Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU'nun Yazıları.

      GÖNÜL+BİLİM



      Amerikan bayraklı...

      1970'lerde gençlerin T-gömleklerinde Amerikan hayranlığı ifâde eden Amerikanca yazılar görülmeğe başlandı. Yıllar önce yazdık ki (Bkz. O. Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe", Otopsi Yayınları, İstanbul, 7. Baskı, Mart 2002), bu gömlek işi, ruhsal (ruhbilimsel, pisikolojik) savaşın önemsiz gibi görünen fakat gayet etkin araçlarından biridir. O gömleği giyen, yabancı kimliği de giyinmiş demektir; sürekli öyle hisleri tazelenir. Ayrıca onu görenler de etkilenir.
      Son zamanlarda, işin mâhiyeti büyüdü: Gömleğin önünde kocaman Amerikan bayrağı. Bunu her kesimden insanlarda, çağdaşı, dindarı, genci, orta yaşlısı, görür olduk. Bu gömlekleri kimler imâl ediyor, daha doğrusu ettiriyor, incelenmeli. Altından muhakkak bir çapanoğlu çıkacaktır.
      Yakınlarda, basında ilginç bir haber çıktı: Selçuk kasabasında, nihayet bir esnaf ta göğüste Türk bayrağı sergileyecek gömlekler imâl edip satışa çıkarmış. Bazı vatandaşlar da alıp giymişler. Peki ne olmuş? Savcı hem esnafa, hem giyenlere dâvâ açmış. Gömlekler toplattırılmış; imâlatçısına, satıcısına, giyenlere para cezaları kesilmiş. Türk bayraklı giyim yasalara aykırı imiş. [Herhalde bu yasa çıkarılırken (eskiden çıkmışsa; yoksa, insanın aklına, IMF'den mi geldi diye bir soru gelebilir), Türk bayrağına saygı, bayrağın nizamnâmeye uygun olması gibi iyi niyetler olabilmiştir] Her ne hâl ise, siz sonuca bakın: Türk bayraklı giyim yasak, ama Amerikan, İngiliz bayraklı giyim mubah! Bir de dikkat edelim: Hiç Japon, Fransız, İtalyan bayraklı gömlek gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü , mesele, sâdece bir süs, veya basit bir özentiden ibâret değil. Türk kimliği kaldırılıp, yerine patron ülkenin kölesi kimliği yerleştirilmek isteniyor.
      Ne yapmalıyız? Bu konuda da duyarlı olacak büyük halk çoğunluğu tepki gösterip tedbir almalı. Esnaf birlikleri, dernekleri var ya, oralarda, duyarlı esnaf konuyu gündeme getirmeli. Yabancı bayraklı giyim imâlatçı ve de satıcıları îkaz edilmeli. Mânâsını bile bilmedikleri İngilizce gömlek önü yazılarını kendilerine kimlerin verdiği öğrenilmeli. Arkada bir para desteği de oluyor mu? Araştırılmalı. Öğrencilere de iş düşüyor. Öyle giyimler kuşananlar kibarca uyarılmalı. Türk kimliğini koruma mâhiyetli açık oturumlar düzenlenip bu konu da dile getirilmeli.
      "Büyük Uyanış" yurdun her tarafında, ve her kesimde başlamış olduğu için bu ince oyun konusunda da hareket başlayacak, bahis konusu haysiyetsizlik alâmetleri de hızla ortadan kalkacaktır. Giyim, kişi gönlünün dışa yansımasıdır. Gönüller temiz olunca, giyimlerdeki kimlik kirliliği, bulanıklığı emâreleri de silinecek. Unutmayalım: Ruhbilimsel savaşa karşı kurtuluş savaşımız başlamıştır.
      7 Mayıs 2002, Uzaklardan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Toprak, su, ekmek

      Barışta veya savaşta bir ülkenin en stratejik maddeleri yiyecek ve su. 1980'e kadar Türkiye bu hayatî maddelerde kendine yeter durumda olduğu gibi, biliyorsunuz, başka ülkeleri de besleyebiliyordu. İki cihan harbinde bile Türkiye ayakta kalabildi. Her köyde, kasabada kişilerin hiç olmazsa birkaç koyunu, birkaç meyve ağacı, iyi kötü gıdasını sağlayabilecek ekili bir karış toprağı vardı. II. Dünya Harbi'nden Avrupa perişan, aç bilâç çıktı. Harp sırasında Türkiye iki tarafı da besleyip harbin sonunda hazinesini altın dolu buldu.
      Derken 1947, geldi Amerika: Her konuda ikili (aslında tek taraflı) anlaşmalar, sonra da illâ borç alacaksınız dayatmaları, askerî fabrikaların âtıllaştırılması, yeni stratejik sanayilerin engellenmesi, demiryolu siyasetimizin durdurulması, tramvayların sökülmesi, tarihî şehirlerin ortasından otoyollar geçirilmesi, İstanbul'un muhteşem bir Türk-Osmanlı şehri olmaktan çıkarılıp "Yeni Bizans"a doğru meşum adımların atılmağa başlanması. 1950'lerde hızlanan sömürgeleşme, eğitimin yabancı danışmanlarla sıfırlanmaya doğru gidişi, dış siyasette ABD'ye tek taraflı bağımlılık, gelişmekte olan Avrasya ile ilişkilerin hemen hemen hiç olmaması, zamanla komşularımızdan, Orta-Doğu, bin yıllık arka bahçemiz, ülkemiz İslâm diyarından soyutlanmamız, köyden kente düzensiz, amaçsız göçlerle kentlerin çığırından çıkması, köy yaşamının yok olmağa başlaması, ve ilânihâye... Dıştan planlı, içten ihanetli gidişat. Ve sonunda, baş gösteren açlık.
      Tabii bu filim daha önceleri, yüz yıldır, ABD'nin bulaştığı her ülkede oynatılmıştı. Acaba, 1947'den itibâren, Türkiye'de, ABD'nin yakın tarihinde gariban Orta ve Güney Amerika ülkelerinde ve bazı Asya illerinde yapmış olduklarını bilen devlet veya evrenkent mensubu uzmanlar var mıydı? Vardıysa niye ikaz sesleri duyulmadı, tedbirler alınmadı? Sonunda (herhalde 50 yıllık yabancı planının akabinde) işte bu günlere geldik. Şimdi vatanımızın toprakları, halkımızın gıdası, sağlığı, insanca yaşayabilme koşulları tehlikede. IMF gıdım gıdım besleyip karşılığında almadığını bırakmıyor. Peki Türk milletinin, halkının geleceğini, çıkarlarını kim koruyacak? Koruması gerekip de korumayanların haddini kim bildirecek?
      Şimdi "Büyük Uyanış"la birlikte ilk yapılacak iş, hayat memat meselesi olan topraklarımızın (yâni "vatan" demek olur; unuttuk mu? Asla.), su kaynakları ve güzergâhlarının, bentlerin ("baraj"ların), sulama tesislerinin, ve ekmeğimizin (buğday, tarım, tohumculuk, şeker, ünlü Türk tütünü, hayvancılık,...) yabancıların eline geçmesini durdurmak, sonra geri almak ve korumak olmalı. Özellikle 1980'den beri, son iki yıldır iyice depreşerek, yabancı parmağıyla çıkartılan teslimiyet yasaları derhal iptal edilecek, verilen tapular, imtiyazlar geri alınacak. Yanılmıyorsam, uluslararası hukuka göre, yabancı zoruyla, ya da müdahalesi ile çıkarılan yasalar geçersiz sayılır. (Yurtsever hukukçularımız bu konuya lütfen eğilsinler). Toprağımızı, suyumuzu, ekmeğimizi kurtaracak ve sağlama alacağız.
      "Ekmek elden, su gölden" düsturuyla yaşamağa alışmış olanlar unutmasınlar: "El", ekmeğini elinden alır, suyunu da kurutur.
      15 Mayıs 2002, Gurbet ellerden.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Gençlere: meslek ve zanaat

      Bir öğrencim vardı, Yale Evrenkenti'nde; çok başarılıydı; hem kimyayı, hem iktisâdı aynı anda bitirdi. (Bkz. "Emine Çaykara söyleşisi: 'Oktay Sinanoğlu Kitabı', İş Bankası Kültür Yayınları, 2001-2002). Adı Jonathan Cave.
      Bir yaz, bir ay kadar ortadan kayboldu. "Nerdeydin?" dedim. Meğer TIR şöförlüğü kursuna gidip TIR ehliyeti almış, tatil diye. Önce şaşırdım, sonra anladım: Kafasıyla yoğun çalışanlar, fizikî işlerle uğraştıkları zaman dinlenirler, bu onlara zevk verir. Başka örneklerini de görmüştüm: Nur içinde yatsın, Norveç asıllı benden epeyi yaşlı, hem meslektaş, hem arkadaşım Lars Onsager (sonradan fizik Nobel ödülünü alan), derin düşüncelerle, en çetrefil matematiksel meselelerle dolu bir günün sonunda, evinin bodrumunda kurduğu marangoz atölyesine çekilir, saatlerce marangozluk yapardı.
      1960 yıllarda, bir ara beraber Yale'de bulunduğumuz, değerli tiyatro yazarımız Güngör Dilmen (bu yazıyı görürse, selâm olsun kendisine), yaz geldikte, Konektikut Eyaleti'nin yemyeşil çiftliklerinden birinde, gönüllü olarak toprakla çalıştı. Böylece doğa ile bütünleştiğini, tazelendiğini ifâde ediyordu sohbetlerimizde.
      Fakat Jonathan Cave'in TIR şöförlüğü merakının altında yatan başka bir neden daha varmış. Dedi ki: "Dünyanın hâli belli olmaz. Bizim gibi fikriyatla uğraşanlara bir gün ortam bulunmayabilir, yaşam imkânları da olmayabilir. Onun için, bir yandan yüksek meslek edinirken, bir yandan da, her yerde, her koşulda geçer akça olabilecek bir zanaat sahibi de olmayı düşündüm. TIRkursu ilânını görünce, gittim yazıldım." Jonathan ehliyetini aldı; inşallah zanaatını icra etmeye de, dünya ahvali gittikçe bozulmakta ise de gerek kalmaz. Şimdi kendisi Stanford Evrenkenti'nin bir profesörü olarak matematiksel iktisat kuramları geliştirmeğe devam ediyor.
      Türkiye gibi IMF'nin kancalarına takılmış ülkelerde gençlere, yukarıdaki, o zaman yirmi yaşında olan bir gencin yaşam öngörüsü yararlı gelebilir. Üstelik, Türkiye'deki evrenkentlerde (belki tıp gibi bir iki dal hâriç) işe yarar, gerçek bir meslek eğitimi verildiği pek söylenemez. "Evrenkent bitirdim" demekle bir şey olmuyor; ne yapabiliyorsun, soyut olsun, somut olsun ne üretebiliyorsun, o önemli.
      Bizde öğrenciler yaz tatillerinde ne yapar? Çoğunun yararlı bir meşgalesi var mı acaba. Yanıtı okuyucuya bırakalım.
      Türkiye'de artık, genç, evrenkent bitirmiş olsun, evrenkente girememiş olsun, pek fark etmiyor. Gidecek evrenkent bulamayan bir iki milyon genç var da, bitirip iş bulamayanların sayısı da epey arttı. [Böyle küresel kıraliyetçilere teslim edilmiş ülkelerde mesleklerin kalmadığını demiştik. Şirket yabancı, sermaye yabancı, git gide toprak yabancının; ne olacak? Her düzeyde şirket ve iş yöneticileri, mühendisler, mimarlar, profesörler, uzmanlar da sonunda yabancı olacak. Onların molozlarına da iş bulacak yabancı elbet. Meslekler kalmamasına şaşmamalı.]
      O hâlde, yabancıya teslimiyet meselesi kökünden hâl edilinceye kadar, geçici tedbir olarak ne yapmalı? Evrenkentlere gidemeyen, veya böylelerine gitmek istemeyen gençlerin işe yarar, geçer akça birer zanaat edinmeleri için kısa süreli, veya bir iki yıllık kurslar açılmalı. Bu eğitim tatbikatlı olmalı. Evrenkente gitmekte olanların aynı şekilde birer de zanaat sahibi olmaları için yaz kursları açılmalı. Tarzanca kurslarından dershaneler hayli para kazandı, ama öğrencilerin Tarzanca ile karınları doymayacak. Devlet memuriyetine torpil bulup ta kapağı atmak isteyenlere, yararlı bir iş yapmadan maaş almağa da artık yer yok; deniz tükendi. Dershaneler, zanaat eğitimi için girişimde bulunmalı. Dış ülkelerde böyle kurslar yaygın ve rağbette.
      Gençlerin, hem kendileri için, hem sevgili halkımızın refahı, ve yurdumuzun bekası için üretici olmağa çalışacaklarından eminim. Çünkü gençlerimiz artık uyanmıştır.
      21 Mayıs 2002
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Yurt dışına göçmüş Türklere

      Geçen gün Avustralya'dan bir bey telefon etti. Aydın, kültürlü bir bey olduğu besbelli. Orada Türkçe radyo yayınları yapıyormuş; bulunduğu yerde 60-70 bin Türk varmış. Telefonla yarımşar saatten iki tane söyleşi yaptık. Sorular çok güzel hazırlanmış. Bey'in Türkçe'si de mükemmel.
      Sorulardan biri, oradaki Türklerin kendilerini içinde buldukları bir ikilem üzerine sormak istedikleriydi: Bir yandan yabancı ülkeye uyum sağlamak, orada çalışmak zorundalar; bir yandan da çocuklarının yabancı olarak yetişmesi ihtimalinden endişeliler; Türk kimliklerini ne kadar korumalılar? Tabii böyle bir sorun hissetmeleri bile iyiye alâmet. Öyle ya, özellikle ABD'deki bazılarının böyle bir sorunu yok. "Biz Amerikalılar" diye Tarzan şivesiyle konuşanlarına, bazı da Türkçe hiç konuşmak istemeyene ara sıra rastlamışımdır (ama çok şükür az).
      Radyo söyleşisinden bir hafta sonra kendimi Hollanda'da buldum. Bir çok Türk dernekleri var; Sovyetlerin dağılışının onuncu yılında Türk Dünyası'nın durumu, sorunları, Türkiye ile ilişkileri, ortak Türkçe, ortak yazı gibi meseleler üzerine bir toplantı düzenlemişler. Türkiye'den de bir kaç konuşmacı. Bir tek Büyükelçi katılmamış; efendim, kendisi ancak konu Türkiye-Hollanda ilişkileri olursa katılırmış. [Bu Dış İşleri Bakanlığı'nın artık iyice bir gözden geçirilmesi lâzım. Önceki yıllarda, ABD'de ve Almanya'da, yalnızca Türklerin bulunduğu toplantılarda herkesin İngilizce konuşmalar yaptığını, böyle olsun diye oralardaki konsolos ve elçilerden Türk derneklerine yazılı tâmimler gelmiş olduğunu yazmıştım (Bkz. O. Sinanoğlu, "Hedef Türkiye", Otopsi Yayınları, İst. 2002). Düşünün, Almanya'da bile İngilizce! Neden? Küresel Kıraliyetçilerin planına uyum sağlamak için olacak.]
      Ertesi gün Rotterdam'daki başka bir Türk derneğinin konuğu olduk. Duvarlarda İbn-i Sina, Birûnî, Harezmî gibi büyük Türk bilginlerinin, matematikçilerinin resimleri. [YTÜ'nün matematik bölümünde de bir gün, yabancı büyük matematikçilerin resimleri yanı sıra bizimkileri de görürüz inşallah.]. Öbür yanda Hacı Bektaş Veli'nin tasviri. Hârika çiğ köfteler, dönerler yendikten, konuşmamızı da yaptıktan sonra âmâ Âşık Efe ozan aldı sazı eline, türküler yaktı. Kendimi Türkiye'den fazla Türkiye'de hissettim. Orada doğmuş büyümüş gençler bile gayet güzel Türkçe konuşuyor. Hem Hollandalı'lar, hem de sonuna kadar kimliklerine sahipler. [Türkiye'deki tatlı su küresel kıraliyetçi kuyrukları utansın.]
      Bir ülke ulusal hedeflerini kaybeder, eğitim düzeni sıfırlanır, iktisadı çökertilir, açlık baş gösterirse, yurt dışına muhaceret artar. Yurt dışına göçmek zorunda kalanlar elbette bulundukları ülkenin yasalarına uyacaklar, toplumun kurallarına, kültürüne saygı gösterecekler, yaptıkları işin en iyisini yapacaklar, çevrelerindeki o ülke insanları, aralarındaki Türkleri örnek insanlar olarak görecek, gösterecek. Amma, nerede olurlarsa olsunlar göçmenler Türk kimliklerine sımsıkı sarılacaklar, aralarında bazı görüş ayrılıkları da olsa birlik olacaklar, çocuklarına mutlâka Türkçe'yi, Türk tarihini, geleneklerini, Türk edebiyatını öğretecekler. Şimdi yurt dışındaki Türklerin de "Büyük Uyanış"tan nasiplerini aldıklarını görüyor, ana yurtlarını hiç bir zaman unutmayacaklarını, ona daima destek olacaklarını biliyoruz. Selâm olsun hepsine.
      25 Mayıs 2002, Rotterdam.
      osinanoglu@aydinlik.com.tr
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM





      İnsanlık için bir barış ve adalet beyannamesi

      İsviçre, Almanya gibi ülkelerden, küresel kıraliyetçilerin ettiklerinden tedirgin olan bazı aydın kişiler Mayıs 2002'de bir beyanname yayınlamışlar. Bu henüz bir taslak hâlinde.
      Batılı olsun, saldırıya uğramakta olan mazlûm ülkeler olsun, oraların vatandaşları ve halk kuruluşları tarafından incelenmesi, gerekirse ülkesine göre değişikler, ilâveler yapılması, kendi dillerine çevrilip ülkelerinde yayınlanması, imza toplanması isteniyor. Çeşitli Batı Avrupa ülkelerinden başka Slovakya'da, Çek Cumhuriyeti'nde, Lehistan'da (Polonya), Estonya ve Latviya'da bu şimdiden yapılmış. Beyannameden aktarıyorum:
      1) Hiç bir devletin, başka bir devletin iç işlerine, anayasa ve hükümetlerine karışmasına izin verilmemelidir.
      2) Aşağıdaki a, b, c, d, ve e şıklarında belirtilenleri tel'in ediyoruz:
      a) ABD ve Britanya'nın Afganistan ve Afgan sivil halkına karşı, uluslararası hukuku çiğneyerek ve vatandaşlarımızın arzusu hilâfına açtıkları savaş ve saldırıları;
      b) Saldırgan hükümetlerin hukuk kuralları ve insanların eşit hakları ilkelerini rafa kaldırmalarını;
      c) Barış ve insanlığı korumak amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Milletler gibi teşkilâtların sessiz kalmalarını;
      d) Tarafsızlık ilkesinin aksine, ve mutabakatımız olmadan "barış gücü" kuvvetlerinin saldırgan ABD emrinde kullanılmasını;
      e) "küreselleşme" adı altında, ulus-devletlerin ulusal kaynaklarının, iktisâdiyatlarının birkaç uluslar-ötesi büyük şirket ve bankaya peşkeş çekilmesini.
      3) Haksızlıklara uğramakta olan halkları, ulusları temin ederiz ki, bizler, hangi ülkeden olursak olalım,
      ı) Saldırganlar bizim adımıza hareket etmiyor.
      ıı) Bizler, tüm insanların eşit haklar ve onurlarıyla yaşamaları gerektiğine inanıyoruz.
      ııı) Ülkelerimizin tarafsızlık ilkesine uymasını talep ediyor, bize saldıran olursa kendimizi savunacağımızı, ancak hiçbir zaman başkalarına saldırmayacağımızı beyan ediyoruz. [ OS: Yâni Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ilkesi!]
      ıv) Avrupa'da bir "tarafsız ülkeler bloku" oluşturulmasını istiyoruz.
      v) Saldırgan siyasetlere ve harekâta yol açan NATO gibi ittifakları reddediyoruz.
      vı) Hükümet ve meclislerimizin, saldırgan harplere katılmasına, bunu uluslarımızın, halkımızın irâdesi hilâfına yapmalarına karşı çıkıyoruz.
      4) Onun için:
      * Her türlü savaş derhal durdurulmalı.
      * Birleşmiş Milletler aslî görevine, eşit ve bağımsız devletlerin bir kurultayı olmaya dönmeli.
      * Kızılay/Kızılhaç ve onların tarafsız insanî hizmetleri desteklenmeli.
      * Dünya çapında "savaşa karşı vatandaşlar" birliği kurulmalı.
      * Ulusal iktisat ve servetlerin yağmalanması durdurulmalı. Gerçekten demokrasiyi uygulayan bağımsız yönetimler işbaşı edilmeli.
      12 Haziran 2002
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM





      Batılı'nın ettikleri

      Her ülkede iyi insanlar da vardır, sayıları o ülkenin kültürüne bağlı. Nitekim Batı'da da, vahşi sömürgecilerine, soykırımcılarına karşı duranlar da çıkıyor. Anlaşılan bunlardan biri Velş asıllı dilci David Crystal. "Kembriç ('Cambridge') Dil ve Diller Ansiklopedisi" gibi eserleri var. Çeşitli dillerin sömürgeciler tarafından yok edilmesine karşı bilimsel yoldan uğraşıyor. Şu kitabı da o mealde: D. Crystal, "Dillerin Katli", Cambridge University Press, Cambridge, UK (2000). [Kitabın adını "Language Death" koymuş, ama kastettiği "Dillerin Katli"].
      Kitapta anlatılanlar, 1970'ten beri, yıllardır Türkiye'de anlattıklarımızı, yazdıklarımızı [Bkz. O. Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe", Otopsi Yayınları, İstanbul, (2000, 7.Baskı Mayıs 2002)] doğrular mahiyette.
      FİZİKİ VE KÜLTÜREL SOYKIRIM
      XVI. yüzyılda İspanyollar, arkasından İngilizler geldiğinde Amerika kıtalarının yerli nüfusu 100 milyon imiş; 200 yıl sonra bu 1 milyona düşmüş. (D.C., sf. 72). Bu, fizikî soykırım. Bir kavim toptan yok edilirse tabii dilleri de yok oluyor.
      Ancak, bir de "kültürel soykırım" var. Kavim duruyor, ama dili kasıtlı bir şekilde yok ediliyor. O zaman bir köleler kalabalığı oluşuyor. Sömürgecinin istediği.
      D. Crystal, dillerin yok edilmesinde kullanılan araç ve yöntemleri inceliyor, sonra da bunlara karşı alınabilecek tedbirleri araştırıyor. İşin siyasî tarafını biraz üstü kapalı geçmeye çalıştığı belli; ne de olsa İngiltere'de oturuyor.
      Kitle iletişimi çağında kullanılan araçlardan biri "ayarlı" basın-yayın; TV bilhassa önemli. Diğer bir dilci Michael Krauss ['Dünyanın bunalımdaki dilleri', Language (dergisi), Cilt 68, sf.4-10, (1992)], "TV kültürel bir zehirli gaz, sinir gazıdır" demekte.
      EZİNLENLERİN DİLİNİ YOK ETMEK İÇİN...
      Batı'nın sömürgecileri, ezdikleri ahalinin dilini yok etmek için neler yapmamışlar ki:
      - Esir tâcirleri, Afrika'nın çeşitli bölgelerinden, dilleri değişik kabilelerden esirleri üçer beşer, aynı gemiye koyup Amerika kıtasına götürmüşler. Aynı dilden olanları kasten ayırmışlar ki, esirler arasında iletişim olmasın. Benzer olay Kuzey Amerika'da: Anglolar, dilleri farklı yerli uluslarından olanları aynı tehcir kampına doldurmuşlar; aralarında birlik, beraberlik olmasın, konuşamasınlar, hepsi İngilizce öğrenmek zorunda kalsın diye. (D.C., sf.82) .
      - Orta-öğretimde ulusal dilden eğitim kalmıyorsa, dil hızla yok olmaya başlıyor. Önce dilin kullanım alanı azalıyor. Buna "dilin folklorlaşması" diyorlar. Dil gittikçe zayıflıyor, ölüme mahkûm oluyor. Onun için sömürgeciler, eğitim dilinin tümüyle ulusal dil yerine sömürgecinin dili olması için her yola başvuruyorlar. Ülke resmen işgal altındaysa zorla. Değil de, hâlâ ulusta bağımsızlık duygusu, geleneği varsa, kukla hükümetleri [ve önemli mevkilere yerleştirilen gizli cemiyet üyelerini] kullanarak. (D.C., sf. 83,...).
      - Bir dilin yaşayabilmesi için halkın dilini sevmesi, her alanda kullanmak istemesi, onunla iftihar etmesi çok önemli. Onun için sömürgeci, halkta özellikle kendi dilini hor görme, aşağılama tavırlarını oluşturuyor. Bunu İspanyollar, (Mayalara, Azteklere) Orta Amerika'da; İspanyol ve Portekizler, Güney Amerika'da yapmış (hâlâ da yapıyorlar). Anglo-Sakson sömürgeciler de, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Asya'da, her gittikleri yerde (D.C., sf.84...). [Osmanlı Türk Devleti'nin dağıtılmasından beri bu lânetlenesi etkinlik Orta-Doğu'da, Fransızlar tarafından da Kuzey Afrika'da sürdürülüyor. Bunda, "ayarlı" basın-yayın ve onun köşe yazarlarının da yeri büyük].
      DÜĞMEYLE YAKALAMA "YÖNTEMİ"!
      - Kenyalı yazar Ngugi va Thiong'o, "Aklın Sömürgeleştirilmesi: Afrika'da Dil Siyaseti" ('Colonizing the Mind: Politics of Language in Africa') (Currey, London 1986) kitabında, İngilizce ile eğitim yapan Kenya okulundaki çocukluk anısını şöyle anlatıyor: En aşağılayıcı durum, okulun civarında kendi dilini konuşurken yakalanmaktı. Yakalananın çıplak kıçına sopayla vuruluyor, veya boynuna, üstünde "BEN APTALIM", "BEN EŞEĞİM" yazan madenî bir levha asılıp ortalıkta dolaştırılıyordu. Bazan da, "suçlu"nun ödemekte zorlanacağı para cezaları kesiliyordu. Peki, öğretmenler "suçlu"yu nasıl yakalıyorlardı? Başta, öğrencinin birine bir düğme veriliyordu. O, ulusal dili konuştuğunu gördüğü bir öğrenciye düğmeyi verecek. Günün sonunda düğme kendisinde kalan öğrenci düğmeyi kimden aldığını ifşa edecek ve süreç zincirleme gidip gün boyunca ulusal dilini konuştuğu için düğme üstünden geçen tüm öğrenciler yakalanacaktı. İşte böylece ulusal dilin konuşulması engellendiği gibi, çocuklar cadı avına sürülmüş, muhbirliğe, ötesi, kendi toplumuna ihanet etmeye alıştırılmış oluyorlardı.
      Türk Gençliğinde "Büyük Uyanış" başlamış olduğu için, yukarıdaki gibi örneklerin Türkiye'deki yabancı ya da yerli misyoner okulları, hattâ sözde evrenkent, ve özellikle, sayıları artmış olan Beşinci kol Üniversitelerinde (evrenkentlerinde) olanlarla karşılaştırılmasını hem zihni, hem gönlü aydınlanmış değerli, yurtsever okuyucularımıza bırakıyorum.

      19 Haziran 2002, Diller Âleminden.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Bodrum'daki...

      Bodrum'da yurtsever/vatansever işadamları, bağımsız bir "işadamları derneği" kurmuşlar; ne TÜSİAD'la, ne MÜSİAD'la ilişkili. Eksik olmasınlar, halka bir konuşma yapmam için davet etmişlerdi; nihayet geçen hafta gidebildim. Orada evrenkent yok; halk genellikle gezim (turizm) işinden geçimini sağlıyor. Son yıllarda büyük kentlerden de aydınlar gelip Bodrum ya da çevresindeki köylere yerleşmişler.
      Toplantı, Bodrum Belediyesi'nin kültür merkezinde büyük ve coşkulu bir dinleyici kitlesinin katılımı ile gerçekleşti. Gece ve ertesi gün de çeşitli sohbet toplantıları. İlk gün Milâs/Bodrum yerel TV'sinde bir iki saatlik canlı yayın, sonra iki radyo FM kanalında kayıt.
      Bodrumlular ve çevre halkı ile kaynaştık. Ne büyük mutluluk. Gördüm ki, Bodrum ve civarında da "Büyük Uyanış" başlamış.
      Bodrum'u 1980'li yıllar ortalarında birkaç kez yelkenle denizlere açılmak, sahillerimizi, sonra da İstanköy gibi burnumuzun dibindeki adaları ziyaret için üs olması itibâriyle ziyaret etmiştim. O sıralar Marmaris'in güzelim koylarında da demirlemiştim. Ama yakınlarda Marmaris'ten geçtiğimde, doğanın da, Türk kimliğinin de on beş yılda nasıl perişan edilmiş olduğunu görüp hayıflandım doğrusu. Bodrum da öyle olmuştur diye endişeli vardım Bodrum'a. Ama çok şükür, Bodrum hayli büyüdüğü hâlde düzenli gelişmiş. Sevindim. Yerlisinin de, sonradan gelip yerleşenlerin de bilinçli olmasının payı önemli, yüksek binalara izin verilmemiş olmasının da. Antalya, Mersin, Göreme, Kuşadası gibi gezim bölgeleri, hayli geç kalınmış da olsa, örnek almalı.
      Bodrum gezim (turizm) bölgesi olduğu için konuşmamda Batı'nın Türkiye üzerindeki ikinci uzun vâdeli derin oyunu (birincisi yabancı dille eğitim) olan gezim adına oynananlara ağırlık verdim.
      Havaalanından kente gelirken yol kenarı reklâm levhalarına bakan yabancı, Türkiye'ye geldiğini anlamakta güçlük çekiyor. Bir de Türkçe'nin imlâsını bozma faaliyetleri var ya... Bir levhada "Ashk Clup" yazıyor. Güler misin, ağlar mısın? Şu onursuzluğa, bir de ahmaklığa bak: Behey gafil (belki de kasıtlı hain)! "ş"yi "sh" yazdın diye yabancı "aşk"ın ne olduğunu mu anlayacak? Hangi marazî kafa böyle bir şey yazabiliyor? Ey Bodrum'un vatansever ahalisi, böyle kepazelikleri artık görmezlikten gelmeyiniz. "Büyük Uyanış"a katılmış olduğunuza göre, derneklerinizle, belediyenizle böylelerini tespit edip toplu hâlde ikâz edin. Yoksa bu gibileri Bodrum'un genelini küçük düşürüyor. Düzinelerle ilçe, il belediyeleri yurdun her tarafında dükkân, işyeri adlarının Türkçe olması için seferber oldular. İlk başlayan da Karaman idi. Bu suretle Karamanlılar, Türkçe savunucusu Karamanoğlu Mehmet Bey'e lâyık torunlar olduklarını ispatladılar. Yıllar öncesinden (Bkz. O.S. kitabı "Bye-Bye Türkçe" Otopsi Yayınları, 6. Baskı, Nisan 2002, İstanbul) belediyelere şu öneride bulunmuştuk: En güzel Türkçe ad koyan esnafı yarışmayla belirleyip törenle ödül verilsin. Bunu belediye yapmamakta direniyorsa (oylarınıza da dikkat!), dernekler de yapabilir. Güzellikten anlamayan, yaptığı hâtâyı, uyarıldıktan sonra idrak etmek istemeyen, Türkçe düşmanıdır. Bu en önemli ayraç, belirteç: Türkçe düşmanı olan aslında Türk Ulusu'nun ve Türk yurdunun düşmanıdır. Kimsenin şüphesi olmasın.
      Bodrum'un ortasında bir kuyumcular sokağı var; kısa, güzel bir sokak. Oradan geçerken, iki yanında altınlar ışıl ışıl ışıldıyor. Fakat baktım: Dükkân adları "Ahmet's Jewellery" gibi. Allah Allah diyorsun, yabancı gezmen o kadar ahmak mı ki, oranın kuyumcu olduğunu anlamayacak? Üstelik, gelenlerin çoğu Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol. Onlar da, fark etmişsinizdir, o dili biraz bilseler bile (birçoğu da bilmez) kendileriyle İngilizce konuşmaya kalkana kızarlar. Memnun olmalarını istiyorsan, çat pat da olsa onların dilinden konuşacaksın. Bak o zaman nasıl yüzleri gülecek, seninle yakınlık kuracaklar.
      Böyle şeyleri Bodrum'da konuşmuştuk. Artık ayrılacağım sıra, geçerken bir de baktım, öyle bir dükkânın önüne merdiven dayanmış, "Jewellery" yazısı sökülüyor, yerine "kuyumcu" harfleri takılıyor. İşte Bodrumlulara bu yakışır. Sağolun. Türkçesever, yurtsever esnaf görecek ki, iş yerlerinizde onur ve Türk kimliği belirtileriniz arttıkça yabancılar da size itibar edecek, alış-verişiniz, geliriniz de artacaktır. Gezmen (turist), değişik bir kültürü, yaşam tarzını tadabileceği, haysiyetli insanların yaşadığı bir ülkeye gitmek ister. Bodrum'daki bilincin, uyanışın Türkiye'nin her yöresine dalga dalga yayılacağından eminim.

      11 Nisan 2002, Kocatepe, Ankara
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Avrupa’da AB’den memnun olan var mı?

      Ağustos sonu. Alplerin hırçın dorukları arasında içinden şırıl şırıl sular akan yeşil bir vâdi. Roma orduları, kuzeydeki Kelt illerine doğru, Avrupa’yı şekillendirmek üzere buradan geçti; sonra da atalarımız Hunlar, ve önlerine kattıkları Cermen kavimleri ters yönde.
      Yamaçtaki han’ın avlusunda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelmiş eğitimciler, ruhiyatçılar, tarihçiler, hukukçular, birkaç da fizikçiden oluşan bir takım, Avrupa’nın sahte küreselcilik ve onun ara nağmesi sahte Avrupa Birliği’nden kaynaklanan sorunlarını tartışıyoruz.. Herkes dertli, herkes endişeli. Bu yıl, kaygılara bir de III. Cihan Harbi’nin çıkma ihtimâli eklenmiş.

      “SEÇMEDİĞİMİZ BİRİLERİ BRÜKSEL’DEN KADERİMİZİ BELİRLİYOR”
      AB’nin aslî ülkelerinden olsun, yeni girmek üzere olan Doğu Avrupalılar olsun, her biri AB’den yanıp yakınıyor. Tarımlarının birkaç uluslar-ötesi şirket marifetiyle nasıl yok edildiğini, çiftçilerinin perişan hâlini, topraklarının tefeci ve âni haciz yöntemleriyle birkaç küresel kıraliyet bankasının eline geçişini anlatıyorlar.
      Evet, son aylarda da, ondan önce de, Avrupa’nın her hangi bir yerinde, Avrupa Birliği’nden memnun olan bir Avrupalı’ya daha rastlamadım. Kimisi ülke bağımsızlığının yok oluşundan, kimisi iktisâdî durumdan şikâyetçi. “Seçmediğimiz birileri Brüksel’den kaderimizi belirliyor” diyorlar.

      EURO’DAN ŞİKÂYET
      2002 başında bazı (hepsi değil) AB ülkeleri “Avru” (Euro)’ya geçti. Ondan birkaç ay sonra, o sefer Hollanda’da bir toplantıda idim. Hollanda ki, küresel kıraliyetçilerin ilk üs edindikleri yer. 1600’lerde, ilk bankalar Hollanda ve Belçika’da kuruldu; klâsik Avrupa sömürgeciliği (İspanya türü hâriç) oralarda icât edildi. Onun için “küreselcilik” denince aklıma ilk Hollanda gelir. Ama bir de baktım ki, üst tabakası olsun, sokaktaki vatandaşı, esnafı olsun, tüm Hollanda Euro’dan şikâyetçi. Almanlar, vb. kezâ. Diyelim ki, dükkân camekânında pabucun fiyatı 50 Florin, Almanya’da “Mark” yazıyordu; Euro’ya geçilince rakam aynı kalmış, sadece takısı değişmiş. “Möark”ı silip “Euro” yazmışlar. Bir değil, her dükkânda. Ama maaşlar öyle değil. “Euro” daha değerli olduğuna göre sonuç, hayat pahalılığının bir günde 1,5 – 2 katına çıkması.
      AB’den memnun olacak iki ülke varsa, onlar da Yunanistan ve Portekiz; AB’nin en geri, kişi geliri en düşük iki ülkesi. AB onları başta beslemek zorunda kalmıştı (Bundan sonra öyle şey yok. Yeni girecek Lehistan (Polonya) gibi fakir ülkelere AB yardımı yapılmayacağı açıklandı). Ancak, o Yunanistan’da bile halk Euro’ya karşı isyan etmiş; cam çerçeve indirmişler.

      AVRUPA’NIN ÜST DÜZEY YETKİLİSİ:
      “ON YILA KALMAZ AB DAĞILIR”
      Avrupa’nın üst düzey yetkililerinden biri “Le Monde Diplomatique”de yazıyor:
      “‘Avrupa projesi’ diyorlar. Kaç yıl oldu; hangi Avrupa pojesi?” . “On yıla kalmaz AB dağılacak” diyor. Öyle düşünen çok. Aynı düzeyde meslektaşları ise (belki kendisi de(?)), ABD, sonra da AB’ye olan ve sırnaşma seviyesine çıkan (düşen mi demeli yoksa?) resmî muhabbetiyle mâruf Türkiye’ye “Yirmi yıl sonra sizinle belki konuşuruz” deyip eteğinden silkelemeğe çalışıyor.

      “AVRUPA’YI AB VE EURO İLE SOYACAKLAR
      SONRA AB’Yİ DAĞITACAKLAR”
      Bir ülkeyi soymanın birkaç “küresel” yöntemi var: Biri bankaları özelleştirip (yahut düzgün özeline el koyup) hortumlatmak. Bir diğeri kurları dalgalanmaya bırakıp etkilemek ve birden milletin elindeki paranın değerini (ve kişi başına geliri) yarıya indirmek. Bu yöntemin matematiksel kuramını bulup uluslararası “Physica A” dergisinde yayınlamış Avrupalı bir kuramsal fizikçi bile var. Avrupa için düzenlenmiş soyma yöntemi ise “Euro”. (Başka da var ama, o gıcık konu kalsın).
      Aklı başında, ulusal ruhta, değerli, genç bir bankacılık uzmanımız geçen gün bendenize dedi ki: “Avrupa’yı önce AB ve Euro ile soyacaklar, sonra Avrupa Birliği’ni dağıtacaklar”. Kendisini bu ferasetinden dolayı kutladım. Avrupalının çoğu da şimdi, kendilerine oynanan oyunun farkına vardı. İsyan büyüyor.

      KÜRESELCİ TAKIMININ SONU YAKIN
      Derken bir bakıyoruz, “böyük” fırkalarımızdan (“partilerden”) birinin başı: “AB’ye girmeden Euro’ya geçelim” deyiveriyor. Aa! Kendisiyle TV’lerde sık sık kapışır gibi görünen aynı taslam (model) bir fırkanın başı da bizi AB’ye girmeden AB Gümrük Birliğine sokup 60 milyar dolarlık (ve artıyor) soydurmuştu. Bu iki fırkanın birbirine rakip görünmesini kim yutar? Hepsinin tepelerindekilerin aynı takım olduğunu artık sağır sultan bile duydu.
      Bizdeki ayarlı takımdan başka “AB de AB” diyen Avrupa’da bile kimse yok. Ama dikkat edin ey küreselci takımı! Çok küresel olursanız, ayaktopu gibi yusyuvarlak olursunuz. O zaman biri gelip bir tekme atar, yuvarlanıp gidersiniz. O günler yakın.
      1 Ekim 2002; AB karşıtı Avrupa’dan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      Siyaseti geçim kaynağı olmaktan çıkarmak için

      ““Aa, geçen haftaki yazı tekrar mı basılmış?” diyenleriniz olabilir. Hayır, bu başlık aynı değil. Geçen haftaki “Siyaset Geçim Kaynağı Olmaktan Çıkarılmalı” idi; bu sefer:
      “..... Çıkarmak için”; yâni “Ne Yapmalı?”
      Elli yıldır, ama özellikle son yirmi yılda, sahte demokrasi ile seçmenin, seçilenin siyaseti nasıl bir geçim, ya da “çöplenme” kaynağı gibi görmeye alıştırıldığından bahsetmiştik. Bir çoğu hiç bir zihnî veya fizikî üretim yapmayan, tâyin edilmiş adaylar, siyaseti bir geçim, hattâ esaslı bir gelir kaynağı olarak görüyor.
      Kaç seçimden önce, çeşitli fırkalardan bana adaylık önerirlerdi. Ben de: “Milletvekili olsam ne olacak? Orada söz hakkım olmayacak; dışarıdan çok daha rahat gazel atıyorum” derdim. Cevap, “Ömür boyu maaş alırsın, tabanca ruhsatı alırsın, lojmanda oturursun, ...” olurdu. Ben ise: “Onlar sizin olsun; benim derdim millete hizmet etmek” diye kestirip atardım.
      Aklı başında ülkelerde, siyasetin geçim kaynağı olarak görülmemesi için tedbirler alınmıştır. Devlet başkanları olsun, meclis üyeleri olsun, o mevkilere gelenler, kişisel fedâkârlığı göze alarak gelirler. Çoğu, devlet dışı, özel yıllık gelirlerinin ufak bir yüzdesi maaşa rıza göstererek gelirler. Ayrıca, daha aday iken adayın, sonra seçilenin varı yoğu, malı mülkü, serveti halka açıklanır, yayınlanır. Sıkıysa beyan edilmemiş bir maddî varlıkları sonradan duyulsun; hayatları kayar.

      KİŞİSEL ÇIKAR DEĞİL HİZMET AŞKI
      Bizde halkın artık kendi irâdesiyle ülkenin kaderini tâyin edebilmesi için:
      1) 1983’te bir yerlerden gelmiş seçim yasası, ve de fırkalar yasası artık derhal değiştirilmeli; (bu konuyu daha önce yazdık: Bkz. O. Sinanoğlu, “Büyük Uyanış” kitabı, Otopsi Yayınları, İstanbul, (Ekim 2002).
      2) Siyasete, kişisel çıkar peşinde ülkeye her türlü zararı vermeğe hazır olanlar değil, bu millete, halka, ve vatanına hizmet aşkı ile yanıp tutuşanlar, bâzı yeteneklere de sâhip olanlar girmeli. Bunu yaparken, her türlü fedâkârlığa hazır olmalılar. Bizim binlerce yıllık devlet anlayış ve geleneğimizde bu vardır. Son yıllarda neredeyse unutturuluyordu. Ama şimdi, herkes, seçen de, seçilen de hatırlayacak. Ona göre düzeni kurmalıyız.

      ÖMÜR BOYU MAAŞ YOK
      Milletvekili, bakan, hattâ başkan maaşları, birinci derece devlet memuru maaşından fazla olmayacak; hattâ daha azı olacak. Siyasi görev bittikten sonra öyle ömür boyu maaş falan yok. Hizmetleri halka yararlı olduğu için halkça bir kaç kez seçilenler, hizmet sürelerine orantılı olarak belli bir miktar olağan emekli maaşına hak kazanabilirler. Bir defalık, örn. dört yıl, görev yapanlara o da yok.
      İki ay, dört ay bakan oluverip de, daha neler olup bittiğini anlamadan, bazı şeylere imzayı basıp ömür boyu bakan maaşıyla sâbık bakanlar ordusuna havale edilmek yok. Ömür boyu bakan arabası, koruması yok; çevresini sarıp ömür boyu “bakan bey”, “bakan bey” diyerek dolaşanlarla ortalığa hava atmak yok. Uzak yerlerden Ankara’ya, Meclis’e gelenler dışında milletvekillerine konut (lojman) yok. İhtiyacı olanlara konut, ancak, Ankara’daki emsali konutların kirası ölçüsünde kira karşılığı verilecek. Kişisel sarfiyat kalemlerinde özel indirimler, muafiyetler yok.

      YETENEK.. ÜLKEYE BAĞLILIK
      Milletvekili aday adaylarında bazı yetenekler, koşullar aranacak. Eskiden olduğu gibi: Yolsuzluktan, herhangi bir cürüm veya suçtan hüküm giymemiş olmak, belli bir tahsil mertebesine gelmiş bulunmak, ve tabii Türk Yurdu’nun bağımsızlığına, bütünlüğüne, devletin, milletin âli menfaatlerine halel getirecek dolaylı, dolaysız faaliyetlerde bulunmamış olmak; Türk tarihine, diline, kültürüne hakaret etmemiş olmak, vb.. İngilizce (Tarzanca) bilip bilmediğine bakılmayacak (görevi sırasında, dış ülkelere gönderildiğinde yabancı dile ihtiyaç olacaksa yanına devleten tescilli, ehliyetli tercüman verilecek; devlet görevlisi o ülkenin yabancı dilini bilse bile oralarda Türkçe konuşacak, beyanat verecek, Türkiye’nin itibârını koruyacak); ama Türkçe’yi çok iyi bilecek. Yabancı bir ülkenin vatandaşı, çifte vatandaşı, gizlice vatandaşı olmayacak. Aday adayı olabilmesi için gerekli istihbârat, yabancı istihbârat teşkilâtlarından alınmayacak. Öyle bilgilendirmeler gelirse, verenin niteliği, gayesi, niyeti iyice araştırılacak. Aday adaylarının dış ilişkileri adamakıllı araştırılacak.
      Milletvekilinin genel dokunulmazlığı olmayacak. Ancak, Meclis’te, encümenlerde, fırka toplantılarında fikirlerini, önerilerini açıkça ifâde edebilecek; bunlardan dolayı suçlanmayacak.
      Bakan olacaklarda, ilgili bakanlığın gerektirdiği uzmanlık, yöneticilik birikimi, deneyimi aranacak. Sırf siyâsi amaçlı atamalar, fırkalar arası pazarlıklar yapılmayacak.

      YABANCILARDAN DESTEK, TALİMAT ALMAMAK
      Seçimle gelmiş olsun, “Bâb-ı âli”de yüksek dereceli memur olsun, devlettekilerin, hükümettekilerin, seçim öncesi, seçim esnâsı, seçim sonrası her hangi bir yabancı devletten veya yabancı vakıftan, dernekten, gizli cemiyetten veya öyle kuruluşlarla ilintili yerli kuruluş ya da şirketlerden para yardımı, tâlimat, destek almamasına dikkat edilecek. Böyle ilişkileri, destekleri kullananlar, veya kullanmağa yeltenenler hakkında kovuşturma yapılacak. Ağır cezaî hükümler konacak ve uygulanacak. Böyleleri siyasetten, devlet, eğitim, savunma görevlerinden ilelebet men edilecekler. Siyasi, idarî nüfusunu kullanarak kendilerine, ya da yakınlarına çıkar sağlayan, ya da sağlamağa çalışanlar hakkında da aynı şekilde kovuşturma ve ağır biçimde cezalandırma olacak. (Buna tabii ihâleler dâhil).
      Göreceksiniz, siyaset yukarıdaki gibi yeniden biçimlendirildiği zaman, seçimler yaklaştığında cins cins fırkaların binalarının önüne seçilmek isteyenler de, seçmenler de yığılmayacaktır. Siyasete sâdece, ülkesine, halkına, ulusuna gönülden hizmet etmek isteyenler girecek, o zaman da halk, böyle seçtikleri vâsıtasıyla millî iradesine sahip olabilecektir. Hayırlar olsun.

      20 Ekim 2002; “Hizmet Deryası”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bilim ve teknikle kalkınma seferberliği için



      Önce evrenkentler düzelecek (Bkz. Bu dergi, iki sayı önce: “Medrese Dâr-ül Fünun Üniversite Evrenkent” başlıklı yazımız); öyle ya hâl-i hazırdaki evrenkent, daha doğrusu “çömez yetiştirme kurumu (ÇÖYEK) ve Tarzanca dershanesi (TARDER)” düzeniyle ne dosdoğru bir yüksek öğretim, ne de göstermelikten öte gerçek araştırma oluyor. Halbuki, ülkenin iktisâdî kalkınması, halkın refahı, insanların özgüvenini kazanması, Batı’nın sâdece bilinçsiz bir pazar yeri olmaktan çıkmamız, hepsi hepsi kendi bilim ve tekniğimizi geliştirmemize bağlı.

      Ülkemizde gittikçe artan işsizlik sorunu var. Bu kendi beceriksizliğimizden olmadı. Yetişmiş değerli bir beyin gücümüz aslında var. Ama, gerçekler, hele vatanseverse, böyle ülkelerde bir kenara itilir, sahteler, “muhip” ve işbirlikçi oldukları için kilit noktalara konup, ulusal gelişmeleri önlemek için tıkaç vazifesi görürler. İlk yapılacak iş bu melânet kıskacını kırmak.

      İşsizliğin bir boyutu da diplomalı işsizlik. Her yıl evrenkente giriş sınavlarını alıp da kazanamayan, dolayısıyla tehlikeli bir mânevi çöküntüye uğrayan bir milyondan fazla genç olduğu gibi, bir evrenkente girebilen elli bin-yüz bin öğrenci de dosdoğru bir eğitim alamayacağını görünce hayal kırıklığına uğruyor, sonra da zâten iş bulamıyor. Hep sömürgelerde olmuştur: Evrenkent mezunu, hattâ doktoralı taksi sürücülerine rastlarsınız. Bu, göstergelerden biridir.

      Halkın sefalete düşmesine yol açan, millî direniş gücünü de kıran genel işsizliğin yanı sıra, “diplomalı işsizlik” de çok önemli. Çünkü bu, bir iki nesil sonra bir ülkenin tamamıyla yabancılar tarafından ve her düzeyde idâre edileceği mânâsına gelir; onun başlangıcıdır.

      Ayrıca, iktisâdî hamlelerin bilim/teknikteki gelişmelerle mümkün olduğunu daha önce yazmıştık (Bkz. O. Sinanoğlu, “Hedef Türkiye” kitabı, Otopsi Yayınları, 12. Baskı, Ekim 2002). Hattâ iktisâdî gelişmenin temel sacayağı diye bilinen anamal (kapital), işgücü ve toprak üçlüsünden öte, bilim/teknik direğinin önemini keşfedip ispat eden iktisatçı, yıllar sonra buluşunun önemi anlaşılınca iktisat Nobel ödülünü almıştı. Bu dördüncü unsur her ülke için geçerli.

      Çâre, bir taşla iki kuş. Hem diplomalı, doktoralı, yâni meslek işsizliğine son vereceğiz, hem de bir bilim/teknikle kalkınma seferberliği yapacağız. Bu suretle, yakın gelecekte ülkenin her türlü idâresi ulusallaşacak; ondan bundan, düşmanlardan medet uman teslimiyetçi zihniyet yerine, düşünen, sorgulayan, çözüm üretenler, araştırıcı ruhta vatanseverler işbaşı yapacak. Bilim/teknikle gerçek kalkınma, ulusal sanayi, ulaştırma, tarım siyasetimizi belirleyecek, genel iktisâdî gelişme, halkın refaha kavuşması, savunma dâhil ülkenin bağımsızlığı onu tâkip edecek. Merak etmeyin: Kafalar, gönüller bir düzeldi mi, gerisi sanılacağından daha çabuk gelir.

      Nasıl yapmalı? İki kuşu birden indirecek taş ne olmalı?

      Evrenkentler düzeltilip, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK gibi kuruluşlar da yeniden yapılandırıldıktan sonra (çabucak olabilir), Türkiye’nin her yerindeki (yalnız İstanbul, Ankara değil) evrenkentlerde yarı bağımsız araştırma merkezleri kurulacak. Her birinin, ülkenin yeni genel hedeflerine bağlı araştırma konu ve görevleri olacak. Devletin her yıl ve merkezin gidişâtına bağlı olarak yenileyeceği mâlî desteklerle, zihnî emek yoğun, fazla fizikî yatırım gerektirmeyen dallarda araştırma takımları kurulacak. Örneğin, tarımın, hayvancılığın canlandırılacağı yörelerdeki merkezler moleküler biyoloji ile tohumculuğun, hayvan nesillerinin geliştirilmesine yönelik araştırmalara ağırlık verecek. Yeni sanayi dallarında üretim yapacak bölgelerde gereken fizik, kimya, bilgisayar (yazılım ve donanım), mühendislik araştırma ve geliştirme merkezleri olacak. Bu merkezlerde yüzlerce doktoralı, mastırlı gençlere toplu iş sahaları açılacak. Evrenkent mezunu, lisans düzeyindeki gençler de bilim/teknikte destek görevlerine alınacak. Bu gençlerden üstün başarı gösterenlerin, yanı başındaki evrenkentte kısmî zamanlı olarak mastırını, doktorasını da bir taraftan yapmaları mümkün olacak. Merkezlerde uzman yabancı dil tercümanları bulundurulacağı gibi, isteyen kendi zamanında, iş saatleri dışında yabancı dil kurslarına da gidebilecek. Birkaç evrenkent ve merkeze hizmet veren, bilgisayar ortamları ağırlıklı bilim/teknik kütüphaneleri kurulacak. Birçok ülkedeki bilim/teknik gelişmeler de tâkip edilecek. Ama esasta merkez kendi özgün araştırmaları ile iştigal edecek. Merkezlerin özel ve kamu iktisâdî kuruluşlarıyla sıkı temasları ve işbirliği olacak. Bilim/teknik dili Türkçe olacak elbette (her ülkede kendi dilinde olduğu gibi). Merkezlere alınacakların bilim/teknik ve yaratıcılık, düşünebilme, üretebilme yeteneklerine bakılacak; her biri, terim türetme kuralları dâhil Türkçe’nin her türlüsünden sınava girecek. Yabancı dil engebe olmaktan çıkarılacak; tâlî olacak. 1973’te yazdığımız gibi “yabancı dil amaç değil, araçtır”.

      Türk Dünyası’nda üstün düzeyde yetişmiş Tatar, Azerî, Kazak, Kırgız, Özbek Türklerinden değerli bilim/teknik adamları var. Bu birikimi çoktan değerlendirmeliydik; geç de olsa değerlendireceğiz.

      Başarıya ulaşacağız. Ulaşmamamız için hiçbir neden yok; tek engel, kafası, gönlü, milli ruhu bozulmuş içimizdekiler. Onlar da sonunda hanyayı, konyayı anlayacaklar inşallah.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Araba fıçısı dünya



      Arabalar küçüldükçe insanlar irileşti. Tabii bu eşzamanlı iki olguya bakarak bir neden-sonuç ilişkisi çıkarmak mantık açısından hatâlı olur. Temelde iki olgu birbirinden bağımsızdı. Kişioğlu yanlış ama küresel beslenmeye kurban gittiği için, ve her gün hormonlu –içinde talaştan öte et varsa- hamburger yemekten, maç seyrederken bol bira içmekten irileşiyor, daha doğrusu şekilsizleşiyordu. Arabalara gelince: Kentlerde onları koyacak yer kalmamıştı; daha az yakıt kullanmaları da gerekiyordu (Küresel Kıraliyetçilerin (K.K.’lerin) elindeki birkaç dev taşyağ (neft, petrol) şirketi, sudan bahanelerle benzin fiyatlarını alabildiğine arttırmışlardı). Sonuç olarak arabalar küçültüldükçe küçültüldü.


      Ancak: Arabalar tosbağalar kadar bile kalsa, onlara yer bulmak kolay olmayacaktı. Küçülen arabalara sığsınlar diye kişileri ufaltmak daha kolay oldu. K.K.’lerin emrindeki bilimciler (kendilerine “âlim” demek yanlış olur. Bunlar üst düzey teknik adamlar idiler ama, âriflikle bir alâkaları yoktu), insan genleriyle oynayarak kişileri küçülttüler. Bazı insanlar küçültülmeye karşı direndiler ama, o takımlardan olan kadınlar, K.K. “yardım” kuruluşlarınca, “doğum deneti yapıyoruz” yutturmacasıyla çaktırmadan kısırlaştırıldılar; bâri iri çocuklar, hele hele direniş meraklıları dünyaya gelmesin diye


      Sıra, arabalara daha fazla yer bulmaya geldi. Caddelerin, binaların (özellikle târihi eserlerin (kendi kendilerine yıkılırlar ümidiyle) altlarını oydular. Kat kat köstebek yuvaları, derinlere inip giden çok katlı otoparklar. Ama, -40. kattan aşağı sıcaklık arttı, bunaltıcı. Araba çıktı gazları da cabası; nefes alınmıyor. Ne yapmalı? Havalandırma teçhizatını büyüttüler; bir gürültü, bir gürültü. Yer üstünde bacalar.


      Aşağıda iş zorlaşınca, yer üstünde çok katlı otoparklar 80-100 katlı, bir o kadar enine boyuna, küp biçiminde devâsa tıknaz gökdelenlere dönüştürüldü. Tabii bu sefer, ev, yazıhane fiyatları muazzam arttı. Evlere, gökdelen apartıman binalarına bile yer kalmadı ki. İnsanlar nerede yatıp kalkacak? Neyse ki K.K. belediye bir tâmim yayınladı: “Bundan böyle kişilerin arabalarında yatıp kalkmaları, iş yapmaları yasağı kaldırılmıştır.” Nasıl olsa arabayla bir yere gitmek imkânsızlaşmıştı. Geçecek yer yok ki. Geceleri artık yer üstündeki, zabıta görünceye kadar kaldırıma çıkıp tünemiş arabalardan kebap kokuları geliyor, bazı arabaların üstünde, arabanın kendinden büyük çanak antenler göze çarpıyor, kimi defa iki arabanın arasına çekilmiş iplere serilmiş çamaşırlar kentin görünümünü bozuyordu. Bizim mahallede Abdürrahman Johnny Waterbrain (isimler artık her yerde kırma idi. Moda bu: kimliksizlik yarışı) efendinin arabasında güvercin beslediği bile rivâyet edilmişti. Kimse duymasın. Köpek beslemek çağdaşlık icâbıydı ama, güvercin beslemek hâlâ yasak.


      Çocuklar dev binaların, çok katlı otoparkların aralarında kalmış daracık yerlerde, çöplerin içinde oynuyorlardı. Benizleri soluk, sıhhatleri bozuk. Binaların arasına güneş ışınları hiç sızmıyor. Balta girmemiş ormanların güneş görmeyen diplerindeki gibi bir çürümüş yaprak , bir küf kokusu. Asfalt çatlaklarından başlarını uzatmış zehirli, boz mantarlar. Zaman zaman, merak edip mantarlardan yemeğe kalkıp zehirlenerek ölen çocuklar. (Okullarda ise her gün arabanın faydaları anlatılıyor, insanoğlunun, velinimeti K.K. sınıfının güdümünde ne kadar ilerlediği, bu çağdaşlaşmayı K.K. büyüklerimize borçlu olduğumuz körpe beyinlere şırıngalanıyordu. Zaten bir buçuk nesillik olan toplum hâfızası, âsûde, insancıl eski kültürlerden çoktan arındırılmıştı. O kültürlerin izleri yakılıp yıkılmış, okullardan, evrenkentlerden edebiyat, târih gibi dersler kaldırılmış, bu olanlara karşı çıkanlar, sesleri yayılır gibi olursa, fâili meçhullere kurban gitmişti.)
      Araba sanayii ise gelişmeğe devam ediyordu. Mekano-organik, sonra biyomekanik cihazlar geliştikçe bu, araba yapımına da sirâyet etti. Organik, hattâ biyokimyasal malzemeden araba parçaları yapıldı (artık mâdeni yağ yerine, pamuk yağı (zeytinyağı pahalı) aynı vazifeyi görüyor; proteinimsiler kullanılmışsa, su). Sonunda dışkalıp (kaporta) da biyo-malzemeden oluştu (eskiden olsa keçiler yiyecek; ama keçiler çoktan târihe karışmıştı (af edersiniz, eşekler, yabancı türlerle karışıp kırmalaşma yoluyla paçayı kurtardılar. Onların yeni arabaları yeme ihtimâli yok; nâdide yapay gıdalarla besleniyorlar).
      Derken biyomekanik, özdeciksel hayatbilim (moleküler biyoloji) sâyesinde daha da gelişti. Canlıların, canlı hücrelerin kendi kendilerini tâmir ettiği gibi, arabalar da parçalarını üretip yenilemeye başladılar. Bir süre sonra arabalar kendi benzerlerini toptan üretir oldular. Bunun için biyo-organik hammaddelere ihtiyaçları vardı. Arabalarla insanlar arasında hem tarım, hem erke kaynağı ürünler için rekabet başladı. Mücadeleden arabalar galip çıktı. Arabalar artıyor, insanlar azalıyordu. Hava kirliliği de had safhayı bulduğundan insanların bir kısmı solunum hastalıklarından gidiyor, ama bu kirliliğe en büyük katkının arabalardan geldiği kamuoyundan gizleniyordu.


      K.K.ler arabaları, arabalar da insanları güder oldular. Ağır tarım veya sanayi işlerinde ırgat olarak kullanılmak üzere yeter sayıda insanın yaşamasına müsaade edildi. Arabalar, tam denete girmemiş bölgeleri, Asya’nın büyük arazilerini fethetmek için genleri ona göre ayarlanmış belli sayıda insan askerler de ürettiler. Ama ne kadar yayılsalar, arzın derinliklerine de inseler, göklere doğru da uzansalar, bir gün dünya yetmedi. K.K.’lerin uzun vâdeli plânları sökmez oldu; yâni evdeki hesap sonunda çarşıya uymadı.
      Evrenin ırak bir köşesindeki üstün yaratıkların gökbilimcileri bir gün, kudretli uzakgöreçleri (teleskopları) ile dünya denen minik gezeğeni gözlerken hayretle irkildiler: Birden, soluk, kirli sarı bir ışıltı belirdi. Ama çok sürmedi; dünyanın bulunduğu nokta ebediyen karanlıklara gömüldü.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Doktora yapmakta olan öğrenciler

      Azman ülkesinin Bolyeşiş Eyaleti. Eski, aziz bir dostun oğlu oranın, Bolyeşiş Eyalet Evrenkenti’nde doktorasını yapıyormuş. Dostum bir ara rica etmişti; “Yolun düşerse bir uğrayıver; bakalım bizim oğlanın durumu nasıl?” Gün oldu, uzun bir araba yolculuğu esnasında haritaya baktım; yol oralardan geçiyor. Tel ettim, çocuk sevindi. Yerini târif etti. “Otoyoldan 377 sayılı çıkışta çık; bir buçuk km.de 60. Sokak; sağa dön, az git, yatakhaneler, 3200. bina, daire 425.” Kolayca buldum. Giriş ve ön cepheler güzel; ama yarı açık koridorlara girince manzara farklı. Âdi, kirlenmiş beton tuğladan duvarlar. Loş. Kapıyı çaldım: Bizimki. Selâm sabah. Üç küçük, kümes kadar, karanlık oda; üç öğrenci paylaşıyor. Ortak mutfak, minik oturma odası. Yerlerde kirli çoraplar. Açık mutfakta pis tabaklar birikmiş; boş konserve kutuları. Üç kişi toplam 1200 dolar veriyorlarmış. Halbuki bu ucuz eyalette 800 dolara hârika bir kıral dairesi tutabilirsin. Öğrenci soygunu. Yabancı öğrencilerden, evrenkent, yerlilerin ödediğinin beş katı harç alır. Yabancı öğrenciye bu dış ülkede okuma yıllık mâliyeti rahat 30 bin doları buluyor. Tabii bu üçüncü (veya daha alt) kümede. Birinci sınıf bir evrenkentte gider daha da fazla.


      Öğlen oluyordu; acıktık. Yakınlarda basit bir Türk-İran aşçı dükkânı varmış; gittik. Duvarlarda nakışlar; hafif İran, yâni Selçuk Türk müziği çalıyor; birkaç müşteri. Görevli geldi: Türk; bir haftadır çalışıyormuş, aslında doktorasına başlamış. Nerede? Bolyeşiş değil, civardaki ufak, özel bir okulda imiş. “Kapasy Evrenkenti” gibi bir şey dedi. Adı sanı duyulmamış, ufacık bir yer. Vay canına, öyle yerde doktora da mı varmış? Herhâlde, feleğini şaşırmış ülkelerden gelen yabancı öğrenciler içindir. Tarzancalarını ilerletir, ülkelerindeki evrenkentlerde Tarzanca ile ders verirler. Bilim falan hak getire. Hem fakir ülkeleri biraz daha yolunmuş olur, hem de şaşkın ülke ilelebet bilimde, teknikte gelişemeyecek; gittikçe Tarzanlaşacak. İşgal kuvvetleri ile konuşabilecek Tarzanlara ihtiyaç var.

      Kebaplar gelirken gençle biraz daha sohbet ettik: Aslında gelir gelmez ne dandik bir “evrenkent”e geldiğini anlamış; huzursuz. Halbuki yurdunda Çokbil Evrenkenti’ni yüksek dereceyle bitirmiş. Kapasy E.’ye de en yüksek puanlarla girmiş, doktora için. Kapasy yöneticileri bayram etmiştir. Öyle öğrenciyi nereden bulacaklar? Üstelik ülkesi bol bol da para verip (gariban milletinin sırtından) Dandik E.’yi ihyâ edecek. Oysa ki, doktora öğrencileri bir ülkenin gelişmesini sağlayan araştırmaları mümkün kıldıkları için kendilerine ücret verilir. Kapasy gülüyor, iç ve dış düşmanlar gülüyor, vatan ağlıyor. Dandik E.’lere pasaport sağlayan Çokbil Evrenkenti ülkesinde iyi bilinir; itibârı yüksek. Herhâlde Tarzanca ile eğitimi anaokuluna kadar indirme (kültürel soykırım) ihânetinin başını çekmiş olduğu için. Ya da, üçüncü sınıftaki mühendislik öğrencilerine İncil ve Tevrat dersini mecburî ders olarak koyup çağdaşlıkta yeni bir çığır açmış olduğu için. Gencimiz dertli; “Ne yapsam? Dosdoğru bir evrenkente mi geçsem? Yurttan [gönderen küresel kıraliyetçi kuyrukları] izin verirler mi acaba?” İşin bir diğer acıklı tarafı, o ara gencin anası, babası konuya komşuya böbürleniyor: “Oğlumuz Azmanistan’da doktora yapıyor” diye. Uğraşmışlar, didinmişler, evlâtlarını yabancı, o da olmazsa yerli misyoner okullarında okutmuşlar; Tarzanca ile eğitim. Hem çocuklarının, hem ülkelerinin istikbâlini kararttıklarının farkında bile değiller.

      Bu Azman ülkesinde iyisi, kötüsü pek çok evrenkent gördüm. Yurdundan havale edilmiş binlerce “gurka” doktora öğrencisi arasından hatırı sayılır sayıda öğrenciyle tanıştım; sıkıntılarını anlattılar, dinledim. Hep aynı hikâye. Amaçsız, hedefsiz gönderilmeler, gelmeler. Başka seçenekleri de yok ya. Yurtta ne yapacaklardı? O da belli değil. Ne meslekler kalmış, ne sanayi, ne üretim, ne araştırma. Yabancıya köleliklerden kölelik beğen.


      Doktora dediğin 15-20 tane daha ders almak, sınavlara girmek çıkmak değildir. Gereken ders hâlâ varsa onlar yardımcı. Asıl gaye araştırma yapmak, yaparak öğrenmek, kendi kendine düşünüp temel sorgulama; sorunlara kendin çözüm bulma; hattâ bilginin sınırlarında yeni ufuklar görmek; yeni bakış açıları getirmek. Bunları yaparken özgüveninin gelişmesi.

      Ülkenin de, kişinin de açık seçik hedefleri yoksa, doktora öyle olmuyor tabii. Bakıyorum yurtta da, Azman ülkesine gelmişlerde de, “araştırma” yapıyoruz diyenlerin çoğu ıvır zıvırla meşgul. Azman ülkesine gelen doktora öğrencisi (çok şükür tek tük istisnâlar var elbette), önüne konan rasgele birkaç dersi aldıktan sonra, kendisine tez yaptırmaya râzı olan rasgele bir hocanın işliğinde yamaklık yapıyor. Konuda niçin araştırma yapıldığını, ana gayenin ne olduğunu sorgulamak, anlamak aklına bile gelmiyor. Hoca da, müstesna bir insan değilse, söyleyecek değil ya. Onun derdi, kendi araştırmasının ucunun ucu ayrıntıları için veri toplama hamallığını yapacak bir çift el bulmak. İşte bulmuş; gariban, şaşkın, sapmış ülkelerden gelenler tam istediği gibi. Çalışsın çalışsın, ama fazla düşünmesin. Düşünmek patronların imtiyâzı. Durum bu. Paralar gidiyor, yurduna faydalı olabilecek genç yetenekler gidiyor. “Dostlar alışverişte görsün” ülkesi her gün biraz daha fakirleşiyor; hem mânen, hem maddeten.
      Peki ne yapmalı? Herkes soruyor ya. Yapılacak şey çok. Şartlar ne olursa olsun. Ama bu yazıda sâdece doktora öğrencilerini, araştırma meselesini ele aldık. O gençlere, kırk küsur yıllık deneyimimize binaen bazı önerilerimiz olacak. Bir sonraki yazımızda inşallah.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Doktora için araştırma

      Azman ülkesinde doktorasına başlamış bir genç. Sordum: “Araştırmaya başladın mı?”
      “Evet, ama önce bir iki yıl gene birçok ders almam îcap etti. Bıktım usandım: Lisede ders, yurtta evrenkentte bir sürü ders (Ne öğrendik? O da ayrı). Sonra YOK, bizi Azmanistan’a gönderdi [Aa, nasıl oluyor? ‘Yoktan var olmak’ herhalde buna derler]. Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyorlarmış; gayeleri Batı ülkelerinde (aslında ‘Azmanistan’) çalışacak adam yetiştirmekmiş (!). Üstelik bunu diyen, ikide bir “Atatürkçü” olduğunu terennüm ediyordu. [O zamanlar, küresel kıraliyetçi kuyrukları “Atatürkçülük” maskesi takmayı hâlâ yararlı bulurlardı. Sonradan anlaşılan ona da gerek kalmadı].

      “Azman ülkesinde doktoraya mı başladın?
      “Nerde? YOK tutturdu ki, ‘Önce Mastır yapacaksınız?’ Benim dalım fizik. Orada, temel fen bilimlerinde Mastır yok; doğrudan doktoraya başlanıyor (iş mesleklerinde farklı tabii).”

      “Peki ne oldu?”
      “Ne olacak? Beni gönderdikleri okul (‘evrenkent’ demeğe bin şâhit ister), adı sanı duyulmamış, misyoner okulu gibi bir şeymiş. Açlıktan nefesi kokuyor. Baktılar ki, yılda 30 bin dolardan birkaç yıl daha para kazanacaklar, hemen bir “Mastır” îcat ediverdiler. Hadi, bir yığın zorunlu ders daha. Halbuki ben araştırmaya başlayıp gerçek bilimle uğraşmaya artık can atıyordum. Hevesim azalmaya başlamadı değil.”

      “Ee, doktora?”
      “Neyse Mastır’ı bitirdik. Doktoraya başladım. ‘Eh artık şimdi araştırmaya sıra geldi’ diye seviniyorum. Ama, ‘Hele bir dur’ dediler. Önce 20 tane daha ders alacakmışım. Vay canına, alacak ders bile bulmakta zorlanıyorum. Bazıları için de, ‘Biz bunları önceden gördük” diyorum. ‘Olmaz. Bir daha alacaksın.” Dersten, sınavdan gına geldi. Kendi başıma düşünmeye ne zaman başlayacağım?”

      Görmüş olduğum birçok evrenkent aklıma geldi. Çok yıllar önce şöyle bir kaide çıkarmıştım: Doktora düzeyinde, bir evrenkent, bir bölüm ne kadar zayıfsa, zorunlu kıldıkları ders sayısı o kadar fazla olur. Araştırmada en kuvvetli, en ünlü olanlarında, zorunlu ders ancak iki, üç tanedir. Hemen araştırmaya başlarsın. Zaten o zaman neleri öğrenmen gerektiğini fark eder, gerekirse, kendin araştırmana yararlı olacak dersleri, hatta başka bölümlerden, arar bulur, ya alır, ya dinlersin. Sana kalmış. Yolunu özün bulacak. Araştırmanın sana öğreteceği en önemli şey ‘Kendi yolunu kendin bulma’ ve bu alışkanlık oluştukça özgüveninin gelişmesi. Bilim adamı öyle olunur. Yoksa ders alıp durmak, sınav geçme becerilerini parlatmak, sonradan da çömezlik sâyesinde ‘profesör’ oluverip ezbercileştirilen gençlere ezber bir şeyler anlatmakla değil.

      Sonradan bir kural daha geliştirdim: Bilim adamlığı taslayan birisi ne kadar yaratıcılıktan uzak, ne kadar boş kafalıysa, onun ‘kasıntı indisi’ o kadar yüksek olur. O kadarla kalsa hadi neyse. “Allah kendisine akıl ve tevazu ihsan etsin” deyip geçersin. Böylelerine acımalı. Ama daha ilerisi var (aslında hemen her ülkede, ve ülkede ne derece kafalar karıştırılmışsa o derece artarak):

      Tasvir ettiğimiz gibi birisi bir de içinde yaşadığı ülke ve ulusa düşmansa, yâni vasıfsızlığı yanı sıra insanlığı, şeref duyguları da noksansa, küresel kıraliyetçilerin kuyruğu, düşmanın beşinci kolu gizli cemiyetlere üyelik hakkı kazanmış demektir. İşte o zaman bu zât-ı şerife çeşitli maskelerden biri takılır. Ve birden, ayarlı basın-yayının bülbülleri, üst düzey danışmanlar, onlara kanan veya göze girmek isteyenler, hep bir ağızdan şakımaya başlarlar; o zâtın ne büyük bir bilim adamı olduğu dilden dile dolaşmağa başlar. ‘Büyük adammış’ deyip onunla doktora yapma şerefine nâil olan doktora öğrencisinin hangi yola gireceğini siz düşünün. Girmezse vay hâline. Tabii sonunda hastalık yaygınlaştıkça ülkenin de vay hâline.

      Gençler vaktiyle karar vermeli: Ufak tefek çıkarlar, sahte mevkiler uğruna vatanını mı satacak (tabii o yolu seçenler artarsa sonunda kendi çoluk çocukları da perişan olacak, top yekûn yurtlarından sürülecekler), yoksa kendi yolunu kendi bulmaya alışarak gerçek bir bilim adamı, gerçek bir meslek erbâbı olup vatanına, milletine, sonra da insanlığa mı hizmet edecek?
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bilimin Haritası



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      Ali, yabancı ülkede “Mastır”ını çok iyi bir evrenkentte bitirdi; üstün dereceyle, mühendislikte. “Ülkem için faydalı bir şeyler yaparım” düşüncesiyle mühendisliği seçmişti. Hoşuna da gidiyordu, ama asıl merakı temel bilim, fen, ve matematikti (riyâziye yâni).

      Makine mühendisliğindeki “Mastır” tezi için araştırma ve deneyler yaparken, konunun temelindeki, mühendisliği besleyen, fende önündeki meselenin çözümü için yol ve yordamlar bulacağını sandı. Daha derinine araştırdı. Ama sonunda fark etti ki, işin temelinde eksiklik var. Gerekli kuramlar sağlam matematik temellere oturtularak geliştirilememiş. O, fen dalının önemli, temel bir sorununa, açığına parmağını bastığının, işin başında farkında değildi. Bunu birkaç yıl sonra kendisi, ve diğer bilimciler anlamağa başlayacaklardı.

      Mayıs ayında ‘Mastır’ını bitiren Ali, gene önemli bir evrenkentte doktoraya kabul edildi. Bu sefer temel bilimde, fizikte. Sırf doktora yapmış olmak için, veya öğrenciliğini biraz daha uzatmak için değil. Ne yapmak istediğini artık iyice biliyordu. Makine mühendisliğinde gerekli olduğunu anladığı fizik konusunu, eksikliğini fark ettiği temel kuramı geliştirmek istiyordu. Yeni evrenkentine, Güz dönemi başlamadan üç ay önce gitti. Yazı, bilim kütüphanesinde geçirdi. Araştırma konusuna işte başlamıştı bile; kendi kendine.

      Şunu da bu ara belirtelim: Ali sonradan fizikte çok başarılı oldu; halbuki lisansı ve “Mastır”ı fizikte değil, mühendislikteydi. Mühendislik, ilgili temel bilim dalına iyi bir temel oluşturuyor. Mühendisler sonuç almayı, gereken verileri bulmayı, veri yoksa gerçekçi tahminler yapmayı öğrenirler. Mertebeleri, büyüklükleri kestirebilir, kafadan yaklaşık hesaplar yapıp ne gibi sonuçlar çıkacağı hakkında önceden fikir sahibi olabilirler. “O yok, bu yok” diye mazeretlere sığınmak yerine eldeki veri ve imkânlarla bir iş başarmağa alışırlar. İşte bu alışkanlıklar, temel bilime geçenlerin araştırmalarında da etkisini gösterir. Nitekim, yirminci yüzyılın büyük fizikçileri, bilimcileri arasında mühendislik temeliyle başlamış olanların sayıları az değildir: E. Wigner, E. Teller, L. Onsager, Türklerden de Rahmetli Turan Onat gibi bazıları hep mühendislikle başlamışlardı.

      Bizim Ali, yıllar sonra, yurdunda yeni bir evrenkentin kuruluşunda yer alırken, bu uygulamalı ile saf temel bilim ikilisini hatırladı ve “çift anadal” diye bir düzenleme önerdi: Yetenekli, meraklı, ve başarılı öğrenciler, “çift anadal” ile mezun olacaklardı. Kimya mühendisliği ve kimya, makine mühendisliği ve fizik gibi. Tabii bu öneride, üçüncü dünya ülkelerinin özel koşulları, o ülkeler için doğrudan daha da faydalı olabilecek bir eğitim düzeni de göz önünde bulundurulmuştu. [O yıllarda “üçüncü dünya” kavramı hâlâ canlı idi. Tek bir dünya küresel kıraliyeti kurma saldırganlıkları henüz açıkça başlamamıştı. Gerçi, ülkelerin kültürlerini, geleneklerini, dillerini, tarih bilinçlerini el altından yok ederek, küresel kıraliyetin alt yapısını hazırlama faaliyetleri için için yürüyordu, ama bu hainliklerin hangi âkıbete götüreceğini pek az kişi o zamanlar idrâk ediyordu.]

      Dönelim biz gene Ali’nin doktoraya başlarkenki ilk günlerine, neler düşünüp hedefini nasıl belirlediğine:

      Ali’nin önünde iri boy, sayfaları çıkmaz bir defter. Her gün çalışmağa başlarken tarih atıyor, sayfaları da numaralandırıyor. Baktığı kaynakları, okurken aklına gelenleri oraya yazıyor. Bazen kafası karışıyor; o zaman kendine bir soru yazıyor. Cevabını düşünüyor; tüm düşünceleri, fikirleri defterde. Tam bir ‘kafa defteri’. [Bin yıl önceki büyük Türk düşünürleri, mutasavvıf şairler, Yunus Emre’ler, daha önceki ve sonraki âlimlerimiz, çok eski bir Asya ve Türk geleneğine uyarak böyle defterler, günlükler, ‘cönkler’ tutarlardı. Bu geleneğin hem kişilerin kendi çalışmalarında, hem başkaları için ne kadar yararlı olduğunu anlatmaya söz yetmez.]

      Ali, âdetâ defteriyle konuşuyor. Bir şeyi anlamadığı, kafası karıştığı zamanlar endişeleniyor, özgüveni sarsılır gibi oluyordu; ama sonra idrâk etti ki, her kafası karıştığında çözüm bulup işin mâhiyetini kavrıyor. Neredeyse bir formül çıkardı: ‘Kaydettiğin ilerleme, kaç kere kafanın karıştığı ile doğru orantılı’.

      İlgi alanı olarak seçtiği fiziğin bir alt dalında karşısına eski, yeni yüzlerce yayın, atıf, dergi makalesi çıkıyor; durumu toparlayan özet-yazılar, kitap az. Bir öğrendiği, birçok yeni soruya yol açıyor; dipsiz kuyu. Daha başlangıçta bir yordam edindi: Dedi ki: “Bir yayını, kitabı, vb. okurken, önce şöyle bir göz gezdirip, ‘genel bir fikir edinmek için mi okuyacağım? Yoksa ayrıntılara inmem mi gerekecek?’ diye bir ön-karar vermeliyim.” Defterine kaynağı yazıp, yanına ‘ayrıntılı’, veya ‘üstünkörü’ diye not düşüyordu. Bir de, “‘zum merceği’ gibi olmalıyım” diye düşündü. “Bazen uzaktan ormana, bazen yakından önemli tek tek ağaçlara bakmalıyım”. Tek bir ağacın kabuğunu bile dikkatle incelemem olur ki gerekebilir. Ama, arasıra şöyle bir durup yukardan ormana bakmalıyım. Yoksa ayrıntılarda boğulup giderim; yolumu da şaşırırım”.

      Karanlıkta kör dövüşü gibi araştırma yapmaktansa seçtiği bilim dalının haritasını çıkarmağa karar verdi. Bu alt dalın ana konuları, matematiksel, ve de deneysel ana yöntemleri nelerdir? Bildiklerini hatırladı, düşündü, defterine yazdı. Araştırmalar hangi yollarda ilerliyor? Hangi merkezlerde, kimler ne yapıyor? Daha zor soru: ‘Acaba niye yapıyor, ya da yaptırılıyor?’. Soruları devam etti; baktı ki, dalın birkaç, bazen birbirine rakip, ‘babası’ var. Fikir akımları (ekoller) oluşmuş. ‘Baba’nın biri çok sayıda doktoralı, veya doktora-üstü öğrenci, araştırmacı yetiştirmiş. Bir şey tutturmuşlar gidiyorlar; yüzlerce yayın. Bir de bu takımın etki alanına düşenler, veya yamananlar. Öbür tarafta başka takım. ‘Mafiyalaşan’ takımlar da var. Bunlar yeni genç bilimcilerin yeni fikirlerle ortaya çıkmalarından hiç hoşlanmıyorlar (aslında bu sonuncusunu anlaması yıllar sonra olacaktı; önceleri, tüm bilimciler sâde bilim için uğraşır zannediyordu; sâfiyâne. Tabii hepsi öyle değil; insanoğlu bu; gönlü de gelişeni var, gelişmeyip hayvanî alt mertebelerde kalanı da. Yaldızı, mevkii ne olursa olsun).

      Ali ‘haritayı’ çıkarmağa devam etti: Hangi gelişmeler yenilerine yol açmış? Nasıl? İlintiler? Ama baktı ki, kısa tarihsel süreç içinde birileri bir akıma kapılmış, asfaltta dümdüz yürüyüp dururken, bazı püf noktalar, yepyeni çıkış yolları fark edilmemiş, bazı bazı göz ardı edilmiş. Onları buldu. Eylül gelip doktorasına resmen başladığında artık hazırdı. Önüne çıkan rasgele bir hocanın, rasgele işinin ucunun ucunu birkaç yıl geveleyerek araştırma yaptığını zan edenlerden olmayacaktı. Kolay olmadıysa da, konusu üzerinde çalışmasına müsamaha gösterecek, olgun, geniş bilgili bir danışman , bir doktora hocası buldu. Hoca, Ali’nin geliştirdiği konularda hatâ yapmamasına yardımcı oldu.

      Yıllar sonra Ali de bir hoca oldu. Düzinelerce ve her milletten doktora öğrencileri yetiştirdi; araştırmaları dünyanın dört bir yanına yayıldı. Ama, gönlündeki bilim aşkı ile vatanına, milletine olan aşkı hiç eksilmedi. Bunun için her gün Allah’a şükrediyordu. O yıllar boyunca, ülkesinin iç ve dış düşmanları, toplumunu köklü bir millet yapan değerleri tahrip ediyor, milletin mayasını bozuyordu. Ali, bir yandan sık sık vatanına gidip gelerek, bu konularda da mücadele ediyor, gençlerin bilinçlenmesine katkıda bulunuyordu.

      Ali, öğrencilerine, deneyimlerinden edindiklerini, yayınlarda bulamayacakları şeyleri de tavsiyeler demeti gibi aktarıyordu. Sonunda baktı ki, sevgili yurdundan dış ülkelere, doktora yapacaklar bahanesiyle iteklenmiş yüzlerce, binlerce genç var; onların karanlıkta el yordamı ile dolaşıp, hedefsizlikten hebâ olmalarına gönlü râzı olmadı. Oturup onlar için ‘göncüyle ve cönküyle konuşurken’ öğrendiklerini yazmağa başladı.



      ************* Haritasız bir ülkeden; 12 Mart 2003.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Savaşın rüzgârında


      Anlaşılan bir, iki gün içinde, 1919’a kadar, yâni dedemizin zamanına kadar bin yıl Selçuklu ve Osmanlı Türk şehri olmuş olan, o devirlerin bilim ve tasavvuf yuvası Bağdat’ın üstüne bombalar yağmağa başlayacak; binlerce mâsum insan, çoluk çocuk katledilecek, Asya’dan kopup gelmiş Türk mimarisi, câmiler, türbeler yerle bir edilecek. Afganistan’da (asıl adı Güney Türkistan), Büyük Selçuklu Türk Devleti’nin kurulduğu şehir olan Herat’ta, yakınlarda olduğu gibi. Ondan birkaç yıl önce de, Bosna’dan başlayıp Türkiye’ye doğru uzanarak, oralardaki Osmanlı Türk varlığına, camilerimize, medreselerimize, köprülerimize, tarihî kütüphanelerimize, kayıthânelerimize (arşivlerimize), oralardaki mâsum, insancıl Müslümanlara, Türklere, Boşnak kardeşlerimize olduğu gibi. Neden?


      Nedenini Avrupa ülkelerinde, hattâ Amerika’nın insancıl kesiminde, nihâyet Türkiye’de, anlamayan kalmadı. Her yerdeki ayarlı basın-yayınların günde 24 saatlik dimağ yıkamaya yönelik yağmurlarına –yağmur değil, tufanına- rağmen. Avrupa ülkelerinde, İngiltere dâhil, saldırıya (“savaş” diyorlar da…) karşı olanların oranı yüzde 93-yüzde 97. Türkiye’de yüzde 87 imiş. Birleşmiş Milletler’de (B.M.) “savaş”tan yana tavır koymuş ülkelerde bile halk saldırıya karşı. İnsan hakları, özgürlükler, uluslararası hak, hukuk, B.M. rafa kaldırılmış durumda. Ama ülkelerin çoğunda hâkimiyeti ele geçirmiş (veya hâkimiyet kendilerine teslim edilmiş) “Küresel Kıraliyetçi”lerin kuyruğu, vatansız, insanlık düşmanı gizli cemiyet üyeleri bildiğini okuyor; tüm insanlığı, yeni karanlık çağdan öte, felâkete sürüklüyor. Bu zavallılar, için için kendi ülkelerine kesinkes düşman değillerse, ufak tefek menfaatler, boş mevkiler için bunları yapıyorlarsa hâlâ uyanamadılar mı? Kendi kendilerinin de sonlarını hazırladıklarının farkında değiller mi? Bir nebzesi kalmışsa, insanlık duygularınız depreşsin artık. Uluslarınızın bağrına dönün. Dönün ki, bâri çocuklarınız, torunlarınız insan gibi yaşasın.


      Güncel meselede anlaşılması zor bazı şeyler var. Bu soruları sorana da daha rastlamadım:
      Diyelim ki dışardan birileri Irak’ta yönetimin değiştirilmesini arzu ediyor. Peki, daha önceki bazı misallerde görüldüğü gibi, neden Irak’ta Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin nezâretinde serbest seçimler yapılması talep edilmiyor? Öyle ya, baskı uygulanmadan, bırakın halk kendi istediklerini seçsin. Hayır; bu konuda Irak’a hiçbir şey söylenmedi. Onun yerine işgalle yönetimin değiştirileceği, hattâ ülke yönetiminin yabancı askeriyeye verileceği vurgulanıyor. Kaldı ki, bir ülkenin başına sahte kıralların veya diktatörlerin yabancı güçler tarafından musallat edilmesi ne kadar uluslararası hukuk anlayışına ve başkalarının iç işlerine karışmama ilkesine aykırı ise, mevcut yönetimlerin dışardan zor kullanarak değiştirilmesi de o denli aykırı.


      [Bunu söylerken şunun da altını hemen çizelim: Elbette, Türkiye’den kimsenin Saddam ve Baas Fırkası hükümetlerine özel bir muhabbet beslemesi mümkün değil. O hükümet ki, Irak’ın en önemli ve büyük bir bölgesini kapsayan Musul-Kerkük ve bin yıllık Türkmen Türk Elleri’nden Türkleri kaçırmak, onları bazen Arap, bazen Kürt katliamına mâruz bırakmak, başkalarını yerleştirerek Türkleri azınlık durumuna sokmak siyaseti gütmüştür. Halbuki 1919’ta Osmanlı Türk Devleti’nden İngilizlerce koparılarak sınırları cetvelle çizilip yaratılan yeni sömürgelerinden biri Irak’ın önemli kısmı son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nce beyan edilmiş olan Misâk-ı Millî’nin sınırları içindedir. Atatürk Musul-Kerkük haklarımız üzerinde hep durdu. Ama 1938’den itibâren bu konuda Türkiye’den ses çıkmadı. O bölgenin tek meşru vârisi ne İngiltere, ne Amerika’dır. Söz sahibi olması gereken yegâne ülke Türkiye’dir. 50 yıldır haklarımızı her fırsatta dile getirmeliydik. Bağımsız ve Atatürk yolunda bir Türkiye’nin yapması gereken buydu. Bugün de yapmamız gereken budur. Batılı devletlerin dayatmalarına, haksız talep ve müdahalelerine verilecek en iyi cevap budur.]
      [Şunu da ilâve edelim: Türkiye’nin, soy kökenleri, veya hâl-i hazırdaki dilleri ne olursa olsun Irak halkının tek bir ferdine bile husumeti yoktur. Irak’la 1970’lere kadar (hattâ daha sonra bir ölçüde) yakınlığımız olmuştur. Atatürk zamanında Irak Türkiye ile birleşmek istemiş (sonradan, 1950’lerde, Suriye ve Libya gibi), Atatürk ise bunun, Irak gibi Osmanlı ülkelerinin Batı’dan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra düşünebileceğini söylemiştir. Batı destekli, çoğu kendi halkına ters hükümetlerin getirilmesiyle bu konular bitti.]


      İkinci sorumuz Avrupa Birliği ile ilgili.
      AB’nin ağır sıkletleri Almanya ve Fransa, Çin ve Rusya ile bir olup B.M. Güvenlik Kurulu’ndan “savaş”a onay çıkmasını engellediler. Yabancı ülkede çıkan haberlere göre, Türkiye de (hükümet değil, TBMM) yabancı askerlerin Türkiye’de konuşlandırılıp işgale oradan katılmasına (1. Tezkere) izin vermedi. Bu, Avrupa’yı hayrete düşürdüyse de, savaş karşıtı çoğunluk Avrupalıların nazarında Türkiye’nin itibârını arttırdı. [Velâkin başka haberler, doğruysa, o ara önemli bir ağızdan duyulan tasvip sözlerinden sonra İskenderun limanında çıkarma başladığını bildiriyordu. (O haber doğru mu, İskenderunlulara sormalı. Malatya’da, Batman’da, Diyarbakır’da neler olageldiğini de oralılara sorun, meraklıysanız.)]
      Pek tabiidir ki, 1.Tezkere meselesinden sonra, borcu borçla ödeyip iyice batağa batmaya alışmış devlete, “borç veririz, vermeyiz” şeklindeki baskılar arttı. Sorumuz şu: O zaman neden Avrupa’ya, “Bak biz de yanınızdayız. Bâri bataktan kurtulmamıza biraz yardımcı olun da, baskılara karşı direnebilelim.” denmedi? [Bununla, illâ da birilerinden medet ummamız gerektiğini kastetmiyorum. Yalnızca bir uluslararası denge siyaseti taktiğinden bahsediyorum.]


      Üçüncü sorumuz, dün ve bugün yabancı ülkede verilen haber hakkında.
      Tezkere gene Meclis’e gelmiş; bu sefer de işgal kuvvetlerinin Türkiye’de konuşlanmasına, ve üslerin kullanılmasına izin verilmemiş ama, sâdece Türk hava sahasından geçilmesine yeşil ışık yakılmış. İlahî; Orta-Doğu haritasına hele bir bakın ayol. Uçaklar nereden gelip Türkiye üstünden geçip Irak’a gidecek? Üstelik bu en uzun yol. Yakıncacık, ve zaten çantada olan Ürdün’den gitmek dururken, niye Türkiye’den, hadi bilemedin Türkiye hava sahasından harekât üstünde duruluyor? Herkes sorunun yanıtını düşünsün; ona göre davransın.


      Rüzgârlara açık bir ülkeden; 19 Mart 2003
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bir savaş nasıl kaybedilir




      Savaş cephede başlamaz. Elli yıl, yüz yıl, hattâ yüz elli veya fazlası yıl öncesinden başlamıştır bile.
      Diyelim ki, yabancı bir ülke senin suyuna, taşyağına (neft, petrol), mâdenlerine, topraklarına göz dikmiş. Bu ard niyetleri, kendi kamuoyunda koyu bir dinî taassupla iç içe olabilir. Dinî taassubu sahici ise, çağa ve duruma göre bu da siyasal bir takım söylemlerle dünya kamuoyuna karşı örtbas edilebilir. Tarihin pek çok büyük savaşında, istilâsında çoğu kez öyle olmuştu; bugün de öyle.

      Gözü dönmüş, başkalarını insandan saymayan düşman çok önceden savaşı nasıl başlatır?
      Düşman ülkenin evrenkentlerinde, araştırma merkezlerinde hedef ülkenin tarihi, mânevî gücünün kaynakları, gelenekleri, dili, edebiyatı, coğrafyası, ... üzerinde yıllarca çalışılır; o dile, o tarihe, o ulusun dinine son derece vâkıf uzmanlar yetiştirilir. Bunların bir kısmı, o ülkeye bilim adamı, din adamı, tüccar/iş adamı, siyâsî temsilci vb. kılıklarında bilgi toplayıcı, sonra içten düşman taraftarları derleyici, kışkırtıcı casuslar olarak gönderilir.

      Hedef ülkede, özellikle dini değişik azınlıklardan yetenekli bazı çocukların ismi, kimliği değiştirilir ve bunlar yetiştirilirler. O ara hulul edilip yönlendirilebilir hâle getirilmiş basın-yayınla bu gençler alanlarında meşhur edilir; önemli mevkilere gelmeğe başlarlar.

      Düşman, hedef ülkede her bakımdan vasat, kendi başına bir şey olamayacak, ama hem de ulusal duyguları zayıf, maddiyata, mevkie düşkün, çeşitli zaafları olan kişiler tespit edip, onlar vasıtasıyla bir takım gizli cemiyetler kurdurur. Cemiyet üyeleri zamanla, basın-yayından, yönetim kademelerinden, evrenkentlerden, iş çevrelerinden yenilerini bulurlar. Ağ yayılmağa başlar. Ülkenin çeşitli bölgelerine ve toplumun her kesimine ağı salmayı kolaylaştırmak için yarı gizli (görünüşte şeffaf ama gayeleri, bazı faaliyetleri gizli) dernekler de kurulur. Bunların liselerde, evrenkentlerde, ve şehirlerin her mahallesinde gençlik. kolları bile bulunur. Dernekler, gizli cemiyetler, düşman ülkedeki merkezlerin güdümü ve denetimi altındadır, ama en tepedekiler hâriç, üyelerin çoğunluğu, zâten zayıf olan bilinçleriyle, uzun süre bunun idrakinde bile değildirler. Gençler, üyeler “evrensel”, “küresel” aldatmacasına kanar, git gide millî kültürlerinden, geleneklerinden, “vatan” kavramından, ulusal bağımsızlık duygularından uzaklaşırlar. Sonunda, belki bazıları farkında bile olmadan, bir “beşinci kol” oluşturmuşlardır. Rüyaları, ruhunu bilmedikleri, tanımadıkları bir hayal ürünü yabancı ülke, gayeleri, kendi halkları, uluslarıyla değil, yabancıyla (gizli düşmanla) bütünleşmektir.

      Nihayet, gizli cemiyetlerin en üst kademelerinden, ayarlı basın-yayınla şişirilip duran üyelerin bazıları ülkenin en üst kademelerine (her alanda ve kamu, yarı-kamu, veya özel kesimde) yerleştirilirler. Ondan sonra gidişat hızlanır.

      O devrin siyasal yapısına göre, üst yönetime, veya siyâsî fırkalara kamu üst kademelerine getirilmiş “üyeler”, bir yandan, dost postuna bürünmüş düşmanla tek taraflı gümrük anlaşmaları [Örn. 166 yıl önceki ve sonrakilerle ayrıntılı karşılaştırılması için Bkz. Attila İlhan, “Hangi Küreselleşme” kitabı, (Bilgi Yayınevi, Ankara. 1996)] imzalarken, “çok iyi dost”larına her konuda tâviz üstüne tâviz vermeye başlarlar. Bu sözde anlaşmalarda düşman sana her şeyi gümrüksüz satacak, ama senden bir şey almayacak veya yüksek gümrük duvarları, kotalar koyacak. Böylece hedef ülkenin öz üretimi, sanayii kısa sürede çöker.

      Bir yandan da hedef ülke, başta hiç ihtiyacı olmayan borçlar almaya zorlanır. Önceleri düşük olan faiz zamanla tefeci faiz oranlarına dönüşür. Faiz ödemek için, bu sefer düşmanın paravanası sözde ‘uluslararası’ kuruluşlardan her üç ayda bir yeniden borç alınır. ‘Yardım’ pozundaki her borç, bankacılıkla hiç ilgisi olmayan yeni dayatmalar, ve gözünü kırpmadan ülkeyi teslim etmek mânâsını taşıyan, çoğu halktan gizli, tâviz ‘yasa’larını ve tasarı metni görülmeden basılan ihânet imzalarını beraberinde getirir. Artık ülke batağa saplandırılmıştır. “Özelleştirme” aldatmacası edebiyatı yapılıp durur, ve bu, cemiyet üyelerince ve ayarlı basın-yayınla körüklenip dururken, ülkenin uzun ve meşakkatli bir yoldan gelmiş birikimleri, kamu ve özel sanayi, ve erke (enerji) üretim tesisleri, altyapısı, ulaştırma, iletişim şebekeleri yok pahasına yabancılara, aslında örteneğe bürünmüş düşmana ‘satılır’. Sonra tarım, hayvancılık, hattâ ekmek, su gider. Halkta açlık baş gösterir. “Üyeler”de “en iyi dostumuz”a muhabbet o derece büyüktür ki, gecenin ikisinde apar topar çıkarılan dayatmalı ithal kanunlarla, ülkenin toprakları da sonunda sessiz sedâsız, ‘yatırım yapacaklar’ bahanesiyle bedavadan düşmana teslim edilir. “Vatan” kavramı unutturularak (hattâ gözden düşürülerek), “toprak”, ticâri bir metâ imiş gibi gösterilir olmuştur. Tabii, yatırım falan da yapılmayacaktır. Düşman ancak eline beleşten geçirdiği topraklarda kendi için basit tesisler kurup orda da, getirdiği kendi işçilerini, mühendislerini, yöneticilerini kullanacaktır. Ülkenin öz evlâdı için, işçi olsun, meslek sahibi olsun, artık ne meslek hayatı, ne iş kalmıştır. Yabancı ülkede kölelik için muhacerete başvuranların sayısı artar.
      Bütün bunlar olurken ve zemini yumuşatmak için, ruhbilimsel (“pisikolojik”) savaş ta son sürat yürümekte, düşmanın ‘toplum ve kültür mühendisleri’ yıllardır çalışmaktadırlar. Zamanda geriye dönüp oralara bakacak, dallı budaklı ağacın ince dal ve yapraklarından nasırlı gövdesine, oradan da köküne doğru yürümeğe (gelecek yazımızda) devam edeceğiz inşallah.

      Karanlık gecenin ufuğunda beliren bir ışığa doğru;
      27 Mart 2003
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Kanmayın kardeşler, gelin birlik olalım


      Yabancı ülkede orasının TV’lerinde haberleri izliyoruz. Daha savaş başlamadan önceki haftalarda Kuzey Irak’tan “Kürt Bölgesi”, Musul ve Kerkük’ten de “Kürtlerin kutsal şehirleri” diye bahsedildi. “Kürtler” kendi topraklarına, kentlerine dönmeyi çok arzu ediyorlarmış. Derken, Türkiye, Suriye, Irak, ve İran’ı içine alan harita gösterildi. Üstüne kıpkırmızı bir bölge boyanmış; iri harflerle koskocaman “Kürdistan” yazıyor. Suriye’nın, İran’ın ufak birer kısımları; hattâ Irak’taki de pek büyük değil. Asıl koskocaman kısım Türkiye’nin yarısından fazlası: Adana, Mersin, İskenderun, Gaziantep, Kahraman Maraş, Elazığ, Malatya, Erzurum, ve fazlası dâhil, Ankara’nın yanından kuzey-güney çizilmiş bir hattın tüm doğusu. “Kürtler”e methiyeler düzülüyor, “müttefikimiz, dostumuz” deniyor.
      Doğrusu, Kürt kardeşlerimizin, ve de elli yıldır, “barış” gönüllüleri, her türlü Batılı “ziyaretçiler”, Batı’nın misyoner okulları, vesâiti ile, Türk ülkesinin en az bin yıllık doğu vilâyetlerinden olan, kendileri ve de velileri Kürtçe bilmeyen, Asya kökenlerinin izleri yüzlerinde, kendilerinin Kürt olduğuna inandırılıp Kürtçü kesilmiş saf gençlerin âkıbet ve istikbâlinden endişe ediyorum. Niye mi?


      Bu kardeşlerimizin 80 yıl önceki tarihten, bu güne kadar olanlardan, hiç mi haberleri yok? Hadi okullarımızda Türk tarihi anlaşılan artık okutulmuyor, ayarlı basın-yayından da bir şey öğrenilmesi mümkün değil, ama, belki de hâlâ hayatta olan (Allah ömür versin) dedeleri de mi anlatmadı? Gerçi, devletin üst kademelerinde önemli yetki mercilerinde bulunanlar arasında da, dedemizin zamanı Türk tarihinin hele bugün herkesin çok iyi bilmesi gereken fasıllarından (çünkü hâlen devam ediyor) tamamıyla bîhaber olan zevâta rastlamadım değil.


      Evet, Selçuklu ve Osmanlı Türk ülkelerinin sınırları içinde, tam bir barış ve huzur içinde yaşamış, “Milliyeti: İslâm” denilip hiçbir ayrılık gayrılık gözetilmemiş Arapların bazıları I. Cihan Harbi’nde İngilizler tarafından “bağımsızlık” vâdiyle kandırılıp onlarla işbirliğine girdikten sonra, yalnız o Arapların değil, tüm Arapların başlarına neler geldi? Önce İngiliz’e, Fransız’a resmî sömürge oldular, bin parçaya bölündüler, sonra lokmalar başkalarına verildi. Bazılarının (Kuzey Afrika’daki gibi) Arapçaları bile unutturuldu. Şimdi de her yerde topraklarından sürülüyor, soykırımlara mâruz bırakılıyorlar. “Aman akıllanmasınlar” diye içlerine Türk düşmanlığı, ırkçı Arap milliyetçiliği sokuldu. İslâm ülkeleri arasında işbirliğinin, ilişkinin her türlüsü engellendi. Ve bütün bunlar, olayların artık su üstüne fışkırıp iyice keskinleşmesine rağmen tüm hızıyla devam ediyor.



      Kandırılmış Kürt veya “Kürtçü”, “Kürt” kardeşlerimizi de aynı âkıbetin beklediği gün gibi âşikâr değil mi? Batı’nın kendilerine bir “Kürdistan” bahşedeceğine sâhiden inanıyorlar mı? “Kürdistan” bahanesi çok kısa sürecek. Sonra azgın Batılı’ya, “küresel kıraliyetçilere” yem olacaklar. Onun için, aman aldanmayın. Gelin, atalarımız gibi birlik olalım. Yoldaki musibetlerden birlikte kurtulalım; ortak inançlarımıza, geleneklerimize, tarihimize dayanalım. Sonra ilelebet kardeşçe yaşayalım.

      Kardeşler Ülkesine; 9 Nisan 2003
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      PEKİ TÜRKLER NEREDE?

      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

      Bugün Kürtler Kerkük’e girdi. Yabancı ülkede yabancı radyodan bunun haberini dinliyorum. Başlarında bin kadar Amerikalı “özel kuvvet” askeri varmış. Bu radyo kanalı burada aydın kesimin dinlediği kültürel ağırlıklı yayın organı. Haftalardır, hattâ birkaç aydır, buranın tüm basın-yayınında olduğu gibi gene bir tek kez bile bir “Türkmen” lâfı geçmiyor. Halbuki, biliyorsunuz, Musul, Kerkük, ve taa Bağdat’a kadar uzanan bölge en az bin yıldır tam bir Türk ülkesidir. Türkiye Türklerinin de büyük çoğunluğu Türkmen/Oğuz kökenli. Yâni ayrı bir kavimden bahsetmiyoruz: “Türkmen” demek Türk demek. Irak’ta sayıları, resmîsi iki milyon, Kerküklü Türklere göre üç milyon; Irak nüfusunun her hâlükârda %15’inden fazla. Batı’nın niyeti bozuk. Onu yıllardır biliyor, gene yıllardır her fırsatta, Balkanlardakiler olsun, Irak’taki olsun, Türkiye’nin, oralardaki Türklerin durumunu, uğradıkları haksızlıklar ve mezalimi, sürekli, uluslararası kuruluşların, dünya kamuoyunun gündemine getirmesi gerektiğini yazıyor, TV’lerde haykırıyorduk. Düşmanın yaptıklarına şaşılmaz. En başta tepki göstermemiz gereken Türkiye’nin 1938’den beri süregelen tutumu:

      Yabancı radyoda haberci devam ediyor: “Kürtlerin Kerkük’e girmesi Türkiye’yi endişelendiriyor, taşyağı (neft, petrol) kaynaklarını ele geçirir, ayrı devlet olurlar; bu sefer Türkiye’deki Kürtler de bağımsızlık isterler diye”. (Gene Kerkük’teki Türk/Türkmenlerin lâfı yok.) Sonra Türkiye’nin bir üst düzey yetkilisine bağlanıyor. O da diyor ki: “Povel bize söz verdi, ‘Kürtleri Musul-Kerkük’e sokmayacağız’ diye.” [Her zaman olduğu gibi gene bizimkinin ağzından da bir tek “Türkmen” sözcüğüü çıkmıyor. Dahası, bizimkilerin dedikleri hep Batılı’nın dediğini teyit edip düşmanın ekmeğine yağ sürer mâhiyettedir. Onlar zâten özellikle 70’lerden beri Kürtler konusunda Türkiye’ye iftiralar atıp durmuyorlar mı? Sen de tutup “Kürtlerin bağımsızlığı bizi endişelendirir” deyip duruyorsun. Pes yahu! Aklınız mı eksik, Türklük bilinciniz mi? Öyle geveleyip duracağınıza, altmış yıldır “dışarıdaki Türkmenlerin, Türklerin hakları deyip duracaktın. Hâlâ dilin dönmüyorsa, demek ki…]

      Derken haberci yabancı yetkiliye bağlanıyor: “Povel öyle bir şey demiş olabilir; devletimizin verdiği hiçbir resmî teminat yoktur.” [Günaydın. Resmîsi, yazılısı, vb. olsa ne yazar? “Hedef Türkiye” (Otopsi Yayınları, İst. 14. baskı 2003) kitabımıza bakın. Orada anlatmadık mı Kızılderililerden başlanarak anlaşmaların, hemen arkasından nasıl bozulduğunu, onun için de o mazlumların “Anglo çatal dille konuşur” dediğini?]

      Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi, haftalardır, aylardır, daha da uzun süredir, “dostumuz”un yayınladığı, ikide bir TV’lerinde gösterdiği haritalarda Türkiye’nin yarısından çoğu “Kürdistan” diye gösteriliyor. Oralarda Türkler olduğu hakkında hiçbir îmâ bile yok. Bu yaban ülkesi ahalisinin çoğu zâten kara câhil bırakılmış; TV’lerde duydukları ( ve günde 50 kere tekrarlanan) lâflara inanırlar; dünyadan haberleri yoktur. Anladık ta, peki Türk Devleti’nden niye hiçbir itiraz gelmez? Niye Atatürk’ün vefatından beri bir “Türk” lâfı edilmez. Kosova ile, Bosna ile ilgili durumda da aynı şey oldu. Kosova’da Batı, ve de Türkiye, sâdece Arnavutlardan, Sırplardan bahsetti; halbuki tarafların tümü oralardaki Türklere çullandı (oralardan gelebilenlerle hele bir konuşun). Gene Türkiye’den resmî bir gık yok; ne dışarıda, ne içeride.

      Yıllardır (1970’lerden beri), Avrupa’da, Amerika’da hangi yabancıyla tanışsam bana hemen Kürtleri sorar. Hattâ bana “Sen Kürt müsün?” diye soranlar bile olmuştur. Ben de, “Türkiye’de kim Kürt, kim Türk ayırt edemezsin. Bizde öyle ayrımlar zâten yoktur” derim. Yabancı ne bilsin, Türkiye ile ilgili, veya Türkiye’den, hiç bir Türk lâfı duymuyor ki. Türkiye, Avrupa şarkıcı yarışmalarına İngilizce şarkılarla katılır; Gezim (Turizm) Bakanlığı “tanıtım” diye Türkiye “Hiristiyanlık haritaları” dağıtır. Gelen yabancı, caddelerde Türkçe mağaza adları göremez. Okullarına gidip baksa Türkçe ile çocuklara ders veren hocalar (nerdeyse) göremez. Ne düşünecek? “Herhâlde buralarda Türk kalmamış” deyip sevinmektedir.

      Durumun altında yatan bir şey daha var: [Allah korusun ama…] Dünya kamuoyu Irak’ta, Balkanlarda, Kıbrıs’ta, sonra Türkiye’de Türk varlığından habersiz ise, önce kültürel, sonra fizikî soykırımlar geldiği zaman, yapılanları örtbas etmeğe de gerek kalmayacaktır. Onun hazırlığı mı yapıldı? Yapılıyor?

      Ey Türk Milleti! Kimliğine, varlığına, muhteşem Türk diline, gençliğinin, Atatürk’ün deyimiyle “Millî Eğitim”ine, tarihine, dinine, Asya’dan insanlık için getirdiğin binlerce yıllık tasavvufuna, Yunus Emre’lerinin, Hacı Bektaş Veli’lerinin anısına, Selçuklu, Osmanlı, Atatürklü dedelerinin mirâsına sahip çık artık. Pısıp kaldın; sanayiinden, tarımından, halkının refahından, sonra gıdasından, nihâyet topraklarından, VATAN’ından mı vazgeçtin? Unutulduysa eşine, dostuna, temsilcilerine, her fırkadaki büyüklerine hatırlat: “Türk Devleti’nin birinci görevi, diliyle, târihiyle, sanatı ve âbideleri ile, dünyaya ışık tutmuş insanlık anlayışıyla Türk adını, varlığını korumak ve ilelebet yaşatmaktır”.



      ********* İnsanlık anlayışının galebe çalacağı günlere; 10 Nisan 2003.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Oktay Sinanoğlu, günümüz Türk gençlerine şöyle sesleniyor:

      "...Gençler, Türkiye' de adet haline gelmiş göstermelik işlerden kaçının.
      Sırf 'üniversite bitirdi' desinler diye, ananız babanız 'Amerika'da mastır yaptı' diye öğünebilsin diye yükseköğrenime gitmeyin. Sonunda ancak kendinizi kandırırsınız.

      Temel gayeleriniz, kendinizin ufak çıkarları ötesinde, kendiniz dışında, bu ülke, bu ulus, Türk dünyası, Avrasya, insanlık için olsun.Yüksek hedefleriniz için çalışın. O zaman, kendi durumunuz da kendiliğinden düzelecektir.

      Maddiyat ile maneviyatı dengeleyin. Formülünüz 'bilim' + 'gönül' dür. Bu iki kanadın biri eksik olursa ne kendinize ne de insanlığa hayrınız dokunur.

      Gündelik, siyaset , çıkar grupları, dışardan güdümlü gizli veya açık 'cemiyet'lerden uzak durun.

      Atatürk'ün dediklerini bol bol okuyun, onları işte bu günler için demiş, yazmış. Türkiye'nin şerefli, refahlı, itibarlı ve bağımsız geleceği için Atatürk yolumuzu çizmiştir.

      Dış ülkelerden, onların yerli kuyruklarından medet ummayın. Gayeleri bize yardımcı olmak değil, Türk adını tarihten silmektir.

      Dünyanın neresinde olursanız olun, kimliğinizi, Türk dilini, Türk tarih bilincini, binlerce yıllık geleneğini kaybetmeyin. Dış ülkelerde ne kadar kimliğinizi korursanız yabancılar da size o kadar itibar edecektir.

      Başkasını taklit etmeyin. Kendi yolunuzu çizip azimle yürüyün. O zaman herkes sonradan sizi taklit edecektir.

      Eğitimde önce bir meslek gerçek bir beceri bir altın bilezik sahibi olmaya bakın Ne yaparsanız yapın en iyisini yapın. Siyasetçinin bilimcinin en kötüsü olunacağına tamircinin parmakla gösterilen en iyisi olmak yeğdir.

      Bulabilirseniz Türk okuluna, eğitimin Türkçe verildiği okullara gidin. Konulara merak sarın not için çalışmayın. O meslekte yararlı olacak bir yabancı dili öğrenin. Bülbül gibi konuşup yabancıdan ayırt edilemez hale gelmek hiç şart değil.

      Unutmayın ki Türk olmak bir kafa, gönül işidir. Türk; kültürüyle, diliyle, ata sevgisiyle Türktür. Soy sop meselesi karıştırarak, o her şeyimizi borçlu olduğumuz şerefli atalarımızı karalamaya çalışan iç düşmanların kitaplarına, yaygaralarına kulak asmayın.

      Kültür genleri, ırk genlerinden daha önemlidir. Vatanı, milleti için her türlü fedakarlığa hazır bir taban gerekiyor. Bu taban son elli yılda hayli eritilmiş, kafası, gönlü karıştırılmış, birbirine düşen kesimler, dışa bağımlı sahte aydınlar, içinde vatanının geleceğini düşünmeyen, daha da acısı vurdum-duymazlaşmış kalabalıklar oluşturulmuştur. Bu durumda gerçek bir önder çıkabilse bile başarılı olması pek azdır.

      Şimdi yapılacak iş hızla bu toplumun yeniden kaynaşmasına, bilinçleşmesine, vatanını, milletini kendisinden önce düşünen insanların çoğalmasına önayak olmaktır. Türkiye’yi tekrar Kuvayi Milliye ruhu, Atatürk ruhu kurtaracaktır..."
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Genel Çağrı!





      Ne sağ, ne sol; Önce bağımsızlık.
      Türkçe giderse Türkiye gider!
      Eğitim dili Türkçe olmayınca Türkçe gider!
      “Hazırlık sınıfı” tuzağına da kanmayın. Neye hazırlık? Köleliğe mi?

      Bu kadar abuk sabuk şey olmaz.

      Dünyada HAZIRLIK SINIFI diye yurdunun kendi evlâtlarına bir yabancı dil öğretme yöntemi yoktur. Yabancı dil öyle öğretilmez. Usulleri belli; açın bakın.



      Hazırlık sınıfı yabancı bir ülkeye gelen yabancı öğrenciye verilir.

      Demek ki Türkiye’de, ARKADAŞLAR,
      Türkiye’de Türk genci kendi vatanında yabancı öğrenci durumuna getirilmiştir.

      Bu sömürgeleşmeden de öte bir şeydir.

      Yabancı dille eğitim, onun kapısı “hazırlık sınıfı”. Bu büyük ihanettir.

      Bu işi yapanlar, savunanlar, buna âlet olanlar, bunlar büyük bir ihanet içindedirler.

      Hele bunlar bir de “Atatürkçüyüm” diyorlarsa, tam sahtedirler. İnanmayın.

      Çünkü Atatürk’ün mücadele ettiği en büyük mesele buydu: Eğitimin millî olması; onun için de eğitim dilinin kesinkes ve tümüyle Türkçe olması gereği.

      Onun için, gerçek Atatürkçüler, gerçek milliyetçiler, gerçek emperyalizme karşı olan sol eğilimliler, nerdesiniz arkadaşlar ?

      Hepiniz birleşin ve Batı’nın bu alçakça oyununa ve içerde işbirliğini yapan kuyruk takımına karşı çıkın ve bu milletin adının tarihten ilelebet silinmesine engel olun.

      Bu ne bir sol, ne de bir sağ eğilim meselesidir. Bu Türkiye’nin bağımsızlığını, gelecek nesillerini düşünen her Türk’ün üzerinde ısrarla durması gereken bir konudur. (Bye Bye Türkçe sayfa 87).

      Bir ülkede eğitim dilini yabancı dile çevirmek oyunu anaokuluna kadar indikten 1,5 nesil sonra o ülkenin kendi dili kayboluyor, anne ve babalar kendi çocukları ile kendi dillerinden konuşamaz oluyorlar. Sonrasında ise o ülkenin, o ulusun adı bile tarihten siliniyor. Artakalan ise beyni ve ciğeri sökülmüş bir köle kalabalığı. (Bye Bye Türkçe sayfa 172).

      Türk halkı, “Çocuklarımız yabancı dil öğrenmesin mi?”, “Yabancı dil başka türlü öğrenilmez ki”, “Bütün dersleri İngilizce yapmakla Türk kültürü vermemiş olmayız ki !” gibi yuvarlak sözlere kanmasın. Türk halkı, dünyanın hiçbir ONURLU ülkesinde yabancı dil öğretmek için böyle bir yöntem olmadığını, bunun “Küresel Kıraliyetçiler”ce, onların maşası misyonerlerce, ve kuyrukları yerli işbirlikçileri ile ülkeleri sömürge haline getirmek için çıkardıkları HAİNCE bir tuzak olduğunu iyi bilmelidir. (Bye Bye Türkçe sayfa 87).

      Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu





      Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000