Mehmet AKİF Ve Çanakkale

      Mehmet AKİF Ve Çanakkale

      Çanakkale Savaşı başladığı zaman, Mehmed Akif, resmi bir görevle Almanya'da, (Berlin'de) bulunuyordu. Gövdesi oradaydı ama, gönlü Çanakkale'de idi.
      Her sabah ilk işi, Askeri Ataşemiz Binbaşı Ömer Lütfi Bey'e, Çanakkale'yi sormaktı. Adeta, o uzak beldede Çanakkale ile yatıp Çanakkale ile kalkıyordu.
      Elbette çok endişeli idi. Adeta her gün eli kalbinde olarak, büyük bir korku ile, "Çanakkale'den ne haber var?" diyordu.
      Berlin'deki görevi bitip de İstanbul'a döndüğünde, Çanakkale devam ediyordu. Ama o,vatanını canından çok seven Adam,yeni bir vazife ile , bu defa da Necid çöllerine düşmüştü.
      Oralarda,Arap kardeşlerimizi İngilizlerin aldatmasını engellemek için çabalıyordu. İşte o günlerden bir gün...Yine yorgun,yine üzgün,yine garipti ve gün akşam olmakta idi...Güneş,çölün ufkunda batmıştı ama,bir telgraf,gecenin bağrından Akif'imizin gönlüne yeni bir güneş gibi doğmuştu.
      Bu telgraf,Çanakkale'de mehmetçiğin kazandığı zaferi haber veriyordu.
      Akif,okuduklarına inanamadı.
      Tekrar tekrar okudu o küçük kağıttaki üç beş cümleyi, öptü,kokladı,yüzüne gözüne sürdü... Sonra da , içinde bulunduğu küçük istasyon binasından çıkıp ,gerideki hurmalığa çekildi. Ayın aydınlığında,hem ağladı,hem söyledi...Yol arkadaşları,onu uzaktan seyretti ve içine girdiği o İlahi âlemden uyandırmadı....
      Neden sonra,dönüp geldiği zaman ,elinde Çanakkale Destanı vardı.
      Mehmetçiğin cephede kazandığı zaferi ,o da edebiyatımızda âbideleştiriyordu.
      Bu şiir, Çanakkale'yi,kalp gözüyle gören Şairimiz'in,halen bir eşi yazılamamış şaheseridir.
      Başka bir şiiri olmasaydı bile,Çanakkale Destanı Mehmed Akif'in büyük bir sanatkar olmasına yeterdi...
      Ne yazık ki Türkçemiz, dıştan zorlamalarla sürekli değiştiriliyor. Bu şiirin tadına ve heyecanına varmak için, kelimelerinin bugünkü karşılıklarını iyi bilmek gerekir. Biz,muhterem Ertuğrul Düzdağ Bey'in açıklamasıyla birlikte Akif'in bu şaheserini sizlere sunuyoruz:

      VEFATININ 65. YILINDA
      MEHMED AKİF 'İN ALMANYA HATIRALARI
      Birinci Dünya Savaşı'nda , İngiliz - Fransız birliğine karşı Alman-Avusturya kuvvetleri çarpışmışlardı. Ancak bu savaş , sadece Avrupalı devletlerin savaşı olmaktan çıkmış , işin içine bir çok başka millet de sokulmuştu.
      Özellikle de ,İngiliz-Fransız ittifakı , sömürgelerinden topladıkları paralı askerleri cepheye sürüyordu. Bu askerlerin büyük bir bölümü de Müslümanlardan meydana geliyordu. Bu Müslüman askerlerden bir kısmı da , Çanakkale cephesinde bize karşı savaşmışlardı. Ancak , bir kısmı zamanla , aldatıldıklarını anlayıp İngilizlere isyan etmişlerdi.
      Ne yazık ki , Batı cephesinde Almanlara karşı savaşan Müslüman askerlerin aldatıldıklarını anlama şansları da yoktu.
      Ancak savaşın ilerleyen günlerinde , esir alınan Müslüman askerlerin çokluğu Almanların dikkatini çekmişti. Meğer Asyalı ,Afrikalı bu Müslümanlar ,İngilizler tarafından aldatılıyorlardı. Onlara diyorlardı ki , sizin ve bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı Padişah 'ı , Almanlar tarafından esid edildi. Şimdi siz de bize katılıp savaşın ki , Müslümanların halifesini Almanların elinden kurtaralım.
      Müslümanlar da ,hem para kazanmak , hem de halifeyi kurtarmak için ,hemen
      cepheye koşuyorlardı. Bu yalana aldanmayanlar da ; can , mal ve ailesine zarar vermekle korkutuluyor , zorlanarak cepheye sürülüyordu.
      İşte , Almanların eline düşen bu Müslüman esirlerin sayısı çoğalmaya başlayınca , Alman Devleti iki tedbire başvurdu:
      1- Önce , Müslüman esirleri ayrı ve büyük bir kampta topladılar. Wünsdorf 'taki bu kampta bir de cami inşa ettiler.
      2- Bu Müslüman askerler meselesine , ısrarla İstanbul'un dikkatini çektiler.
      Çünkü Padişah cihad ilan etmişti ama , Müslümanları ,İngiliz-Fransız saflarında değil , Alman-Osmanlı tarafında savaşa çağırmıştı. Üstelik bu Müslüman askerler , en ön saflarda , hem de İngiliz- Fransız askerlerinden çok daha cesur çarpışıyorlardı.
      İngilizlerin propagandasına aldanan bu Müslümanlar ,Almanların karşı iddialarına da inanmıyorlardı .. Bunun üzerine , Almanlar , ellerindeki esir Müslümanlara hakikati anlatmak için , İstanbul'dan yardım istediler. Berlin'e , güzel Arapça bilen , hitabeti kuvvetli , edebiyat ve tarih bilgisi derin

      şahsiyetler gönderilmeliydi.
      Alman Hükümeti'nin arzusuna uygun iki şahsiyet seçildi : Mehmed Akif ve Şeyh Salih Tunusi ...
      Bu iki zat , ve onların seçeceği heyet ,Alman Hükümeti'nin misafiri olarak ,genel karargaha davet edildi.
      İşte bu davet üzerine Mehmed Akif Berlin 'e gitti. Orada , bizzat İmparator Wilhelm'in emriyle , "varlığı memlekete şeref olan en muteber bir insan hüviyetinde" karşılandı.
      Mehmed Akif , Wünsdorf 'taki camide toplanmış Müslüman esirlere çok heyecanlı bir konuşma yaptı. Sonra da onlarla gurup gurup konuştu. O Müslümanların hangi yalanlarla cepheye sürüldüklerini öğrendikçe çok hüzünleniyor ve Şeyh Salih 'e şöyle diyordu :
      "- Bakınız , eğer bu kadar derin ve karanlık bir cehalet olmasa, bu masum insanlar ,kendilerine anlatılan şu masallara itibar ederler mi ?Bizim en büyük derdimiz, cahil olmak ; bütün Müslüman aleminin en büyük musibeti bu afet...
      Cehaleti yenmedikçe ,hiçbir ciddi ve şerefli netice elde edilemez. Bence İslam'ın büyüklerinin yapacağı tek şey , birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyeti içinde, diyar diyar gezmek ,irşat etmek ,her türlü sıkıntıya severek katlanmak...
      İngiliz misyonerleri nasıl ?
      Fransız cizvitlerinin misyonerleri nasıl ?
      Balkanlar'da Slavları ihtilale sevk eden , yine Ortodoks kilisesinin mürşitleri değil mi?
      Onlara hiddet etmiyorum , gıpta ediyorum..."


      ***


      Almanya'da kaldığı süre içinde , Akif Bey , hudutları dolaşır. Alman askerlerinin karşısında ve ilk mevzilerde bulunanlar , çoğunlukla Müslüman sömürge askerleri olduğundan , büyük megafonlarla Akif Bey'in Arapça'sıyla hazırlanmış konuşmalar nakledilir. Bu konuşmalar , Hintliler için de Urduca'ya çevrilir.
      Bu konuşmaları dinleyen askerlerin bir bölümü , Alman saflarına katılır. Ancak durumu gören İngiliz-Fransız komutanlar ,Müslüman askerlerin yerlerini değiştirirler. Ancak Alman istihbaratı bu değişmeleri de haber alır. Akif Bey de hareket halinde konuşmalarını yapmaktan büyük bir memnuniyet duyar.
      Düşman cephenin ön saflara yığdığı Müslümanlar , Akif Bey'in konuşmalarıyla ,ya silahlarını bırakıyorlar, ya da silahlarını silahlarının asıl sahiplerine çeviriyorlardı. Bu gelişmeler üzerine , Müslüman askerler geriye çekilirler.
      Akif'in konuşmaları daha sonra plaklara kaydedilir ve Batı cephesinin çeşitli yerlerinde ses yükselten aletlerle , karşı mevzilere iletilir...


      ***


      Hıristiyan din adamlarının çalışmalarına yakından vakıf olan Mehmed Akif ,arkadaşı Şeyh Salih 'e , büyük bir üzüntüyle şunları söyler:
      "- Eğer Müslümanlığın akıl ve mantıkla uyum halindeki kaideleri ,bu alim kişilerin elinde olsaydı ,ona ne güzel, ne muazzam gelişme temin ederlerdi...
      Bugün , akıl ve iz'anın önünde tebessüm konusu olan Hıristiyanlığın bazı kaide ve esaslarına bile , ilmin rehberliğinde nasıl bir istikamet vermişler , nasıl tefsir etmişler ,görüyorsunuz..."


      ***

      Akif Bey , Berlin' de iken , Çanakkale Savaşları da bütün dehşetiyle devam etmekteydi. O mübarek adamın aklı fikri Çanakkale idi .Çanakkale geçilirse , Osmanlı bitmiş olacaktı .Bunu bildiği için , Berlin'deki Askeri Ataşemiz Ömer Lütfi Bey 'e daima , "Çanakkale ne olacak? Diye soruyordu.
      Asker gözüyle bakınca ,durumu pek ümitli görmeyen Ataşe'nin, "Allah bilir amma ,durum çok zor görünüyor,orada galip gelmek imkansız gibi..." demesi üzerine de ,Akif Bey , hıçkıra hıçkıra ağlar ve içli dualarını Çanakkale'deki Mehmetçiklere yollar.

      Gövdesiyle Berlin'de olsa da , gönlüyle daima Çanakkale'de idi...
      O kadar mehmetçikle ve milletiyle içiçe idi ki, kendisine tahsis edilen lüks otel odasında sıkıldı. Dedi ki,"Burası çok güzel ,ancak ben bu lüks içinde kalamam. Çünkü benim ülkem zorda , mehmetçiklerim ise ,kan ve can pazarında , aç ,biilaç sınırlarımızı savunuyor. Böyleyken , benim bu konforlu otelde ikamet etmem uygun olmaz."
      Bütün ısrarlara ve parayı Alman hükümetinin ödeyeceği söylenmesine rağmen , Akif Bey , ikna edilemez. Ve çok mütevazı bir otele taşınır.
      Akif Bey , işte bu otelde kaldığı sırada , Berlin'de tahsil için bulunan bir delikanlı ziyaretine gelir. Otel lobisinde Akif Bey'le tanışır , konuşur ve vedalaşmak üzeredir. O sırada ,garson gelir , Akif Bey'e içtikleri iki kahve için bir makbuz imzalatmak ister.
      Akif Bey , kendi içtiği kahvenin makbuzunu imzalar. Ancak genç ziyaretçisinin kahvesi için imza atmaz , çıkarır ücretini verir. Garson , kendisinin ve bütün ziyaretçilerinin masraflarının Alman hükümeti tarafından ödeneceğini Akif Bey 'e defalarca söyler. Ancak bunu kabul ettiremez:
      "-Bu genç benim misafirimdir , ısmarladığım kahvenin parasını benim vermem gerekir" der.
      xxxxxx xxxxxxxxxx xxxxxxxxx
      Akif Bey'i ,dehşete düşüren olaylar da yaşanır Almanya'da...Berlin' e yeni geldiği sırada , Alman yetkililer ondan bir ricada bulunurlar :
      "- Biz sizinle , Osmanlı Devleti ile birlik olduk ,silah arkadaşıyız ama bu durumu bizim fanatik mebuslarımıza ve bürokratlarımıza bir türlü anlatamıyoruz.
      -Nasıl olur da biz , Müslüman Osmanlı ile birlikte savaşırız diye itiraz ediyorlar. Çünkü Müslümanları çok geri ve ilkel ,İslam'ı da kafirlik olarak tanımlıyorlar. Sizden rica ediyoruz ,lütfen bir yazı hazırlayın ve anlatın ki , İslam da bir dindir ve Müslümanlar da normal insanlardır...
      Biz de bu yazıyı Almanca olarak yayınlayalım ki ,kamuoyumuzun tepkisini
      önlemeye çalışalım..."
      Akif Bey ,büyük bir hüzün içinde böyle bir yazı hazırlar...Ancak , Batı kamuoyu ,
      o gün bu gündür gerçeklere yaklaşabilmiş değildir...
      xxxxxxxx xxxxxxxxx xxxxxxxx
      Akif Bey , Berlin'de görevli bulunan askeri ve sivil aydınlarımızla da sohbetler eder. Ancak , onlara bakarak da geleceğimiz adına ümitlenemez...Çünkü, aydınlarımız sahaları dışındaki işlerle meşguldürler. Akif Merhum'un ifadesiyle, durum hiç de iç açıcı değildir. Çünkü , Berlin'deki Büyükelçimiz, Kur'an-ı Kerim tefsiri yazmaya çalışıyor , Büyükelçilik İmamı da politika ile uğraşmaktadır.
      xxxxxxx xxxxxxxxxxx xxxxxxxxxxxx
      Akif Bey ,Berlin'in caddelerini ,sokaklarını , demiryollarını ,trenlerini ,dükkanlarını ,
      kahvehanelerini inceler...Çok dikkatli bir gözlemcidir. Gördüklerinden şu sonuca varır."Bizim kıymetini bilmeyerek küstür
      Düğümüz İslami güzellikler , Almanya'ya hicret etmiş...Onların faydasız görüp kovduğu kötülükler de bizim sınırlardan içeri sızmış..."
      Çalışkanlık , planlı programlı yaşamak ,temizlik , birlik beraberlik oralarda görüp de takdir ettiği ve hasretlendiği güzelliklerden bazıları idi...
      İstanbul 'a döndükten sonra , "-Almanya'yı Almanları nasıl buldun? Sorusuna şu çok veciz cevabı verir:
      "- İşleri dinimiz gibi , dinleri işimiz gibi..."
      xxxxxxxx xxxxxxx xxxxxxxxxxxx
      Berlin'de bulunduğu sırada , bir Alman hanım Akif Bey'e sormuş :
      "Siz Osmanlılar , kadınlarınızı evden dışarı hiç bırakmazmışsınız ... Yazık değil mi ?"
      Akif Bey , hiç duraksamadan şu karşılığı vermiş :
      "- Hanımefendi , biz de sizin gibi yazıktır deyip , bir kere dışarı bıraktık ,şimdi de içeri sokamıyoruz!.."
      xxxxxxx xxxxxxxxx xxxxxxxx
      Akif Bey ,Batı politikasının bize bakışını ,bir defa da dönüş yolunda Viyana görüp yıkılır."Biz bu adamlarla mı birlikteyiz. Bunlarla mı Mehmetçik silah arkadaşı oluyor ?" diye hayıflanır ,yazıklanır, acınır...
      Bir gece yarısıdır. Müthiş bir gürültüyle uyanır. Kaldığı otel odasından hemen aşağıya iner ve resepsiyon görevlisine ne olduğunu sorar...
      Kendisine açıklanır ki , alınan habere göre , Kudüs Osmanlı'nın elinden çıkmış ve artık İngiliz işgali altına girmiştir.
      Akif Bey , bu açıklamayı bir türlü anlayamaz. Çünkü Kudüs'ü İngilizler aldı diye sevinenler bizim silah arkadaşımız olan Avusturyalı'lardır.
      Eğer Kudüs 'ü Osmanlı kaybettiyse , bu aynı zamanda Avusturya 'nın da kaybı değil midir ?

      "- Evet ama , neticede Kudüs Müslümanlardan çıkıp Hıristiyanların eline geçmiş olmuyor mu ?" der otel görevlisi...
      Akif Bey , caddeleri dolduran kalabalığa bakakalır ...Kulaklarını dolduran çan seslerine sevinç çığlıkları karışmaktadır. Boğazına düğümlenen hıçkırıkları önleyemez...
      "- Batı'nın bize dostluğu bu...Allah'ım düşmanlıklarından bizi sen koru!" diyelim mi hep birlikte ..
      Çünkü günümüzde de , Batı politikalarının esası değişmemiştir.

      ARALIK 2001/ Vehbi VAKKASOĞLU
      "Gelecek de, birgün gelecek"

      YA RAB BU UĞURSUZ GECENİN YOK MU SABAHI?

      "İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?"

      (A’râf Suresi 155. Ayetin bir kısmı)



      Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

      Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

      Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

      diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

      Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,

      Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,

      Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;

      Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

      Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,

      En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i!...

      Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın

      Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın

      Emvâci hurûş-âver olurken melekûta?

      Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş'al-i vahdet,

      Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

      Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman

      Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

      Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin,

      Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?

      İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?

      Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

      Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

      Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!

      Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!

      Suç başkasınındır da niçin başkası muhkûm?

      Lâ yüs'ele binlerce sual olmasa du kurbân;

      İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!



      Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;

      Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!

      Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...

      Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!

      Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:

      Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi!

      Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:

      Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

      Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,

      Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

      En kanlı senâatle kovulmuş vatanından,

      Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

      İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...

      Nâ-hak yere feryâd ediyor: âcize hak yok!

      Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?

      Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
      Hak(cc) kuluna eyler nazar
      Dört kalıptan Adem dizer
      Kalleş gelmiş CUMHURİYETİ bozar
      ATAM sana haber olsun

      ENELHAK