’e. Kırk sekiz yaşında ilk kalp krizi ile hayata veda eden dayısının pek çok kalp krizi geçiren insan gibi yaşama yeniden başlamak için ikinci bir şansı olamamıştır maalesef.
      Uzun bir süre dayısının ölmüş olduğunu kabullenemedi. Aslında ölmediği, bir gün birdenbire çıkıp geleceği inancını taşıdı yüreğinde. Ama yıllar geçip de giden bir türlü dönmeyince çaresiz kabullendi onun öldüğünü.
      Bir gün eski resimleri karıştırırken, dayısının bir sürü resmini bulmuştu Eylül. Çoğu dava arkadaşları ile çekilmiş olan bu resimlerin arkasında dayısının el yazısıyla alınmış notları gözleri dolarak okumuştu. Babası ne kadar sağ görüşe yakınsa dayısı da babasının çizgisinden o kadar uzak bir yaşam sürmüştü. Her zaman ortanın soluna duyduğu sempatinin nedeni belki de buydu Eylül’ün.
      2006 yılı….
      En sonunda tanıştılar Devrim’le. Ve tanıştıkları andan beri hortlak görmüş gibi bir ruh hali içinde olan Eylül, Devrim’i neden sanki tanıyormuş gibi hissettiğini de bu tanışma ile anlamış oldu. Devrim Eylül’den tam yirmi yaş küçük. Ama asıl şok nedeni bu değil. Asıl şok Devrim’le Eren arasındaki inanılmaz benzerlik. Bundan tam yirmi yıl önce tanıdığı, çocukluk aşkından sonra ilk aşık olduğu insan. Üstelik pek çok acıyı da bünyesinde barındıran ve unutulması hiç de kolay olmayan bir aşktı bu Eylül için. Devrim tamda Eren’in yıllar önce olduğu yaşta.Eren’de Eylül’den küçüktü ama sadece iki yaş.
      Gözleri aynı, ten rengi aynı. Boyu belki biraz daha uzun. Ve en ilginci etnik kökenleri bile aynı iki adamın.
      Aslında yapacağı tek şey var Eylül’ün. Devrim’i bir daha görmemek, hatta hiç yazışmamak. Bütün bunları yapabileceği konusunda kendine hiç inanmıyor. Ama o zaman yıllar önce yaşananlar tekrarlanabilir ki, yirmi beş yaşında zar zor kaldırabildiği olayları kırk beş yaşındaki kalbi hiç kaldıramaz. Dünden beri yerinde duramıyor, sürekli dolaşmak, bir yerlere gitmek, kafasının içindeki keşmekeşi düzenlemesinde ona yardımcı olabilecek bir dost adı hatırlamaya çalışıyor. Bu dost olsa olsa Yeşim olabilir diye geçiriyor içinden. Ama Londra nere İstanbul nere. Bu kadar şey ne telefonda ne de mailler aracılığı ile anlatılamaz ki.Kafasını düzene sokmasında bu iki yöntem de işe yaramazmış gibi geliyor.
      Yarın yüklü bir çalışma programı bekliyor onu. Çalışmaya başladığında her şeyi unutan bir yapısı var. Devrim konusunda da bu özelliğinden yararlanmayı umuyor Eylül. Ama ya işe yaramazsa. Çünkü bu kez işler çok karışık. Devrim’in kişiliğinde yeniden ortaya çıkan Eren’le boğuşması gerekecek.Ve duygularının hangisi Devrim’e,hangisi Eren’e yönelik ayırt etmesine imkan yok.Bunu Devrim’le açık açık konuşsa mı acaba?Aslında sen,sen değilsin dese mi?Bunları söylemekteki amacı Devrim’i ürkütüp kaçırmak.Ama Devrim’inde pek aklı başında görünmüyor Eylül’e.Değişik yaşantı ve duyguların peşinde olan bu çocuk hep yetişkinlerin dünyasında yer almaya çalışmış hala da bu çabasını sürdürmekte.Yazışmaları sırasında onun yaşını anlayamamasının nedeni de tam olarak bu işte.Elli yaşında bir adam gibi düşünen,o kuşağın kullandığı kelimeleri kullanan birinin bu kadar genç olduğunu Eylül’ün yerinde kim olsa anlayamazdı.Sürekli okuyan,çalışan ve kendini geliştiren Devrim,tüm bunlardan arta kalan zamanlarda da siyasi çalışmalar içinde.Film seyretmenin dışında hiçbir eğlencesi yok sanki.Bu yaşta hayatı bu kadar ciddiye almanın altında yatan neydi peki.Hiç genç olmamış gibi davranan bu adam belki kendisine çocuk olma hakkını da hiç tanımamıştı.
      Eylül onun yaşını bilmiyordu ama Devrim Eylül’ün yaşını hep biliyordu. Bunu bile bile yazıştı ve gene bile bile buluştu onunla. Nedenini sorduğu zaman aldığı yanıtlar da kulağa pek mantıklı gelmiyordu. Eylül’den öncede yıllar süren iki birliktelik yaşadığını ve her iki kadının da ondan yaşça çok büyük oldukları şeklinde bir açıklaması vardı. Pekiyi neden kendinden yaşça bu kadar büyük kadınlarla beraber olma ihtiyacı duyuyordu. En basit açıklama bir anne arayışı içinde olması olabilirdi ya da yetişkinler dünyasına ilişkileri yoluyla bir an önce girme çabaları. Her iki varsayımda sağlıklı gelmiyor Eylül’e.
      Eren’i yeniden anımsaması, hesaplaşamadığı bir insanı yeniden hatırlaması demekti sadece. Oğuz’dan sonra hayatına giren Eren, Oğuz’la taban tabana zıt bir kişiliğe sahipti. Oğuz onun kimliğini ne kadar yok etmeye çalışmışsa, Eren’de ona bir birey olmanın önemini anlatmış, kadın olmanın onu eksiltmediğini, tam tersine çoğalttığını öğretmeye çalışmıştı. Tüm bunlar Eylül için çok farklı, çok yeni deneyimlerdi. Yalnız başına bir şeyler yapmanın keyfini kendi yaşamından örneklerle anlatan Eren, aslında onunla vakit geçirmek isteyen Eylül’ü sürekli olarak yalnız başına bir şeyler yapması için zorluyor, Eylül itiraz etmeye kalktığında ise onu bağımlı olmakla suçlayarak günlerce ortadan kayboluyordu. Artık tüm yaşamını Eren’in gözüne girmek üzerine kurgulayan Eylül, onun tavsiye ettiği kitapları okuyor, onun önerdiği filmleri seyrediyor, onun gitmesini tavsiye ettiği yerlere gidiyordu. Ama bunların tümünü de tek başına yapıyordu. Çünkü kendini gerçekleştirmesi için bunun şart olduğunu söylüyordu ona Eren.
      Ve bir gün, hiç beklemediği bir anda ilişkilerinin bittiğini söyledi Eren. Ama sonraki günlerde Eylül’ün ne yaptığını, biriyle birlikte olup olmadığını öğrenebileceği bir mesafede durmayı sürdürdü. Eylül’ün ondan uzaklaştığını ya da hayatına yeni birisini alabileceğini hissettiğinde vaktini Eylül’le geçirmeye başlıyordu. Ve Eylül’ün aklını yeterince meşgul ettiğinden emin olduktan sonra da ortadan kayboluyordu. Öyle zamanlarda kendini aptal yerine konmuş gibi hisseden Eylül, Eren’i yanında tutmanın tek yolunun sürekli rol yapmaktan geçtiğini seziyor ancak böyle bir şeyin sağlıksızlığı gözünü korkutuyordu. O böyle bir şey yaşamak istemiyordu ki. Sevgisini içinden geldiği gibi yaşamak ve mutlu olmak istiyordu. Ama Eren söz konusu olunca Eylül’ün bu tür istekleri son derece sıradan karşılanıyor ve adeta küçümseniyordu.
      Temmuz ayı ortalarında Eren tek başına tatile gitmişti. Eylül ise onun bazı stajlarını ayarlıyor ve devam etmediği halde devam etmiş gibi görünmesini sağlıyordu. O yaz Tıp Fakültesi altıncı sınıfa geçecekti Eren. Arada bir Eylül’ü arayıp hem hatır soruyor hem de çevirdikleri tezgahlarla ilgili bilgi alıyordu. Sonra bir gün o çıkageldi. Eren’le aynı sınıfta okuyan bu kızı daha önce birkaç kez görmüştü Eylül. Ortak bir arkadaşların peşine takılıp yüzsüz bir şekilde Eylül’ün çalıştığı yere geliş nedeni ise pek çok kişinin bildiği bir gerçekten onu da haberdar etmekti. Eren’in hayatında o da vardı ve bunu Eylül’ün de bilmesini istiyordu. Çünkü o Eylül’ü biliyordu o zaman Eylül’de onu bilmeliydi. O anlattıkça renkten renge giriyordu Eylül. Resmen meydan okuyordu bu kız. Hiç sesini çıkarmadan dinledi. Hemcinsinin başlattığı bu aşağılayıcı oyunun bir parçası olmadı. Sadece dinledi ve sabırsızlıkla bu işkencenin bitmesini bekledi. Sonunda gittiler.Akşamı zor etti Eylül ve olanları bir bir Eren’e anlattı.Tabii her şeyi inkar etti Eren.Yoktu öyle bir şey filan. Eylül inanmış göründü. Kasım ayında Eren staj için İsviçre’ye gidene kadar görüşmeye devam ettiler. Bir keresinde “sen de benimle gelsene İsviçre’ye “ demişti Eren. Bu çok güzel bir hayaldi ama Eylül bu hayalin peşinden gidemedi. Gitseydi eğer bir şey değişir miydi, hiçbir zaman bu soruya bir cevap bulamadı. Sonunda ayrılık günü gelip çattı. Sirkeci Garı’ndan yolcu ettiler Eren’i ve Eylül için hasret başladı. Bir kez mektuplaştılar. Eren’in gidişinden bir ay sonra ciddi bir depresyona girdi Eylül ve antidepresan kullanmaya başladı. Yeşim ve Çiçek’le kız kıza girdiler yeni yıla. Yeni yıl sabahı dibe vurmuş bir şekilde uyandı Eylül. Yaşamak istemiyordu. Hayat çok anlamsızdı ve acı veriyordu. O gece telefon etmemişti Eren. Yeni yılını kutlamamıştı. Bir şeyler ters gidiyordu ve Eylül kötü bir şeyler olduğunu hissediyordu. Bir süre sonra Eren’in staj süresini uzattığı haberi geldi. Çok yalnız ve çok huzursuzdu Eylül.
      Mart ayı sonlarına doğru Eren’in dönüş tarihi belli oldu. Eylül onu karşılamak istiyor ve sürpriz karşılama planları kuruyordu. Eren’in dönmesine bir hafta kala onu bir köşeye çeken Çiçek farkında olmadan son darbeyi indirdi. Eren gidişinden bir ay sonra malum hatunu yanına çağırmıştı ve şimdi de birlikte dönüyorlardı. Gene en son öğrenen o olmuştu. Onun dışında herkes biliyordu her şeyi. Ve içten içe acıyorlardı ona.
      En sonunda da döndü Eren. Birkaç gün sonra da Eylül’ü görmeye geldi. Sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranan Eylül bu davranışı ile gururunu kurtardığını düşünüyordu. ”artık arkadaşız” gibi bir şeyler söyledi, Eren’de bir şeyler söyledi ve sonra çekip gitti. Ara ara gene gelip gitti Eylül’ün yanına ama eski yakınlığı kurmasına izin vermedi Eylül. Ve bir yıl sonra Eren nişanlandı. Kayınvaldesinin ilişkileri sayesinde Psikiyatri asistanı olarak mecburi hizmet kabusundan kurtuldu ve sonra da evlendi. Bu sefer başlık parası alan erkek tarafıydı. Acı yüklü günlerdi o günler. Her şey Eylül’ün burnunun dibinde yaşanıyordu ve zaman zaman Eren ona yaklaşmayı deniyordu. Eşkenar üçgenin bir köşesi olmamaya kararlıydı ve Eren’i kendisinden uzak tutmak için elinden geleni yapıyordu. O seçimini yapmıştı ve yeni hayatında Eylül’e yer olmamalıydı. En acısı ise, tüm inançlarını bir kenara atıp, kolayca sistemin bir parçası olmayı seçen Eren’le yüzleşmekti. Hayata bakışına çok şey kattığına inandığı ve bir idol saydığı bu adamdaki değişimi izlemek, işte buydu Eylül’ün canını yakan.
      Yıllar sonra hikayesini anlattığı bir arkadaşı onu yeterince mücadele etmemekle suçlamıştı. ”Sen de savaşsaydın onun için” demişti. Bu eleştiri karşısında biraz bozuldu ama cevap vermekte de gecikmedi. “Aşk, savaşarak kazanılan bir şey olmamalı bence” Evet gerçekten de öyleydi. “Ortada bir ödül var ve sen bunu kazanmak için savaşacaksın. Bunun adı olsa olsa rekabet olabilir. Ama asla aşk olmaz.” Bu konuşmanın sonrasında kendisini sorguladığı anlar oldu. Bazen fazla kolay vazgeçtiğine karar verdi bazen de gerekeni yaptığına. İki kadının rekabetinin adını aşk koyamazdı. Birbirlerine üstünlük sağlamak için savaşacaklar, biri kazanırken diğeri kaybedecekti. Ne için? Kendini büyük ödül gibi ortaya koymakta hiçbir sakınca görmeyen bir adam için.
      Eren evlendikten bir süre sonra tüm bu fırtınalardan halsiz düşmüş olan Eylül, sığınacak bir liman bulduğunu hissetti Mehmet’in yanında. Kısa süre sonra da Mehmet evlenme teklif etti ve evlendiler. Eren bir sabah odasına gelip tebrik etti Eylül’ü. Ve Eylül evlendikten iki yıl sonra da yeniden İsviçre’ye gitti. Uzun yıllar kaldı orada. Ama en sonunda kürkçü dükkanına döndü. Sadece bir kez karşılaştılar. Ondan sonra da ne tesadüfen ne de kurgulayarak karşılaşmaya çalışmadı Eren’le. Hayatının çok uzun bir döneminde yer almış olan bu adamın tam da mazi olduğuna yüzde yüz inandığı bir zamanda Devrim’in kimliğinde geri dönmesi, işte bunu kaldıramazdı.
      Hayatına girdiği gibi sessizce çıkıp gitti Devrim. Bunun böyle olması için Eren’den öğrendiği tüm taktikleri uyguladı. Devrim bir daha yazışmak istemediğini bildirdi Eylül’e. Bu kez kazanan da terk edende Eylül olmuştu ama yine içi bomboştu. Belki de Devrim’in bu günlerde yaşamına girmiş olmasının tek nedeni Eren’in bu öyküdeki unutulan yerini almasını sağlamaktı. Kim bilebilir.
      Yazar: Mutlu-Ho
      miş ve
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!

      rüzgarlara kızgınım

      Hesapta, içimi ferahlatan, saçlarımı dağıtan, umarsızca esen rüzgarlar
      Gelirken yanında sevdayı getiren, giderken yüreğimi alıp götüren
      Hep “hayalimdeki resim”, açıyorum kollarımı rüzgara karşı
      Buluşmamız öyle kısa ki bu rüzgarlarla, bir anlık bakışmalarımız
      Yanında neleri getirdiğini söylemeden, bakakalıyorum arkasından
      Bir ümit bile vermiyor, bir hevesle beklediğimi bile bile
      Rüzgarlara kızgınım, şöyle bir esip geçen, güya yangınlarıma çare
      Hayatımı görüyorum her zerresinde kare kare
      Olmaz, böyle zalim olunmaz
      Onun özgürlüğüne öylesine hayranım ki, esip geçişine
      Sesleniyorum, beni de al yanına, götür uzak diyarlara
      Serinliğinle buz tutsun yüreğim, çare ol kapanmayan yaralarıma
      Kim bilir hangi sevdalara eşlik ediyor, umarsızca eserken
      Bir dokunup, bin ah işitiyor, bundan kaçıyor ! henüz vakit varken
      Rüzgarlara kızgınım..saçlarımı hevesli hevesli dağıtırken …


      25 Temmuz 2007
      --- gidi yalanci dunya ---