Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU'nun Yazıları.

      Bir Savaş Nasıl Kaybedilir II—Ulusun Ulus Olmaktan Çıkarılması



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      Evet, savaşın (daha doğrusu işgalin) cephede değil, pek çok yıl öncesinden sinsi sinsi nasıl başladığını, dost postundaki düşmanı, vatanına göz dikilmiş hedef ülkenin ayarlanmış sahte aydın ve her daldaki üst kademelerinin nasıl kucaklayıp kendi ülkelerini kundakladığını, geçen yazımızda (I) gözden geçirmeğe başlamıştık. İktisâdî, mâlî çökertmeyi ele aldık (1-7). Şimdi daha da tehlikelisi, ulusun ulus olmaktan çıkarılmasına yol açacak derin ruhbilimsel savaş ameliyeleri ile (işlemleriyle) devam ediyoruz:



      8) Bir ulusun maddî gücünün olması elbette mânevî gücünün varlığına bağlı.Ulusun fertlerini bir arada tutup ortak ulusal (millî) hedeflere yönelten de mânevî unsurlar. Gizli düşman bunları yıllarca incelemiş, gerçek güç kaynaklarını tespit etmiştir. Onların aşındırılması, sonra yok edilmesi için adım adım sessizce ve sabırla çalışacak. En etkili yöntem olarak ta istediklerini hedef ülkenin kendi fertlerine yaptıracak (Bkz. (I)).

      Ulusu ulus yapan, binlerce yıldan gelişe gelişe süregelmiş ulusal kültür. Ulusa mensubiyet hissi ise ulusal kültürle yetişmiş, onunla yoğrulmuş olmaya bağlı. Bu mensubiyet hissi kuvvetli olanlar, özellikle düşman ortada göründüğünde vatanın korunması, ulusun bekası için her şeylerini, hattâ canlarını bile fedâ edebilirler. Ancak, iş o raddeye gelmeden, vatanseverlerin, adım adım ülke ve ulusun dibinin nasıl oyulduğunu, halkı bir arada tutan harcın nasıl eritildiğini fark etmeleri, ve bu sessiz istilâya karşı bir araya gelerek düşmanın her sinsi adımına karşı halkı uyarmaları, karşı durmaları, aynı cinsten sessiz, ama etkili adımlarla mücadele vermeleri gerekmektedir.

      9) Kültür unsurları nesilden nesile eğitimle aktarılır: Ailede, köyde, sonra okulda, evrenkentte, ve gün-be-gün basın-yayınla, toplu sohbetlerde, ve konuşmacılarla; ayrıca filimlerle, hattâ musikî ile. O halde düşman önemli gördüğü kültür unsurlarını eritmek için aile, köy, okul, evrenkent düzenlerine el atıp onları sinsice bozacak ve yabancılaştıracak, basın-yayını ele geçirecek, yerli filimciliği ve musikîyi yok edecek, yerine kendininkinin bozuğu ile halkı topa tutacaktır.

      10) Ülkeye millî kimliğini veren, tapusunu o ulusun yapan, ulusun tarihinden gelen kent, kasaba, köy, dağ, ova, nehir adlarıdır. Düşman gezim (turizm) gibi bahanelerle zâten geçim kaynağı kalmamış halkı uyutarak yer adlarını yabancı isimlerle değiştirecek, ama tabii bunu da, kilit noktalara yerleştirdiği ayarlı, “beşinci kol” cemiyet üyelerine yaptırtacaktır (son perdede ise bilinci kalmamış safdillere).

      11) Atalarının ülkeye mührünü basmış mirâsı yer adları olduğu gibi, bıraktığı târihî âbideler olduğuna göre, düşman bunları ihmal ettirecek, yıkıma terk ettirecek. Her ülkede insanın var olduğundan beri birikegelmiş binlerce yıllık katmanlar bulmak mümkün. On dokuzuncu yüzyılda başlayarak düşman ve bazen onun körüklediği göze görünür sömürgeciler, kazıbilimi (arkeolojiyi) bir ülkenin istilâsına dünya kamuoyunu hazırlamak için kullandılar. Katmanlardan işlerine gelenleri ön plana çıkarıp ulusun öz köküyle ilgili olanları örtbas ettiler (Örn. Bkz. Kâzım Mirşan’ın buluşları, ve onları sâdeleştirip özetleyen Halûk Tarcan’ın kitabı, (“Ön-Türk Târihi”, Kaynak Yayınları, İstanbul 1997). Bunda da hedef ülkenin evrenkentlerine, ve “Kültür” ve Gezim Bakanlıklarına önemli görev verildi. Pek çok ülkede bu etkinlik gerçekleştirildiyse de, en yoğunları ve sonuç alıcıları her Orta-Doğu ülkesinde ve Kuzey Afrika’da oldu.

      12) Ataların mânevî mirası ise özellikle edebiyat: Halk edebiyatı, okumuşların edebiyatı, felsefî edebiyat. Düşman bunları eğitim düzenine soktuğu çoğu görünmez “danışman”larıyla, imzaları basan ayarlı yetkililerce eğitim düzeninden önce tedricen, sonra toptan kaldırır, unutturur; ayarlı ve şişirilmiş yazarlarını ünlü kılarak köklü ulusal edebiyatı gözden düşürür. Son fasılda, gençler zâten kendi dillerinde (okusalar bile) yazılmış olanları anlayamayacak, düşmanın vâcip gördüğü sulandırılmış bir yabancı dile bağımlı olacaklar, gittikçe düşünme ve hissetme yeteneklerini yitireceklerdir.

      13) Ulusun mayası, toplumun harcı, a) din, b) dil, ve c) özünün tarihi bilincini, (o sırayla), düşman hedef alır. a) “Küresel kıraliyetçi”nin birinci hedefi dünya çapında kollayıcı bir idârî düzene sahip ve milyarlarca insanı kapsayan dinlerdir. Çünkü böyle dinler, tek ülkenin dışında, bir çok ülkeyi içine alan bir direnme duvarı oluşturur, o ülkeler arasında dayanışmayı sağlar, düşmanın ince oyunlarına karşı halk kitlelerini mânen koruyabilirler. Düşmanın bu duvarları yıpratması, sonra yıkması gerekmektedir. O dinden olanların arasına nifak sokulur, sahte mezhepler kurulur; bu mezheplere ilkel tavırlar takındırılıp aşırı işler yaptırılarak o dinin bütünü önce dünya kamuoyunda, sonra ülkelerin kendi içlerinde gözden düşürülür; merkezî mânevî teşkilâta bağlılık yok edilir; aynı dinden olan, eskiden birbirini kardeş gibi gören uluslarda ırkçılık, sahte (kültür, gönül, fikir esasına dayanmayan) ve sözde milliyetçilik (millîlik yerine) teşvik edilir. Bu suretle, dindaşlar birbirine düşürüldüğü gibi, gerçek ulusal duygular, ulusal bağımsızlık, ulusal kültür kavramları da gözden düşürülür. Hedef ülkenin önce sahte aydınları, sonra daha geniş kitleler millî menfaatlere, istiklâle bigâne kalırlar. Eski ve tarihî dindaşları milletlerin başına gelenler ise onları artık ne üzer, ne ilgilendirir; sırada kendilerinin olduğunu bile düşünemez, ibret alamaz olurlar.

      Hedef ülkelerde geniş dindar kitleler saptırılıp, dinlerinin özünde böyle bir şey olmadığı hâlde, kendi uluslarının lâfının bile edilmesine, ulusal dilden, kültürden, tarihten bahsedilmesine düşman kılınırlar. Öbür yanda, ayrı bir kavim gibi davranmaya başlamış sahte aydın sınıfı, analarının, babalarının, dedelerinin (hakkında artık bir şey bilmedikleri) dinine düşman kesilmişlerdir.

      14) İşte bu hazır ortama yabancı misyonerler çıkagelir; önce usul usul, yabancı dil öğretmeni pozunda, sonra açıktan ve akın akın. Gelen misyonerler genellikle düşmanın istihbarat dairelerinden desteklidirler. Çoğu, çok öncelerden düşmanın diğer yabancı ülkelerde kurdurduğu, oranın dini içinden çıkarılmış sapkın, sahte mezheplere aittir. “Küresel kıraliyetçiler”in, dünya köleleri için türettiği sahte din ve onun insancıllıktan uzaklaştırılmış, hurafelere boğulmuş sahte mezhepleri.

      Hedef ülkenin kültür, gezim, ve eğitim bakanlıkları, içindeki “cemiyet üyeleri” vâsıtasıyla yabancı misyoner faaliyetlerine pervâsız izin verdiği gibi, onların âdetâ ortağı gibi çalışır olurlar; yabancı sahte dini metheden kitapçıklar basar, dağıtırlar; ülkenin dinî, târihî eserleri, anıtları yerine, yabancı dine aitmiş gibi yıkıntılar “keşfeder”, milletin parasıyla bunları onarır, yabancı tapınaklar inşa ettirir, âyine açarlar. “Yurdu tanıtıyoruz; gezmen (turist) gelecek” yutturmacasıyla, içerde ve dışarıda, ülkenin “dinî, târihî mirâsı” , “kutsal zenginlikleri” diye o ulusun dinî, târihî mirâsını değil, düşmanın istediği tarzda sahte yabancı dinin ve târihin, ülkenin kimliği olduğu intibâını uyandırırlar. Ülkenin kamu ulaştırma kuruluşlarının başındakiler de buna katılır. Yabancı ülkelerdeki, o ulusun dıştaki fertlerinden oluşan topluluklara dahî bu propaganda uygulanır. Ülkenin kimliği değiştirilmekte, istilâcıya karşı direncini koruyacak bağışıklık (muafiyet) dizgesi yok edilmektedir.

      Derken, b) dil, ve c) özünün târihi bilincine taarruz gelir. Dinden, onunla iç içe girmiş (her dinde olduğu gibi) o din öncesi ulusal kültür, ulusal yaşam tarzı ve yaşam felsefesi unsurlarının sahte din âlimlerince ayıklanmasından sonra halk çapında zemin, ulusal dil ve tarihin yok edilmesine hazırdır. Bunların yok edilmesi, o dil yerine düşmanın uygun gördüğü sulandırılmış yabancı dille eğitimin önce yabancı okullarda, sonra devletin, nihayet özel, hattâ sözde dinî vakıfların okullarında başlatılıp yurdun her köşesine yayılmasıyla olur. Öldürücü darbe ise yabancı dille eğitimin anaokullarına kadar indirilmesi, artık öğretmenlerin de yabancı olmasıyla gelir. [ (b) ve bir miktar (c)’nin geniş işlenmesi için Bkz. O. Sinanoğlu, “Bye-Bye Türkçe”, “Hedef Türkiye”, ve “Büyük Uyanış” kitapları, Otopsi Yayınevi, İstanbul (2000-2003)]. Küresel kıraliyetçilerin gizli kuyrukları kilit kademelerde görevlerini yapmışlardır. Ama bu kuyruklar da sonunda düşman tarafından ülkelerinin topraklarından sürülecekler, çoluk çocukları da soykırımdan kurtulamayacaktır.



      İşte böyle. Yukarıda toplu hâlde özetlediklerimiz, iki Amerika kıtası, Avrupa, Asya, ve Afrika’nın pek çok ülkesinde uygulanmıştır. Bu gün de çok yerde devam ediyor. Son perdeler oynanıyor. Bizim ülkemizin, ulusumuzun, bu savaşın, daha doğrusu istilânın neresinde olduğuna okuyucu kendi karar versin. “Peki bu vahim durumda nasıl ve ne yapmalıyız?”ı da herkes düşünsün. Sonra bulduğumuz çareleri karşılaştıralım.



      ********** İnsanlık düşmanı dünya hâkimiyetçilerine karşı çıkacak, insanlığın kurtulmasına yol gösterecek bir ülkeden; 02 Nisan 2003.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      PAZARLIK



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      Toplanmışlardı: Ulusal Kurultay. Ülke can alıcı meselelerle karşılaştığında Ulusal Kurultay toplanırdı. Her fırkadan, toplumun her kesiminden gerçek vatansever, onurlu, bilgili, yetenekli, ülke ve ulus çıkarlarını her şeyin üstünde tutar, şahsî mevki, maddiyat düşünmeyen kişilerden oluşan kurultay.

      Daha önceki dönemlerden bilinen, sahte şucu, sahte bucu, satılmış veya satılmağa meyyal âşina sîmalar, yüzleri, hamamdan yeni çıkmış gibi pembe ve perdahlı, davranışları, sözleri boş ama kaygan, yabancı ülkelerden ayarlı gizli cemiyet üyeleri ortalıkta görünmüyordu. Nasıl görünsünler? Atatürk tarafından kapatılıp, ama vefatının hemen akabinde tekrar açılan, düşmanın bu beşinci kolu, ülkeyi adım adım felâketlerin eşiğine sürüklemiş bu cemiyetler, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne bile taş çıkartmışlardı. (O muhipler cemiyeti ki İstanbul’da bir İngiliz papazı tarafından kurulmuş, görünen başkanı ise sözde Müslüman bir molla efendi olmuştu.) Son dönem cemiyetlerinin üyeleri her kılığa girmiş, bir “küreselleşme”, bir “özelleştirme”, bir “Avrupa Birliği” edebiyatı tutturmuş, yabancıların her istediğine derhal imzayı basıp ülkenin iktisâdını batırmış, milleti aç bırakmış, birbirine düşürmüş, sanayiini, tesislerini, fabrikalarını, tersane ve limanlarını yok pahasına yabancılara (tabii özellikle “küresel kıraliyetçi”lere, ya da onların perde önündeki acentelerine) teslim etmiş, eğitimini yok ettirmiş, ulusun dilini, tarihini, kimliğini, birlik ve beraberliğini yok olma raddesine getirmiş, sonunda vatan topraklarını da, alelacele imzalattığı kanunlarla yabancılara, hattâ yabancı devlet ve ordulara teslim etmiş, ettirmişti. Sonunda yurtseverler, gerçek aydınlar, şanlı atalarına lâyık olanlar “DUR” dediler; önce ellerindeki azıcık imkânlarla bile gençleri, geniş halk kitlelerini uyandırdılar. Uyarmak, uyandırmak yetmezdi; “ben ben”i, kibiri, kıskançlıkları, mevki hırslarını bir kenara bıraktılar, gönüllerinin derinliklerinden küllenmiş, unutulmuş tarihî hasletler fışkırdı. Akıllarını, izanlarını kullandılar; dikkatli adımlar attılar. Ve işte nihayet bir araya geldiler, ulusal güçler kurultayını oluşturdular. Her kesimden, her görüşten samimî olanlar, şerefliler seçildi.

      Ulusal Kurultay üyeleri ülkenin önündeki bin bir sorunun temelinde yatan temel meseleleri anlamış kişilerdi; onun için ayrıntılılarda, kısır çekişmelerde boğulup kalmadılar. Neşteri nereye vuracaklarını bildiler. İlk icraatlarından biri, çoğu kez dost postunda gelmiş düşmanın maşalığını yapan gizli cemiyetleri kapatmak ve yasaklamak oldu. Elebaşıları tüm halka ifşa edildi; tabii her birinin uzun yıllardır karıştırdıkları melânetler belgeleriyle gösterilerek. Düşmanın işbirlikçileri önemli mevkilerden uzaklaştırıldı; ilelebet siyasetten ve kamu görevlerinden men edildiler. Evrenkentlerde, araştırma kurumlarında ülkenin yeniden belirlenen (aslında Atatürk’ünkilere benzeyen) hedefleri doğrultusunda vatan için çalışacak gerçek bilim adamları öne çıkarılıp “çömezzâdeler”in yerini aldılar. Devlet kurumlarının evrenkent kaynaklı danışmanları da ona göre yenilendi. Ve, ülkenin dış kaynaklı sahte sorunları kısa sürede teker teker çözülmeye başladı.

      Ulusal Kurultay’ın bu toplanımı özel önem arz ediyordu: Gündem, dış ilişkilerin yeni sağlam temellere oturtulması; altmış beş yıllık köleleşme, içerden düşmanlara teslim edilme sürecini durdurup haysiyetli yeni siyasetlerin uygulanmasına yol açmakta olan hızlı adımların değerlendirilmesi.

      Her toplanımda düzeni sağlayacak bir oturum başkanı seçiliyordu. Bu sefer de saygıdeğer ve vatansever biri seçilmişti. Oturum açıldı. Sırayla şu konular görüşüldü ve oylandı:

      · Avrupa Birliği iyice önemini kaybetmiş, AB1 ve AB2 diye ikiye ayrılmıştı ama, yıllar önce “Küresel Kıraliyetçi”lerin yerli kuyrukçuklarının imzaladığı tek taraflı bağımlılık numunesi Gümrük Birliği gibi antlaşma hükümleri ülkeyi bağlayıp iki AB parçasına da soydurmağa devam etmişti; Ulusal Kurultay’ın teşkiline kadar. Başkan, AB’ler encümeni sözcüsünden son durum hakkında bildirim ( ABD ordusundan gelme şu rezil “brifing” sözcüğü artık yok. “Bildirim” var.) vermesini istedi. Bildirim okundu: AB1+AB2 masaya oturtulmuş, karşılıklılık (mütekabiliyet) temel ilkesine göre yeni gümrük antlaşmaları yapılmış, Türk mallarına konan kotalar, gümrük duvarları kaldırılmış, oralardan ithalat, ihracatla dengelenecek şekilde sınırlandırılmıştı. Ayrıca AB’lerin sebep olduğu 200 milyar doların %65’inin birkaç taksitte tazminat olarak Türkiye’ye ödenmesi kabul ettirilmiş, en önemlisi, eski AB zamanında işbirlikçilerin imzaladığı sözde “AB uyum yasaları” toptan iptal edilmiş, AB’ler kökenli “vakıf”ların Türkiye’de faaliyette bulunmaları, şubeler açmaları men edilmiş, misyonerlerle, temsilcileriyle, el altından oralardan destek gören yerli işbirlikçileri vasıtasıyla AB’lerin (aslında onları güden “Küresel Kıraliyetçi”lerin) iç işlerimize burunlarını sokmaları kesinlikle engellenmişti. Encümen üyelerinin, AB’lere girmek istemediğimizi, karşı taraflara açık seçik belirtmeleri AB’leri telaşa düşürmüş, nerdeyse her istediğimizi kabule meyyal kılmıştı.

      Bildirim tartışmaya açıldı. Herkes memnundu. Encümen üyeleri tebrik edildikten sonra yeni antlaşmalar oya sunuldu; Kurultay’ca onaylandı.

      · Başkan, bu sefer ‘Batı Trakya-Ege ve Adalar-Kıbrıs’ encümenine sözü verdi; bildirim okundu: Encümen, Türkiye’nin isteği üzerine toplanan uluslararası toplantıya katılmıştı. AB’ler ve özellikle Yunanistan “Kıbrıs”, “Ege kıta sahanlığı” dedikçe Türk encümeni Batı Trakya’daki Türklerin durumunu, Adalar’da Lozan’a aykırı Yunan silahlandırması, Güney Kıbrıs’tan sürülen Türklerin hakları ve mülkleri sorunlarını dile getirmiş, karşı tarafı alıştıkları saldırganlıkları yerine hep savunmada tutmayı başarmıştı. Sonunda Türkiye’nin istekleri oylanmış, büyük kısmı kabul edilmişti. Bunda, son yıllarda kendileriyle sıkı ilişkiler (karşılıklılık ilkesine uygun biçimde) kurduğumuz, Rusya, Çin, Türk Cumhuriyetleri, tüm Müslüman ülkeler, Hindistan, Batı zorbalarının bir asırdır yaptıklarından bezmiş, sonunda Türkiye’yi örnek almağa başlamış Güney ve Orta Amerika ve Afrika ülkelerinin lehimize oyları da etkili olmuştu. Neticede, a) Batı Trakya Türklerine özerklik tanınmış, oralardan sürülen, toprakları gasp edilenlere toprakları iade edilmiş, Türkiye’ye gelip gitmeleri (pasaportsuz, vizesiz) serbest bırakılmış, yeni evrenkent ve okullarında eğitim dili tümüyle Türkçe olmuş, dünya haritalarında Türkçe yer adları yer almıştı. b) Ege’de Türk kıta sahanlığı 12 mil olarak kesin kabul edilip, Adalar yeniden silahsızlandırılmış, dedeleri o adalardan sürülmüş Türklerin eski adalarına yerleşmesine izin verilmiş, gasp edilmiş dede mülklerinin iadesi karara bağlanmıştı. [1200’lerde Memluk Türk komutanı Baybars’ın önceki birkaç haçlı seferinde Hıristiyanların geçici olarak kazandıklarını geri aldığı gibi, XX. Yüzyıl başlarındaki haçlı zaferlerini de işte 90 yıl sonra Ulusal Kurultay geri çeviriyordu.] c) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dünya ülkelerince tanınmış, ilâveten dışında kasten bırakılmış su kaynakları, ve Güney’den sürülen Türklerin topraklarının olduğu bölgeler KKTC’ye bırakılmıştı. Güney’de Yunan, İngiliz, veya başka bir ülkenin askerî üsleri bulunmayacaktı.

      Yeni antlaşmalar oylandı ve kabul edildi. Sıra Irak-İran-Suriye Türkleri konusuna gelmişti. Ancak oturum süresi bittiğinden, başkan, kalan gündem maddelerini birkaç gün sonraki oturuma erteledi.

      Toplantı dağılırken, yurdun her köşesinden gelmiş üyeler: köylüsü, işçisi, sanayicisi, evrenkent mensubiyetlisi, çeşitli fırkalısı birbirini kucaklıyor, çehrelerinde gönül rahatlığı, nurlu tebessümlerle tebrikleşiyor, Türk Ulusu’na, ve dünyadaki tüm iyi insanlara hayırlı olmasını temenni ediyorlardı.



      ********* Ulusal hâkimiyet günlerine; 7 Mayıs 2003
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      PAZARLIK—İkinci Oturum



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      [Bugün 19 Mayıs 2003. 19 Mayıs 1919’un ruhu yeniden canlanıyor. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni emânet ettiği gençlik, Türk Gençliği, kendisini nihâyet yeniden bulmakta. Millî marşlı idman hareketleriyle başlayıp 70 yıl sonra okullar arası İngilizce şarkılar yarışmasına, liselerin kız, erkek tango gösterilerine dönüşen Gençlik Bayramı şenlikleri artık öyle olamayacak. Türk Devleti’nin onurlu bağımsızlığı, Türk tarihi, Türk dili, Türk harsı (kültürü, ekin’i) bilinciyle uyanan Türk gençliği kutlanacak. Çocuğu, ihtiyarı her yaştan Türk gencinin bu anlamlı bayramını hassaten kutlarım. O.S.]



      Elli yıllık köleleşme, düşmanla işbirliği, vatanın düşmana önce sinsi adımlarla, sonra koşar ayak teslim edilmesi sürecinin sonunda, gerçek ulusal güçler, nihâyet vasıfsız, şerefsiz, ve vatansız takımına “DUR!” demiş ve her kesimin, fırkanın samimî yurtseverlerini içine alan Ulusal Kurultay toplanmıştı. Yeniden düzenlenmekte olan dış ilişkileri değerlendirme gündemli toplanımın birinci oturumunu 6 Mayıs 2003 tarihli yazımızda haber etmiş idik. O birincide: a) iki parça AB’lerle ilişkiler, b) Batı Trakya, Kıbrıs, Adalar (Ege) Denizi adalarında 80 yıldır gasp edilmiş Türk haklarının geri alınması maddeleri görüşülmüş, dış ülkelerle masaya oturup haysiyetli, akıllı tutumlarıyla müzakerelerden muzaffer çıkmış encümen üyeleri kutlanmıştı. Vakit kalmadığından ele alınamamış dış ilişkiler maddeleri şimdi ikinci oturumun gündemindeydi.

      Birinci oturumun başkanı, ikinci oturumu açtı. İlk iş, ikinci oturuma başkanlık edecek başkanın seçilmesi oldu (hatırlarsınız: Her toplanım, her oturum için geçici bir başkan seçilmesi artık kural olmuştu). Bu sefer başkanlığa esnaf temsilcilerinden olan Ali Bey seçildi. Ali Bey son dönemlerin bozuk, yabancı danışmanlı Tarzan eğitiminden geçmediği için kafası pırıl pırıl çalışan, kendi kendine çok okumuş, yurdu dünyayı iyi bilir, sağlam vatansever, herkesin saygı duyduğu, güvendiği bir kişiydi. Ali Bey yeni gündem maddelerini teker teker müzakereye açtı. (Herkesin söz hakkı vardı, ama ancak kendini bilen, bir katkıda bulunabileceğine inanan kişiler söz istiyordu. Öyle, sırf kendi sesini duymayı seven “ben ben”ciler, şahsî gösteriş meraklıları, veya bir yerlerden ayarlı sahtekâr takımı zâten Kurultay’da yer almıyordu [Oh, ne güzel!].

      Birinci madde: Azmanistan’la elli küsur yıldır birikmiş, git gide artarak müzminleşmiş tek yanlı bağımlılık ilişkilerinin ele alınıp düzeltilmesi konusunda sağlanan gelişmeler, usturuplu atılacak yeni adımlar. Bu iş başta çetin görünmüştü. Paçanın kurtarılabileceğine inananlar azdı. Ama kısa sürede, “Büyük sorunlar küçük adımlarla çözülür” düsturumuz yayıldı. İlk ürkek adımlarda başarı sağlandıkça halkta, gençlerde, gerçek yurtsever aydınlarda özgüven arttı. Ruhbilimsel istilâyı geri çevirecek sessiz, akıllıca yürütülen ruhbilimsel “İkinci Kurtuluş Savaşı” semeresini vermeğe başladı. Halbuki, 1993’te Türkiye’ye yeni tâyin edilen Azman büyükelçisi gelmeden az önce ülkesinde düzenlenen Türk ve Azman karma toplantısında şu mealde sözler sarf etmişti: “Siz bize güvenlik için gerekliydiniz, ama o günler geçti. Siz bize şimdi pazar olarak lâzımsınız. Siz bizden vazgeçemezsiniz.” [ Yâni: ‘Biz sizi sıkı sıkı bağrımıza bastık. Nefessiz kalıp boğulursunuz da kurtulamazsınız. (Artık her şeyinize açıktan el koyacağız)’ demek istiyordu. O konuşmayı tesadüfen duymuştum. O gün içimden demiştim ki: “ ‘Küresel Kıraliyetçiler’ ve onun kaba kuvvet Azman’ı, artık zamanı geldi diye Türkiye’yi tasfiye etmeyi tasarlıyorlar. Nitekim, elçi geldi; çok geçmeden Türkiye’de peş peşe düğmelere basılmaya başlandı. Ancak Türk Ulusu’nun binlerce yıllık, hâlâ da için için yaşayan gizil gücünü hesaba katamamışlardı.]

      Oturum başkanı Ali Bey, Azman’la ilişkiler encümeni sözcüsünden bildirimini vermesini istedi. Ulusal Kurultay üyeleri bildirimi dinleyip sonra da tartıştılar.

      Bildirimin içeriği şu mâhiyetteydi:

      Azmanistan sudan bahanelerle Yakınistan’ı işgale başlamış, birkaç haftada alt tarafından girip öbür ucuna varıvermişti, “Yakınistan savaşı” dediler, ama bu nasıl savaş? Pek bir harp zarp olmadı; sâdece işgal. Sanki içerden kapılar açılıp anahtarlar düşmana teslim edilmişti. Bunlar olurken, Azman devlet görevlisi Kurtoviç [Yoksa Kurtoloş muydu adı? Mevkii pek yüksek olmadığı halde perde arkası “Küresel Kıraliyetçi” güdücüler arasında önemli yeri olan biri], Türkiye’den devlet tepesi bir zâtı ülkesine dâvet etmiş; alıştıkları veçhile tâlimat verecek, ama “Pazarlık edeceğiz” demiş. “Yakınistan savaşı var; destek olun” diye Azman ordularını Türkiye’nin her tarafına yerleştirecek. [Bir önceki savaşta da “Yakınistan sizi işgale hazırlanıyor” diye yalan söylenerek Azman orduları Vahabistan’a yerleşmiş, savaş mavaş kalmadığı halde bir daha çıkmamışlardı].

      Türkiye’den dâvet edilen zat, oraya gitmedi. Zaman değişmişti. Bir kere, Ulusal Kurultay’ın devreye girdiği günden beri öyle bir devlet büyüğünün tek başına yabancı ülkeye gidip, gizli gizli yabancılarla anlaşmalar yapması kesinkes engelleniyordu. “Görüşmek isteyen varsa ayağımıza gelsin.” Atatürk de öyle yapmamış mıydı? Ayrıca, illâ dışarıda görüşmeler olacaksa, bunlar kişisel değil, tüm halkın bilgisinde ve 10-15 kişilik, çeşitli kesimlerden Kurultay üyeleri takımı ve dış ayardan arındırılmış yeni ulusal basın-yayın temsilcileri huzurunda olacaktı. Sonunda Kurtoloş kendi gelmek zorunda kalmış. Onu, ikinci derece bir dışişleri mensubunun kapısında iki gün bekletmişler (ruhbilimsel küçültme yöntemi). Nihâyet mensubun (bir ulusal temsilciler takımı da orada) huzuruna kabul edilmiş [Osmanlı Türk Devleti Divânı’nda da öyle yapılırdı].

      Kurtoloş önce küstah tavırlarla başlıyor, ancak karşısındakilerin haysiyetli, kişilikli davranışlarını gördükçe süklüm püklüm oluyor [“Dakka bir, gol bir!”]. Diklenmeğe çalışıyor; “Azman ordularına ülkenizi açmazsanız, size borç vermeyiz ha” diyecek oluyor (Ulusal Kurultay gelince dış borçlar ödenmiş, ya da iptal ettirilmişti. Faizin faizi için borç almak ise toptan yasak). Ulusal takım, “Bize borç lâzım değil. Kendi kaynaklarımız yeter” diyor. Kurtoloş’a kibarca soruyorlar: “Mâlî durumunuz nasıl? O heyûlâ borçlarınızda bir azalma var mı? İnsanlarınızın sıkıntı çekmesine, işsiz, evsiz barksız, aşsız kalanlarınızın sayısındaki artışa üzülüyoruz. İktisâdî durumunuzun düzelmesi için Yüce Allah’a duacıyız.”

      Kurtoloş, Küresel Kıraliyetçilerin Türkiye’yi kendileri için kapma gâyesine uygun olarak îcat ettikleri sahte “Kürt sorunu”ndan bahsetmeye kalkıyor (sesi artık cılız çıkmaktadır). Ulusal takım müstehzî tebessümlerle Azmanistan’daki gariban zencilerin, beyaz işgali öncesi soykırıma uğramış milyonlarca yerliden arta kalan bir avuç bahtsızın durumları hakkında sorular soruyorlar. (Üstelik Ulusal takım içinde, Azman telkinlerini bir dönem yutar gibi olup kendini “Kürt” zannetmiş, ama sonra aslında Selçuk Türkleri zamanında dilleri Farsça ile karışmış eski Türklerden olduklarını anlamış veya gerçek “Kürt”kökenli Türkiye ulusalcıları da var.) Kurtoloş gittikçe ezilip büzülmeye devam ediyor.

      Görüşmenin sonuna doğru, ufalanmış Kurtoloş’a Türk tarafı taleplerini bildirmeğe başlıyor: “Siz, bize ‘sımsıkı dostumuzsunuz’ diyorsunuz ya. Ancak son günlerdeki tutumunuzu bu “dostluk”la kimse bağdaştıramıyor. Yakınistan’ın önemli bir bölgesi bin yıllık Türk ülkesi (1924’e dek) olduğu halde ve orada üç milyon Türk yaşadığı halde basın-yayınızda, resmî beyanatlarınızda oralardan hep “Kürtlerin ülkesi” olarak bahsediliyor. Türklerin bir kere dahî adını bile etmiyorsunuz. Ayrıca sürekli yayınladığınız “Kürdistan” haritalarında Türkiye’nin büyük kısmı, Ankara’nın tüm doğusu “Kürdistan” olarak gösterildiği gibi, oralarda hiç olmazsa “Türkler de var” bile demiyorsunuz. Biz bu tutumunuzdan hoşnut olmadığımız gibi, bin yıllık “Kürt” dediğiniz kardeşlerimizin âkıbetinden de endişeliyiz (üstelik Türkiye’de kim “Kürt”, kim “Türk” ayırd etmek mümkün değildir. Bunu siz de iyi biliyorsunuz. Size gene de suî niyet atfetmek istemiyoruz). Onlara gerçekten meraklı olmadığınızı, onları kullanıp sonra harcayacağınızı düşünenlere şaşmamak gerek.

      “Bizler, tüm insanlara karşı iyi niyetli, insancıl, dostluk ve barış taraftarı bir milletiz. Her ülkeyle olduğu gibi, sizlerle de dostâne ilişkilerimizin devam etmesini temenni ederiz.”

      “Dostunuz olarak sizlerden başlıca talebimiz şudur: Türkiye’deki (ayrıca Balkanlardaki, Kıbrıs’taki) Türklerin mevcudiyeti ve haklarını her ortamda dile getirmelisiniz. Ayrıca âcilen Yakınistan’daki köklü Türk varlığını, ve onların haklarını tüm dünya kamuoyunda önemli konu etmelisiniz. Tapu daireleri ilk fırsatta yaktırılıp, evleri barkları ellerinden alınan Yakınistan Türklerine tapularını iade etmelisiniz. “Savaş” sonrası oralarda kurulacak hükümetlerde Türkler yerini alacak; keşmekeşin, yağmalamaların, tarihi silmelerin durdurulmasında Türk Silâhlı Kuvvetleri görev alacak. Bunlar sâdece birer temenni değil, -altını çizeriz- talebimizdir.”

      O gece otelinde Kurtoloş bu görüşmeleri kara kara düşündü. “Eyvah, eğitimlerinin, tarih bilinçlerinin, dil ve dinlerinin kökünü kurutmak için sarf ettiğimiz tüm çabalara rağmen Türkler ciddî ciddî uyanıp kendilerine gelmişler. Aman onları daha fazla karşımıza almayalım, yoksa tek kurşun atmadan hileyle fethettiğimiz ülkelerini elimizden kaçırır, sonunda Viet-Nam’daki gibi bir batağa saplanırız. O zaman biz “Küresel Kıraliyetçi”lerin dünya hâkimiyeti hayalleri suya düşer. Başka ülkeler de Türklerden tekrar örnek alırlar.”

      Ertesi gün Kurtoloş Azman elçiliğinden sözde âmirlerine, aslında önemlisi “Karanlıklar Prensi”ne durumu şifreli görüşmelerle izah etti. Birkaç gün sonra tüm dünya basınında ve küresel Azman TV’lerinde Yakınistan’daki, her yerdeki Türklerin derin kültürlerinden, şanlı tarihlerinden, dünya uygarlığına büyük katkılarından ve hâl-i hazırdaki durumda Türklerin haklarından uzun uzun bahsedilmeye başlandı.



      ****** Dünyaya insan haklarını yeniden öğretecek Türk yurdundan; 19 Mayıs 2003 ***
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      NE YAPMALI



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      Ne yapmalıyız? Evet, bu soru artık her vatansever Türk’ün aklında. Gelen e-mektuplar, ayrıca e-öbeklerinden gelen yazılar, bildirimler hızla artıyor ve yoğunlaşıyor. Niçin? Çünkü “küresel kıraliyetçi”lerin iki binli yılların başlarında “tek dünya devleti”, -aslında o lâfa da inanmayın-, tek dünya kıraliyeti hâkimiyetinin kurulması faaliyetleri, Avrupa’sı, Amerika’sı dâhil, dünyanın pek çok yerinde iyice hızlandı. Irak’ın işgali (ondan önce Balkanların, sonra Afganistan’ın (yâni Güney Türkistan’ın), Irak bahanesiyle Kuveyt, Ürdün, ve Suudî Arabistan’ın işgali de o çizelgeye göre gerçekleştirildi. [“Suudi Arabistan’a, “Vahabistan” demek daha doğru olur; Osmanlı Türk Devleti’ni ve İslâm Dünyası’nı parçalamak için 1750’lerde orada İngiliz casuslarının kurup başına câhil ve kibirli Abd-ül Vahap hocaefendiyi koydukları sahte Müslüman mezhebi Vahabîlik. Yirminci yüzyıl başlarında Hicaz vilâyetimiz İngilizlerce işgal edilince, kurdukları kukla kıraliyetin başına işte o Vahap Hocaefendi’nin torunlarını koydular.]

      Öte yandan, Avrupa, Amerika ülkelerinde anayasalar, kişisel özgürlükleri, yasal hakları güvence altına alan kanunlar hiçe sayılıyor. Olanlara karşı çıkanların defteri sessiz sedasız dürülüyor, susturuluyorlar. Avrupa ülkelerinin ulusal dillerini yok etme tedbirleri, Avrupa halklarının, hattâ hayli sayıda ileri gelenlerinin haberi bile olmadan alınıyor. [Daha öncelerden başına dil çorabı örülmüş İrlanda hâriç, Avrupa ülkeleri bizden geride. Türkiye’de çok şükür Tarzanca musibetinin nedeni ve fâilleri anlaşılmaya başlandı. Avrupa’nın uyanması daha birkaç yıl sürecek (‘size de yaparlar haa’ diye kendilerini Avrupa toplantılarında beş yıl önce ikaz ettiğimiz hâlde).] Kim yapıyor bunları? Kim olacak? Küresel kıraliyetçilerin o ülkelerdeki kuyrukları gizli cemiyet üyeleri. [Neyse ki işin bu faslını Avrupa’da, Amerika ülkelerinde de bilenler artık çok; neler yapıldığını ancak sonraları fark etseler de…]

      Ama küresel Kıraliyetçiler herhalde en çok Türkiye’de el altından becerdikleri, topsuz tüfeksiz içinden işgal marifetleriyle övünüyorlardır. Gözünüzün önüne hele bir getirin: Bizim kodamanlar onlara sırnaşıp yaltaklanıp dururken onlar içlerinden pis pis gülüyorlardır. Haber aldık ki en son, “Sevr yasaları da” Meclis’ten geçirilivermiş. Geçen dönemde gelen ve topraklarımızı yabancılara teslim eden yasa tasarılarının Meclis’te, tasarı metni bile görülmeden imzalanıverdiğini duyuyorduk. Bu %85 çoğunlukla getirilivermiş dönemde de milletvekilleri öyle mi yaptı? (Muhalefetle birlikte mi?) Yoksa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nın tasfiyesi meâlindeki yasaları bile bile mi oylayıp imzalayıverdiler? Allah Allah! İşe bak sen. Millet bu zevâtı “Müslüman’dırlar; dinleri bütündür” diye seçmedi mi? Peki Müslüman bir ülkeyi “gâvur”a kendi eliyle teslim etmenin neresi Müslümanlık?

      Ey Müslüman Türk milleti! Sana ne oldu böyle? 65 yılda küresel Kıraliyetçiler yerli kuyrukları ile seni bu hallere (ve böyle gıksız) bu kadar kolay mı sokacaklardı? Ne mi yapmalıydınız? Ufak tefek çıkarlarını düşünerek oy vermeğe varsın da, oy verdiklerin, ülkeni düşmana sessizce teslim ederken yok musun? İnsan şehit, gazi dedelerinden, atalarından utanır. Hadi bakalım, her ilde herkes oy verdiklerine ahret sualleri yağdırsın; hesap sorsun. Başka her hangi bir ülkede olsa bu tıynetteki seçilmiş takımı kendi seçim bölgelerine gidemez olurlar; her gittikleri yerde yuhalanırlar. Beklenecek şahsî menfaat mi kaldı? Bu tereddüt hâlâ ne için?

      Artık beklenecek vakit yok. Yoldaki âkibeti millet de görüyor. Gençliğin de, yerli, yabancı misyonerlerin, eğitim adı altında iyice kaşarladığı kayıp takım hâriç, pek çoğu uyandı. Uyananlar hâlâ sanal Holivut âleminde uyayan gafilleri uyandırıyor. Kitlesel hareket güçleniyor.

      Ey Millet! Benim temiz yürekli saf halkım. Devlet kapılarında, bakanlık koridorlarında on yıllarca, ufak tefek kişisel çıkar talepleri, hademelik işi için iltimas, veya yerel küçük menfaatler için hemşeri kafileleri, seçmen kuyrukları hâlinde bekleşir dururdun ya, demek toplu harekete, mercilere, seçtiklerine ses duyurma usüllerini pekalâ biliyorsun? Hadi bakalım, şimdi de bu alışkanlık ve becerilerinizi Türk Milleti’nin bekası, yâni senin ve çoluk çocuğunun daha da korkunç âkıbetlere, katliamlara mâruz kalmaması için, ve binlerce yıllık geçmişten beri gelen bu Türk Devleti’nin âlî menfaatlaeri için devreye sokun. İl il, hemşeri hemşeri toplanın, Ankara’ya kalabalık kafileler hâlinde gidin. Seçtiğiniz milletvekillerine, hemşeriniz bakanlara: “Biz sizi ülkeyi teslim edesiniz diye mi seçtik” deyin. Vatan için, Hak için, Halk için, Müslümanlık adına deyin, Atatürkçülük adına deyin, ne derseniz deyin, ama toplu hâlde sorumlulardan hesap sorun. Kahvelerde saatlerce pişpirik oynamaktansa, o kahvelerde topluluklar oluşturun, tartışın; uyanın, uyandırın; Ankara kafilelerine katılamayanlarınız, seçtiklerinizi, telefon, belgeçeker (faks), elektronik e-posta yağmuruna tutun. Anlasınlar ki karşılarında şanlı Türk Milleti var, ve o Millet hesap soracak.

      Evet, size artık biraz sitem de ediyorum. Ama gönlümün derinliklerinde kesinkes biliyorum ki sen hâlâ o şanlı Türk Milleti’sin. İçerdeki, senden yana görünmüş, ama ‘gaflet, dalâlet, ve hattâ hıyanet’ içinde seni, vatanını, dilini, dinini, şerefini satmışlara yüce varlığını hatırlatacak, onlara “DUR!” diyeceksin. Ve senin insaflı, ama tâviz vermez toplu hareketin çığlar gibi büyüyecek. Dış düşmanların, “Türkler uyanıyor” diye korkulu rüyası olacaksın. Seni nasıl içinden sessizce fethettilerse, senin İkinci Kurtuluş Savaşı’nda sessiz , için için yanan dağlar gibi başlayacak. Başladı bile! Ey hain şerefsiz, vatansız takımı haberiniz ola! Siz ne kadar debelenirseniz debelenin: Nihâî ZAFER bizim, yâni, hiç şüpheniz olmasın, BÜYÜK TÜRK MİLLETİNİN OLACAK!

      ********* Muzaffer ülke için: 11 Haziran 2003.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Almanya’daki Türklere Türkçe Engelleniyor,

      Ama Türkiye’de…



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu


      Alman “dostlarımız” lahana turşusunu pek sever. Tevekkeli değil “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” deyişi de onlara pek uygun. Niye mi?


      Biliyorsunuz, Almanya yıllardır Türkiye’de, Lozan’a göre azınlık sayılmayan kardeşlerimizden birer azınlık yaratmağa, dahası onların eğitimlerini “anadil”lerinden (başka bir kökenden geldikleri kendilerine yutturulmuş bazılarının Türkçe’den başka bir anadili olmadığı halde) görmeleri için çaba harcamağa devam eder; Alman Devleti, kendi ülkesindeki sâhici azınlıkların (örn. Türklerin) kimliklerini, dillerini ciddîye alırmış gibi. Almanya’daki Türklere gelince “perhiz”, Türkiye’de azınlık yaratmağa gelince “lahana turşusu”. İşte bu.


      Üç beş yıldır, Almanya’daki Türklerin değil eğitimlerini Türkçe ile görmeleri, Türkçe’yi unutmamaları, bilmeyen (günahı bilinçsiz velilerin boynuna) çocukların Türkçe öğrenmeleri için bile Alman hükümetlerinin sayısız engeller çıkardıklarını biliyor, Türkiye’nin pek çok yerindeki konuşmalarımızda halkımıza anlatıyorduk. Şimdilerde Almanya’daki durumun da vahameti artıyor. Bu gidişe Almanya’daki bazı velilerin de tuz biber ekmesi bu konuyu âcilen ele almamıza neden oldu. O veliler, dinimiz üzerinde de oynananlara kendilerini kaptırmış, Türklükle Müslümanlığın birbirinden ayrılmaz olduğu kendilerine unutturulmuş anlaşılan. Bilmiyorlar ki çocuklarının Türkçe’leri giderse, Türk kimlikleri de toptan silinir (belki arasıra, “doener” yerler ama), o zaman onların Müslümanlığı da kalmaz, sahte Hıristiyan misyonerlerine yem olurlar. Yem dediysek, yemez içmez, ilelebet Almanya’da köle olurlar. Bir iki nesil sonra da, bin beş yüz yıl önce Almanya’ya teşrif eden atalarımız Avar ve Hun Türkleri gibi orada erir giderler. Geriye biyolojik genlerden kalıntılar (bazı Almanların Asya Türklerini andıran sîmâlarına dikkat edin) kalsa da, “kültürel genler”imizden hiçbir eser kalmaz; hattâ, bu “Alman”lar, diğerlerinin kuyruğunda Türk düşmanlığı yaparlar. [Ey, Almanya’daki cemaat-ı müslümîn! Bu sözleri size sekiz yıl kadar önce Hamburg’da, Berlin’de söylememiş miydim?] Almanya’nın yapmak istediği de bu işte.


      Almanya’da yıllardır Türk çocuklarına öğretmenlik yaparken Türkçe’lerinin yaşaması için mücadele veren değerli öğretmen beyefendi Gönen Çıbıkçı (ve de kendisi Almanya Türk Veli Dernekleri Birliği FÖTED’in ikinci başkanı) Almanya’dan şöyle bildiriyor:


      “2000 yılında yapılan PISA adlı araştırma (Uluslararası

      Öğrenci Değerlendirme Programı) Alman eğitim sisteminin

      yoksullaştığını gözler önüne serdi. Ekonomik İşbirliği ve

      Kalkınma örgütü OECD“nin 32 ülkede okulların eğitim ve

      karşılaştırmalı olarak ölçtüğü PISA araştırmasından çıkan

      sonuç Almanya’yı şoka uğrattı.

      Buna göre, Almanya’daki öğrencilerin başarısı, diğer

      ülkelerdeki benzerlerinin çok gerisinde. 32 ülkede toplam

      250.000 öğrenciye aynı testin uygulandığı araştırmada

      Almanya açısından çıkan sonuç şöyle olmuştur: Okuma ve

      okunan metni anlamada Alman öğrenciler 32 ülke arasında

      ancak 25. sırayı; temel matematik eğitiminde 22. sırayı;

      doğa bilimlerinde ise 23. sırayı elde edebilmişlerdir.

      PISA araştırmasının ortaya çıkardığı en önemli bir gerçek de şudur:

      Alman okul sistemi toplumsal yönden yardıma gereksinimi olan

      çocukları ve gençleri eğitmeyi başaramamaktadır. Bu gurubun

      en başında ise Türk çocukları gelmektedir.” ……

      “Göçmen çocuklarının eğitimde fırsat eşitliği yok denecek kadar azdır.”…… “Alman ve diğer kültürel azınlıklara göre çocuklarımızın okul başarıları düşüktür.”

      “Kırk yıllık göçmenlik süresi boyunca Batı Almanya’nın okullarında var olan Türkçe dersine [O.S.: Türkçe ile eğitim değil, sâdece Türkçe dersi] günümüzde çok daha gereklilik vardır. Ama "Türkçe" derslerine bakış açısı gerek Türkler tarafından, gerekse de Alman toplumu tarafından bir değişmeye uğramaktadır.

      Eskiden Türkleri "konuk" olarak gören düşünceye göre, "Türkler yurtlarına döndüklerine onlara anadilleri gerekli " idi ve bu nedenle de o dönemler Almanya'nın özellikle temel okullarında "Türkçe (anadilini tamamlama) dersi" çoğunlukla da isteğe bağlı olarak sunuldu. … Alman politikacılarının, hükümetlerin ve de halkının Türklere ve onların anadillerine bakışları bir değişikliğe uğramıştır. Türklerin artık buraya yerleşik bir halk olduğunu düşünen Alman hükümetleri anadili derslerine başka türlü bakmağa başladılar. “Madem ki Türkler geriye dönmeyeceklerdir, artık onlara "anadili dersleri"

      gerekmeyecektir. Onların çok iyi bir Almanca öğrenmeleri tek hedef olmalıdır. Türkçe'ye gerek yoktur!” diyebilmektedirler. Türkler de bu konuda Almanlara büyük bir paralellik göstermektedir. Onlar da şöyle düşünebilmektedir:

      "Biz Türkiye'ye dönmeyeceğimize göre çocuklarımız Almanya'da" başarılı olmalıdırlar. Onlara artık Türkçe dersleri değil, yalnızca Almanca gereklidir. Türkçe neye yarar ki! "Ne yazık bu tür düşünceler ki Türklerin Almanya’ya olumlu uyumunu çok kötü etkileyecektir. Türklerin eşit haklara sahip yurttaşlar olarak toplumun her katmanında yer almasını, bunun için de çok iyi bir Almanca’ya ve eğitime sahip olmalarını istiyoruz. Ama, kendi öz diline ve kültürüne de sahip olan çocuklarımızın bu toplumda daha başarılı olacağını biliyoruz. Ayrıca Türkçe’yi iyi bilmeyen Almanca’yı da iyi öğrenemez

      [O.S.: Bazı Afrikalılar gibi kırma dilli olur].

      Son yıllarda bir çok işveren Türkçe okuyan, yazan gençleri yanlarına

      almakta ve onları çalıştırmaktadır. Avukatlık büroları, hekim muayenehaneleri, eczaneler, iş ve işçi bulma kurumu, hastalık sigortaları, bankalar, bazı belediye

      daireleri, seyahat acentaları, büyük elektronik mağazaları... Bu kişilerin gördüğünü, Türkçe dilinden yararlanmayı, ne yazık ki, kendi halkımız daha tam kavramış değildir. Türkçe’nin yararını iyice kavrayabilmeli ve dil öğrenimi sâdece sözlü olarak olamayacağı için tüm okullarda düzeyli ve yoğun bir Türkçe öğrenimini istemeliyiz.”


      O.S.: Yer sınırlı olduğundan bildirinin ancak bu kadarını buraya alabildik.

      Arzu eden, gençlerin hazırladığı sinanoglu.net sitesine bakıversin; metnin tümünü oraya gönderiyorum.

      Almanya’daki Türk dostlarıma selâm; 26 Haziran 2003; O.S.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Fransa’da Gene Başörtüsü Olayı. Ya Türkiye’de…



      Yazan: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu



      Anamalcıların (kapitalistlerin) güncesi “Duvar Sokağı Gazetesi”nin (“Wall Street Journal”ın) 26 Haziran 2003 sayısı baş sayfasında uzun bir makale var, Fransa’da yine depreşmiş olan başörtüsü meselesi hakkında.

      Fransa’nın 60 milyonluk nüfusu içinde çoğunluğu Cezayirlilerden oluşan Müslüman ahali %8 tutuyormuş. (Bir kısmı da tabii Afrika’nın diğer ülkelerinden zenci Müslümanlar.) Fransa, Cezayir’i, Tunus’u, Müslümanlığın dünya çapında hâmisi Osmanlı Türk Devleti’nden aldı. Bu ülkeleri sömürgesi yapınca derhal eğitim dilini toptan Fransızca yaparak ve yalnız Fransızca bilenlere iş vererek kısa sürede anadili Arapça’yı unutturdu. Her sömürgede olduğu gibi Fransızlarınkinde de, gençlerin aklı fikri Paris’te evrenkente gitmek, doktora yapmak oldu. (İngiliz sömürgelerindekiler Londra’ya, Amerikan sömürgelerindekiler A.B.D.’nin ciddîsi, ıvır zıvırı her türlü evrenkentine.) Giden sömürge evlâtlarının bir kısmı oralarda kaldılar; ikinci, üçüncü nesilleri vatandaş da olsa ikinci sınıf muamelesi görerek Fransa’ya kulluk etti. Dönenler ise (bazı vatansever “imâlat hataları” hâriç), yurtlarında kendi halkını, kültürünü, dilini hor gören, Fransa hesabına, milletinin aleyhine çalışmak için can atan acenta takımını oluşturdular. Bütün bunlara rağmen Cezayirliler, yirminci yüzyılın ikinci yarısında iki milyon şehide mâl olan başarılı bir kurtuluş savaşı verdiler. Bunda, edindikleri Osmanlı Türk geleneği, Türkistan’dan (bugünkü Kazakistan yöresi) Aslan Baba ve öğrencisi Hoca Ahmet Yesevî ile bin yıl önce başlayan Türk tarikatlarının verdiği halk eğitimi, Müslümanlıklarına bağlılıkları, nihâyet Atatürk Türkiye’sinden örnek almaları kuşkusuz rol oynamıştır.

      Gel gelelim, Cezayirliler Arapçalarını ve yerel ve Türklerden edindikleri kültür (hars, ekin) unsurlarından bazılarını Fransa’nın mârifetiyle unutmuşlardı. Dolayısıyla, bugün ve bağımsız olduklarından beri, gayri-resmî sömürgelikleri devam ediyor. [Paris havaalanında rastlayıp biraz sohbet ettiğim bir Cezayirli, sorduğumda önce bir hışım Fransız olduğunu (“Parisien”) söylemişti.] Ama, kimlik olarak Müslümanlık devam ediyor. Hatırlarsınız, bir süre önceki genel seçimlerde Müslüman ahalinin tuttuğu fırka %80 oy almış, fakat Fransa’nın silâhlandırıp beslediği ordu seçim sonuçlarını iptal etmişti. Sonra yıllarca Cezayir’de kan gövdeyi götürdü; köyler yakıldı, Müslüman ahalinin binlercesi katledildi.

      Fransa’da ise, ezilen Müslüman sömürgelerden gelmeler, kimliklerinin son bir nişânesi olarak başörtüsüne sarılıyor. Ama Fransa başından beri bunu yasaklamaktadır.

      Dönelim yazının başında sözünü ettiğimiz A.B.D. gazetesinin haberine:

      Fransa’da Müslüman kızlar orta, lise, ve evrenkente başörtüsü ile gitmek istiyormuş, ama okul binalarına öyle sokulmuyorlar (Almanya’da öğretmenlerin başörtüsü takması yasakmış). Müslüman ahali huzursuz. Devlet, Fransa’da başarılı kılınıp bir mevkîe getirilmiş Cezayirli bir hanımı arabulucu tâyin etmiş; devletle ahali arasında arabuluculuk yapacakmış, ama sonuç alınamıyor.

      Gazeteye göre, Fransız Devleti’nin azınlık kimliklerinin yaşamasından ödü kopuyor; göçmen kimlikleri süregelirse Fransa’nın birkaç parçaya bölüneceğinden korkuluyormuş. Fransız birliğinin temelini, mevcut çeşitli anadiller değil, tek dil olarak Fransızca dili oluşturuyor. [Fransızların çoğu Kelt ve Cermen kavimleri karışığı. Roma İmparatoru Jül Sezar ( o zaman daha “konsül”) Galler (Gaul, yâni Kelt) ülkesini fethettikten sonra, ardı arkası kesilmeyen Kelt isyanlarını durdurmak için o Keltleri Lâtinleştirdi. Nasıl yaptı bunu? Eğitim dilini toptan Lâtince yaparak. (Anlatmıştık. Bkz. O. Sinanoğlu, “Bye Bye Türkçe” kitabı (Otopsi Yayınları, İst., 2001, 12. Baskı 2003). Bugünkü Fransızca, Lâtince’nin bir avam ağzından geliyor; Keltlerden kalan sâdece 12 kelime (yüzde değil ha). Roma yıkıldıktan sonraki 600 sene süren “kavimler göçü” keşmekeşinde Cermen kavimlerinden Franklar, sonra Normanlar geldi (karışıp Fransızlaştılar. Fransa adı Franklardan kalma).]

      Gazete makalesi, Fransa’nın yerli ahalisi kavimlerden olan Bretonlar, Normanlar, Basklar, güneydeki Cermen ve Kelt’ten çok Lâtin kökenlilerden bahsetmiyor. Tabiî tüm Batı ülkelerinde olduğu gibi, söylenmeyen asıl mesele, Fransızların genellikle koyu Hıristiyan olup Haçlı kafalı Müslümanlık düşmanlığının devam etmesi (bakma sen “laiklik” edebiyatına).

      Fransa’daki, bizdekinden eski olan başörtüsü sorunu, Türkiye’dekiyle birebir çakışır. (Unutmayalım: 1980’lerin başlarında, hiç öyle bir sorun yok iken, birdenbire başörtüsünün, meraklıların tasvip ettikleri büyükleri tarafından da, yasaklanıp kızıştırılması yoluyla, karşıtların başını çekenlerce de en önemli gündem maddesi hâline getirildiğini görüyoruz. Son yıllarda, Türk bağımsızlığının, Atatürk’ün temel ilkelerinin yok edildiği, vatan topraklarının bile yabancılara (hattâ yabancı devletlere ve ordulara) teslim edildiği günlerde, bu hayatî konular yerine, ateşe yakıt dökercesine başörtüsü konusu alevlendirilip ana gündem maddesi yapıldı. Başörtüsü “meselesi”nin ilk ortaya atılışının ve Fransızların Türklerden öğrendikleri “tülbent”i “türban” diye telâffuz ettikleri “türban” sözcüğünün Türkçe’ye sokulmasının gene o yıllarda kendisine YÖK garabeti kurdurulan zât-ı şerif eliyle olduğu rivâyet edilir.)

      Şimdi dostlar, bu Fransa-Türkiye koşutluğunda mantığa ters gelen bir acayiplik var: Fransa, büyük çoğunluğu koyu (yobaz denilebilir) Hıristiyan olan bir ülke. Fransız Devleti, Müslüman azınlığın Fransa bütünlüğünü bozacağından korkuyormuş. Peki Türkiye’ye ne oluyor? Türkiye, etnikçilerin çoğu da dâhil çok büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke değil mi? Kendimize gelip yok olmaktan kurtulmamızı isteyen herkes, “çağdaş”ı olsun, dindarı olsun (AB’ye gireceğiz de başörtüsü özgürlüğü olacak diye katmerli kandırılmışlar dâhil), bu sorunun cevabını bir iyi düşünmeli, muhakemesini yapmalı. Gerçek aydınlardan bu beklenir.

      Geleceğin aydınlarına selâm; 27 Haziran 2003; O.S.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Oktay Sinanoğlu’ndan: 1 Eylül 2003

      1) Bilgisayarda ve e-postalarda Türkçe harflerin kullanımı

      Bakıyorum, Türkçe’nin bekası, eğitimin Türkçe ile yapılması için mücadele etmek isteyen, bu konularda hassasiyet gösteren okuyucuların bir kısmı bile iletilerini Türkçe harfleri kullanmadan, İngilizce alfabesiyle gönderiyorlar. Kitaba alırken öyle mektuplardaki harfler tek tek düzeltildi. Biliyorum bazı okullarda (****Anatolia Lisesi gibi) öğretmen, “’Windows’un Türkçesini değil, İngilizcesini alın” demiş! (Vay canına! Atatürkçü, ulusal ruhtaki eski öğretmenlere ne oldu?) Şunu hatırlatalım ki, yurt dışında olup ta “Pencere’nin” (“Windows”un) yabancı dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca, vb.) olanını satın almak veya kullanmak zorunda olanlar bile (komutlar yabancı dilde olsa da), “ayarlar”a bakarlarsa orada her çeşit dil olduğunu görecekler ve yazma (“Word”) proğramında (ve İşletimcide) Türkçe alfabeyi ve Türkçe basmaklıyı (“klavye”yi) seçebileceklerdir.

      2) Türkçe’nin imlâ (yazım) kurallarına dikkat

      Gelen (yazanlara tekrar teşekkürler) mektupların epeycesinde şu yazım hatâlarına sık rastlıyorum: a) “de, -de” ekleri hep bitişik yazılıyor. “Bende mektubun var.” ile “Ben de mektup yazdım.” cümlelerindeki iki “de” arasında dağlar kadar fark var. b) Fiili soruya dönüştüren “mi?”, “misin?” takıları fiilden ayrı yazılmalı. Bazıları, örn. “gider mi?” yerine “gidermi?” yazıyor. Lütfen buna da dikkat edilsin. Türkçe’ye hassasiyeti olanlar çevrelerindekilere iyi örnek olmalı. c) İnceltme (“külâh”) (^) işâretlerini mutlâka kullanmalı. (Basında “kârı mı?”, “karı mı?” gibi, (^) kullanılmadığı zaman ortaya çıkan kepâzelik ve karışıklıklarla (“hala” ve “hâlâ” gibi) kaç kere alay edildiyse de bazıları ( -(^)ı 1982’den beri kaldırtmaya çalışanlar kasıtlı olmalı-) külâh kullanmamakta ısrar ediyor. Olmaz! ----- Nerelerde külâh kullanılması gerektiğini bilmek kolay; ezberlemeğe gerek yok: Unutmayalım: Türkçe okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur. [Yazımı isabetsiz ve bozuk Batı dillerine mecbur olanlara, özellikle İngilizce dillilere (ve de Tarzanlara) acımak gerek. Ne mutlu bize ki dilimiz Türkçe.] Bir kelimeyi kendi kendinize söyleyin. Örn. “a” (veya “u”, veya “i”) harfini uzun söylüyorsanız külâh koyun. (Bir de: İki tür “L” sesi var, (biri, önünde gelen sesliyi inceltiyor (“hala” ve “hâlâ”daki gibi). [Ayrıca “ka”ya dikkat. Örn. “Hakkâri’nin ikinci “a”sı külâhlı; çünkü “kya” gibi söylenir; ama “hakkanî”deki ikinci “a” “kaa” gibi].

      (^) isâretlerini yok etmek istiyenler, yıllar sonra anlaşılıyor ki, Selçuk, Osmanlı, ve 1970’lere kadar olan dönemlerde kullanılan eski Türkçe’yi yok etmek istiyorlardı. Başlangıçta “Türkçeleştiriyoruz” havasındaydılar. Ama sonradan gördük ki, Batı dillerinden, özellikle İngilizce’den gelen veya soktukları sözcüklere karşı bir duyarlılık göstermediler. Bilim/teknikteki yeni kavramlar için Türkçelerini türetip kullanmak istiyen ulusal ruhtaki bilimcileri de engellediler. (Tabii bu sözde dilci, dil meraklısı zevat, eğitim dilinin Atatürk’ün dediği gibi her dalda Türkçe olması gerektiği konusunda da 50 yıl “gık” çıkarmadılar. (Ne zaman ki, 40-50 yıllık, uzun yıllar tek başımıza yürüttüğümüz mücadele sonuç vermeğe, gençler uyanmağa, ve Türk, Türkçe’sine dalga dalga sahip çıkmağa başladı, işte o zaman Batı’nın bu kuyruklarını bir telâş aldı; konuyu saptırma gayretleri arttı. (Sahtelere kanmayın).

      Diğer yandan “Eski Türkçe” ile ilgilenenler, bazı edebiyatçılar, haklı olarak bin küsur yıldır kullandığımız, halk diline dahî girmiş kelimelerin tasfiye edilmesine karşılar ama, Batı’dan yeni gelen bilim/teknik, vb. kavramlarına Türkçe’nin şâhâne matematik (riyâziye) gibi kuralları ile Türkçe terimler türetilmesine cephe alıyor, İngilizce bozuntusu (“Anglomanlıca” adını taktığım “uydurukça”) lâfları kullanmakta ısrar ediyorlar. (Kurtulun dostlar artık şu Amerikan kaynaklı sahte sağ, sahte sol saplantılarından. Bu, toplumu bozmuş (ama çok şükür düzelmekte olan) dış kaynaklı “toplum ve kültür mühendisliği” oyunlarının, dil ve dilcilikle hiçbir alâkası yok.)

      (Önceki kitaplarımız ve yazılarımızda dediğimiz şu ilkemiz unutulmasın: “Osmanlıca, Öztürkçe diye bir ayrım kabul edilemez. İkisi de Türkçe’dir. Ama “konsensus”muş, “ambulans”mış, “konsept”miş, böyle İngilizce bozuntusu lâflar Türkçe değildir. Öyle sözler sarfetmek ne çağdaşlığı, ne ulemâlığı gösterir; ancak derin bir kimliksizlik ve aşağılık duygusu alâmetidir.” Yeni kavramlar, yeni bilim/teknik terimleri, Türkçe’nin muhteşem ve matematik gibi olan sözcük türetme kurallarına göre türetilecek (Atatürk’ün de yaptığı gibi), ama bin yıl veya fazlası süredir Avrasya’daki pek çok Türk halklarının kullandıkları sözcükler tasfiye edilmeyecek.) “Tasfiyeciliğe hâyır, zenginleştirmeğe “evet”. )

      Eskiden okullarda yukarıdaki gibi yazım hatâlarına çok dikkat edilir, Türkçe bütünüyle (yazım dâhil) iyi öğretilirdi. Şimdiki dışarıdan ayarlı ve de “millî”liği yitirilmiş, “eğitim” olmaktan da çıkmış “millî eğitim”de herhâlde çocukları Tarzan ve Tarzanca hayrânı yapmaktan Türkçe’ye sıra gelmiyor. İşte o zaman çocuklarımızın, gençlerimizin, velilerinin bu meseleleri kendileri ele almaları, yapılan tahribâtı kendileri telâfî etmeleri gerekiyor.

      3) Kaybolan e-Mektuplar

      osinanoglu@aydinlik.com.tr e-posta kutuma gelmiş, okuduğum, fakat cevaplamaya ve de kayda geçirmeğe henüz fırsat bulamadığım 300 küsur önemli okuyucu mektubu vardı. Aydınlık bilgisayarlarına, oradaki benim de posta kutuma arasıra berbat virüsler gönderiliyor. [Örneğin bir virüs, ben göndermişim gibi postamdaki adreslere ilgisiz, hiç görmediğim postalar (hattâ özel okul reklâmları) çekiyor.] Böyle bir virüs yüzünden, bahsi geçen e-posta adresimdeki o 300 küsur posta da silinmiş. (Aralarında örn. Amsterdam’daki Bagvan Evrenkenti’ndeki bir Türk fizikçiden gelen mektup vardı). Gönderenlerin adresleri de kayıp. Dolayısıyla yanıt ta alamadılar.

      Tabii o postalar kaybolmasaydı da, hepsini bu kitaba almak mümkün olmayacaktı. Yer sınırlı. Gelen, elimde de olan yüzlerce mektubun hepsi güzel; hepsi bize de şevk veriyor; Allah râzı olsun. Ancak bâzı, özellikle bilgilendirici ve kitabın ana sorusuyla ilgili mektupları, iletileri bu kitaba alabildik.

      Bugünlerde Aydınlık posta adresime gelen mektuplar kendiliğinden osinanoglu@yahoo.com adresime yönlendiriliyor. Okuyucuların bu adresi kullanmalarını, ayrıca, benden haber alamamışların, eski iletilerini bana lütfen tekrar göndermelerini rica eder, hepinize saygı, sevgi, ve başarı dileklerimi sunarım. O.S.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      KIBRIS VE TÜRKİYE



      KIBRIS ve TÜRKİYE
      İngiltere’de ikamet etmekte olan bir Türk tanıdık, geçenlerde telefonda anlattı:

      Orada, Türk kimliğini korumuş, Türklük bilinci kuvvetli bir Kıbrıs Türk’ü ile ahbaplık etmişler. İkisi de Türk Kıbrıs’ın ve onun ufak parçası KKTC’nin başına gelen ve gelmekte olanlardan endişe ediyor, üzülüyorlarmış. Kıbrıs Türk’ü muhterem zat demiş ki: “Vah, Türkiye başından beri yanlış yaptı; Kuzey Kıbrıs’a, 1974’ten hemen sonra bir milyon Türk yerleştirecekti. İşte şimdi, Kıbrıs’ın Kuzey’inin de, Güney’inin de Avrupa Devleti tarafından yutulması söz konusu. İki taraf da AB’nin olsa, şimdiki halde Kuzey’de ne bir Türk topluluğu, ne Türkler’in toprağı kalır. Halbuki, bu durumda bir de Kuzey’de bir milyon Türk olduğunu düşünün. AB’nin Kıbrıs’ında onlar, tüm Kıbrıs’a, önceleri Türkler’in olan, sonradan Türkler kaçırılarak Rumlar’ın eline geçmiş Güney Kıbrıs beldelerine de,(Baf gibi) yayılabilirler. Tüm Kıbrıs, 1878’de başlayan İngiliz döneminin öncesinde olduğu gibi, yeniden Türk çoğunluğun olur.”

      Evet, önceleri Kıbrıs’taki çoğunluk nüfus Türk idi. (Zâten Kıbrıs hiçbir zaman Yunanlı’nın, ya da bir Avrupa devletinin olmamıştı.) İngilizler Ada’yı Türk Devleti’nden ödünç alınca Ada’ya hemen Yunanalılar’ı yerleştirmeye başladılar. Bir yandan da Ada’dan Türkler’i kaçırma faaliyetleri başladı ve zamanla arttı. Sonunda Türk, azınlıkta kaldı. Kalanlar da eritilecek, soykırımla bitirilecekti ki, Ada’nın kahraman mücahitleri ve sonunda Türk ordusu vahamete müdahale edip 1974’te Kıbrıs’ın Kuzey’ini, ve kalan Türk halkını kurtardılar. Güney’in Türkler’i ise her şeylerini kaybettiler. O zaman da Türkiye’nin yapması gereken, o Güneyli Türkler’in haklarını ve kaybettikleri yurtları meselesini sürekli dünya gündemine getirmek olmalıydı. Ama Türkiye’nin başına oturtulanlar hiçbir zaman öyle şeyler yapmadılar; sadece ve sadece Yunanistan’ın, son yıllarda da Avrupa (AB) Devleti’nin ipe sapa gelmez iddiaları, talepleri karşısında hep özür dilercesine, ezilir büzülür tavırlar takındılar, şahin değil, tavşan kesildiler. (Tabii yalnız Kıbrıs konusunda değil, 1938’den beri, yurtdışında bırakılmış, Balkan, Batı Trakya, Musul/Kerkük, Suriye Türkleri, Ege adaları meselesinde de sanki Türk Devleti diye, Türk’ün hakkını gündeme getirecek bir şey yoktu. Osmanlı Devleti, Sultan Abdülhamid ve sonra Atatürk ise ne yapmıştı, hele bir bakın; onlara iftiralar atıp duracağınıza ibret alın.)

      Türkiye 1974’ten beri Kıbrıs’ta daha ne yaptı? ( Ya da yapmadı?)


      Türkiye 1974’ten beri, oradaki Türkler’in Türkçelerini (yâni Türklüklerini) unutmaları için âdetâ elinden geleni yaptı. Halbuki gelir gelmez hemen eğitimi tümüyle Türkçe yapmalı, bin ( ve binlerce yıllık) Türk tarihini, Türk edebiyetı ve tasavvufunu yeniden herkese öğretmeli, bir yandan da Türkçe olarak çok sağlam fen ve teknik eğitim, beceri, zanaat, ve meslek eğitimi vermeliydik. Kuzey Kıbrıs, kuracağımız uluslar arası bilimsel araştırma merkezlerinin, tüm Türk Dünyası’ndan, Avrasya’dan gelecek öğrencilerin Türkçe ile eğitim görüp yabancı dilleri de iyi öğrenebileceği Türk evrenkentlerinin yuvası olabilirdi. Ama hayır; bunların yerine İngiliz taşeronluğu yapıldı, yerli halk Türklük’ten uzaklaştırıldı. İktisâdi imkanlar da geliştirilmedi. Böyle olduktan sonra bugün Kıbrıs’ta olanlara şaşılabilir mi? [‘Araba devrildikten’ sonra konuşmuyoruz; bunları yıllar öncesinden beri söyledik, yazdık. Bkz. Örn. O.S “Büyük Uyanış” kitabı, Otopsi Yayınları, İst.]

      Kıbrıs’taki özel evrenkentlerden sadece bir tanesini şöyle bir gördüm: Önündeki kocaman bir Amerikan armasıyla, ABD’nin adı hiç duyulmamış bir “evrenkent”inin şubesi olduğunu beyan ediyordu.

      İki yıl önce Kıbrıs’tan muhterem bir hanımefendi telefon etmişti: İngilizler zamanında Kıbrıs’ta büyümüş, sanırım sonra bir süre İngiltere’de yaşamış, tekrar Kıbrıs’a dönmüş. Türkçe’si harikulade. Kıbrıs’ta anaokulundan itibaren Türkçe ile eğitim kalmadığından, okul kitaplarının İngiltere’den geldiğinden yakınıyordu. ( Eh yani, Türkiye’de de artık durum pek farklı değil.) Halbuki İngilizler zamanında bile Kıbrıs’ta daha çok Türkçe ile eğitim varmış, Türkiye’den kitaplar gelirmiş.

      Türkiye’nin işi gücü, küresel kraliyetçi kuyruklarının önünü açıp boş bırakarak Türk Ulusu’nun tasfiyesini hazırlamak değil, diğer Türk ülkelerinde İngiliz, Avrupa, Amerika taşeronluğu yapmak değil, Türkler’in yaşadığı her yerde, Irak’ta, Suriye’de, İran’da Balkanlar’da, Batı Trakya’da ( Trakya’nın adı ‘Paşaeli’ idi.), Avrasya’da, Almanya’da, Türkçe ile eğitim yapılabilmesi için uğraşmak, her yerde ezilmekteolan Türkler’in haklarını savunmak, dillerini, kimliklerini, varlıklarını koruyabilmeleri için çalışmak, onları fiziki veya kültürel soykırımdan korumak olmalıdır.

      Kalan Türk vatanının da elden gitmemesi, halkımızın 19. ve 20. yüzyılda yaşadığımız soykırımlara maruz kalmaması, sığınacak ülke arar duruma gelmemesi için de hepimizin temel sorunlara eğilmesi, uğraşması lâzım. Önce eğitimimizi, kültürümüzü, bilincimizi sinsice ve gizli gizli gelmiş yabancı istilasından kurtarmalı, yeniden ulusal birliği sağlamalıyız. O zaman iktisâdî, mâlî, siyâsî sorunlarımız da kolayca halledilecektir. Türkiye kurtulsun, akıbeti vahim olmasın ki, Kıbrıs’ın da, Musul/Kerkük’ün de, Kosova’nın da elinden tutabilsin.

      24 Şubat 2004
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Küreselleşme"nin gerçek yüzü ve yuvasında artan tepkiler



      "Küreselleşme" terânesi, Türkiye'de 1830'larda, daha yoğun olarak ise 1945'te, önce gizli "Muhipler" cemiyetleri üyeleri kandırılarak, âdetâ dinleri değiştirilerek başlatıldı. Önemli mevkilere getirilen bu üyeler, için için ve hûşû içinde, ulusalcılık ve her birinin kültürü, dili, bağımsızlığı korunan, eşit haklara sâhip uluslardan oluşacak bir "uluslararasıcılık" ("enternasyonalizm") yerine, sahte küreselleşmecilik, yâni "tek dünya, tek dil, tek bayrak, tek ordu" tekerlemeleri mırıldanmaya başladılar. 1980'den itibâren, yoğun bir ayarlı basın-yayın beyin yıkaması, ve özellikle eğitimin dış güdümlü olarak değiştirilmesiyle, halktan ve gençlerden de bazıları feleklerini şaşırır oldular. 1990'larda, bilhassa 1995'ten başlanarak, bu sahte "küreselleşme" edebiyatının, aslında bir ülkeyi içinden, topsuz tüfeksiz tam bir sömürge hâline (hattâ daha beterine) getirmek, "tersanelerinin, kalelerinin", kamu ve özel sınâî tesislerinin, sonra da topraklarının elinden alınması için zemin hazırlamaktan başka bir şey olmadığı anlaşılır oldu.

      Bu yöntemler belki de en çok, ama şüphesiz en kolayca, Türkiye'ye uygulanmakla birlikte, son yıllarda Avrupa ve eski Doğu Bloku'ndan çıkan ülkelerde de yoğunlaştı. "Küreselleşme" değil, daha münasip bir tâbirle "küresel kıraliyetçilik" dediğim bu gelişmelerden Azmanistan'ın kendi halkı da zarar görüyor, ve eğitimsiz bırakılmışlığına rağmen olaydan tedirgin olmaya başlıyor. Elbet o ülkede çok değerli, ve daha insancıl bilgin kişiler de var. Seslerini duyurmaları zorlaşıyordu, ama gene de şu bir iki yıldır büyük kitapçı dükkânlarında bile, yazdıkları, "küreselleşme"nin gerçek yüzünü, kökenlerinden hiç olmazsa daha göze görünür bazılarını, bir çok belgelerle gözler önüne seren kitaplar görünmeğe başladı. İşte bunlardan ikisi:

      1) "İmparatorluk Sıkıntıları ? Askerîyecilik, Gizlilik, ve Cumhuriyetin Sonu" ("The Sorrows of Empire ? Militarism, Secrecy, and the End of the Republic"); Chalmers Johnson, (Henry Holt Co., N.Y., 2004)

      2) "Sam Amca'nın 1898 Harbi ve Küreselleşmenin Kökenleri"; Thomas Schoonover, (The University Press of Kentucky, Lexington, Kentucky, USA; 2003).

      Bu iki kitabın da bir an önce Türkçe'ye çevrilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyim.

      İkinci Dünya Harbi'nin sonunda Rozvelt ile Stalin'in bir süre gizli kalan Yalta antlaşmasında Amerika'nın payına Türkiye düştükte, Rusya'nın "Höt" demesi bahanesiyle 1945'te işgal başladı: Önce açıktan; yerli işbirlikçi kadroları iyice kurulduktan sonra da sessiz ve derinden. Çocuktum, hatırlıyorum: Birden, Ankara'da herkesin dudağında "You are always in my heart (Her zaman kalbimdesin)" baygın Amerikan şarkısı (o zamanlar Amerikan şarkıları baygın, baygındı; şimdiki gibi dangır dangır değil). Naylon kemer, "Hershey" ("herşey" mi?) çikolatası sevdası; düzgünce evleri olanlara Amerikan çavuşu kiracıları. Ayaklarını masaya uzatıp oturan ("Rahat insanlar bu Amerikalılar" deniyor; "hep de gülerler") askerler. Amerika'nın 200-300 yıllık tarihinden, yüz değil, kırk-elli yıl önce Orta ve Güney Amerika ve de Asya-Pasifik ülkelerine yaptıklarından kimsenin haberi yoktu [Bu gün kaç kişi biliyor?]. "Efendim, bu Amerikalılar herkese yardım etmeyi severler" diyen sahte aydınlar, okur-yazar takımı. Ve işte maskelerin düşüp yırtıcı dişlerin göründüğü bu günlere geldik.

      O zamanlar, o devletin, mazlumlaştırılan, örn. Asya milletlerine neler ettiğini, oraların yüz yıldır misyoner akınlarına nasıl uğradığını, dillerinin, kültürlerinin, bağımsızlıkların nasıl yok edilmek istendiğini, Filipin'in, Küba'nın XIX. yüzyıl sonunda nasıl isyan ettiğini, Çin halkının ondan az önce isyan edip misyonerleri nasıl memleketlerinden attıklarını, ama birçok ülkenin maddeten de soyulup soğana çevrilip nasıl fakirleştirildiğini (bazılarında bugün de devam ediyor) Türkiye'de bilen, araştıran, hakkında kitaplar, makaleler yazan, halka duyuran hiç mi "profesör", hiç mi aydın yoktu? (Bugün kaç kişi var?) Yoksa 1945'ten sonra uzunca bir süre, "Rusya kızmasın" denilerek "Türk", "Türk Dünyası" lâfı yasaklanırken, "Büyük Dostumuz"un geçmişini kurcalamak da mı yasaklanmıştı?

      Bugün artık biraz geç de olsa, herkesin bizi sımsıkı, boğarcasına bağrına basmışların yakın tarihini bilmesi, oradan ibret alması gerekiyor. Yukarıda belirttiğim iki kitabın aslından, veya olursa tercümesinden bir an evvel bunların öğrenilmesi gerek. O zaman, "küresel kıraliyetçi"lerin yerli kuyruklarının, borazanlarının neyi, ne için deyip durdukları ve milletten habersiz yaptıklarının bizi nerelere götürdüğü daha iyi anlaşılacaktır.

      5 nisan 2004 yazısı
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      İki kitap

      Ülkenin bilim ve teknikte kalkınması, tüm bilimlerin [toplumsal (içtimâî) dâhil] dili olan matematiği ('riyâziye'yi) gençlerin iyi öğrenmesine, gerçek araştırmacı olabilecek bilimcilerin riyâziyeyi (soyut cebir, hendese, ilinge -'topoloji'-, sayılar kuramı, cebirsel hendese, daha neler neler...) derinine meslekî âlet çantalarına koymalarına, böyle dallarda evrenkent ve sâir araştırma kurumlarımızda özgün, yepyeni, yaratıcı araştırmalar yapılıp ulusal bilim çevrelerimizin ('ekoller') oluşmasına bağlı. Elbette bu dediğimiz türden bir yerli ortam ancak eğitim ve bilim dilinin Türkçe olmasıyla gerçekleşebilir. [Türkçe ile bilim çalışmalarına katılmak isteyenlerin, gençlerin benden bağımsız olarak hazırladıkları sinanoglu.net sitesinin o bölümüne bakmalarını tavsiye ederim.] Yoksa, bildiğiniz gibi, ezberciler, Tarzan'a özenenler, yabancılara veya yerli işbirlikçilerine çömezler yetiştirmekten öteye gidemeyiz. [Tabii bir yandan da, gereken yabancı diller, bülbül olacak kadar değil ama mesleğini takip edebilecek kadar, ayrıca, dil derslerinde iyi öğretilip uluslararası bilim çevre ve ortamları ile de etkileşim kolayca sağlanacak.]

      Riyâziyede en ileri düzeyde araştırmacı olacakların daha çok genç yaşlarında, örn. ortaokul, lise çağlarında tespit edilmesi, oradan itibâren devlet desteğiyle yetiştirilmesi faydalıdır. Riyâziyede en ileri ülkeler olan eski Sovyetler ve Fransa'da [Lehistan (Polonya) ve Macaristan'ı da unutmayalım] gençler böylece belirlenip yetiştirilirler. [Eski Sovyet ülkelerinde pek çok Türk riyâziyeci yetişmiştir. Sovyetler dağılınca o ve diğer bilimcilerden Türkiye çok iyi faydalanabilir, bilimde, teknikte ciddî bir atılım yapması kolaylaşırdı. Bu, az da olsa biraz yapıldı (özellikle Âzerî Türkleri. Ancak sonradan bazı köklü evrenkentlerimiz bile eğitim dillerini Tarzanca'ya çevirmeye yeltenirken, o değerli kişiler dışlandılar; yerlerine ise üçüncü sınıf Amerikan, İngiliz hocalar getiriliyor. ABD telkiniyle kurulmuş, yabancı dille eğitimli ilk Türk evrenkentinde ise değerli Âzerî Türk'ü bir bilimci, getirilmişken zor durumda bırakılıp kendisine, o evrenkente 'sâdece ana dili İngilizce olan yabancı hocaların alınacağı' bildirildi (Şu hâle bakın! Neredesin Türkiye?).

      Birkaç yıl önce, ilk Türk Dünyası (Avrasya) Riyâziye Kurultayı'nda bir Sovyet riyâziyecisi ile tanışmıştım (o da Türk kökenli). Daha lisede iken yeni bir riyâzî sav (teorem) ispatlamış. Şimdi o sav, riyâziye kitaplarında geçiyor ve ismiyle anılıyor (bunu başkalarından öğrenmiştim. Hâşâ kendisi anlatmadı. Derin bilim adamı kibirli olmaz elbet).

      Türkiye'nin geç de olsa "özdeciksel yaşambilim (moleküler biyoloji)" dalına da yüklenmesi lâzım. 1960'larda ortaya çıkıp hızla muazzam bir teknikbiliğe yol açan bu dal, insanlığa pek çok faydalar sağlamaya başlamakla birlikte, insanlığın sonunu getirebilecek kâbuslara da neden oluyor. [Bilim böyle. Buluşları insanın hayrına da olur, şerrine de. Bilimcinin gönlünün de gelişip gelişmediğine, içinde insânî duygular olup olmadığına bağlı.]

      İşte, riyâziye olsun, "moleküler biyoloji" olsun, gençlerimizin böyle dalların heyecanını hissetmeleri lâzım ki, o dallara merak sarsınlar ['Pop-top' tutkunluğundan daha iyi değil mi?], o dallara âşık olanlar evrenkentlerimizde araştırmacı olmaya yönelsinler.

      Şimdi size önereceğim iki mükemmel kitap, lise okumuş herkesçe okunup anlaşılabilir tarzda yazılmış, ama ikisi de derin; yüzeysel boş lâflar değil. Biri sizi riyâziyeye, diğeri "moleküler biyoloji"ye tutkun kılacak.

      Eğer Türkçe'ye çevrilmedilerse hemen ikisi de çevrilip yayınlanır inşallah.

      I. Kitap: "Fermat'nın Muamması" (Simon Singh, "Fermat's Enigma- The Quest to Solve the World's Greatest Mathematical Problem" (Walter & Co., N. Y. 1997).

      Bu kitapta, yukarıda dediğimiz gibi, tüm bilimlerin dili olan ve en az 2500 yıllık bir süreklilik gösteren, insan aklının en muhteşem ürünü diyebileceğimiz riyâziyede (matematikte) bin yıl süren özel bir serüvenin öyküsü anlatılıyor. 1600'lerde Fermat, bu târifi basit, ama ispatı için en büyüklerin 300 yıl uğraştığı meseleyi, savı, ispatladığını, bir kitap sayfasının kenarına yazmış, ama ölümünden sonra da o ispatın yazılmışı bulunamamıştı. Sav, nihâyet 1990'ların ortalarında A. Wiles tarafından, en az yedi yıl süren gizli çalışmasından sonra ispatlanıp yayınlandı. Kitapta böyle bir çalışmanın heyecanını hissedeceksiniz. Kitabın iyi bir yanı da, o hikâye anlatılırken, riyâziyenin çeşitli dallarının mâhiyeti, ve aralarındaki bağıntılar hakkında genel bir bilgi sahibi olabiliyorsunuz ("Bilimin Haritası" adlı yazımızı hatırlayın ["Ne Yapmalı" adlı kitabımızda (Otopsi Yayınları, Eylül 2003, 6. Baskı Şubat 2004)].

      I. kitabın bir eksiği var: Meselenin tarihçesini verirken yazar Dr. Singh, eski Yunan'dan başlıyor ama, oradan hemen Avrupa'ya, 1600'lere atlıyor. Biliyorsunuz Eski Yunan'da muhteşem bir hendese (geometri) bilimi vardı (-ki onun da kökeninde Sümerler bulunabilir-) ama, cebir icat edilmemişti. Cebir (ve "algebra" olarak Batı dillerine geçen sözcüğümüz), 900-1500 yılları arasında, çoğunluğu, Asya'dan getirdiğimiz kültürümüz ve bilimimizle İslâm Dünyası'na gelen Türkler olan Müslüman riyâziyeciler tarafından icat edilip sonra da Selçuk Türklerinden (kısmen de Endülüs'ten) Batı'ya geçmişti. "Fermat Muamması" diye bilinen savın, Türk-İslâm riyâziyeciler tarafından bir cebir meselesi olarak ortaya atılıp ispatta bazı somut adımlar da atıldığını bazı Batılılar da yazıyor ama, Hint asıllı bir İngiliz vatandaşı olan Singh, oraları belirgin bir şekilde pas geçiyor. [Pek de şaşılmaz: Biliyorsunuz 1990'larda, akrabamız Babür hânedanının Hint'te yaptırdığı (vaktiyle gördüğüm) 400 küsur yıllık büyük târihî eser caminin, kışkırtılmış Hinduların eliyle yıkılmasıyla başlatılan, "küresel kıraliyetçilerin" her yerde olduğu gibi Hint'te de hâlen kışkırtıp körüklemekte olduğu koyu Müslüman düşmanlığından Singh de kendini kurtaramamış anlaşılan.] Bay Singh'in gösterdiği zaafına üzülmüş olmakla birlikte, son derece takdire şâyan bu kitabı insanlığa sunduğu için kendisini cân-ı gönülden kutluyor ve şükranlarımı belirtiyorum.

      II. Kitap: "Evrim Yolunda Hayat" (Christian de Duve, "Life Evolving?Molecules, Mind, and Meaning", Oxford Univ. Pres 2002).

      Yaşambilim (hayatiyat, biyoloji) dersleri genellikle sıkıcı olur; bol ezber (hele Türkçe adlarla değil de o çetrefil Lâtinceleri ile olursa), olgular arasındaki bağıntıların üstünde durulmadığı bir tarz. Halbuki, en ilkel tek hücreliden insana kadar uzayan silsilede bir bütünlük var. Bakteri olsun, bitkiler, hayvanlar olsun hepsi aynı yaşamkimyasal düzeneği kullanıyor. Her birinin şifresi olan DNA'daki temel takı dizileri bile yüzde 90'dan fazla birbirinin aynı. Özellikle saptırılmakta olan misyonerlik ağırlıklı yeni sahte Hıristiyan mezhepleri mensupları, Azmanistan başta olmak üzere bazı Batı ülkelerinde, "okullarda evrimi istemezük" diye diretip duruyorlar. Halbuki yakın devirdeki bile aydın Müslüman ve mutasavvuf atalarımızda böyle yobazlıklar yoktu. 1800'lü yıllarda büyük âlimimiz Erzurumlu Hakkı'nın evrim kuramını Darwin'den önce düşünüp yazdığı söylenir. Maalesef o metinleri şimdi okuyamıyoruz. Öyle eserlerin bir an önce aynen yeni yazıyla basılıp halkımıza ve gençlerimize sunulması lâzım. Devlet bu önemli görevde başı çekmeli; en azından Batılı'nın telkinine kapılıp da engel olmamalı.

      Değerli bilim adamı ve yazar Mösyö de Duve, Belçikalı. Uzun yıllar oradaki Université de Louvain'de, kendi adı verilmiş Institute'ün (Hücre Patolojisi ?sayrıbiliği-) başkanlığını yapıp bir yandan da New York'taki Rockefeller Evrenkenti'nde araştırmalarla iştigal etmiş. Hücrenin yapısı ve düzeni üzerindeki çalışmalarıyla 1974'te Nobel Ödülü'nü kazandı. Kendisinin bilimle birlikte derin bir felsefî anlayışı var. Yazı üslûbu da âdetâ şâirane, büyüleyici. Kitabında, dünya oluştuktan kısa sayılabilecek bir süre sonra, ilk organik moleküllerden (özdeciklerden) başlayarak hayatın adım adım nasıl geliştiğini, insana kadar nasıl vardığını, bundan sonra nelerin ufukta belirdiğini câzip ve zevkle okunan bir tarzda anlatıyor. Yaşamın bütünlüğünü idrak edebiliyorsunuz. "Moleküler biyoloji"nin nelere yol açabileceğini de kısmen fark ediyorsunuz. Yazar, dinî inançları (Katolik; Louvain Evrenkenti de bir Katolik evrenkenti) olan bir şahıs olmakla birlikte dinle bilimi birbirine karıştırmamayı başarmış. İnançlar kişinin insanlık için çalışmasına yardımcı olur (eğer, insanlık düşmanlığına dönüşmüş, örn. sahte bir Hıristiyanlık'ın yobazlığına sapmamışsa); bilim ile ise, Allah'ın kula bahşettiği akıl kullanılarak, yaratılmışın ne olduğunun, nasıl işlediğinin ayrıntılıları incelenir; doğanın kanunları anlaşılmaya çalışılır. Edinilen bilgiler ve görünen uygulamaları insanlığın mahvı için değil, insanlığın, halkın yararına kullanılmalıdır.

      Ve evet, on yıl önce yazdığımız formülümüzü hatırlıyoruz: "Bilim + Gönül".



      29 Mart 2004 yazısı
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Türkiye'yi Tanıtmak mı Dediniz?


      Türkiye'yi Tanıtmak mı Dediniz?

      1950'den beri, "Türkiye'yi tanıtmak" bahanesiyle çeşitli hükümetler neler yapmadı, neler. Önce Efes, Panaya Kapulu kilisesi diye Türkiye'nin Batı sâhili Hıristiyan "hacı"laıına açıldı. Aynı yıllar (Menderes dönemi) İstanbul'un en târihî yerlerinden, Osmanlı Türk eserlerinin, külliyelerinin orta yerlerinden karayolu gibi geniş yollar geçirilerek İstanbul, binlerce yıllık Avrasya Türk medeniyetinin şâhika zirvelerinden (Hindistan'daki Türk Babür Şah Devleti'nin yarattığı zirvelerden Taç Mahal ve diğer eserler gibi) birini teşkil eden, insanı mânevî ve târihî bir ruhla dolduran yüzyılların pâyitahtı bir Osmanlı Türk şehri olmaktan çıkarılarak bugünkü keşmekeşliğe adımlar atıldı. Bir yandan da o otoyolumsu caddelerin kenarlarına, sanat değeri olmayan Bizans taş parçaları dikildi. Günümüz dünyasında gezmenlerin (turistlerin) nerelerde var ise pek hoşlarına giden tramvayların da iptal edilmesiyle (hepsi Azmanistan'ın "telkin"leri ile), şehir bildiğiniz hâli aldı.

      Yabancılara şirin görüneceğini zannetme hastalığı zamanla esnafa, halka, 1980'den sonra ise Türkiye'nin ücra köşelerine kadar yayıldı. Eğitimin yabancılaştırılması ile, gençliğin hayli bir kısmı da zâten ulusundan önce sömürgeci, işgalci yabancılara merak sardırılıyordu (sahte aydınlardan ise bir daha bahsetmeme gerek yok).

      1950'lerden başlanarak, önce hükümetler mârifetiyle, sonraları kandırılmış, ve 'gezmenlerden kolay yoldan para kazanırım' boş hayaline kapılmış halkın da desteği ve tasvibi ile bin yıllık Türk yer adları yabancı (Roma ve sözüm ona eski Yunan) adlara çevrilir oldu. Üstelik bir çok esnaf, dükkân adlarını, gene yabancılara şirin görüneceklerini sanarak, İngilizce bozuntusu adlara çevirdiler. Halbuki, aklı başında gezmenler gelip bu durumu görünce, kimliksizlik alâmeti saydıkları bu manzara karşısında hayal kırıklığına uğruyor, hattâ tiksindiklerini ifâde ediyorlardı. Öyle ya, haysiyetini yitirmiş, aşağılık duygusu içinde kıvranan insanlardan kimse hoşlanmaz.

      Neyse ki son yıllarda, "Bye-Bye Türkçe"(Otopsi Yayınları, İst., 2000; 18.baskı 2004) kitabına giren bazı dergi yazılarımızda (1992-1995) önerdiğimiz gibi, düzinelerce belediye, işyeri ve yer adlarını tekrar Türkçeleştirme kararı aldıkları gibi, gençler de çeşitli illerde toplanıp bu konuda bilinçlendirme seferberliklerine giriştiler.

      Gene, 1945-1950'den sonra çeşitli hükümetlerin (sağ, sol, milliyetçi, dindar kim gelirse gelsin fark etmedi; hep aynı gidişât) gezim (turizm) (çoğu kez de kültür) bakanlıklarınca, Türk Selçuk, Osmanlı kültürü, uygarlık târihi üzerinde durulacağına, "Türkiye'yi tanıtıyoruz" kisvesi altında, misyonerlerle yarışırcasına, Türkiye'nin ve mirâsının Hıristiyan olduğu izlenimi verilmeğe çalışıldı. İşte böyle yollarla ve Türkiye'nin içinden patırtısız fethi ile, tam bir Endülüs türü kültürel katliamın artık son perdesi oynanıyor. Bu insanlık için de büyük kayıp olan gidişin derhal durdurulması, tersyüz edilmesi, ata mirâsımıza sahip çıkmamız gerekiyor. [Ve bu yapılacak. Her vatanseverin de katkısı olacak.]

      Son aylardaki yurt dışı ziyaretlerimde bazı, oralara yerleşmiş Türklerin derneklerinde, ayrıca bazı yurt dışındaki Türk öğrenci derneklerinde şâhit olduğum manzara beni, bu konuyu tekrar ele almaya yöneltti:

      Yurt dışındaki bir evrenkentte Türk öğrenci derneği, yıllık "Türk Günü" düzenliyor; birkaç ay sonra da 10 Kasım "Atatürk'ü Anma Günü". İyi güzel. Bir heves gidiyoruz. Gelenlerin çoğunluğu Türk (tabii); birincisinde tek tük yabancı dostları da var. Her yerde, bir toplantı olduğunda genel kaide şudur: ( 10 Mart 2004 târihli yazımda belirttiğim gibi:) Toplantılar, konuşmalar, oradaki çoğunluğun dilinde olur; o dili bilmeyenler varsa, ya kulaklıklarla, eşzamanlı tercümeler verilir; veya, dili bilmeyenlerin yanlarına iki dili de bilen biri oturtulur; o, kulağa tercümeyi fısıldar (bu yöntemi Avrupa'da, Avrupalıların (Türkler değil) toplantılarında kaç kere gördüm). Ama hayret, bahsettiğim iki (ve diğer bazı) Türk toplantılarında, bir de baktım ki, Türkiye'den vaktiyle gelmiş öğretim üyesi, sonra Türk öğrenciler konuşmalarını Tarzanca ile yapıyor. Bundan gurur duydukları da besbelli. [10 Kasım'dakinde ise gene öyle bir öğretim üyesi, hepsi Türk olan karşısındakilere Tarzanca ile hitap ederken Atatürk'ten hiç bahsetmedi. Yerine, 25 yıl önce gelip maddi iştahlarını [kısmen de olsa] tatmin edişini anlattı. [Vay vay!]. Sonradan her iki toplantıyı düzenleyenlerden bazılarına, sitemkârâne, Türklerin toplantılarının niçin Türkçe ile yapılmadığını sordum. Aldığım cevap, çeşitli zamanlarda aldıklarımın aynı: "Türkiye'yi yabancılara tanıtıyoruz." Allah Allah, orada zâten kaç tanecik yabancı var ki? Üstelik, "tanıtma" gene, Türkiye'den gezim veya "kültür" bakanlığının sağladığı saydamlar ve malzeme ile, Türkiye'yi Hıristiyan ülkesi gibi gösteren, Türk Selçuk, Osmanlı, ve Cumhuriyet'in ata yurdumuzdaki kültürel, mimârî, insânî mührünü, mirâsını hiç göstermeyen tarzda oluyor. [Eh, zâten misyonerler de, dış ülkede Hıristiyan ahaliden misyonerlik faaliyetlerine destek parası için toplantılar, konuşmalar düzenlediklerinde, âdetâ bizim gezim ve kültür bakanlıklarımızı taklit[!] ediyorlar.]

      Bunları gördükçe, bir de gelen gençlerimizin (dehşet eğitim düzenimizin mârifetiyle) nasıl Türk târihinden, edebiyatından, musikîsinden bîhaber olduklarına tanık oldukça şöyle düşündüm: Ey, gençler, ey ahali, ey Türk Ulusu: Batılılara, sömürgeci ve istilâcılara yaltaklanmak mâhiyetindeki şu sahte "tanıtmak" hevesini bırak artık. Sen önce kendini tanı.

      Binlerce yıllık Avrasya Türkleri atalarımızın, Türkiye'deki de Selçuk, Osmanlı, Cumhuriyet atalarımızın târihini, edebiyatlarını, eskisiyle, yenisiyle Türk dilinin yetenek ve inceliklerini, tasavvufunu, Türk sanat müziğini ve de türkülerimizi, halk ozanlarımızı öğren, öğret, kısacası kendini tanı. Tanı ki, tekrar kimliğine, kişiliğine sahip çıkasın. Bak gör, o zaman nasıl yabancılar da sana itibâr edecek, senin Türk harsını tanımak, öğrenmek isteyeceklerdir. Etrafınıza hele bir bakın: Hintlisine, Çinlisine, Japon'una öyle olmuyor mu?

      Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
      18.04.2004
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Dış ülkelerdeki Türklerin çocukları için

      Geçen gün, kaç yıllık bir arkadaşımı ziyaret ettim. Çok değerli bir bilim adamı, hem de büyük bir vatanseverdir ["Bilim+Gönül"ün ta kendisi]. Dünya çapında bilimsel araştırmalar yapar. Uzun yıllar kendisini hiç görmemiştim. O ara evlenmiş; Allah bağışlasın, çocukları olmuş ve çocuklar lise çağına gelmişti. Yurtdışında çalışırken de Türk Dünyası'na olan ilgisini hiç kesmemiştir. Hanımı da Türk. Ama üzüldüm: Çocukları ile evde yabancı dille konuşuyorlardı. Baktım çocuklar Türkçe'yi de anlıyor; biraz gayretle konuşabilecekler gibi.
      Arkadaşıma sordum: İlkokula başlayıncaya kadar çocuklarla evde hep Türkçe konuşulmuş; sonra??
      Avrupa ülkelerinde olsun, Amerika'da olsun, oralarda yaşayan, çalışan, ama Türkiye hasreti ile yanıp tutuşan pek çok Türk ve onların çocuklarını görmüşümdür. Gurbetteki bu dostların kimi işçi, kimi esnaf, kimi de doktor, mühendis, işadamı, veya bilimci, öğretim üyesi idiler.
      "Halk kesimi"nden, köyden, gelenlerin çocukları, oralarda doğmuş da olsalar, genellikle Türkçe konuşuyorlar. Hiç Türk'ü olmayan bir kasabaya önce birkaç Türk, işçi olarak gelmiş, arkadan hemşehrileri. (Biliyorsunuz Türkiye'de öyle köyler vardır ki, oralarda âdetâ kimse kalmamıştır). Sayıları birkaç yüzü bulunca hemen Türk bakkalları, derken lokantaları açılır. Bu gurbet Türkleri kısa sürede bir mescit, bir de sürekli açık bir mahvel edinirler; çaycısı, kahvecisi, büyük ekran Türk TV'si ile tam teşkilât. Türk kanalları devamlı açıktır. Orada maç seyredilir; tuttukları takımlar veya millî takım gol attığında hep beraber coşulur. Sonra gelir çaylar, kahveler. Aralarında kendinizi Türkiye'de hissedersiniz. Sıla hasreti az da olsa giderilir. Haberler de izlenir [gerçi, Ulusal Kanal'ı alamıyorlarsa pek bir şey öğrenemezler ama?]. Şarkı, türkü izlenceleri, Kemal Sunal filmleri de rağbettedir. İşte böylece dış ülkede bir gurbet Türk toplumu oluşur. Yeni gelenlere, orada olup sıkıntıya düşenlere destek olunur. Hattâ çoğu yerde yeni gelenlere ev tutulup düzülür, iş bulunur. Birlikte ibâdet ederler, düğünlerini (toylarını) toylar, cenazelerini kaldırırlar. Bulundukları mekânda, pek çoğu bir süre sonra işyerleri açmış, yabancılara bile iş sahası sağlamıştır. Türkiye'deki akrabalarına da yardım ederler.
      [Tabii bu tasvir ettiğimizin benzeri azınlık toplumlarını, Meksikalılar, Ermeniler, Yunanlılar? da oluşturmuştur. ABD'de "Hispanik" denilen, dili İspanyolca olan, çeşitli Latin Amerika ülkelerinden gelmiş büyük azınlık, dil ve din (Katolik Hıristiyan) birliği ve kilise teşkilâtı sâyesinde kültürlerini o derece korumuşlardır ki eğitimleri, basın-yayınları İspanyolca olup, bugün ABD'nin hemen her köşesinde yerel veya federal devlet dairelerinde, şirketlerde İspanyolca bilenler bulundurulmakta, devlet dairesi bildirileri, dilekçe kalıpları İspanyolca da yazılmaktadır.]
      Yukarıda "halk kesimi" diye bir ayrım yaptım; aslında herkes "halk"tır. Demek istediğim, bir toplum oluşturan, geleneklerine toplu halde bağlı olanlar. Bir de tek tek, birbirinden habersiz, çoğu kez yabancı evrenkentlerde okumağa, bugünlerde çoğu doktora yapmağa gelenler (ya da gönderilenler), sonra da dış ülkede kalanlar var. Onlara da, daha uygun bir ad bulamadığım için "meslek kesimi" diyelim.
      "Meslek kesimi" için bir genelleştirme yapmak doğru olmazsa da, bazı ortak paydaları gözlemleyebiliriz. Azmanistan'ın bir evrenkentinde 300 kadar Türk öğrenci varmış; bir de Türk öğrenci derneği. Onun durumunu bir iki önceki yazımda anlatmıştım. Onun faaliyetlerine en fazlası 30-40 öğrenci katılıyor; geri kalan 250 küsur öğrenciyi gören, bilen yok. Darmadağınık. Hattâ bir yabancı bile demiş ki: "Çinli, Koreli, Hintli, Yunanlı? hepsinin bir toplumu var; dayanışma içindeler; kültürlerini yaşatıyorlar. Fakat bu Türklere aklım ermiyor. Birbirleriyle bir ilişkileri yok, tek tek dağılmışlar." Bu, önceleri böyle değildi. Yabancı dille eğitim artıp hele ilkokula (şimdi anaokuluna) kadar indikçe, öyle yetişenler Türk toplumundan kopuyor, sömürgeci ülkeye yöneliyor, onlar gibi (daha doğrusu âdi bir taklidi gibi) oluyor, olmaya çalışıyorlar. Artık Türk tarihinden, edebiyatından haberleri yok. Dışarıda görülmeğe başlanan bu durum Türkiye'deki dağılmanın bir yansıması. Dil, din, gelenek, hissiyat birliği eritilince her sömürgede böyle olur. Onun için istilâcı sinsi düşman, ulusu ulus yapan harcı eritmek için uğraşır. İşin temeli eğitimi yabancılaştırmak, yeni nesilleri geçmişlerinden ve birbirlerinden koparmaktır ki, ulus yerine dağınık bir köleler güruhu oluşsun ve düşman, ülkenin toprakları dâhil her şeyine sâhip olsun. Onun için, her vatanseverin şu an birinci görevi eğim düzenimize 50 yıldır yapılanları iyi anlamak, yabancı son perdeyi oynarken, birlik olup bu dâvâ ile uğraşmaktır. Uzun vâdede bizi kurtaracak tek şey bu.
      Dış ülkedeki "meslek kesimi"nde genellikle, "halk kesimi"nde görülen birlik, dayanışma, bir Türk toplumu havası, ortak kültür ve inançlar dizgesi yok. Vatansever aydınlar üzülüp bunalıyor. İki kesim arasında da bir ilişki yoktur. Meslek kesiminin tek tük dernek faaliyetlerinde halk kesimini göremezsiniz; onlar dışlanmıştır. Hele şimdi derneklerin toplantıları, yazıları da yabancı dilden [Almanya'da bile İngilizce(!). Bunu yıllar öncesinden yazmıştım] oldukça (küresel kraliyetçilerin mârifeti, bilinçsizlerin aldırmayışı; iki devletin güdümü) toplumun dağılması hızlanıyor.
      Bahsettiğim durumlar oralardaki Türk çocuklarına da zarar veriyor. Kimliklerini kaybeder, Türkçe bilmez olur, bir Türk toplumu ortamında mânevî destek bulamazlarsa, yabancı ülkenin uyuşturucuya mâruz okullarında perişan olabiliyorlar. Dışarıdaki Türklerin çocuklarını mutlâka çift dilli olarak yetiştirmeleri gerek. Çocuklar her hafta sonu birlikte olmalı ve birkaç saat Türk okuluna gitmeli (diğer azınlıkların yaptığı gibi).
      Birçok ana baba da çocuklarının Türkçe bilmesini istiyor. Fakat bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar. Bu sorunu bir diğer çok değerli bilimadamı arkadaşım çözdü. Onun bulduğu yöntemi ve bu konudaki başarısını bu yazımla dış ülkelerdeki tüm Türk velilere duyurmak istedim:
      Yabancı ülkede çocuğu olacağı zaman, dostum tecrübeli bir ruhiyatçıya gidip sormuş, "Bu ortamda çocuğumu nasıl çift dilli yaparım?" diye. Hanımı da yabancı ama kültürlü, edebiyatçı, başka bazı ülkeleri de bilen bir hanım. Ruhiyatçı demiş ki: "Doğduğundan itibâren sen çocuğa hep Türkçe konuşacaksın; tek kelime yabancı dili karıştırmayacaksın. Hanımın onunla yabancı dilden konuşsun." Arkadaşım bu kaideye harfiyen uydu; hiç aksatmadı. Ben de sık sık evlerinde bulunuyor, gelişmelere şâhit oluyordum. Çocuk konuşmaya başlayıp, sonraları da anaokuluna gittikçe, evde babasının Türkçe dediklerini anlıyor, fakat yabancı dilden cevap veriyordu, ama babası kurala uygun devam etti. Derken çocuk bir gün Türkçe cevap verdi. Sonra da babasıyla (ve geldiğim zamanlar benimle) Türkçe konuşur oldu. Şimdi çocuk, maşallah iyi bir ortaokulu bitiriyor. Okulun ders dışı birçok faaliyetine de katılıyor. Başarılı. Bazı yıllar birkaç haftalığına Türkiye'ye de ailecek gidiyorlar. Çocuk orada da hiç yabancılık çekmiyor. Aferin değerli dostum, bu önemli işi çok güzel başardın. Seni ve hanımını tebrik ederim. Tüm Türk ana babalara da ibret olsun. Dünyanın her yerinde Türk varlığı yaşasın. 09.05.2004

      osinanoglu@aydinlik.com.tr
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000