Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU'nun Yazıları.

      Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU'nun Yazıları.

      GÖNÜL+BİLİM



      Atatürk bilim ve eğitim dili hakkında ne demişti...


      Bağımsızlık ruhunun temelinde kimlik bilinci, kişilik, onur/haysiyet duygusu, ve özgüven yatar.
      “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Atatürk onun için halkımızın kimlik, kişilik, onur, ve özgüveni üzerinde durdu. Kafalar, gönüller bağımsız olmadan, ülkenin ne iktisâdı, ne savunması, ne de dış siyaseti bağımsız olabilirdi.

      Atatürk “Türk Kimliğini” Türkçe ile tanımlamıştır. Onun için de Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki temel dâvâsı Türkçe’yi, dolayısıyla Türk kültür ve kimliğini yabancı boyunduruklardan korumak, bunun için de eğitimi her düzeyde Türkçe ile yapmak, halkın yabancı dille, (yâni yabancı misyoner türü) eğitime özenmesini önleyecek tedbirler almak olmuştur. Bakınız Atatürk bu konularda neler diyor:

      l “Türk demek Türkçe demektir; ne mutlu Türküm diyene.” (meğer meşhur sözün birinci kısmı da varmış ! ).
      l “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. -Ülkelerini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” [ve tabii korumalı]
      l “Kat’î olarak bilinmelidir ki Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas olacaktır.” [Elbette “bütün hayat”tan kasıt siyaset, hukuk, teknik, bilim, eğitim, sanat, tıp, kültür ve edebiyattır; hayatın her yüzü.]
      l “Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tesbit edilecektir.” (Atatürk bizzat kendisi bu dâvâ uğruna çalıştı. Bugün askerlikte olsun, matematikte olsun kullandığımız birçok terimleri Türkçenin derinliklerinden çıkarıp bize armağan etmiştir. Altmış beş yıldır bu konuda çok ilerleme kaydedilmiş, her yeni bilimsel kavram tam Türkçesiyle ifâde edilebilir konuma gelinmişken ne hikmetse şimdi bazı odaklar bu gelişmeyi ve Türkçeyi hızla yoketmekle uğraşıyor.)
      l Daha 1924’te: “Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez.”
      l 1938’de, vefatından az önce: “Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.”
      Ve nihayet Türk bilimci ve eğitimcisine şu vasiyeti: “Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir.” ( Atatürk’ün sözlerinin kaynağı ve ilâve bilgiler için: Bkz. O. Sinanoğlu, “Atatürk ve Türk Bilim Dili”, Bilim ve Teknik , sayı 59, sff. 8-11, Ekim 1972).
      Görülüyor ki, Atatürkçülükle, yabancı dilden eğitim, hiristiyan misyoner okulu modeli demek olan “kolej” (veya benzeri “Anadolu lisesi”) yanlısı olmak kesinlikle bağdaşmaz. O halde Atatürkçülere bugün, her zamankinden çok, büyük bir görev düşüyor: Türkçe bir iki nesil sonra yokolmadan yabancı dille eğitime son verilmeli, onun yerini yabancı dil takviyeli Türkçe Fen liseleri veya Ülken (“süper”) liseler düzeni almalı. Türkçe bilim ve teknik yayınları (telif ve tercüme, dergi ve kitaplar) Devlet ve çeşitli kuruluşlarca teşvik edilmeli. Unutulmamalı ki, Türk Devleti’nin birinci görevi Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçe’nin ilelebet yaşamasını sağlamaktır.
      Resimler
      • sinanoðlu.jpg

        17.64 kB, 0×0, 1,778 defa görüntülendi
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Eğitimin amacı

      Eğitimin amacı, insanı, hem kendisi, hem de toplumu için değer yaratacak düzeye getirmek olmalı. Eğitimin ikinci gayesi ise, bir ulusun geçmişi ile geleceği arasında köprü kurmaktır. Yoksa onu kimliksiz, kişiliksiz, bilinçsiz, ve darmadağın, ortak bir değerler dizgesinden yoksun bir kuru kalabalığa dönüştürür, değil mi ya? Örneğin bizim en az on bin yıllık, yalnız siyasi değil, uygarlıklar yaratmış ve Batı'ya defalarca götürmüş bir tarihimiz var. ["On bin ve daha da eskisi için, meraklısına, Kâzım Mirşan'ın buluşlarını açıklayan, Kaynak Yayınları'ndan Halûk Tarcan'ın "Ön-Türk Tarihi" kitabı önerilir].
      ASYA KÖKENLİ AVRASYA ULUSUYUZ
      Ve biz Asya kökenli bir Avrasya ulusuyuz. Eğitim, nesillerimize bu geçmişin bilincini vermezse, çok kısa bir uygarlık tarihi olan Avrupa'ya (ya da Amerika'ya) yamanmayı kendisine ülkü edinen, bağımsızlık duygusunu yitirmiş, kendi hedefleri, siyaseti olmayan, yabancıların çıkarları için çalışmaktan medet uman sözde aydınlar ve hatta yöneticiler yetiştiririz. Halbuki hem Asya'nın, hem Batı'nın ne olduğunu iyi öğrenir, idrak edersek, Asya kültürlerinin yüceliği karşısında, Batı'nın yüzeysel yaldızı bize artık parıltılı gelmez, Batı'nın bize musallat ettiği aşağılık duygusundan da kurtuluruz; yüzümüzü Doğu'ya, Doğu önderliğindeki bir Avrasya'ya dönmek gelir içimizden.
      1950'LERDE GELEN YABANCI DANIŞMANLAR
      Eğitimin, son yirmi yılda geldiği şu hâle "eğitim" demek mümkün mü? Halbuki, 1950'lerde yabancı "danışmanlar" iyice devreye girinceye kadar Türk ortaöğretimi dünyadaki en iyilerinden biriydi; o zamana dek hâlâ Atatürk'ün milli eğitim anlayışına göre yürümekteydi. Sonra bozdular, önce yavaş yavaş; son yıllarda ise son sürat sıfırladılar eğitimi.
      Şu hâle, yeni bir gözle hele bir bakın: Öğrenci bir okula yazılıyor, ama derslere girip birşeyler öğreneceğine, en önemlisi düşünme alışkanlığı edineceğine, dershane kapılarında, gece gündüz, hafta sonları perişan oluyor. Neden? Çünkü , konuların ruhu yerine, birtakım, ezberciliği teşvik eden sınavları geçme taktiklerini öğrenecek. Adları alfabe çorbasını andıran giriş sınavları, mesele çözme, düşünme, düşündüğünü iyi ifâde edebilme yeteneklerini ölçen sınavlar yerine, A, B, C,... şıklarından birini işaretleten sınavlar. Amaç herhangibir evrenkente (üniversiteye), herhangi bir dalda kapağı atmak. Öğrencinin ne için ve nasıl bir meslek edineceği önemli değil. Öğrencilerin ancak %10 kadarı, istediği, sevdiği bir dala girebiliyor; onun, dolayısıyla ülkenin, kaderini işte o alfabe çorbası sınavlar belirliyor. Bu, yirmi yıldır böyle gittiğine göre, demek ki ülkemiz %90 yaptığı işten, mesleğinden nefret eden insanların elinde. [Gerçi, insanlara zâten liyâkatlerine göre iş verilmiyor ya; birinin hısımı, ya da hemşerisi olacaksın, çömezlik yeteneklerin gelişmiş olacak. Hele hele yükselmen için, seni, ucu dışarda, beşinci kol "Muhip" cemiyetleri üyeliğine uygun bulmalılar. Vatansever değil, "vatansatar" olabilmelisin.].
      ABD VE AB MALLARINI PAZARLAYACAK!
      Evrenkent öğrencilerine hep sorarım: Örneğin, "Fiziğe merak sarmıştın demek, fizik bölümüne girdin". Aldığım cevaplar genelde şu mealde olur: "Yok canım, ben diplomamı hele bir alayım, fizikle falan uğraşacak değilim. Ticaret yapacağım [ ABD, AB mallarını pazarlayacak anlaşılan. Başka, üretici meslekler kalmadı ki artık; ne fabrika kaldı, ne, az da olsa araştırma, ne yerli üretim].
      Velinin derdi: "Oğlum falanca evrenkentte okuyor" diyebilmek. Toplumuna yabancılaşmış "üst tabaka"dan ise, "Oğlum, Amerika'da mastır yapıyor" diyebilmeli; arada bir ana baba [Noel tatilinde] oğlucuklarını ziyaret etmeli. Oğul, ne için, nasıl bir yerde okuyor farketmez.
      Öğrencinin derdi de, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir diploma alabilmek. Zâten sonra, ömür boyu tek bir kitabın kapağını bile açmayacak. İşte ulusal hedefleri olmayan bir ülkenin bireyleri de böyle olur.
      Aksaklığın tanımı daha bitmedi. Şimdilik bu kadarını diyelim, ötesini, ve de peki, bu perişan eğitim düzenimize ne yapılması gerektiğini de sonraya bırakalım. Yeni ufuklar dileğiyle.

      (15 Ocak 2002, Salı)
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      Kime oy vereceğiz be kardeşim?

      Anî sağanak bastırdı. Üstüm zil, şemsiyem yok. Islak tarla faresine dönüşüyorum. İnsanlar değil de, Amerika’nın neft (petrol) satışları düşünülerek yapılmış otoyol gibi caddeden, arabaların arasında harp filimlerindeki gibi zikzak koşarak karşıya geçtim. Pervazın altına sığındım, sonra devlet dairesine girdim. Ufak bir işim düşmüştü.
      Yaşlı başlı insanlar, bAir şeyler imzalatmak için büyücek bir mekânda bekleşiyorlardı. Sonunda üst katta kendimi el pençe divan, küçük bir odadaki tek memûre hanımın önünde buldum. Başını önüne eğmiş, evraklarla boğuşurken bir yandan ne istediğimi sordu. Söyledim; işim kolaymış, matbû saman kâğıdını uzattı. Bir yerlere dolaştırılacak, birkaç imza alınacak. Ben, boynum bükük teşekkür ederken, nihayet kafasını kaldırıp yüzüme baktı.
      Birden tanıdı; meğer kitaplarımızı okumuş. Kısa bir sohbet. Ben bu lâfları pek açmam ama, söz dolaşıp seçimlere geldi. Genç bayan aydın bir kişi. Ülke satan fırkalardan birine değil de, gerçek ulusal sorunlarla mücadele etmekte olduğu için hızla büyümekte olan bir fırkaya (partiye) oyunu vermek istiyormuş. “Ancak,” diyor, “Seddi (barajı) geçemezler de oyum ziyan olur diye tereddüt ediyorum.” Hım… Bunu birçok kişiden duymuşsunuzdur. Çarpıtılmış (ayarlı basın-yayının etkisiyle mi?) bir mantık. Öyle şey olur mu kardeşim?

      YÜKSELEN SULARIN ÖNÜNDE DURABİLECEK
      HİÇBİR SED YOKTUR
      Sen tut, “oyum ziyan olmasın” diye vatanı alenen, veya sessiz sedasız (gıksız) yabancılara teslim eden ayarlı, Sayın Erol Bilbilik’in tâbiriyle işbirlikçi, “büyük” fırkalara oyunu ver. Sonra da pişman olup gidişattan yakın! Olmaz öyle şey. Küçük bir fırkaya da oyunu versen, bu, içerdeki satılmışlara gidecek oylardan bir eksik olması demektir; kârdır. Kaldı ki, hızla büyümekte olan, belki de ülkenin son umudu, ulusal bir güç fırkasından bahsediyorsun. Yükselen suların önünde durabilecek hiçbir sed yoktur.

      ŞU SORULARA EVET DEDİRTENLERE Mİ OY VERECEKSİNİZ!
      Herkes soruyor: “Oyumuzu kime vereceğiz be kardeşim?” “Şaşırdık kaldık” diyorlar. Herkes aklını ve gönlünü devreye sokarak karar verecek. Ancak bunu yaparken kişi kendisine şu soruları sormalı:
      1) Bu fırka, “illâ da gireceğiz, illâ gireceğiz” deyip nedenini bile halka izah etmeden bizi AB Gümrük Birliği’ne tek taraflı sokup bize 60 milyar dolar Avrupa kazığı attırdı mı?
      2) “15 günde 15 kanun” diye “yabancı devletler de [Türk] topraklarını (yâni vatanı) satın alabilir” gibi yasalara metni bile okumadan imzayı bastı mı?
      3) Hukukumuzu “tahkim” diye nereden çıktığı belli olmayan bir lâfla daha deprem enkazından cesetler çıkarılırken yabancı devletlere teslim etti mi?
      4) Sahte Atatürkçülük edebiyatı yapadururken Atatürk’ün milli eğitimin milli olması temel ilkesini hiçe sayıp Lozan’ı da yırtıp yabancı misyoner okullarının ana okulu bile açmalarına destek oldu mu?
      5) Bir taraftan Müslümanlık edebiyatı yaparken diğer yandan belediyelerinde hiç hiristiyanı olmayan yerlere kiliseler açtı mı? Gezim (turizm) bahanesiyle bin yıllık coğrafî Türk adlarını Yunan adlarına çevirdi mi?
      6) Yeni sömürgeciliğin baş aygıtı IMF’ye veya hükümet ortaklarına “uyum sağlıyoruz” diye Türk tütününü, şeker sanayini ve tarımını yasaklattı mı? Hayvancılığı yok edip dışardan et ithaline yol açtı mı?
      7) Bir süre önce kendini ve daha birçok ülkeyi besleyen buğday çiftçisini perişan edip halkı açlığa mahkûm etti mi? Kilometre karelerce tarım arazilerini yabancılara peşkeş çekti, kaptırdı mı?
      8) 3 Ağustos 2002’de, meclisi tatilden çağırıp Avrupa Birliği’nin bile haberdar olmadığı, Lozan’da kazanılmış haklarımızı iptal mânâsına gelen, sonunda Türklerin Türkiye’den kovulmasına yol açacak yasaları alelacele çıkardı mı? Bunları halka “AB uyum yasaları” diye yutturup imzayı bastı mı? Ya da engel olabilecekken olmadığı gibi, bir de, seçim takiyyesi ile ağız değiştirdi mi?
      9) Bankaları “özelleştirme” yaygaraları ile yok pahasına ona buna peşkeş çekip üstelik milletin en az 80 milyar dolarını hortumlattığı gibi, sonra da fâilleri serbest bıraktı mı? Paraların nereye gittiğini sormak şöyle dursun, kuruşuna kadar paraların hangi ülkelerin hangi bankalarında olduğunu tespit eden devlet görevlilerini işlerinden attı mı?
      10) Yolsuzlukları ayyuka çıkan sâbık bakanları aday listelerinin başlarına yerleştirdi mi?
      Daha nice nice sorular…
      Bu sorulardan bir veya birkaçına, büyük ihtimalle tümüne “evet” cevabı verdirten fırkalara mı oy vereceksiniz? Şu fırkanın kazanma olasılığı var diye kestirip hemşerimize bir hademelik işi, veya bize de ufak bir ihâle verirler diye mi?

      BAĞIMSIZLIĞA, VATANINA, HAYSİYETİNE SAHİP ÇIKMAK
      Hayır. Türk Ulusu artık uyanmıştır. Ufak tefek şahsî çıkarlar peşinde koşanların, çoluk çocuğunu ilelebet köleliğe, açlık ve sefalete, ve yakın gelecekte zulüm ve soykırımlara mahkûm edeceğini bilmektedir. Tek kurtuluş yolu bağımsızlığına, kendine, vatanına, haysiyetine sahip çıkmak, Atatürk’ün izinde “gaflet, dalâlet, hattâ hıyanet içinde” olanlara haddini bildirmektir.

      22 Eylül 2002; “Yarının Ankarası”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      Devletteki yeni Bâbıâli (yâni “Big Door”)

      Karşılayanlarla birlikte merdivenlerden çıktık. Soğuk neva bir bina ama, içeride her yer gül rengi mermerlerle kaplı. Devletin önemli bir kurumu (hangisi değil ki?). Üst düzey görevlileri (derneği) bizi bir konuşma yapmak üzere davet etmişler. Başlık: “Avrupa Birliği, Küreselleşme ve Türkiye’nin geleceği”. Biz de içimizden diyoruz ki: “İyi, iyi. Uyanış tüm kesimlere yayıldı”. Dediğimiz, yazdığımız ulusal konulara merak sardılar zannediyoruz.

      “GÖZDEN CİĞER MUAYENESİ”
      Konuşma başladı. Konuşurken gözlere bakıyorum. Benim “gözden ciğer muayenesi” kendiliğinden devreye giriyor. Türkiye’nin her tarafında her kesimden halka, kalabalıklara konuşma yaparken, “ciğer indeksi” başlangıçta nasıl görünürse görünsün, bir süre sonra gözler parlamaya başlar. Uzaktan aramızda iletişim kurulur. Sonunda kaynaşırız. Yıllardır bu böyle.
      Konuşma ilerledikçe bazı gözler parlamaya başladı. Ama hayret, sahte Avrupa Birliği, sahte küreselleşme kılıfları altında Türkiye’nin başına örülmekte olan çorapları biz anlattıkça, haylisi oturdukları yerde kaykılmaya, gözleri donuklaşmaya başladı. Halktan, sahteleşmemiş aydınlardan farklı bir ortam; onlar coşar. Konuşmayı, mümkün olduğu kadar kibarca, kısa kesip kürsüden indim.
      Önce ve sonra bazıları ile çay içip sohbet ediyorduk. Biri, “Ben Mişigan’da bir yıl bulunurken…” diye başlayıp benimle Amerika hasretini gidermeğe çalışıyor. Bir diğeri: “Ben İngiltere’de iken …”. Türkiye’nin, dünyanın sorunlarına söz bir türlü gelemiyor. Gelir gibi olursa, biri “Ama dünya küreselleşti …” diye başlayıp kesip atıyor. Allah Allah, bu kafadaki insanlar, IMF’ye, AB’ye toz kondurmayanlar, nasıl olmuş, beni davet etmişler diye merak ettim. Kabul etmeden önce hep sorarız ama bu sefer sormamışız. Meğer, çalışanların “ufukları açılsın” diye böyle konuşmalar düzenlerlermiş; benden önce çağırdıkları arasında “Ertuğrul Özkök, Taha Akyol, Kemal Derviş, İsmail Cem,…” varmış. (Ufukları iyice açılmıştır).
      Eksik olmasınlar; beni de, kitaplarımızı okumadan çağırmışlar. Kendilerine teşekkür ederiz.

      1946’DA İKİLİ ANLAŞMALARLA OLANLAR OLDU...
      Tabii konu sadece bir kuruluş değil. Devletin bu kurumlarına eskiden “Bâb-ı âli” denirdi; yâni “Büyük Kapı”. “Devlet kapısı” gibi tâbirlerle halk arasında o kavramın izleri hâlâ yaşıyor.
      Peki o Bâb-ı âli’ye ne oldu? 1946’da olan oldu. ABD ile 1946’da yapılan ikili anlaşmaların içeriğinden yıllarca kimsenin haberi olmadı. 1973’te Rahmetli Haydar Tunçkanat ikili anlaşmalar hakkında bir kitap yayınlamış, ama kitap ortalıkta görünmüyordu. (Kitap yakınlarda yeniden basılmış sanırım). İki yıl evvel, birlikte katıldığımız bir açık oturumda Sayın Metin Aydoğan, millî eğitimin de, ikili anlaşmalardan biriyle nasıl teslim edildiğini anlatmıştı (kitaplarına da koymuş; Otopsi yayınlarından). ABD Büyükelçisi başkanlığında (oyu çift sayılıyor; dolayısıyla hep ABD’nin dediği oluyor) 8 kişilik bir kurul, ABD’ye Türkiye’den kimlerin gönderilip getirileceğine karar verirmiş. Milli Eğitim’de sonradan yetkili olan pek çok kişi o tezgâhtan geçti. Hiç unutmam, 1974-75’te, sendikalara bülbül gibi şakımaya benzer bir tarzda nutuk atan, halkın “gominist” dediği bir M.E. bakanının yanında sarmaş dolaş bir Amerikan görevlisi olurdu. ABD “telkinli”, İngilizce ile eğitim yapan yeni “Türk” evrenkentlerinin kurulmasından pek memnundu. Eğitimci olarak yetiştirilen o zat ta bir yıl ABD’de bulunmuş; hâlâ (yirmi yıl sonra) 1950’lerin Amerikası havasından kurtulamayıp o dönemin kıravat modasını bile devam ettirirdi.

      İNGİLTERE’DE PERDAHLAMA...
      Birkaç yıl önce kaymakamların birer yıl İngiltere’ye gönderildiklerini, birer yıl İngilizce kursuna tâbi tutulduklarını duyduk. İşte birkaç hafta önce gördük ki, “Bâb-ı âli”nin sâir yüksek memurîni de aynı perdahlamadan geçiriliyor. Amerika veya İngiltere; peki, niye birkaç ay Japonya, Fransa, veya Çin değil? Niye, dünyanın, Batı’nın hâlâ inceleyip örnek almağa çalıştığı ünlü Osmanlı Türk devlet idârî düzeni öğretilmiyor. İdarecilerin ufku genişleyecekse dünyadaki, ve geçmişteki çeşitli düzenleri araştırıp tarihimize, kültürümüze, toplumumuza özgü bir düzen tasarlamaları gerekmez mi? Yoksa amaç, sâdece yüzeysel bir “Amerikanofil”cilik, bir Anglo-Sakson muhipçiliği mi yaratmak (ya da olanını tahkim etmek)?

      ABD’DEN “TOHUM PARASI”
      Çeşitli kurumlarda (istisnâî vatanseverleri tenzih ederiz) bu yönlendirme havasını gördük. İlk başlarda gönderip getirmelerin az bir masrafını ABD “yardım” fonundan karşıladı. [Bir işi başlatmak için harcanan ilk ufak paralara ABD’de “tohum parası” (“seed money”) denir. “Kaz gelecek yerden tavuğu esirgeme” misâli.] Ama sonradan masraflar Türk Milleti’nin sırtından çıkmıştır. (Bir hesaplayın: Birkaç milyar dolar eder). Bize faydası mı var, zararı mı?
      Yoksa bizim Bâb-ı âli , yâni “Büyük Kapı” yerine “Big Door” mu geçirilmek istendi, isteniyor?
      8 Ekim 2002; Arka “Kapı”dan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      Siyaset geçim kaynağı olmaktan çıkarılmalı

      Bir para-banka uzmanı geçenlerde bir araştırma yapmış: Türkiye’deki tüm kentlerin, İstanbul dâhil, ahalisi fakirleşiyor, bir tek Ankara zenginleşiyormuş. Nasıl saptamış bunu? Her kentin bankalarındaki toplam banka mevduatına bakmış. Kişilerin bankalara yatırdıkları para. İşte bu, her yerde azalıyor, bir tek Ankara’da artıyor. Ne bereketli yermiş şu Ankara!

      ÜSTGEÇİTLERLE ÖVÜNEREK
      OY TOPLAMAYA ÇALIŞAN ZAT
      Şehrin merkezinden geçiyorum: Tıkış tıkış otobüsler; ölümcül çıktı dumanı. Daraltılmış yaya kaldırımlarından arabaların önüne taşan kalabalıklar; otobüs kuyrukları, simitçiler, çakmakçılar, korsan kitap, korsan CD (“ce-de”, “si-di” değil) satıcıları,… Tam bir keşmekeş. Bildiniz: Meşrutiyet Caddesi. Hengâme içinde karşıdan karşıya geçmeğe çalışan irili, ufaklı çocuklar, yaşlılar, zor yürüyebilen hastalar, şık giyinmiş hanımlar,... Caddeyi kesen her sokağın üstünde tonlarca ağır çelikten dimdik uzun merdivenli üst geçitler. Üstleri bomboş. Millet, oralara tırmanıp tekrar inmektense, canı pahasına arabaların, otobüslerin arasından kıl payı kurtulmayı yeğliyor. Bir de tırmanmaya gücü yetmeyenler var. Hesabı kolay: Buralardaki demir çelikle kaç caddeye tramvay yapılabilir? İnsanlar için olması gereken kentlerin mahvedicisi, şehri bölen otoyollar, kullanılamaz üst geçitler, alt geçitler meraklısı, müthiş şehir planlamacısı (amatör de olsa) zat, birkaç yıl önce bir TeVe’de kaç tane geçit yaptırdığı ile övünüyor, 52 adet daha yaptıracağını beyan ederek, üst geçitleri hiç görmemiş gecekondu halkından oy toplamağa çalışıyordu. (Vay canına, bir de fırka kurdu).

      AYARLI BASININ SAHTE KAMUOYU YOKLAMALARI
      Kaç seçimden önce görmüşümdür, örneğin 1940’ların, ‘50’lerin büyük Amerikan üssü (şu sıralar gene mi olacak?) Balgat’ta. Fırka merkezlerinin önüne köylüsü, kentlisi yığılmış; bir izdiham. Aday adayı olmak isteyenler, belki bize de bir hademelik işi bulurlar diye son dakika üye olanlar. Ben de zannederdim ki, millet, kendi inançlarını temsil ettiğini sandığı fırkanın önüne yığılır. Meğer öyle değilmiş. Ahali bakıyor; bir de ayarlı basın-yayının sahte kamuoyu yoklamalarına kanıyor; şu fırkanın (ne türlüsü olursa olsun) kazanma ihtimali var diye onun önüne yığılıyor. Ufak tefek kişisel çıkar beklentileri içinde. O fırka, vatan topraklarının tapusunu yabancılara teslim etmiş, IMF, AB ayaklarına sanayini, tarımını, üretimini yok etmiş, Türk adını tarihten silme, diline, dinine, şanlı tarihine düşman etme tezgâhlarına eyvallah demiş önemli değil. İşte halkımıza, elli yılda sahte demokrasi ile, böyle alışkanlıklar edindirdiler.

      MECLİS’TE EL KALDIR DENİNCE...
      Öbür yanda bakıyorum, muhterem bir beyefendi aday olmuş. (Bir diğeri olacakmış ama, ABD’nin gözdesi, “dini bütün” bir fırkadan fazla istemişler; 60 milyar. O da vazgeçmiş. “İyi, iyi kurtulmuşsunuz” dedim). Soruyorum: “Efendim, sizin saygın bir meslek yaşamınız, halkın size minnet duyguları beslemesine yol açan hizmetleri vermenize imkân sağlamış önemli bir mevkiiniz var. Üstüne de para verip niçin milletvekili olmak istiyorsunuz?” Şöyle bir duraklıyor; samimi olarak düşünüyor; diyecek bir şey bulmakta zorlanıyor. “Peki” diyorum, “ya kazayla fırkanız kazanır da kendinizi Meclis’te buluverirseniz ne yapacaksınız?” [Tekrar hatırlatalım: Bunun adı, Atatürk’ün verdiği ad, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”dir! Latince, İtalyanca kökeninde “boş lâf üretilen yer” anlamına gelen “parlamento” değil. Birkaç kere yazdık ama, sayın milletvekillerimizi kendilerine “parlamenter” diyerek “Avrupalı” havası verdiklerini zannetmekten vazgeçiremedik.]. “Memleketin hayatî meseleleri gündeme geldiğinde söz hakkınız olacak mı?” “Devletimizin tasfiyesi, ülkemizin elimizden alınması, halkımızın aç ve perişan hâle gelmesi anlamına gelen yasa tasarıları şipşak oylanırken, fırkabaşınız ‘elini kaldır’ dedi diye, el kaldıracak mısınız?” …

      NE ADAYLAR VAR!..
      O zâtın etkin bir mesleği, hizmeti vardı. Bir de, hiçbir becerisi, yeteneği, tahsili olmayan adaylar var; hattâ,
      -müspet vasıflardan geçtik-, yolsuzluktan, cürümlerden hüküm giyenler, ya da giymemek için dokunulmazlık zırhına bürünmek isteyenler; adaylık için bir verip sonradan bin götürmeyi hesaplayanlar.




      SON FIRSAT
      Böyle bir siyaset anlayışı kabul edilemez. Seçmeni, seçileni bu huylardan vazgeçirilmelidir. Ülkemizi, ulusumuzu kollayacak tedbirleri almak için son fırsat.
      17 Ekim 2002; “Seçim Kuyusu”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bilim+Gönül

      Menderes, DP devri yeniden yaşanabilir mi?

      Önce çok büyük çoğunluğu samimî Müslüman olan halka, lâikliğin teminatı altında olması gereken vicdan hürriyetini, bin yıllık ulusal inanç ve kültür birikimini hiçe sayan ağır baskılar yapıldı. Halk bundan çok bunaldı. Sonra, ‘bu baskıyı kaldırırlar’ beklentisi içinde halk, büyük bir çoğunlukla Demokrat Parti (DP)’yi (Fırka’yı) iktidara getirdi.
      Evet; Menderes adıyla özdeşleşen DP gelir gelmez yurdun dört bir yanına câmiler yaptırdı, ya da yapılmasına izin verdi. Neden olmasın? Öyle ya. Müslüman ahali isterse câmi yaptırır; Alevî Müslüman halk isterse cem evi yaptırır. Olağan. Amma, şimdilerde pek bol ve devlet desteğiyle olduğu gibi, Hıristiyanı olmayan bölgelere kiliseler yaptırılmadı. “Yaptırılmadı” dediysek sıkı durun: Devlet destekli misyoner faaliyetlerinin tohumları, -çaktırmadan-, o zaman atılmaya başlandı.
      Menderes öncesi dönemde, Müslümanlığın ve Müslüman Türk kültürünün âdetâ yasaklanmasından bunalmış olan halk biraz ferahlayınca, Menderes’e “İslâm’ın kurtarıcısı” diye sarıldı. [Ama unutmayalım ki, 1878’de de bir kısım halk, başta İstanbul müftüsü olmak üzere İngilizlere “velinimetimiz, İslâm’ın hâmisi, koruyucusu” diye sarılmış (veya öyle gösterilmiş), ve hattâ o zat ve bazı “din adamları” İngiliz sefirinin at arabasından atları çözüp kendilerini arabaya koşmuşlardı. Ancak eminim ki, o zamanlar da, aklı başında halk ve aydınlar, bu İngiliz tezgâhları karşısında kendilerini muzdarip hissetmişlerdi.]
      Menderes döneminde, bir yandan muhteşem Osmanlı-Türk mimârisinin taklidinin tekdüze taklidi, ölçü âhenkleri her nesilde biraz daha yozlaşan mimârili câmiler yaptırılırken, bir yandan da, halkın önceleri pek fark etmediği, sessiz sedâsız derin işler yapıldı:
      1) Osmanlı Türk sanat şaheserleri ve insancıl su kültürünün soyutlaşmış âbideleri “Şehr-i Stânbul” çeşmelerinin muslukları birkaç ay içinde koparıldı, hazneleri tıkandı, sular akmaz olup önleri çöplüğe dönüştürüldü. Amaç her halde, şehrin târihî havasını bozmak, çeşmelerde abdest alınmasını engellemek, yabancı Kola’ya hazırlık, meşrubat satışlarını arttırmaktı.
      2) Dünyanın gıptasını üzerine çeken, Türk şehirciliğinin en güzel örneği İstanbul’un târihî semtlerinin, meydanlarının orta yerinden otoyollar geçirildi; şehrin âhengi, insanlarının âsûde yaşam tarzı bozuldu; târihî Türk eserleri yolların yan altlarında bırakıldı; bazıları yıkıldı, veya çökmeye terk edildi. O ara, birkaç Bizans taşı yol kenarlarına dikildi. Külliyelerin ortasından, dev bir makas atılmış gibi geçirilen “Bizans imparator yolu” ihyâ edilmeye başlandı. Bugün yoğun bir şekilde yürütülegelmekte olan, Osmanlı Türk şehri İstanbul’u “Yeni Bizans”a dönüştürme tasarısı ve uygulaması, işte o 1950’li yıllarında başladı. [Tüm olanları o dönem DP’lilerinin akıl edip kasten yaptıklarını hiç zannetmiyorum. Bu işler, sonradan da olduğu gibi, her hâlde, mebzulleşen Amerikalı “danışmanlar” ve yerli gizli cemiyetler üyeleri aracılığı ve marifetiyle gerçekleştirilmiştir.]
      3) Atatürk’ün milli eğitim temel ilkesinin aksine, ilk kez, İngilizce ile eğitim yapan bir Türk okulu, 1953’te türedi [Bkz. O.Sinanoğlu, “Bye-Bye Türkçe”, OTOPSİ Yayınları, İst., 10. Baskı Ekim 2002]. İngiliz, Amerikan güdümlü, bu, Türkleri Küçük Asya’dan silme ameliyesi 1950’lerde hızla yaygınlaştırıldı. Misyoner okullarını örnek alan yerli “kolejler”, “Anatolia Liseleri” Türkiye sathında aldı yürüdü.
      4) ABD neft (petrol) şirketlerinin karayollarını, araba, otobüs, ve kamyonları başlıca ulaştırma araçları olarak oturtmak siyaseti doğrultusunda, Atatürk’ün “demir ağları” rafa kaldırıldı (bugüne dek neredeyse yasaklandı; bir İstanbul – Ankara demiryolunun bile çift hatlı güncelleştirilmesi engellendi). İstanbul’un iki yakasındaki tramvay ağları söküldü; yerine “Reader’s Digest” Amerikan dergisinde, Türklerin ne akıllı olup da “dolmuş”u icat ettikleri pompasıyla, ABD sömürgesi Porto Riko’daki “jitney” keşmekeşi kakışlandı (1950’lerin ilk dolmuşları, Amerikan askerlerinin getirip sattıkları hurda Amerikan arabalarıydı).
      5) Türkiye’yi CIA güdümlü misyoner etkinlikleriyle ve de devlet katkısıyla Hıristiyanlaştırma etkinliklerinin en önemli ayaklarından olan gezim (turizm) tuzağı gene 1950’lerde başlatıldı. Atatürk’ün Türk Anadolu’yu Selçuk, Osmanlı eserleriyle tanıtmak, ilâveten, eski çağ Hitit, Firik, Lid, ve Lik uygarlıklarını öne çıkarmak siyaseti yerine, Türkiye’nin Yunan/Roma kimliğine büründürülmesi, bunun Gezim (Turizm) ve Kültür Bakanlıkları (bir ara Genel Müdürlükleri) aracılığıyla teşvik edilmesi (kısmen 1940’larda başlamışsa da) 1950’lerde yoğunlaştı. Daha da önemlisi, “İslâm’ın kurtarıcısı” Menderes döneminde, dünya Müslüman halklarının, Türkiye’deki İslâmî eserleri, türbeleri, kutsal emanetleri ziyaretleriyle gezim gelirleri sağlanacağına [Müslüman bir ülkede “inanç gezimi” (“inanç turizmi”)nin böyle olması gerekir (gerçi o zamanlar bu tuzak terim daha icat edilmemişti)], Efes- Meryem Ana- Panaya Kapulu Kilisesi ortaya çıkarılıp bir Hıristiyan hac yeri hâline getirildi. Bu suretle, Türk topraklarının Hıristiyanların olması iddialarına devlet desteği verilmiş oldu; Haçlı kafalı Batılı’nın ekmeğine yağ sürüldü.
      6) Bin yıllık coğrafî Türk adlarının Yunan adlarına çevrilerek, Türk vatanı sathından Türk kimliğinin silinmesi ihaneti gene 1950’lerde başladı. Bu, halka, “turist gelecek” safsatasıyla yutturuldu. Halk bilmedi ki, bu yoldan “turizm geliri” değil, düşman işgal kuvvetleri gelir.
      İşte câmilerin gölgesinde gerçekleştirilen nice, nice Haçlı oyunları.
      Şu günlerimizdeki temennimiz odur ki:
      Halkımızın teveccühünü kazanmış olan, iyi niyetli, gönül ehli, Müslüman Türk kimlikli önderler, yanlarına takılması mukadder olan ABD’li, IMF’li, AB’li “danışmanların”, ve de yerli işbirlikçi, gizli cemiyet üyesi yabancı muhiplerinin tavsiyelerine kanmasın; Müslüman Türk Halkını bir kez daha sukut-u hayale uğratmasınlar. Akıl+Gönül kanatlarını kullanarak Türk Ulusu’nun, sonra Türk Dünyası ve İslâm Dünyası’nın, sonra da insanlığın yücelmesine vesile olsunlar. İnşallah.

      7 Kasım 2002; Koca Mustafa Paşa Mah., İstanbul.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      Devletle millet, aydınla halk…

      Bir yaz akşamı İstanbul’un aşağıya çökmüş kahverengi kirli havasından bunalmıştım. Şöyle bir yerlere gidip hava alayım dedim. Türkiş (“Turkish” (!)) Anka Yolları’ndan bir zümrüd-ü anka kuşuna bindim. Yükseldik; az gittik, uz gittik; 60 yıldır TC tarihinde olduğu gibi, bir arpa boyu yol gittik. Aşağılarda, ekilmemiş tarlalar, hayvansız çorak otlaklar, sulak, verimli ovalara yapılıp sonra terkedilmiş fabrika binaları fark edilebiliyordu. Sonra dağlar, önümüzde üstlerindeki bulutlar belirdi. Yunus Emre’nin şiirini, -“Karlı dağların üstünde salkım salkım olan bulut; saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?”-, mırıldanmaya başladım. Yükselip bulutların üstüne çıktık. Tepede ay parlıyor, alttaki bulutları aydınlatıyor.
      Acıktım, susadım. Zümrüd-ü anka kuşu, ben “gak” dedikçe bana hamburger, “guk” dedikçe kola verdi. Hayli gitmişiz; arasıra biraz kestirmişim. Bulutlar bitmiş, aşağılar karanlıklardan ibâret kalmıştı. Tek tük ışıklar belirdi. Kuş, bir kentin ortasındaki düzlüğe indi. Kanadını eğip inmeme yardımcı oldu. “Bekle” dedim, “Biraz bakınayım.” Önüme çıkan memurların bıyık biçimlerinden yabancı bir ülkeye gelmiş olduğumu anladım. ( Bizdeki bıyık elkitabındaki, bildiğimiz bıyık türlerinden farklı bir bıyık türüne rastlamıştım).
      Kentte, mutâdım üzere şöyle bir dolaştım; insanlara dikkat ettim, esnafla sohbet ettim; bir evrenkentin bahçesinden geçtim; öğrencilerin davranışlarını izledim. Ülkenin yoksullaştığı, ancak insanların birden başlarına gelivermiş yoksulluğa henüz alışamadıkları belliydi. Ancak, hepsinden önemlisi bir durumu idrak etmem çok sürmedi; konuştuklarım da bunu teyit etti:
      Bu ülkede devletle millet âdetâ birbirine düşmandı. Örneğin, devlet, milletin tarihini, köklü ulusal edebiyatını öğrenmesini, binlerce yıllık, çoğunluğunun ana dili, resmi diliyle eğitim görmesini, evrenkentlerinde ciddi araştırmalar yapılmasını, milli sanayi ve “teknikbiliğ”in (teknolojinin) geliştirilmesini, halkın büyük çoğunluğunun dini olan dinde rahatça ibadet edebilmesini, güzel Asya geleneklerini de değerlendirerek yaşamasını âdeta yasaklamıştı. Yerine, devlet, yabancı misyonerlerle, melânet karıştırıp duran yabancı “vakıf”larla işbirliği içindeydi. Sanki devlet, ve hükümetleri, kendi milletinin düşmanıydı. Dolayısıyla, milletin çoğunluğu da yöneticilerine, meclis üyelerine, çeşitli fırkalarının başındakilere kuşkuyla bakıyor, hattâ zaman zaman devletine karşı içten içe husumet duyguları besliyordu. Devlet sanki kendi ulusu için değil, yabancılar için çalışır izlenimi vermekteydi.
      Çarşıda, pazarda, kalabalık caddelerde gezinirken bir şeye daha şaştım: Burada sanki iki ayrı toplum kesimi yan yana, iç içe yaşıyordu; ama, aralarında âdetâ birer kişilik tel örgüler vardı. Birinci, ve sayısı az kesim “aydınlar” diye adlandırılıyorlardı. Bunlar, sokakta, diğer halka bakışlarından, kibirli yürüyüşlerinden, ellerinde tuttukları yabancı isimli parlak dergilerden, birbirinden ayrılırken “Hadi bay-bay” deyişlerinden anlaşılıyordu. Bu kesime, halkın çoğunluğu diğer kesim “çandaş” adını takmıştı. Nedenini sorup anladık: Sömürgeci yabancı ülkenin yetiştirdiği sahte aydınlar, ulusunun her değerini, örfünü, geçmişini olduğu gibi, dinini de hor görüyor, ama Hıristiyan misyoner faaliyetlerini hayranlıkla izliyor (veya birtakım ucu dışarıda, yabancı isimli dernekleriyle destek oluyor), devletinin, Hıristiyanı hiç olmayan beldelere yaptırdığı kiliselerin çan sesleriyle sabahları uyanmağa bayılıyordu.
      İşte böyle gözlem ve mülahazalarla kentte bir gün geçirdikten sonra, kuş alanına döndüm. Her yerde olduğu gibi bu halkı da sevmiş, onların dertlerini, sıkıntılarını içimde hissetmiştim. Alanda, bizim zümrüd-ü anka kuşunu iri darı taneleriyle beslemişler, tüylerini parlatmasına yardımcı olmuşlar; dinlenmiş. Geldim üstüne çıktım; yumuşak tüylerin arasına kuruldum. “Dönelim artık” dedim. Kaf Dağı’nın üstünden şöyle bir uçup uzun yola koyulduk.
      Yolda düşündüm: O munis halkın, gittikçe perişanlaşan âsûde ülkesinin niye o hâle geldiğinin ana nedeni âşikârdı: Devlet, milletine yabancı ve hasmâne davrandıkça, halk da devletine olan geleneksel güvenini yitiriyor, yabancı ülkelerce halkın ve eğilimlerinin dışarıdan yönlendirilmesi son derece kolaylaşıyordu. O hâlde artık, devletle millet bütünleşmeliydi. Devlet, milletin tarihine, diline, geleneklerine, inanç ve hissiyatına saygı duymalı, millet ise devletin kendi devleti olduğunu görerek ona güven ve bağlılık hissetmeliydi.
      Aydınlar ve halk arasındaki ikilik için de aynı şey söz konusuydu. Sahte aydınların yerini, diline, tarihine, ülkenin bağımsızlığına tutkulu, şanlı atalarına küfür edip durmak yerine, atalarıyla, milletiyle öğünen, öğünmekle yetinmeyip onlara ve halkına lâyık olmaya çalışan gerçek aydınlar almalıydı (Böyle aydınları çoğalmalıydı). Kezâ halk, aydınlarının gerçekten bilgili, kültürlü, özverili, milletine, ülkesine âşık, onlar için uğraşan gönül ehli kişiler olduklarını görerek onlara güvenmeli, onlara saygı duymalıydı. Demeli, aydınlar ve halk da bütünleşmeliydi.
      Eminim o zaman, o ülke, o millet, refahına, itibârına, bağımsızlığına, yüksek gelişme düzeyine kavuşacaktı.
      14 Kasım 2002; “Kaf Dağı”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bilim + Gönül

      Üç kale

      Ülkenin üç kalesinde oturanların, “Kalenin burcundayım. Yâr yâr, yar aman. …” diye güzel türkümüzü çağırdıkları oluyor mu acaba? Hiç sanmam, fazla millî (ulusal) olur. Ancak, uzaktan dinlememiz mümkün olsaydı, herhalde İngilizce Tarzan-kovboy nağmeleri, ya da Hıristiyan ilâhileri kulağımıza çalınırdı.
      1962’den beri baktım ve düşündüm ki, Türkiye’nin geleceği açısından en önemli üç kuruluş, 1) Milli Eğitim, 2) Kültür, ve 3) Gezim (Turizm) Bakanlıklarıdır. (Son ikisi önceki dönemlerde genel müdürlüklerle başlamışlardı).

      Atatürk’ün hayatta iken, bu üç konuya özel ağırlık verdiğinde hiç şüphe yok:
      1) Eğitimin “millî” olması gerektiği ve bunun ne demek olduğu üzerinde ısrarla durmuştu (Bkz. O.Sinanoğlu, “Bye-Bye Türkçe” kitabı, Otopsi Yayınevi, İst., 10. Baskı, Kasım 2002).
      2) Batı’nın ilk fırsatta yineleyeceği ince saldırılar karşısında Türk Ulusu’nun şerefiyle yaşayabilmesi, T.C.’nin bağımsız kalabilmesi, Türkiye’nin ulusal (millî) bir kültür siyasetine sahip olmasına bağlıydı. Onun için Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nu, üstelik kendi şahsî kaynağıyla ihdas etti. [Dil, Tarih, Coğrafya Bölümcesi’nin (Ankara Evrenkenti) kurulması, bunun için Atatürk’ün örneğin rahmetli ağabeylerim Samim ve Suat Sinanoğlu’nu şahsen okutup iki yeni bölüm için yetiştirmesi de bununla ilgilidir.]
      3) 1930’larda devletçe basılmış Türkiye’yi Batı ülkelerine tanıtma ve gezim (turizm) kitaplarında Türkiye’nin Hıristiyanların ülkesi (“Holy Land”) olduğu imâsını bile taşıyan bir şeye rastlayamazsınız. Bu kitaplarda Selçuklu, Osmanlı Türk eserleri, anıtları yer alır. Biraz da Hitit (Eti), Firig, Lik, ve Lid. Atatürk, binlerce yıl öncesi Anadolu sâkinlerinin Ural-Altay kökenli olduklarını, - o zamanki kıt veriler dolayısıyla ayrıntı da yanılmış olma ihtimâli de olsa - , doğru bilmiştir. Nitekim bu konuda teyit edici bilgiler her gün artıyor (Bkz.örneğin Sayın Kâzım Mirşan’ın yayınları). [2000 yılında Hakkın rahmetine kavuşan rahmetli ağabeyim Eski Grek klâsikleri uzmanı Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, vefatından bir kaç yıl önce, bana Anadolu’da ve şimdiki Yunanistan’da 3000 yıl önce yaşamış olan Pelazların Ural-Altay kökenli olduklarını bulduğunu söylemiş, bu ara “Herodot Tarihi”ni tekrar okumamı önermişti. Baktım, Herodot, Yunan topraklarının eski adının “Pelazgiya” olduğunu, kendisinin de mensup olduğu Yunan kavimlerinin uygarlığı Pelazlardan öğrendiğini vb. yazıyor.]
      Peki, Atatürk’ün vefatından sonra ne oldu? Bu üç Türk kalesi ve sâkinleri tamamıyla başka bir havaya girdi. 1) Eğitim gitgide “millî” olmaktan uzaklaştı. Gençlerin Türk dili ve edebiyatına, ve tarihine olacak bağlılıkları ve sevgileri törpülendi. 2) Türkiye’nin Türk kimliği öne çıkarılacakken (ki zaten öndedir), Gezim ve Kültür kuruluşlarınca Türkiye’nin “Holy Land of the Church” haritaları dağıtıldı (Bkz. Sayın İmren Aykut başkanlığındaki ÇESAV vakfının (Belgeçeker: 0312-425 2432; e-posta: cesav@superonline.com) Başbakanlık tanıtma fonunun da desteğiyle 2000’de yayınladığı harita). Gezim ve Kültür kuruluşları Türkiye’nin dört bir yanına, Hıristiyanı hiç olmayan beldelere kiliseler yaptırıyor. Misyoner teşkilâtlarına göz yummaktan öte, bunlar âdetâ teşvik ediliyor. 3) Bin yılı aşkın süregelen Türk yer adları gezim ayağına, bir çoğu da sonradan uydurulmuş olması ihtimâli yüksek Yunanca-vâri yer adlarına çevriliyor. Bu, elbette, Türkiye’yi yeniden yağmalama ve paylaşma iştahları kabarmış olan Batılılara Türkiye’nin içerden destek vermesi anlamına gelir. [Şunu da ekleyelim: Avrupa’nın bin, iki bin yıl öncesi yer adlarına baksak, acaba şimdiki yer adlarının kaç tanesini görebiliriz?]
      O hâlde şimdi herkes bahsettiğimiz üç kalenin burcuna (her dönemde ve de şimdi) kimlerin çıkarıldığına, onların neler yaptıklarına ve yapacaklarına çok dikkat etsin. Tüm vatanseverlerin birinci görevi Türk millî eğitiminin, kültür, ve gezim siyasetinin yeniden, Atatürk ve öncesi uzun dönemlerde olduğu gibi, millî olmasını sağlamaktır. Halkın Haçlı oyunlarına gelmemesi gerekiyor. Ulusal bilincimiz yeniden tazeleniyor, ve şahlanacak. Kalelerimizi dolaylı, dolaysız yabancı etkilerine teslim etmeyeceğiz. O sâyede Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, halkımızın refahını, iktisâdı yaşam seviyesini de kurtaracak ve koruyacağız.

      21 Kasım 2002; “Kale’nin Burcu”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      Bilim+Gönül

      Beşikten mezara dershane

      Atalarımızın bir sözü var ya: “Beşikten mezara bilim”. [“İlim”, “bilim”, ne dersen de. İkisi de Türkçe; ikisi de aynı kapıya çıkar. Ancak, her dilde olduğu gibi, böyle eşanlamlı başlayan sözcükler zamanla ufak anlam farklılıkları üstlenerek dilde zenginleşmeye yol açarlar. Onun için “Türkçede tasfiyeciliğe ‘hayır’, zenginleştirmeye ‘evet’” diyoruz (Bkz. O. Sinanoğlu, “Bye-Bye Türkçe”, Otopsi Yayını, İst., 10. Baskı, Kasım 2002, s.192). “İlim/bilim” ikilisinde de ‘anlam kaymasıyla çeşitlenme’ meydana geliyor: Artık, “bilim” sözcüğünü daha çok “müspet bilimler” için, “ilim” sözcüğünü ise “mânevî ilimleri” kastederek kullanıyoruz].
      Ata deyişimizle ilintili olarak hep kullanagelmiş olduğum düsturlarımdan biri şu:
      “İnsan, her yaşadığı an ya bir şey öğrenmeli, ya bir şey öğretmeli, hatta mümkünse ikisi birden”. Zaten insan bir şey öğretirken, oluşan etkileşimle kendisi de bir şeyler öğrenir. Değil mi ya?
      Fakat, özellikle, 1980 başlarında “Yüksek” Öğretim Kurulu, YÖK’ün kurdurulmasıyla bilimin “bye-bye” demesine ilaveten, bizim “beşikten mezara ilim/bilim” oldu “beşikten mezara dershane”.
      Eğitim yerine tam bir kısır döngü. Gençlere, kendilerine ve Türk Ulusu’na, sonra insanlığa hayırlı olmalarını sağlayacak yetenekler, beceriler, kollarına birer altın bilezik meslek veya zanaat vermek yerine onları ezberci, Tarzancı, hedefsiz, sorgusuz birer “dershane kuşu” (gençler alınmasın; onların durumlarına üzüldüğüm, kendilerini çok sevdiğim için böyle kinayeli konuşuyorum) haline getiren, ne “millî”, ne de “eğitim” olan bir A.B.D. güdümlü “millî eğitim” düzeni; daha doğrusu bir “dershane yokuşu”.
      Çocuk daha ilkokulda, şu misyoner okuluna, bu “Anatolia Lisesi”ne gireceğim diye (daha doğrusu velileri konu komşuya hava atsın diye) gece gündüz, hafta sonları dershane yollarına düşüyor. Lisede aynı durum: Bir evrenkente kapağı atarım ümidi ile, ve soruların cevabı hangi şıktır kestirme yöntemlerini ezberlemek için dershane. Bir taraftan da okul var, hatta velinin varını yoğunu verdiği özel okul (tabii Tarzanca ile eğitim yapanı olmalı; onunla atılan hava daha sıkı oluyormuş). Okul saatlerinde evde oturup bilgisayar oyunları oynayan, niye okulda olmadığı sorulduğunda “Ne gerek var; ben, evrenkent sınavına hazırlanmak için dershaneye gidiyorum” diyen kaç gence rastlamışımdır.
      Allah Allah, bu nice iştir? Ya okulları sınav dershanesi yap, ya dershaneleri özel okul. İkisinin birden ne lüzumu var? Gören de ülkenin eğitim kaynakları pek bol zannedecek.
      Birkaç lise müdürüyle konuşmuştum: “ÖSYM’ye başvuruyoruz. Şu sınavlarda lise müfredatıyla ilgili sorular olsun da öğrenciler okula gelsin” diyorlar. ÖSYM’nin cevabı: “Bize ne? O, millî eğitim bakanlığını ilgilendirir.” MEB’ye başvurduklarında ise: “Biz bildiğimizi okuruz. ÖSYM bizi ilgilendirmez.” Sonuç ne? Bir yığın israf, para ve zaman. Çocukların, gençlerin kendi meraklarını geliştirecek, bir şeyler okuyacak, düşünecek vakitleri kalmıyor. Eğitim, işte son elli yılda adım adım böyle sıfırlanıyor (yabancı danışmanlar sağ olsun!).
      Bir buçuk milyon öğrenci evrenkente giriş sınavını alıyor; elli altmış bin kadarı belli bir yere giriyor. Devede kulak. Geride kalan, her yıl biriken milyonlarca gence ne oluyor? “Genç, devingen (dinamik) nüfusumuz var” diye övünmekten öte, bu en önemli kaynağımız için ne yapılıyor? Ayrıca insanî açıdan bu gençlerin nasıl bir ruh haline düşeceklerini düşünen var mı?
      Ya bir evrenkente girebilen gençler? Bir bakıyorlar ki, meğer orada da bir şey öğrenemeyeceklermiş. Çünkü, özellikle YÖK kurdurulduğundan beri evrenkentlerde de ne bilim kalmış, ne araştırma, ne de ciddî bir yüksek öğretim. Evrenkentler olmuş birer Tarzanca dershanesi. Peki, mezun olanlar? Mühendislikmiş, fenmiş, toplumsal bilimlermiş, en iyi diye bildikleri yerlerden mezun olanlar, Tarzanca da bilseler iş bulamıyorlar. Bahtı yaver gideni taksi şoförlüğü yapıyor; onu da bulamayan işsiz. Kaç tanesine rastladım, derdini döktü. Yazık bu Türk gençlerine.
      Sanayii, tarımı, her şeyi, “özelleştirme, küreselleşme” yalanları ile elinden alınan bir ülkede meslekler, meslek erbabına ihtiyaç kalır mı?
      Birkaç evrenkent öğrencisiyle bahçede sohbet ediyoruz. Fizik son sınıf öğrencileri imişler.
      - “Ya, demek fiziğe merak sarıp fiziğe girdiniz”.
      - “Yok be hocam. Başka şeye puan tutturamadık da ancak fiziğe girebildik.”
      - “Peki yakında mezun olunca fizik ile ne yapacaksın?”
      - “Ben fizikten ne anlarım? Bir şey öğrenmedik ki. Hoca, Tarzanca ezber bir şeyler anlatıyor, anlamayıp soru sormaya kalkarsak da bize kızıyordu.”
      - “Ne olacak şimdi?”
      - “Ne olacak; babam bana bir kasetçi dükkânı açacak.”
      Bir de kasetçi dükkânı da açamayacak durumda olanların halini hele bir düşünün.
      Matematikten birincilikle mezun olmuş bir gençle tanışıyorum. Evrenkentte “mastır” lisansüstüne başlamış. Bir yandan da çalışması lazım. Memnun: Bir dershanede öğretmenlik işi bulmuş. Şimdilik maaşı cüz’i; ama zamanla geliri artarmış. Aslında ömür boyu dershaneciliğe hazırlanmış görünüyor. Kim bilir, belki yıllar sonra zengin bir dershane patronu da olabilir. Ve işte kısır döngü tamamlanmış oluyor: Ufacık bir çocukken dershaneyle gözünü açtı; Allah gecinden versin, ölürken de yaşamı dershane ile son bulacak. Beşikten mezara dershane.
      Bu kısır döngüde hiçbir üretim yok. Ne öğrenciye ciddî bir eğitim veriliyor, ne bir iktisadî katkı, ne ülkenin gelişmesine bir yarar sağlanıyor. Milyonlarca gencin havanda su dövdüğü, boş, ama hummalı bir faaliyet. Tam bir uyutma. Eğitimi artık, tekrar ulusal ve verimli bir hale getirmeliyiz. Dershane-okul ikilisi kalkacak. Okullar, 1950’lere kadar olan ciddî, üstün ve millî bir eğitim verecek. Okuyanlar, kendilerine, yakınlara ve ülkemize yarar sağlayabilecek. Dershane sahipleri de üzülmesin: Onların yatırımları, birikimleri, emekleri heba olmayacak; çünkü dershaneler çok iyi bir eğitim veren özel okullara dönüştürülecek. Evrenkentlere giriş ile lisedeki eğitim bağdaştırılacak. Tarzanca ile eğitime, her türlü yabancı dille eğitime son. Bu çarpık uygulama bıçakla gibi kesip atılacak. Hazırlık sınıfı garabetine son. İsteyenlere çeşitli yabancı diller ayrı yabancı dil derslerinde, yaz kurslarında etkin yöntemle iyi öğretilebilecek. Öğretmenlik tekrar saygın ve üstün bir meslek haline getirilecek. Öğretmen okullarıyla değerli öğretmenler yetiştirilecek. Halkın, velilerin bilinçlenmesi arttıkça, Atatürk devrindeki gibi yeniden bir millî eğitim seferberliğinin başladığını göreceğiz.
      28 Kasım 2002; “Eğitim Diyarı”ndan.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BiLiM+GÖNÜL

      AB komasında bir ülke

      Önce aç bıraktılar. Sonra ayarlı basın-yayının kontürlü Avrupa düdükleri halkın üstüne tufan gibi beyin yıkayıcı sağanaklar yağdırdı: “AB de AB” dediler. Meş’um bir koro; Hıristiyan cenaze marşları gibi nağmeler. Bu koroya, uzun yıllar, her fırkadan ayarlı tepe takımları katıldı. Sahte (aslında Batı’ya peşkeş çekme işlerinin yüzdecileri) “sanayiciler”, “iş” adamları, onların devlet üstünde devlet kuruluşları, sahte iktisat profesörleri de eksik olmadı. “İllâ da AB’ye gireceğiz. Onun için…” diyerek bizi AB Gümrük Birliği’ne soktular. 80 milyar, 200 milyar dolarlık kazıklar yedik; yemeğe devam ediyoruz. Üçüncü ülkelerle, örneğin komşularımızla ticaret yapmamız bile AB’nin iznine tâbi. Gümrük Birliği anlaşması izin vermiyor. İnsan kendi elini kolunu bu kadar bağlayabilir. Ama bu insan müsveddeleri halkın elini kolunu bağlıyorlar. Her hâlde o zaman bilmiyorlardı ki “küresel kıraliyetçiler” kendi kuklalarını kendileri harcar. Çünkü “kuklacılık sanatı” veya “kuklacılık bilimi”nin birinci kanununa (!) göre bir süre sonra kukla kendini sahici zannetmeye başlar (Pinokyo masalındaki gibi); onun için kuklaların harcanıp yerine yenilerinin oturtulması vâciptir. Ayrıca, bir süre sonra kuklaların maskeleri eskir; halk foyalarını sezmeğe başlar. İşte o zaman yeni kuklalar gerekir.

      NE KIBRIS VERİLİR
      NE TÜRKİYE’NİN ORASI BURASI
      Şimdilerde AB’den “tarih için tarih alabilmek için” “Kıbrıs meselesi” diye bir sahte mesele kabulleniliyor. Hangi “Kıbrıs meselesi”?! Öyle bir mesele varsa, o da Kıbrıs’ın tümüyle Türklere ait olması gerektiği meselesidir. Unutuldu mu? Kıbrıs hiçbir zaman Yunanlıların da olmadı, Avrupa’nın da. İngilizler 1878’de Kıbrıs’ı bizden “ödünç” aldı. Sonra da oraya Rumları getirip yerleştirerek zamanla adada Türkleri azınlık durumuna düşürdü. Bir yandan da Türkler adadan göç etmek zorunda bırakıldı. Bu olayları her TC vatandaşının, hele hükümetlere gelenlerin bildiğini zannediyorduk. Bir sâbık büyükelçi tutmuş TV’de “Kıbrıs meselesini artık hâlletmeliyiz” diyor. Kimin meselesini hâllediyorsun ve ne için? Zât-ı âliniz (yoksa “ekselans” mı demeliyiz?) hangi ülkenin büyükelçisiydi? Haberiniz olsun sayın büyükelçi: Türk Milleti ne Kıbrıs’ı verecektir, ne Türkiye’nin orasını burasını.
      Bugün Ulusal Kanal’ın haber saatinde gene duyduk: AB’nin kodamanlarından biri, “Türkiye’ye tarih versek bile, AB’ye girmelerinden bahsetmemiz için 25-30 yıl geçmesi gerekir” demiş. AB’ye girsen ne olur, girmesen ne olur? Şimdiye kadar AB’ci hükümetlerin hiçbirisi AB’nin bize faydası ne olacak, zararı ne olacak hiç bahsetmedi. Hiçbir meşru yetkileri olmadığı hâlde AB için Kıbrıs pazarlığı yapanlardan da öyle bir izahat dinleyemiyoruz.

      AB’DEN MEDET UMANLAR
      YA AHMAKTIR, YA KARA CAHİL YA DA HAİN
      Diyelim ki, daha önce Batı karşıtı olan zevat, AB’ye girilirse fırkaları kapatılmaz, dinî özgürlükleri olur diye hevesleniyorlardı. Ee, ama şimdi tek başına iktidar oldular; yasaları, hattâ anayasayı değiştirecek gücü kendilerinde buluyorlar; o yoldalar. O zaman AB’ye ihtiyaçları kalmadı demektir. Peki hâlâ niye “AB de AB” ? (Tabii bir de, niye “IMF de IMF”? Birçok ülkeyi olduğu gibi bizi de batıranın IMF olduğunu bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa bu muhabbetin arkasında ne yatıyor? Halk bir gün bunu sormayacak mı sanıyorsunuz?).
      Kaç kere yazdık, defalarca 10 milyonlarca kişiye TV’lerde söyledik. Sağır sultan bile duydu: Avrupa’da AB’den memnun olan kimseyi bulamazsınız. Avrupa’da işsizlik artıyor, yabancı düşmanlığı almış başını gidiyor. Almanya’da câmilerin minareleri olması, ezan okunması yasak. Türk çocuklarının, değil Türkçe öğretim görmesi, okullarda Türkçe konuşmalarına bile izin verilmiyor. AB önderleri yeni girecek Lehistan gibi ülkelere mâlî yardım yapılmayacağını beyan ettiler (zaten kaynakları yok). Türklerin Avrupa’da serbestçe dolaşıp iş bulmalarına izin verilmeyeceği kesin. Vaktiyle muhtaç oldukları Türk işçilerini bile Avrupa ülkeleri sepetlemeğe uğraşıyor. Kısacası AB’den medet uman ya ahmaktır, ya kara câhil, ya da hain. Peki niye “AB de AB” hükümet programının belkemiğini oluşturuyor?
      Bir önceki hükümette de, şimdi de IMF’nin dediklerini harfiyen yerine getirmekten öte başlıca faaliyet, “AB uyum yasaları” çıkartmak. Avrupa’da biraz insanî duyguları olanlar bize acıyor, diğerleri kıs kıs hâlimize gülüyor; içerde, dışarıda düşmanlar seviniyor. Seni almaya hiçbir niyeti olmayan, bunu her fırsatta terennüm eden Haçlı kafalı, bayrağı Hıristiyanlığın on iki havarisini temsil eden (Bkz. Sayın Turgay Tüfekçioğlu’nun Orkun dergisindeki yazıları ve kitabı) AB’ye, karşılığında hiçbir taahhüt bile almadan nasıl uyum sağlar, o kılıf altında TC’nin tasfiyesine yol açarsın? Hesabını kimse sormayacak mı sanıyorsun?

      SABANCI EVRENKENTİ’NİN GENÇLERİ
      “EY AB, BİZİM İŞİMİZE KARIŞMA” DİYE İLETİLER GÖNDERSİN
      Yapmamız gereken tek şey, AB’ye girmek istemediğimizi derhal dünyaya ilân etmektir. O zaman ne “Kıbrıs meselesi” kalır, ne azınlık vakıfları yasası kılığında Türkiye’nin Türk’ten, Müslüman’dan arındırılması projesi, ne İstanbul’un Yeni Bizans, Yeni Roma yapılması, ne de Türk topraklarının yabancılara ve yabancı devletlere gönüllü teslim edilmesi.
      Dünyaya bu beyânı Türk milleti ve Müslüman halkımız eninde sonunda yapacak. Ama acele edin. Sabancı Evrenkenti’nin gençleri AB’ye “Aman ne olur bizi alın” diye kartlar postalayacağına, “ Ey AB âbi! Bizim işimize karışma” diye iletiler göndersin.
      3 Aralık 2002; “Ninniler Ülkesi”nden.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      BİLİM+GÖNÜL
      Medrese, Dârülfünun, Üniversite, Evrenkent



      Büyük Selçuklu Türk Devletinin vezir-i âzâmı (başbakanı) Nizâmülmülk’ün kurduğu, Gazalî’nin başmüderrisi olduğu, o zamanki dünyanın ünlü bilim yuvası Bağdat’taki medresenin, veya daha sonra İstanbul’un fethiyle başlayan Fatih Medresesi’nin, günümüz Türkiye’sinin evrenkentlerinden

      (üniversitelerinden) gerçek anlamıyla daha az bir evrenkent olduğunu kim iddia edebilir? “Gerçek anlamıyla” ne demek? “Evrenkent”in tanımı şudur:Bilgilerin üretildiği ve yayıldığı yer.

      [ O ara şunu da ilâve edeyim:

      “Üniversite”ye Türkçe karşılığı olarak (yâni Tarzanca’sı yerine) 1970’ler başlarından itibâren niye evrenkent” dedim, biliyor musunuz? “Evrensel bilgilerin üretildiği ve yayıldığı kentçik” anlamına. Yabancı (Eski Türkçe değil haa, dikkat), yâni çoğu Tarzanca’dan sözcüklerin karşılıklarını Türkçe’nin matematik gibi kurallarına uygun olarak türetirken kullanılacak ilkeyi hatırlatalım: Esas olan, yabancı sözcüğün tekabül ettiği kavrama bakıp, Türkçe’de bu kavramı sıfırdan nasıl ifâde ederiz diye üşünmektir, yoksa zâten kavramı iyi ifâde etmeyen yabancı sözcüğü harfiyen (“etimoloji”sini) çevirmeğe çalışmak değil. Özellikle İngilizce’de sözcük türetme kuralları hemen hemen hiç olmadığı için, sözcüklerin köken anlamları kavramları çoğu zaman karşılamaz (Bunu pek çok örnekle gösterebiliriz ama, burada olmaz; makalenin konusu değişecek). Bu bağlamda İngilizce’nin çoğu terimleri gerçek anlamda “uydurukça”dır. Çok şükür öyle muhteşem bir dilimiz var ki, Türkçe’nin matematik gibi ve binlerce yıldan beri süregelen türetme yetenekleriyle her yeni kavrama karşılık bulabiliyoruz.]
      Avrupa’nın 1100-1200’lü yıllarda kurulmuş ilk evrenkentleri, binalarıyla, doktora düzenleriyle, bilimsel dallarıyla Selçuklu Türk evrenkentleri taklit edilerek kuruldu. İtalya’dakilerden sonra örneğin İngiliz Oksford Evrenkenti. [“Oxford”un harfiyen kökensel (etimolojik) çevirisi: “Ox” öküz demek; “ford” kale. Yâni “Öküz Kalesi”. Nasıl? Kavramı karşılayabiliyor mu?!]
      Evet, “evrenkent”in (“üniversite”nin) tanımını verdik. Daha ABD bağımsız olmadan, 1640’larda Kuzey Amerika’da İngilizlerin kurduğu ilk iki evrenkentten biri olan Yale Evrenkenti’nin de binaları Selçuklu medreselerini andırır. Niçin? O da Oksford Evrenkenti’ni taklîden kurulmuştur da ondan. Şimdi, bu Yale’nin kara kaplı (daha doğrusu Yale’nin resmî rengi lâcivert) kitabında, evrenkent hocasının görevleri şöyle belirtilmiştir: “Profesör, bilgi üreten ve yayan kişidir.” Demek oluyor ki, “profesör” özgün araştırmalar yapmalı; yeni bilgiler, kuramlar, buluşlar üretmeli. Bir de bunları yaymalı. Nasıl yayacak? Önce kendi ülkesinde, kendi dilinde yayınlayacak. Öyle ya, ulusal bir kaygıları olmayanlar bile düşünmeli ki, maaşını kendi halkı ödüyor. Hocamız, lisans üstü eğitimde mastır, doktora öğrencileri yetiştirecek. Bilimdeki öncülüğünü araştırma yaptırarak onlara aktaracak. Bu suretle ülkeye kültürel, bilimsel, teknik birikim, ve dolaylı, dolaysız iktisâdî katkı da sağlanacak. Araştırması olmayan evrenkent, evrenkent değildir. Bizde YÖK kurdurulduğundan beri gittikçe hızlanarak gerçek bilim ve araştırma yok edilmiş, âdetâ yasaklanmıştır. Şimdi de evrenkentlerimizin tümü son sürat Tarzanca dershanelerine dönüştürülüyor. Araştırma olmayan yerde sahici bir yüksek öğretim de olamaz. Hele yarım yamalak bildiği bir yabancı dilden, gençlere, öğrenmekte oldukları dilden dersler veriliyorsa, -ne bilimi?-, öğrencinin düşünme yeteneği bile kalmaz.
      Profesör, bilgiyi yaymak için önce kendi ülkesinde konuşmalar (konferans, seminer) yapar, tabii ulusal, resmî dilinde. “Ürettiği bilgiyi yaymak” içinde, devlete veya özel şirketlere danışmanlık yapmak da vardır. Devletin, sanayinin temel desteklerinden biri evrenkentlerdeki araştırma ve birikimdir; yabancı danışmanlar değil.
      Atatürk cumhuriyet dönemi dâhil tüm Türk devletlerinde, yönetenlerin yanı başında hep Türk âlimleri olurdu. Ama sonra o gelenek de yok oldu; devletin içi dışı yabancı danışmanlarla doldu. Sonuç meydanda. Yabancı senin kuyunu kazmakla görevli. Ayrıca, “kılavuzu karga olanın burnu ……dan kurtulmaz” atasözünü hatırlayalım. Tarihten silinmek, ikinci bir Endülüs olmak istemiyorsak, temel ilkemiz öz kaynaklarımızı (insan başta olmak üzere) hızla geliştirmek olmalı; düşmanlarımızdan medet ummaktan vazgeçmeliyiz.
      Bilimci, evrenkent hocası, bir yandan bilgi üretip önce kendi ülkesinde ve Türk diliyle bilgileri yayarken (-ki ulusal bilim, teknik ekolleri ancak bu şekilde oluşur-), bir yandan da elbette uluslararası bilim çevreleriyle de sıkı temasta olacak, uluslararası yayınlar da yapacak, ama belli dallarda Türk bilimcileri dünya çapında öncülük edecek. 1960’da bu oluyordu; arkasının gelmesi engellendi (Bkz. Örn. Emine Çaykara’nın hazırladığı, İş Bankası Kültür yayınlarından çıkan kitap ( 20.Baskı, Kasım 2002).
      Şimdi dünya çapında 250 yıllık bir teknik evrenkent gibi kuruluşlarımızda, Türk bilimcileri, Sovyetler’de çok iyi yetişmiş değerli, örn. Azerbaycanlı Türk bilimcileri, “ana dili İngilizce değil” diye dışlanıyor; onlar dururken, yerlerine Amerikalı, İngiliz, büyük ihtimalle kendi ülkelerinde iş bulamayacak, öğretim üyeleri atanıyor. İhanet boyutuna varan bu düşmanca uygulamalar artık derhal durdurulmalı.
      Eninde, sonunda bu ülkeye Türk Ulusu yeniden hâkim olacak. Yapılacak önemli işlerden biri evrenkentleri, bilim, teknik araştırma kurumlarını sil baştan yeniden düzenlemek. Göstermelik değil, gerçek, özgün bilim üretmeyen öğretim üyesine evrenkentte yer yok. Değerli araştırmalar yaptığı için, yardımcı doçentlikte takılan bilimciler, araştırmaları, ürettikleri incelenerek derhal profesörlüğe terfi ettirilecek. Türk evrenkentlerinde görev alacaklar önce eskisiyle, yenisiyle Türkçe sınavına sokulacak. Adam bilim üretiyorsa, -sana ne, nasıl yaparsa yapsın-, birinci kıstas, önüne çekilen sed, yabancı dil olmayacak. Örneğin fizikçi mi alıyorsun, tercüman mı? Tabii ülkenin bilim, teknikte de ulusal hedefleri belirlenecek, o doğrultuda araştırmalar desteklenecek (Bkz. O.Sinanoğlu, “Hedef Türkiye” kitabı, Otopsi Yayınları, İst., 14.Baskı, Aralık 2002).
      Evrenkentlerde çömez düzenine son. Ocu, bucu kadrolaşmalarına son. Evrenkente giriş usulleri ezberciliği teşvik etmeyen, düşünme, uslamlama, yaratıcılık yeteneklerini ölçecek biçimde yenilenecek. Yetenekli, ama mâlî durumu kifayetsiz öğrencilere öğrenim hakkı iade edilecek. Kafası çalışan, yüreği önce Türk yurdu, Türk ulusu için çarpan gençlerle bilim seferberliğimiz başlayacak. İşte öyle gençler Atatürk’ün mirâsını devam ettirecekler.
      6 Aralık 2002; “Yarının bilim diyârından”.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Ruhbilimsel savaş

      En etkin savaşın ruhbilimsel savaş olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna "ruhbilimsel" diyorum; Türkçe. "Pisikolojik savaş" demiyorum. [Tarzanca "pisi pisi" falân derseniz, kediler üstünüze atlar. Ayrıca "pisikiyatri" demiyelim; Türkçesi "ruhiyat". Bak ne güzel: İkisine de ayrı düzgün terim. İllâ da "pisi pisi"li Tarzan terimleri kullanmakta ısrar edenlerin üstüne yalnız kediler değil, ruhiyatçılar da atlar haa... "Dedesini İngiliz huliganı zannetmiş; müşteri çıktı" diye düşünerek.]
      Evet, bazı ülkeler, ruhbilimsel savaş taktikleri kullanılarak içinden fethedilmiştir; tek kurşun sıkmadan. İlâveten, "kültür mühendisliği", "toplum mühendisliği" adlarını taktığım yöntemler de var. [Bunlar için Bkz. O.Sinanoğlu, "Bye-Bye Türkçe" ve "Hedef Türkiye" kitapları (OTOPSİ Yayınları, İstanbul, 2000-2002)].
      Matematiksel biçime bile sokulabilecek bu yöntemler neden etkin? Çünkü insanların kafalarını, gönüllerini sömürgeleştirirsen, sonunda fabrikalarını, bankalarını, tarımını, en son da topraklarını alır götürürsün. İçerdeki özel işbirlikçiler sana yardımcı olur; geniş bir kesimin de karşı durmalarını sağlayacak melekeleri yıpratılmıştır; "gık" çıkarmayanlar çoğalır.
      Bu yöntemler tarih boyu hep vardı; ama 20. yüzyılda iyice bilimselleştirildi. Birkaç ay önce bir dış ülkede duydum ki, orada bir "Özel Harekât ve Ruhbilimsel Savaş Evrenkenti" kurulmuş. Herkes için değil, o ülkenin bazı ordu mensupları için. Tabii evrenkent (üniversite) olunca, ("Tarzanca dershanesi"nden bahsetmiyorum; sâhici evrenkent), araştırma da ağır basar demektir. Demek ki, zaten yapılmakta olan araştırmalar daha da yoğunlaştırılıyor.
      Ruhbilimsel savaşın en önemli iki aracı eğitim kurumları ve (ayarlı) basın-yayın; bunlara nüfuz edip kullanmak. Önemli oyunlardan biri de sözcük/kelime oyunları.
      Her sözcüğün, o dili kullananların tarihî ve kültürel birikimine bağlı bir çağrışım bulutu var. Bunu "Bye-Bye Türkçe" kitabında anlatmıştık. Hele öyle sözcükler vardır ki, o ülkedekilerde derin duygular uyandırır, onları harekete geçirir: "Vatan", "yurt", "millet" (ya da "ulus"), "Kuvayı milliye" gibi. Ruhbilimsel savaşta böyle sözcükler yıprandırılır, gözden düşürülür, hatta onlara sahte anlamlar yüklenir. Ülkülem (ideoloji) veya inanç ifâde eden kelimelere de bu özellikle yapılır. Türkiye'de son kırk yılda bu yöntem yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Her ülkülemin içi boşaltılmış, onu temsil eden kuruluşlar sahtelenmiş, o ülkülemin hakikisini benimseyenler ezilmiş, maskeliler tepelerine oturtulmuştur. [Tabii bu yalnız Türkiye'de yapılmadı. Benzerleri son yetmiş yılda birçok Güney ve Orta ("Lâtin") Amerika ülkesinde görülmüştür].
      Bahis konusu yöntemde yeni sözcükler, terimler, kavramlar da türetilir. Ve bunlar ayarlı basın-yayın yoluyla altı ay gibi kısa bir sürede halkın kafasına âdetâ dağlanmış gibi yerleştiriverilir. ABD, kendi halkı üzerinde de aynı oyunu sürekli sergiler. Tek sözcüğe şartlanmış "kamuoyu" sonra da başka ülkelere ihraç edilir. Bunun dünya çapında yoğun bir örneğini 1991'den itibâren gördük. Hâl-i hazırdaki Haçlı Seferi 11 Eylül 2001'de değil, önce ruhbilimsel savaşla 1991'de başlatıldı: "Kızıl tehlike" yerine "yeşil tehlike", "medeniyetler çatışması", "fundamentalist", ... . Aslında 1947'de türetilen "kızıl tehlike" de aynı cinsten bir kavramdı. Bu "tehlike"nin, ABD silâh sanayii harcamalarını kamuoyuna gerekli göstermek için (ayrıca diğer ülkeleri, içinden bölerek, veya ürküterek, ABD'nin, daha doğrusu "küresel kıraliyetçi"lerin boyunduruğuna sokmak için) en azından abartıldığını 1991'den sonra ABD yetkilileri ve CIA da itiraf ettiler.
      Ruhbilimsel savaşla içinden fethedilmiş ülkelerde ilk yapılacak iş, ilk kurtuluş harekâtı, gönülleri, zihinleri sömürgeleştirilmiş halkın gönüllerini ve zihinlerini kurtarmaktır. Böyle bir kurtuluş savaşı da önce ruhbilimsel savaş silâhlarına karşı aynı cinsten silâhlarla savaşmayı gerektirir. İşte bu yeni kurtuluş savaşı Türkiye'de başlamış bulunuyor. Düşmanın savaşında ülkenin dilini yok etmek çok önemli bir yer tuttuğuna göre, dili yok etmenin başlıca yolunun da eğitim dilini Türkçe yerine Tarzanca yapmak olduğuna göre, bizim kurtuluş savaşımız da, çok yıllar önce, Türkçe eğitim ve bilim dilinin kurtarılması şeklinde başladı. Biliyorduk ki, Türkçe konusunda ülke çapında ulusal hassasiyet yeniden canlandırılırsa, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının, iktisâdının, ulus-devletinin, topraklarının korunması için şart olan ulusal hassasiyet de yeniden canlanır, ve giderek artar. Nitekim öyle de oldu. Şimdi, rehâvete kapılmamak şartıyla herkes sevinmelidir: Kurtuluş için gerekli bilinç ve Atatürk ruhu canlandı ve dalga dalga ve hızla ülkemizin her köşesinde gönüllerden gönüllere yayılmaktadır.
      16 Mart 2002, Kocatepe-Ankara
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Huntington’a o kitabı kim yazdırdı...

      Afgan savaşı belli ki 11 Eylül 2001’de başlamadı. Tasarlanmasını çok öncelere götürmek mümkünse de, başlangıcını, Sovyetler’in dağılmasından hemen sonra sayabiliriz.
      ABD iktisâdının yürümesi çoğu zaman hayalî bir düşmanın gösterilmesine bağlı. Sovyetler dağılıverince Pentagon, “Şimdi düşman kim?” diye kısa bir şaşkınlık devresi geçirdi. Hemen arkasından yeni düşman gösterildi. Altı ay içinde tüm Amerikan kamuoyunun beynine, (orada da ayarlı olan basın-yayın yoluyla) şu formül işleniverdi: “Müslüman=Fundamentalist=Terörist” (yâni “tedhişçi”). “‘Kızıl Tehlike’ gitti, ‘Yeşil Tehlike’ geldi” dediler. Ne zaman? 1990’ların başlarında. İşte, Ortadoğu, sonra Kafkasya ve Orta Asya kaynaklarının doğrudan “Küresel Kıraliyetçilerin” emrine verilmesine yönelik son Haçlı Seferi böyle başlatıldı. Bu suretle, küresel kıraliyetçilerin, onların üç beş uluslar ötesi şirketi ve bankasının egemenliğindeki “tek dünya devleti”nin kurulması yolunda da önemli adımlardan biri atılmış oldu.
      SAHTE AYDINLARA MAŞALIK GÖREVİ
      Böyle durumlarda, yalnız ABD halkı için değil, dünya ve özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde kamuoyu oluşturulması, bu suretle oralarda erk sahibi edilmiş sahte aydınların maşalık görevlerini daha kolay yerine getirebilmeleri için Huntington gibi adamlara “Medeniyetler Çatışması” gibi kitaplar yazdırılır. ABD’de Huntington’u pek takan yok, ama Türkiye’de herkesin dilinde; basın-yayında hakkında bol bol yorumlar yapılıyor. Kitap zaten bunun için yazdırılmış olacak.
      HUNTİNGTON KİMİN NESİ?
      Şimdi, bu işlerin böyle olduğunu çoktandır biliyor, en azından kuvvetle tahmin ediyorduk ama, geçenlerde, Huntington’un kimin nesi olduğu hakkında ayrıntılı bilgilere rastladık; İsviçre’de çıkan ilginç bir derginin Ocak 2002 sayısında Nadia Weiss yazıyor; aktarıyorum:
      “Huntington’un perde arkasına baktığımızda karşımıza ilk çıkan kim ola dersiniz? Zbigniew Brzezinski’nin ta kendisi. Z.B., ABD’nin dünya egemenliği kurması için ABD stratejisini hazırlamış olan kişi. Bu küresel egemenlik savaşı Avrasya’da yürütülecek. Onun için Amerika, Ukrayna, Türkiye, İran, ve Kafkas ülkelerini denetim altında tutmalı. Avrupa Birliği’nin de, NATO’nun da Doğu’ya doğru genişletilmesi işte bu stratejinin bir parçası.”
      Nadia Weiss devam ediyor: “Huntington’u okurken insan Brzezinski’yi okur gibi oluyor; ikisi de aynı siyasî planı güdüyorlar: Dünyaya tek bir gücün hâkim olmasını, kendilerinin de bu gücün bir parçası olmalarını istiyorlar.
      “Bu iki zat-ı şerif, sadece aynı doğrultuda ayrı ayrı yürümüyorlar; işlerini birlikte yapıyorlar.”
      “1959’da tanıştılar; 1960-1962’de ‘Siyasal Güç: ABD/SSCB: Bir Karşılaştırma’ kitabını ortaklaşa yazdılar; bu konuda Kolumbiya Evrenkenti’nde (üniversitesi), sonra çeşitli ülkelerde birlikte seminerler verdiler. Bşk. Jimmy Carter döneminde ikisi de ABD Ulusal Güvenlik Kurulu’nda idiler. Birçok kurulda birlikte ve önderlik mevkilerinde çalıştılar. İkisi de CFR (Council on Foreign Relations) ve TC (Trilateral Commissi (“Üçlü Kurul”) üyesiler. Bu iki kurul öyle zararsız, kendi hâlinde sivil örgütler değil, demokratik hiçbir yasal tabanı olmayan fakat dünyanın gidişatını tâyin eden özel kuruluşlar.
      “CFR üyesi Carroll Quigley, ‘Trajedya ve Umut’ adlı kitabında, CFR’nin temel inancının ‘ulusal sınırların silinmesi; yerine bir dünya düzeni kurulması’ olduğunu yazıyor. Huntington ve Brzezinski de bu gaye peşindeler.”
      “1921’de kurulduğundan beri CFR, ABD’nin özellikle dış siyaset ve savunmasında son derece etkili olmuştur. Her yönetimde, en azından Dış İşleri, Savunma, Hazine, ve Milli Güvenlik Bakanları CFR’dendir. Belli başlı basın-yayın kuruluşlarında da (NBC, ABC, CBS TV’leri, ‘The New York Times’, ve Vaşington Post gazeteleri) CFR üyeleri bulunmaktadır.”
      “CFR, Üçlü Kurul (Tri. Comm.), ve Bilderbergciler, gerçek kararların alındığı gizli siyasî çevreler olarak belirlenmektedir. Şimdiki dönemde Madeleine Albright, David Rockefeller, ve George Bush CFR üyesi. En büyük ABD bankaları ve sanayi şirketlerinin de CFR’de temsilcileri var.”
      “Üçlü Kurul, 1972’de, aralarında D. Rockefeller ve Z. Brzezinski’nin bulunduğu sekiz CFR üyesi tarafından kuruldu. Amaç, ABD, Avrupa, ve Japonya’nın egemen sınıflarını biraraya getirmekti. Dünya Ticaret Örgütü (WTO), NAFTA (Kuzey Amerika Gümrük Birliği), ve MAİ (Çok Yanlı yatırım Anlaşması) önderleri de Üçlü Kurul’da. Bu takım, dünyayı yönlendiren kararları, gizli celselerde, olağan demokratik siyâsî süreçlerin dışında alıyor. Bu etkinliklerde Huntington hep Z. Brzezinski’nin sağ kolu.”
      “Üçlü Kurul’un gayesi, kamuoylarını ve devletlerin siyasal kararlarını o şekilde etkilemek ki, tüm dünyanın ulusları, hükümetleri, ve iktisatları, uluslar ötesi banka ve şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek. Bu amaç için, halklar bağımlı kılınacak, karşıt sesler susturulacak, demokrasi, denetim ve gizli teşkilâtlar aracılığıyla rafa kaldırılacak. Nihâî amaç, tek dünya iktisâdı, tek dünya devleti, tek dünya parası, ve tek dünya dini. Hedefler arasında ABD’nin kendi siyasal hükümetinin de birkaç banka ve şirketin güdümüne alınması var.”
      “Üçlü Kurul’un tasarıları, 1975’te Samuel Huntington’a yazdırdıkları ‘Demokrasinin Buhranı’ adlı kitapta belli oldu. Halkın, meclis, eyalet ve yerel hükümetlerde etkili olmağa başlamasından, demokrasi bilinci ve katılımının artmasından rahatsız oldular. Halkı tekrar tepkisiz, uyuşuk, kolay güdülür bir hâle getirmek istediler. İlginçtir ki, 11 Eylül’den sonra hem ABD, hem diğer çeşitli ülkelerde, olağanüstü durum bahanesiyle birçok özgürlük, demokratik hak kaldırılıyor.”
      “Üçlü Kurul ve CFR, amaçları doğrultusunda, desteklediği vakıflara, eğitim ve araştırma kurumlarına bazı ‘çalışmalar’ ve yayınlar yaptırıyor. Bir yandan hayali düşmanlar yaratılıp dünya hâkimiyeti için harpler çıkarılırken, bir yandan da kitleler korkutulup ellerinden demokratik hakları ve özgürlükleri alınıyor. Birincisinin zeminini hazırlayan ‘Medeniyetler Çatışması’ kitabında da, ikincisine kamuoyu hazırlayan ‘Demokrasinin Buhranı’ kitabında da Samuel Huntington’un imzası var.”
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Onuncu yılda bıraktığımız yerden devam etmek…

      Son yıllarda "çağdaş" davetlerde cazlı, poplu söylenen "Onuncu yıl Marşı"nın sözlerine yeniden bir göz atın: En aklımda kalan mısraı "Demir ağlarla ördük Ana Yurdu dört baştan"dır. Çünkü ne zaman İstanbul'un, Ankara'nın duman duman insanı boğan, patırtılı otobüslerine mecbur kalsam da Amerikan işgali başlar başlamaz hatlarını söktürdükleri İstanbul'un güzelim tramvaylarını özlesem, veya, Ankara'dan Samsun, Ankara'dan Antalya gibi yakıncacık, hızlı katarlarla (tirenlerle) çabucacık gidilebilecek yerlere dosdoğru, uygar, güvenli ve rahat ulaşım biçimleri bulamasam o eksik bırakılmış "demir ağların" hasretiyle yanıp tutuşurum.
      Bir de şu ikiliye bakın:
      "Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.
      Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını."
      Ya şu güzel sözlere ne demeli:
      "Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
      İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;
      .................
      Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz."
      1933'te nerde, ne ruhtaymışız, 69 yıl sonra nerelere gelmişiz (daha doğrusu gitmişiz)!
      Evet bunu artık Türk halkının tüm gerçek mensupları, ezilenler, yoksullaştırılanlar, dünya üzerinde getirildiğimiz onursuz, kişiliksiz, kimliksiz hâlden yüreği yananlar, eğitimsiz bırakılıp Tarzanlaştırılmaya çalışılan gençler, 1930'ların Atatürk ruhunu yaşamış emekli öğretmenler, köy yaşamından koparılıp beton yığını kentlerde kapıcılık kuyruğuna sokulan sâbık rençberler, araştırma yapmaktan, bilimde yaratıcılık ufuklarından mahrum edilen bilimciler, hortumcuların götürdüğü sırtına bindirilen halk görüyor. Ve "DUR!" deme zamanı yaklaşıyor.
      64 YILI HEBA ETTİK
      Olaya bir de şu açıdan bakalım: Atatürk'ün 1938'de vefatından itibâren Atatürk ruhuyla devam etseydik acaba bugün nerelere varmış olurduk? Fakat, maalesef, o günden bugüne geçen 64 yılı hebâ ettik; vakit kaybettik. Şimdi, "Atatürk gitti, iş bitti." (daha doğrusu bitirildi) demek zorunda kalıyoruz zannedip sevinen nice iç ve dış düşmanların yürekleri yağ bağlıyordur. Ancak, onlar idrak edemezler ki bu ülkede daha yüzbinlerce "Atatürkler", nice, şimdilik sessiz kahramanlar, bağımsızlığını, şerefini her şeyin üstünde tutan her yaştan kurtuluş savaşçıları vardır.
      AVRASYA'NIN ÖNDE GELEN ÜLKESİ
      1938'den sonra, "muhiplerin", mandacıların, teslimiyetçi "tek dünya devletçi", yâni insanlık düşmanı "küresel kıraliyetçilerin" yerli kuyruklarının oyununa gelmeseydik, bu oyunlara daha başından, köylüsüyle, gerçek aydınıyla tekvücut olup karşı çıksaydık, ve Atatürk ruhuyla devam etseydik, bugün, kimsenin şüphesi olmasın, Avrupa'nın, içi geçmiş Avrupa da neymiş, Avrasya'nın, en önde gelen bir ülkesi olurduk. "Demir ağlar", hızlı, Japon'larınkiyle boy ölçüşen "kurşun katarlar" (Japonlarınki "şinkansen") yurdun her tarafına vızır vızır gider gelir, sınırlardan da öte bizi, insanı önde tutan tasarımların verdiği rahatlıkla, İran üzerinden taa Çin Denizi kıyılarına, Kafkasya'dan Sibirya'nın, Yakuteli'nin tundralarına, beri yandan, Balkanlar'a, oradan Avrupa'nın o ufak tefek ülkelerine taşırdı. Kentlerimizde, Zürih'teki gibi nezih, kente, kentliye huzur ve sağlık veren tramvaylar, yemyeşil güzel bahçeler (parklar), ufak kasabalarımızda bile nefis, ahaliyle dolup taşan kütüphaneler olurdu. Her yerden akın akın gelip, hiç olmazsa birkaç gün için Türklerin o temiz, mutlu, müreffeh yaşamından tat almak isteyen gezmenler, ellerinde Türkçe öğrenme, söyleşme kılavuzları, üzerlerinde güzel Türkçe adlar yazan dükkânlarda Türk ürünlerine imrenerek gezinirler, binlerce yıllık Avrasya tarihimizden süzülüp gelen ünlü Türk sanat mutfağının geleneksel yemeklerini, huzur veren Türk müziği dinlerken tadarlardı. Gezmen gelecek diye kıyılarımız, kültür ve kimliğimiz perişan edilmez, gezmenler kendi yaşamımızın içinde göze batmayacak şekilde yer alırlar, gelenler derin, köklü bir kültürü ve tarihi olan bir Avrasya ülkesine geldiklerini anlayıp geri döndüklerinde bu dillere destan ülkeyi anlata anlata bitiremezlerdi. Eşi görülmedik "inanç turizmi" yutturmacası ile Haçlı kafalı, "Endülüs'ü sildik, şimdi sıra Anatolia'da" zihniyetinde Batı'nın ekmeğine yağ sürülmez, yurdun her bir köşesine, Hıristiyanı olmayan yerlere, CIA bıçağının ucu misyonerlerinkiler yetmiyormuş gibi, devlet eliyle kiliseler yaptırılmaz, Atatürk'ün yaptığı gibi Hitit, Firik, Lik, Selçuklu, Osmanlı Türk mirası tanıtılırdı.
      EVRENKENTLERİMİZ, TEPKİLİ UÇAKLARIMIZ...
      Dünyanın en ünlü bilim merkezleri arasında sayılan evrenkentlerimizde araştırma işliklerinde (laboratuvarlarında) gece gündüz hummalı bir faaliyet sürer, buluş üstüne buluş yapılır, oralarda doktora yapmak için Avrupa'dan, Güney Amerika'dan, Afrika'dan, Asya'dan gelen öğrenciler, doktoraya kabul edilmek için gerekli Türkçe sınavlarına, kurslarına dolup taşarlardı.
      Dünyanın dört bir yanına giden uçaklarımızın üstünde "Turkish" değil, "Türk Hava Yolları" yazar, her ülkede bu hava yolunun adı böylece bilinirdi. [Tabii 1.resmî uçağın üstünde de "Turkish Republic" değil, "Türkiye Cumhuriyeti" yazısını görürdük]. Uçaklarımız, kendi tasarım ve yapımımız, en gelişmiş tepkili (jet) uçaklar olacaktı; Atatürk'ün, dünyada havacılık daha yeniyken kurdurduğu uçak fabrikası, Amerika/NATO tezgâhıyla karyola fabrikasına dönüştürülmüş olmasaydı tabii. [Yapamaz mıydık sanıyorsunuz? Endonezya, bizden hayli geç, 1946'da başladığı halde uçak sanayiinde bahsettiğimiz düzeye geldi.]
      AVRUPA ÜLKECİKLERİ YALVARIR DURUR
      Balkanlarla, Karadeniz ülkeleriyle, Kafkas ve Asya ülkeleriyle karşılıklı yararlar sağlayacak gümrük birlikleri, siyasî, askerî ittifaklar kurar, kültür ve tarih geçmişimiz olan ülkelerle bu ilişkileri zenginleştirerek sürdürür, Batılı hainlerin, tarihi çarpıtarak, komşularımızı bize düşman etme siyasetlerini tersine çevirir, Avrasya'nın gücünü arttırır, Orta-Doğu ve Afrika ülkelerine de önderlik ederdik. Avrupa ülkecikleri, bizim gümrük ve diğer birliklerimize girebilmek için bize yalvarır dururlardı.
      Amerika'nın 1950'lerde engellediği neftyağı (petrol) kuyularımızı açıp kendimiz işletir, demir-çelik, kömür, bor, krom üretimimizi arttırır, hammaddelerimizi kendimiz işleyip katma değeri yüksek ürünlerimizi pek çok ülkeye ihraç ederdik. Tarım araştırma kurumlarımız daha başından moleküler biyolojiye girer, üstün nitelikli tohumlar, ürünler geliştirir, tarım ve hayvancılıkta en yüksek verimi sağlayan gelişmelere sahne olurduk. Tarih boyu tüm Türk devletlerimizde ve 50 yıl öncesine kadar olduğu gibi, vatanımızın, toprağımızın bir karışını bile yabancılara teslim etmez, bunu yapmaya meyilli vatan hainlerine göz açtırmazdık.
      İŞ BAŞLARINDA MUHİPLER DEĞİL YURTSEVERLER
      Atatürk ruhunda devam etseydik, IMF'si ile, kuyruk AB'si ile "küresel kıraliyetçiler", önümüze peş peşe sahte sorunlar, Türkiye'nin tasfiyesine yönelik dayatmalar çıkarıp duramaz, kudurmuş bir tüketicilikle borç batağına batırılacağımıza, ulusal gelir fazlamızla, mazlum milletlere yardımda bulunurduk. II. Cihan Harbi ve sonrası dünya denge ve dengesizliklerinden de yararlanarak Misak-ı Millî sınırları içinde olan ve Batı Trakya, ve Musul-Kerkük'ü kurtarır, nerede olurlarsa olsunlar mazlumların, tabii bu arada soykırıma uğramakta olan Türklerin, haklarını savunurduk. Kısacası, edilgen değil, etkin bir devletimiz olurdu.
      Peki bütün bunlar, gene de olamaz mı? Elbette olur. [Bizdeki söz: " Zararın neresinden dönersek kârdır"; Amerikan Tarzanca'sında da tek tük düzgün sözlerden biri: "Hiç yapmayacağına, geç te olsa yap".] Kuvayı milliye ruhu dalga dalga yayılıyor. İş başlarına çömezler, hemşeriler, fırka (parti) çıkarcıları, şucular, bucular, işbirlikçiler, "muhipler" değil, işinin ehli, yetenekli, onurlu, fedakâr, kafası ve ciğeri götürülmemişler, yurtseverler eninde sonunda gelecek, Türkiye, Atatürk döneminde olduğu gibi yeniden tüm mazlum uluslara örnek, dünyanın gıpta edeceği bir ülke olacak
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Türkiye'ye peşpeşe gelen sahte sorunlar ve kestirme yoldan çözüm

      Şu birkaç yıldır Türkiye'nin önüne peşpeşe çıkarılan sorunlar Türkiye'nin kendisinden kaynaklanan sorunlar değil, dış kaynaklı sahte sorunlardır. Guguk kuşu gibi ikide bir çıkıp kamuoyunu her biri birer hafta kadar meşgul ediyor. Bunlara tek tek takılan, işin içinden çıkamaz, umutsuzluğa da kapılabilir. Sorunları yan yana masanın üstüne dizip duruma toplu bir şekilde bakmalıyız.
      Hatırlayalım: 1) İtalya kendi meclis binası içinde PKK Meclisi toplamış, bizde iki hafta kadar infial uyanmış, "İtalyan malları almayacağız" denmişti. Unuttuk mu? 2) ABD Meclisi, sözde Ermeni soykırımını tanımak üzereydi ki, Klinton, "Şu an bu ulusal çıkarlarımıza aykırıdır" deyip son dakikada engellemişti. Bizde "Bu çıkarlar da ne acaba?" diyen pek çıkmamıştı. 3) Fransız Meclisi tanıdı. Ayarlı basın-yayın, hem ABD, hem Fransa olayına bir palavra mazeret buluverdi: Efendim, üç yüz bin Ermeni seçmen varmış ta, seçim öncesi, onların oyunu almak için böyle yapıvermişler. Dışarıda söylemeyin, gülerler adama. O zaman dedik ki: "O iki devletin adamları o kadar akılsız mı ki, azıcık bir oy için böyle bir saçmalık yapsınlar?". 4) Peki, şimdi de Avrupa Meclisi böyle bir karar aldı; onların da mı seçim derdi vardı? "Efendim, ne olacak, kâğıt üstünde öyle bir şey demişler; bir yaptırımı yok ki." diyen Avrupa düdükleri çıkıverdi. Merak etmeyin, arkasından, "Ermenilere toprak verin, tazminat verin" gelecek. O iş zaten başladı. 5) "Kürtçe" lâfı bile tabu iken birden "Kürtçe eğitim" konu oluverdi; tabii ayarlı basın-yayında, hattâ yöneticilerin bazı pervâsızlarında. Nâçizâne dedim ki: "Türkiye'de Türkçe eğitim mi kaldı ki, bir de etnikçi eğitimlerden söz ediliyor?". Bâri kendini Türk sayanlar da çıkıp "Biz de Türkçe eğitim isteriz" desin. Ama, bazılarının derdi ne o, ne bu. Dertleri, eğitimi de, resmî dili de İngilizce yapmak. 6) Yok "Kıbrıs sorunu", yok "Ege sorunu". Türkiye'nin "Kıbrıs sorunu" yoktur; Batı Trakya köylerinde 68 yıldır Türklere tehcir kampı hayatı yaşatan Yunanistan'ın "Batı Trakya sorunu" vardır (Bkz. O.S., "Hedef Türkiye", OTOPSİ Yayınları (İstanbul, 2002)). 7) Tek taraflı Avrupa Gümrük Birliği anlaşmamızla Avrupa'ya 50 milyar dolar kaptırmış olmamız sorunu. 8) Gitgide artan misyoner faaliyetlerine ilâveten, yurdun dört bir yanına, hiristiyanı olmayan yerlere, kiliseler yaptırılması sorunu.
      Bitti mi? Bitmedi: 9) Dışarıdan üç günde çıkarılıveren iktisâdî bunalım. (Her an çökertilmeye hazır, özellikle son yirmi yılda altyapısı kurulmuş sahte iktisâdî düzenin, dışarıdan düğmeye basılarak üç günde nasıl çökertildiği "Hedef Türkiye" kitabında.).
      10) Tütün sorunu. 11) Şeker sorunu [pancar üretimi + yurt iktisâdının yüzde 30'unu çeken şeker, yan kimyasal hammaddeler, makine, elektromanyetik aygıtlar,... fabrikalarının kapatılması sorunu]. 12) "Buğday yedeklerinizi eritin" sorunu. 13) İşsizlik ve baş gösteren açlık sorunu. 14) TL para değerinin bir anda yarıya düşmesi sorunu. 15) Topraklarımızın (yâni vatanımızın) yabancıların eline geçmesi sorunu. 16) Hortumlanmış bankaların yükünün halk sırtına bindirilmesi sorunu. 17) Öğrenci harçlarının 10 katına çıkarılıp eğitimde fırsat eşitliğinin yok edilmesi, "evrenkentler (üniversiteler), devletinkiler dâhil, özel şirket gibi çalışacak" sorunu. 18) Madenlerimiz bor, toryum, krom, altın, kömür; ve neftyağı (petrol), ve demir-çelik fabrikalarımız sorunları. 19) Demiryollarının engellenmesi sorunu (önce Atatürk'ün "demir ağları" bitti, sonra kurduğu Demir Bank gitti). 20) Telekom sorunu.
      Biri kamuoyunun önüne çıkarken, bir, iki hafta önce geleni unutulan sorunlar da sorunlar. Türkiye sorunlar içinde debelenip duruyor; halk bir yanda, başka bir ülkedeymişler intibaını veren yöneticiler+ayarlı basın-yayın diğer yanda.
      Yukarıda sıraladığımız sorunlar sahtedir, çünkü hepsi dış dayatmalardan kaynaklanıyor: 1'den 8'e sorunlar Avrupa Birliği (AB ) dayatması; 9'dan 20'ye IMF dayatması (IMF Uluslararası Para Fonu; "Küresel Kıraliyet Para Fonu" demek daha doğru olur). Bazılarının hem AB, hem IMF (yâni ABD) dayatması oluşuna şaşmamak gerek, çünkü her iki kuruluş ta "yeni dünya düzenci", ulus-devletler düşmanı "tek dünya devletçi", yâni insanlık düşmanı "küresel kıraliyetçilerin" tezgâhı.
      AB diyor ki: Şunları şunları yapmazsanız sizin AB adaylığını konuşmayız bile. Yaparsan, beteri dayatmalar geliyor; "onları yaparsan, on yıl sonra belki konuşuruz". Bunlara çocuk bile kanmaz. Peki içerde ne oluyor? 38 yıldır, birileri [nasıl oluyorsa (!) bunlar da hep her türlü hükümettekiler, bir de ayarlı basın-yayındakiler oluyor] çıkıp "İllâ da Avrupa Birliği'ne girecez; illâ da girecez" deyip duruyorlar. Şimdiye kadar hiçbiri halkın önüne çıkıp ta, niye gireceğiz, faydası ne, zararı ne, hele bir tartalım, yararı ağır basarsa girelim, dedi mi? Hayır. Sanki bu, bir din kitabında ("kitapsız din" ama) gökten emredilmiş. [Karşı çıkan olursa, o da bir çeşit "kâfir" addedilip aforoz ediliyor.]
      Şimdi: Sorunların 1'den 8'i tümüyle sahte sorunlar; sadece ve sadece, işte bu "tek dünya düzencilik" dinine mensup "küresel kıraliyetçi", kıraldan fazla kıralcı, yerli "muhip" kuyrukların, her ne pahasına olursa olsun "illâ da girecez"inden kaynaklanıyor. Topuna kestirmeden çözüm: AB'ye "Teşekkür ederim. Ben girmek istemiyorum arkadaş." dersin, olur biter. O zaman AB'nin dayatmaları için bir vesile kalmaz. "Eyvah, bu Türkler de akıllanıyor galiba" diye telâşlanıp "Aman ne olur girin" diye bize yalvarmaya başlayacaklardır.
      Sahte sorunların 9'dan 20'ye kadarına gelince: IMF yeni dünya düzenci, vahşi, son model sömürgeciliğin bir aracı mı? Bir çeşit banka mı? Kendilerine sorarsan banka ya, öyleyse, müstehzî bir kibarlıkla onlara dersin ki:
      "Sayın Banker, bankanıza olan borcumuzun faizinin faizinin faizine mahsuben [nakit değil haa!] bize, 'Belki veririz' dediğiniz kısa vâdeli, fâhiş faizli katmer borç ile, altın yumurtlayan tavuk Telekom'umuzu yok pahasına elden çıkarmamızı, sâhi bir de evrenkent (üniversiteler) yasamızın değiştirilmesini istemeniz arasında ne alâka olabilir? Garibimize gitti." dersin. Öyle ya bu, borcu ödenebilsin diye bankacının, sen müşterisine, "Önce karını hele bir boşa; çocuğunu o okuldan al, şu yerli misyoner türü okula gönder" demesine benzemez mi? Merak etmeyin bir şey olmaz [olsa olsa hükümet düşer(!)], IMF'nin civciv stajyerleri hizaya gelir. O da yetmezse Malezya'nın yaptığı gibi IMF'cileri gönderildikleri yere sepetler, Malezya gibi bir yılda iktisâdî büyüme hızını yüzde 8'e yükseltir, sahte sorunların bu yarısından da kurtulursun. Geçmiş olsun herkese; bir daha sefere dikkatli olun da nezleniz nüksetmesin, yeniden üşütmeyin.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Büyük uyanış
      Derin bir uykudan uyandım. Rüya kafamda hâlâ taptazeydi; yeni görülmüş renkli bir filim gibi. Nasıl derin bir uyku idi ki o öyle. Sanki elli yıldır uyumaktaymışım.
      Rüyamda, halk Türkiye'nin her bir köşesine kadar uyanmış. Herkesin gözünde bir parlaklık; yüzlerinden kendine güven fışkırıyor. Kadıköy'deyim, Beyoğlu'ndayım, Ankara'da Meşrutiyet Caddesi'ndeyim, Amasya'da, Antalya'da, Tekirdağ'da, Van'dayım: Sokaklarda insanlar hızlı hızlı işlerinin güçlerinin peşinde koşturuyor, ama yüzlerinde telâştan, endişeden eser yok; mutlu bir tebessüm, birbirleriyle sevecen selâmlaşmalar. Gençlerde azimli, zeki bakışlar. Bazıları düşünceli düşünceli yürüyor; sanki kafalarında çetin matematik meseleleri çözüyorlar. Dolaşırken baktım ki, hayret her yerde kahveler, iş saati, nerdeyse boş. Tek tük müşterili masalarda kağıt, ya da tavla oynayan görünmüyor. Bir gurup genç oturmuş, ciddi, ağırbaşlı tartışıyorlar; bazıları önlerindeki kağıtlara fizik formülleri yazıyor. Terbiyeli, saygılı gençler. Düşünüyorum: Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni emanet ettiği gençler nihayet yetişmiş.
      Ankara'dayım; güzel bir tramvay geçti; üstünde "Uluğ Bey Teknik Evrenkenti" yazıyor; şaşırdım: "Vay canına, yıllarca uğraşmıştım da, bir evrenkente böyle bir isim verdirememiştim". Birine sordum: "Bu ne? Yeni bir evrenkent mi kuruldu?". Adam soruma şaşırarak, "Yok" dedi, "Yıllar önce ABD telkiniyle kurulmuş bir evrenkent vardı ya, epey oldu, onun adı değiştirildi". Hangisi olduğunu anladım; "Eğitim dili İngilizce; değil mi?". Adamcağız yarı şaşkın, yarı öfkeli baktı: "Öyle şey olur mu yahu; burası artık çok şükür, sömürge değil!". Övünerek: "Burası Türkiye Cumhuriyeti". "Bizde, Atatürk'ün ısrarla üzerinde durmuş olduğu gibi, eğitim dili her seviyede ve tümüyle Türkçe'dir".
      - Yâni yabancı dil öğretilmiyor mu?
      - Allah Allah, siz nerden geldiniz böyle? Elbette her çeşit yabancı diller, meslek dalına göre, yabancı dil öğretimi uzmanlarınca ayrıca öğretiliyor. En çok Çince'ye, Rusça'ya, İspanyolca, sonra Almanca'ya rağbet var.
      - Hayret; İngilizce furyasına ne oldu?
      Adam gene yüzüme garip garip baktı: "Ooho, o eskidendi. O zamanlar kovboy Amerika görünüşte güçlüydü, kölelerine Tarzanca'yı dayatabiliyordu. Orada yuvalanmış "küresel kıraliyetçiler", sahte Avrupa Birliği, IMF gibi araçlarını kullanarak, ulus-devletleri parçalıyor, o da sökmezse bomba stoklarını tüketmek için saldırıyorlardı. O günler çoktan geçti evlât! Sonunda oyunlar ABD içinde de yoğunlaştı. ABD'yi 12 eyalet-devletçiğe böldüler. Sekizinin resmî dili İspanyolca, bir tanesinin Fransızca, biri İngilizce, iki eyaletinki ise, önemli bir Afrika dili olan Svahili. Yaa, işte böyle. Zaten berbat bir dil olan, bilime, tekniğe yetersiz İngilizce'ye yüz veren yok.
      Çıktım, biraz yürüdüm. Eski dükkânlar, yeni dükkânlar, ama hayret hepsinin üstünde gayet güzel Türkçe isimler. O, aşağılık duygusu alâmeti, sömürge ruhu belirtisi yabancı dilde adlardan, yazılardan eser yok. "Fast Food" kepazeliği olmuş "Tez Yemek", "Cafe" (bana hep de "Cafer"i, o adı içeren ayıp tekerlemeyi hatırlatır) yerine "Çay Evi", ya da "Kahvehane".
      Bir gazete aldım: Adı "Yıldız", dili tertemiz. İri başlık diyor ki: "Avrupa devletçiklerinden ziyaret". Altında: " Avrupa'nın ufak dukalıklarının başkanları, borçlarının faizlerini ödemekte zorluk çektiklerinden, yardım, en az azından faiz ertelenmesi talepleriyle Türk banka genel müdürlerini ziyaret edecekler. Hazır Ankara'da iken "Avrasya Birliği Para Fonu" AVRAP'ın Ankara'daki Genel Merkezi yetkilileriyle de görüşecekler. Olumlu bir sonuç almaları pek beklenmiyor, çünkü son verdikleri uyum taahhütlerini tam yerine getirebilmiş değiller. Basklar, Bretonlar, Korsikalılar, Keltler, Bakü'deki Avrasya Birliği İnsan Hakları Mahkemesine başvurup duruyor". Haber devam ediyor: " Bir de, aynı ülkelerden bir genelkurmay başkanları heyeti bekleniyor. Onlar da Türk Ülkeleri ve Rus, Çin, Birleşik Kore, Ukrayna, İran, Hint, Japon Askeri İşbirliği Kurultayı'na gözlemci olarak katılacaklar. Aralarda, teknoloji ihtiyaçlarını dile getirebilmeyi umuyorlar."
      İşte böylece rüyam gözümün önünden geçerken yüzümü yıkamış, yarım bardak yağsız süt içip biraz muz yemiş, giyinmiştim bile. Sokağa çıkıp bakkaldan gazetemi aldım. Bir iki sokak ötedeki kahvehaneye girdim. Ama durakladım: Her zamanki, kağıt, ya da domino oynayan kalabalık yoktu. Bir masada birkaç genç oturmuş, dikkat kesilmişler, aralarında birinin bir deftere yazdıklarını izliyorlardı. Masanın yanından geçerken defter sayfasına gözüm ilişti: Bildiğim, araştırma düzeyinde derin bir fizik konusunun formülleri. Geçip boş bir masaya sandalye çektim. Çaycı gelirken, elimdeki gazeteyi açtım. Hayret: Gazetenin adı "Yıldız"dı; iri haber başlığı ise: "Avrupa devletçiklerinden ziyaret".
      Demek "Büyük Uyanış" rüya değildi. Başlamıştı bile.
      11 Mart 2002, Mühürdar, İstanbul.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      BÖYLE DIŞ SİYASET OLUR MU?
      Avrupa'dan başka seçenek konuşulamazmış!





      Devletler her türlü olasılığa karşı stratejiler üretir. Bu, savunma için de, iktisât için de böyledir. Hele hele tümünün temelinde yatan dış siyasette kesinlikle önümüze çıkabilecek her durum için önceden hazırlıklı olmamız gerekir. Elbette, kısa, orta, ve uzun vâdeli hedefler saptanmış olmalı, ancak dünyanın hızla değişebilecek koşullarına göre "koşullu hedefler", değişik yol ve seçenekler de sürekli olarak önceden hesaplanmalıdır. Bağımsız devletlerin hepsinde bu yapılır.
      Devletlerin her türlü durum için stratejileri üreten kuruluşları olduğu gibi, özelmiş gibi görünen ama devletle bağlantılı araştırma merkezleri, vakıflar da vardır. Ayrıca, o devletin güvendiği bazı evrenkent hocalarına da araştırmalar yaptırılır. Dış ülkelerden toplanan istihbaratla birlikte tüm araştırmalar devletçe değerlendirilir, ona göre dış siyaset çizilir, uygulanır.
      Daha 1950'lerde öğrenci iken dikkatimi çekmişti: ABD'de elime geçen bir kitapta, Sovyetler'in dağılacağı kimsenin aklına gelmezken, ABD'nin Orta Asya Türk elleri hakkındaki ayrıntılı araştırmaları, ileriye dönük yorumları görülüyordu. Nitekim Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktığında ABD çoktan hazırlıklıydı; tabii yalnız ABD değil, daha başka ülkeler de.
      Türkiye'de ise, Atatürk'ün vefatından itibâren, oralardaki Türklerle ilgilenenlere "faşist", Sovyetler ve Rusya ile ilgilenenlere "komünist" damgası vurulup cezalandırılıyorlardı. Halbuki, Atatürk tüm dış Türklerle, bir yandan da Rusya ile ilgilendiği gibi, güçler arası denge siyasetini sürekli yürütmüştü. 1947'den sonra Amerika'dan başka, son yıllarda da Avrupa Birliği'nden başka lâf edilemez oldu. Önce "Küçük Amerika" olacaktık (uyuşturucusuyla, pop-topuyla, mafyasıyla, sıfır numara orta öğretimiyle, ayarlı basın-yayınıyla, Tarzancası ile, "altta kalanın canı çıksın" anlayışıyla olduk bile), son yıllarda da "İllâ Avrupa Birliği'ne gireceğiz"; niyesi falan yok.
      Bir iki yıl önce, Avrupa Birliği yutturmacasına karşı olan saygıdeğer bir zat, beni strateji ile meşgul bir vakfa davetsiz götürdü. Konu Avrupa Birliği. Kişiler 5-10 kişilik bir "çalışma gurubu". Sandım ki AB'ye girmenin yararları, zararları tartışılacak, değişik seçenekler göz önüne alınacak. Olur mu? AB'ye illâ da nasıl gireceğiz, daha ne tâvizler vermeliyiz konuşulacakmış meğer. Genççe bir profesör, önünde koca bir dosya, faydalar arasında teknoloji geleceğinden bahsediyor. Dedim ki: "50 yıldır, yabancı yatırım gelecek, teknoloji aktarımı olacak deyip duruyorlar. Kola ile burger'den başka ne geldi?". Cilâlı adam bize çıkışırcasına demez mi: "Kola şirketinin gelmesi bir ülkenin ilerlemiş, Batılılaşmış olmasının göstergesidir." [Buna Almanca allahasmaladık mânâsına gelen "çüs" demek gerekir]. Hepsine bir giydirdim ve oradan ayrıldım. İşte strateji böyle üretiliyormuş.
      Biliyorsunuz, geçenlerde değerli bir paşamız AB'den gayri seçenekler de aramalıyız; Çin, Rusya, İran, Türk Devletleri, demeli Avrasya ile ilişkilerimizi geliştirmeliyiz meâlinde bir beyanatta bulundu. Aslında Atatürk'ün yürüttüğü dış siyaseti, gösterdiği yolu hatırlatıyordu. Vay, tüm "kontürlü Avrupa düdükleri" yaygarayı bastılar; ayarlı basın-yayın da görevine yüklendi. Efendim, hedefimiz Avrupa imiş [o hedefi veren de aslında ABD amcaları, bakma sen. AB'nin de ABD'nin de tepesine musallat olmuş olanlar aynı takım]; başka seçenek konuşulamazmış. Hadi diyelim ki Avrupa ile pazarlık yapılsın. Her dayatmayı kabul edeceğine, AB ile masaya, başka seçenekleri de geliştirerek oturulmaz mı? Nerdesin millî Dış İşleri Bakanlığı?
      Tam paşamızın sözlerine karşı yaygara koparılırken Avrupa'da ne oldu? İtalya'da Galatasaraylı ayaktopçulara İtalyanlar, İtalyan polisi ile birlikte saldırdı. Ertesi gün İsviçre'de (AB üyesi de olmak istemiyor ama) Türklere saldırıldı. Önceki AB Meclisi sahte Ermeni soykırımı kararlarını da unutmayalım. Arkadaşım! Hıristiyan ve Haçlı kafalı Batı, ve Avrupa, Türklerle bir arada olmak istemiyor. İnce oyunlarıyla işi hâlledemezse üstümüze çullanacak; tek derdi Endülüs gibi buraları da Hıristiyan eyaleti, sömürgesi yapmak. Kendini Türk sayan da, Kürt sayan da, kandırılıp her ne sayan da bunu böylece bilsin. Hiç kimseye ayrıcalık tanınmayacak, Avrupa düdüklerine, muhiplere bile. Endülüs'te iç çekişmelerde üste çıkmak için, Kurtuba'yı gel fethet diye İspanyol kırallarını davet edenlere ne oldu? Ahaliyle birlikte onların da kellesi gitti; çoluk çocukları köle pazarlarında satıldı. Ey işbirlikçiler! İbret alın. Fırsat varken Türk Milleti'nin bağrına dönün.
      Gelin hep birlikte ulusal bir dış siyaset geliştirelim.

      25 Mart 2002; Kadıköy, İstanbul
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM



      Önce Batı'nın imlasını düzeltelim

      Prof . Dr. Oktay Sinanoğlu

      "Yeni Dünya düzenci", "Küresel Kraliyetçi"lerin Türkiye'deki kuyrukları şimdi de Türkçe'nin güzelim imlâsını, yazısını bozmaya çalışıyorlar. Neden mi? Çünkü bunların derdi Türk olan her şeyi yok ederek, patronlarına ilelebet köle olacak, kimliksiz, onursuz, bağımsızlık duygularından yoksun bir insan kalabalığı yaratmaktır. Sadece son iki yılda Türkiye Cumhuriyeti'nin, Atatürk'ün esas ilkelerinin temellerine yöneltilen tasallûtları tek tek sıralamağa kalksak bu yazının boyutunu çoktan aşar.

      Türkçe'nin yok edilmesi için yabancı dille eğitimin ana okullarına kadar indirilmesi, Türkçe ile eğitim veren evrenkent (üniversite) sayısının gitgide azaltılması, Türkçe ile bilimsel araştırma ve yayın yapılmasının YÖK'çe âdetâ yasaklanması, ortaöğretimde Türk edebiyatı derslerinin nerdeyse kaldırılması, ve şimdi de Türk yazı ve imlâsına topyekûn saldırı....

      Önce bir örütbağ (internet) şirketi ile bir cep tel şirketi başladı. İlânlarını yarı İngilizce sözcüklerle verdikleri yetmiyormuş gibi bir de Türkçeleri İngilizce imlâsıyla yazar oldular: ç yerine ch, ş yerine sh , x'ler, q' ve w'lar... Derken, aşağılık duygusu içinde kıvrandırılan, herhalde Anatolia Liselerinde okuduklarından, başka bir işe yaramayacak Tarzan İngilizcelerini teşhir edip itibar göreceklerini zanneden zavallılar dükkânlarının üstüne "pasha", "dönerchi",... yazdılar. Sonra Bilgi Evrenkenti(üniversitesi)'nden Haluk Şahin devreye girdi. Efendim, Türk alfabesine q,x, w ilâve edilmeliymiş. Herhalde bütün bunlar resmî dilimizin İngilizce yapılmasına birer hazırlık.
      "Milli" Eğitim Bakanlığı da boş durur mu? Meğer, daha 1997'de hazırlattıkları, ilkokul öğretmenleri rehber kitabında, çocuklara Türk alfabesi öğretilirken q, x, w'nin de harflerimiz arasında öğretileceği yazılıymış Şimdi sorarım size: Birbiriyle ilgisi görünüşte olmayan böyle değişik kanallardan aynı saldırıların olması tesadüf olabilir mi? İhtimaller hesabına sığmayacak bir durum. Öyleyse? Haa, demek ki göze görünmeyen alınmış bir temel karar, ve onu uygulamakla görevli, bir yerde eşgüdümleri sağlanan birileri var. O "yer"in ne olduğunu siz tahmin edin.

      Ey, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin güncelleştirilmiş uzantıları! Siz onu bırakın da önce şu Batı'nın bozuk imlâsını düzeltelim. Bir dil için en uygun yazının nasıl olması gerektiği hakkında birkaç matematiksel ölçüt koyabiliriz: 1) Her ses için bir harf, her harfe tekabül eden tek ses olmalı ("bire bir"lik ilkesi). 2) Bir dilin tüm şive ve hattâ lehçeleri için bir standart seçilip yazı ona göre belirlenmeli. Şivelerden gelen ufak tefek ses ayrıntıları standart yazıya girmemeli.

      Bu kurallara göre yazının dil için en tutumlu (iktisâdî) olması da sağlanmış olur. Demeli, bir ses için iki, üç harf gereksiz kılınmalı. Seslendirilmeyen harfler yazıda olmamalı. [Burada yalnızca latin harflerini esas alan yazılardan bahsedeceğiz. Çince, Japonca, Korece gibi resim-öge- yazı kullananlar, ayrıca Kiril, Arap, Fars, Osmanlı-Türk, İbrani, Sanskrit, vb. yazıları konumuzun dışında].

      Şimdi bu ilkelere göre Türkçe'ye, bir de Batı dillerine hele bir bakalım:
      Atatürk'ün önderliğinde konmuş olan alfabe ve imlâ/yazımız Türk dilleri için tam bir mükemmellik gösteriyor: Bire bir, ne fazlası, ne eksiği var ( bunu derken, â, û, î'deki inceltme /uzatma simgesini de katıyoruz. Bu (^) şapkaların son yıllarda bazılarınca düşürülmesi de Türkçeyi önce küçük düşürmek, sonra da yoketmek gayeleri yolunda atılan bir adım).

      Türk yazısı bilgisayar için de en uygun yazı (bunu yıllardır diyorduk; şimdi yabancı bilim adamları da söylemeğe başladı). Elbette bilgisayar için yazı iktisâdî olmalı; kim lüzumsuz harfler için fazladan tuşlamak ister? Ayrıca, bilgisayarın, tuşlar yerine sesli komutlarla çalışması, yazıları seslendirmesi gibi gelişmeler Batı dilleri ve yazılarında çok zorluklar çıkardığı hâlde, Türkçe'de çok daha kolay gerçekleşecek. Bizim yetenekli bilgisayar mühendisi gençlerimiz bu konularda çalışmalı, geliştirecekleri bilgisayar yazılım ve donanımlarını da tüm Avrasya Türk ülkelerine yaymalı, pazarlamalı. Hep Batılının öncülüğünü bekleyecek değiliz ya.

      Gelelim şu çok şeyi bozuk Batı'nın bozuk yazı ve imlâlarına "ş" harfi Almanca'da "sch" ile, İngilizce'de "sh" ile gösteriliyor. "f" yerine bazan "ph". Onun gibi bizim "ç" çoğunda "ch". Gereksiz, fazlalık harfler zengini Batı. Ayrıca İngilizce ve imlâsı tam bir felâket. "i" bazan "ay" , bazan "i" okunuyor. Genellikle hangi harfin ne okunacağı belli değil. Böyle bir imlâ çocuklara nasıl öğretilir? Her yazılı sözcüğü ayrı ayrı ezberleterek. Onun için de çoğu Amerikalı en basit sözcüklerin bile nasıl yazılacağını bilemez. Tam bir keşmekeş. Kendi anketlerine göre ABD ortaöğretiminden geçenlerin %65'i dosdoğru okuma yazma bilmiyor ( ne güzel değil mi? Böylesine cahil halk, orada da ayarlı olan basın-yayının her dediğini yutar). Halbuki Türk yazısı ile, harflerden heceleri, hecelerden sözcükleri okumak, her yazılanı doğru okumak, her söyleneni aynen ve doğru yazmak birkaç haftada öğretilebiliyordu (askerde bile). Şimdi ne oldu? Amerikan danışmanların telkini (belki de dayatması) ile olacak, bu düzenden vazgeçilip, sözcükleri birer resim gibi görsel ezberletme yöntemi gelmiş..[Bazı hastalıklar vardır ki, hasta bunu başkalarına da bulaştırma ihtiyacı hisseder. Amerika'nın bir derdi de bu herhalde].

      G. Bernard Shaw, "Pygmalion" temsilinin önsözünde İngilizce imlâsının rezilliğinden yakınır durur. O yıllarda İngiltere'de İngiliz imlâsını düzeltmek için de bir hareket vardı. Beceremediler. Anlaşılan iş, bizim Anglo-Sakson Muhiplerine düşecek. Ne olur; bizim dünyaya örnek olacak ülken imlâ ve yazımızı bozmaktan vazgeçin de, şu yılıştığınız İngiliz/Amerikan efendilerinize bir iyilik edin: Önce onların imlâsını düzeltiverin!
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Yabancı dille eğitim kurbanı öğrencilere öğütler

      Arkadaşım Bakkal Ali, birkaç yıl önce bir gün, üzülerek sıkılarak "Ah, sorma hocam, başka okul bulamadık, bizim Osman'ı Anadolu Lisesi'ne verdik." dedi. Halbuki kendisi, yabancı dille eğitimin ne mene bir saptırma; ihanet derecesine varan, ulusu câhil, düşünemez, bir de kimliksiz bırakma oyunu olduğunu iyi bilenlerdendi. Öyle ya, dünyanın, birkaç, iyice sömürgeleşmiş ülkesi hâriç hiçbir yerinde, kendi, çoğunluğun anadili olan resmî dilinden değil de bir yabancı dilden eğitim yapma diye bir düzen yok. Üstelik böyle bir "yabancı dil öğretme" yöntemi de yok. Niye mi? Elbette yok: İnsan aynı anda hem bir yabancı dili, hem de örneğin fiziği, kimyayı öğrenebilir mi? Sakın dış ülkelerde "Biz böyle öğretiyoruz" demeyin. Gülerler adama. Hem de zaten sıfırlatılmış ulusal itibârımız iyice beş paralık olur.
      ANADOLU LİSELERİNDEKİ AZAP
      Birkaç ay sonra Osman'a rastladım. Osman, babası gibi çok zekîdir. Her şeye aklı erer. Ama baktım, üzgün, perişan. "Hayrola Osman" dedim. "Neyin var?"
      Çocukcağız, "Anatolia (Roma İmparatorluğu'nun eski eyaletinin, sömürgesinin adı) Lisesi"nde derslerden çakıp duruyormuş. "Tarzan dilindeki derslerde ne hoca anlattığını anlıyor, ne biz bir şey anlıyoruz". "Fen konularına merakım vardı, şimdi tamamıyla soğudum. Nefret ediyorum." Okul olmuş bir azap. Üstelik çocuk kendisini, ulusal kimliğinden hızla arındırılmak için içine sokulduğu, bunaltıcı sıcak, arada üstüne özel kimyasal maddeler püskürtülen bir arıtma tesisine, "küresel kıraliyetçilerin" ülkeye hediyesi bir beyin yıkama hamamına girmiş gibi hissediyor.
      ÖNCE TÜRKÇE DERS KİTABI
      "Osman", dedim; "o işin kolayı var. Sen canını üzme. Şimdi git, okuduğun dersin muadili Türkçe bir ders kitabı bul (tabii bu artık kolay olmayabilir; artık sahaflara mı bakacaksın, ne yapacaksan. Çünkü, bir yandan Batı'nın küresel kıraliyetçileri etnikçi eğitim lâfları karıştırırken, Türkiye'de Türkçe ile eğitim nerdeyse kalmadı). Türkçesinden fizik mi, matematik mi iyice bir çalış. Gayet güzel ve derinine konuları anlayacaksın. Bol bol da alıştırma meseleleri çöz. Ancak böylece konu beynine mâl olur; yoksa ezberle bir iş olmaz. Ondan sonra, konuyu iyice bilince, yabancı terimlerini öğrenmen birkaç günlük bir uğraşıdır. Gider o ezbercilik, Tarzanca sınavlarını yapıverirsin, olur biter. Öbürlerinden farkın: onlar yalnızca birkaç kelime Tarzanca ezberlemişlerdir. Sen ise konular üzerine düşünebiliyor, sorgulayabiliyor, çözüm üretebiliyor olacaksın. Haydi bakalım."
      Aradan bir yıl kadar geçti. Meğer Osman bizim sözleri ciddiye almış; dediğim tarzda çalışmış. Bir de baktık, Osman okul birincisi. Gençler, öğrenciler, kendi ülkesinde yabancılaştırılan, yabancı dayatmacıların, onların yerli maşalarının kurbanı küçük kardeşlerim: Size de aynısını öneririm.
      SESSİZ DİRENİŞ HAREKETİ BAŞLAMALI
      Tabii burada genel bir ilke var: Öyle veya böyle fethedilmiş, tepesine binilmiş bir ulus nasıl bir savaşıma yönelebilir? Kalelerine, ulusal kurumlarına, fabrikalarına, tersanelerine, limanlarına, topraklarına, ve de yabancı oyunlarına karşı bir ülkeyi koruması gereken "bağışıklık" dizgesine girilmiş bir ülkede sessiz ve akıllıca bir kurtuluş savaşına, onun için de önce bir direniş hareketine ihtiyaç vardır. Türkçe'nin yok edilmesi, halkımızın eğitimsiz, becerisiz ve düşünemez kılınması, ulusal kimlik ve egemenliğimizin elimizden alınması iç ve dış düşmanlarca dayatılıyorsa; ilk yapacağımız iş, her birimizin sessiz direniş hareketine başlaması, dolaylı yollardan Türkçe'mizi, ulusal kimlik ve kültürümüzü, dolayısıyla çocuklarımızın geleceğini koruma altına almamız olacaktır.
      ÖĞRENİM VE EĞİTİMDE TÜRKÇE
      Okullarda, evrenkentlerimizde (üniversitelerde) Türkçe ile eğitim ve bilim yasaklanıyorsa (adı henüz öyle olmasa bile, şimdiden fiilen öyle), her birimiz, öğrencimiz, velimiz, öğretim üyemiz sessiz direnişle el altından öğrenimini, öğretimini, Türkçe ile yapacak, yaptıracak. Öğretim üyeleri Türkçe ders kitapları yazacak, "sistem dışı" yayınlatacak, okutacak. Yabancı dil öğrenmek isteyenler; yazları, akşamları yabancı dil kurslarına gidin, yeteri kadar öğrenin. Unutmayalım, hepinizin mesleği tercümanlık, otellerde kabul memurluğu olacak değil ya. Ağırlığı, bir meslek, en azından geçer akça bir zanaat öğrenmeye verin. Herkes ciddi matematik (gerçek bilim dili bu; Tarzanca değil), bilgisayar yazılımcılığı öğrensin; üretici, yaratıcı, kendine güvenen onurlu gençler yetiştirelim. Uzun vâdede, tarihin derinliklerinden süregelen Avrasya Türk varlığının devamı ve hatta gittikçe güçlenerek yaşaması böylece teminat altına alınacaktır.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      GÖNÜL+BİLİM

      Hazırlık sınıfı. Neye hazırlık?


      Tüm evrenkentlerin (üniversitelerin) yabancı dille eğitime geçirileceğini, Türkçe ile eğitim yapan hiçbir eğitim kuruluşunun bırakılmayacağını yıllar öncesinden yazıyor, yurdun her tarafındaki konuşmalarımda söylüyordum. Bu tahminin maalesef doğru olduğunu her geçen gün biraz daha gösteriyor.
      Türkçe ile eğitim veren evrenkentlere önce bir "hazırlık sınıfı" koyuyorlar. Arkasından, eğitimin "sadece %30'u İngilizce [yâni Tarzanca] olacak" deniyor; sonra bu arttırılıyor. Geçen yıl Konya, Selçuk Evrenkenti'ne hazırlık sınıfı konmuş. Altı yedi yıl evvel, hem de rektörün "buranın dili Türkçe kalacak" dediği bir sırada Yıldız Teknik Evrenkenti'ne hazırlık sınıfı konmuştu. Bir sonraki rektör de, hiç olmazsa bana, eğitim dilinin Türkçe kalacağını söylerken, bir yandan da hocalara derslerin %30'unun İngilizce olacağını bildiren tamimler geliyor, "Hangi dersi İngilizce olarak vermek istersiniz?" diye soruluyordu.
      Hâl-i hazırdaki YÖK başkanının, mevkiine geldiğinde, ilk icraatının Karadeniz Teknik Evrenkenti'ni İngilizce dilli yapmak olmuş diye duymuştum. Türkiye'nin 250 yıldır önemli bir kalesi olan İstanbul Teknik Evrenkenti'ne de, şimdiki rektör atanır atanmaz, hazırlık sınıflarına ilâveten önce gene %30 diye başlayan İngilizce ile tedrisat kondu. Duyduğuma göre, Amerika ve İngiltere'den de meslek dersleri vermek üzere yabancı öğretim üyeleri getiriliyormuş. Halbuki, eski Sovyetlerde gayet iyi yetişmiş Türk dünyası ve Avrasya'nın değerli bilim adamları bulunuyor. Herhalde bu değerli insanlar, İngilizce yerine, ikinci dilleri olarak Rusça bildikleri için tercih edilmiyorlar.
      Geçenlerde aldığım bir habere göre, eğitim dili Türkçe olan Mersin Evrenkenti'nin idaresi de YÖK'e, hazırlık sınıfı koyma izni için başvurmuş. Yanıt, "şu an yabancı dilden eğitime karşı geniş bir tepki oluştu. Sırası değil." olmuş. İnşallah bu haber asılsızdır, ama pek sanmam asılsız olacağını. İşte tüm evrenkentler bu yolda. Özellere gelince: Hepsinin [Maltepe Evrenkenti hâriç. Kendilerini kutlarım.] eğitim dili İngilizce. Çoğunda İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümleri de var, ama Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri yok. Demek ki bunlar tamamıyla yabancı evrenkentler. Zaten bazılarının Amerikan, İngiliz evrenkentleriyle açıktan veya sessizce bağlantıları var. Derslerde Hıristiyanlık propagandası yapıldığını da öğrencilerden haber almaktayız. Peki, böyle gayri millî, bozguncu etkinliklere karşı devletin bağışıklık kurumları nerede?
      Dahası var: Tüm liseler dört yıllık olacak, yâni hepsine hazırlık sınıfları konulacakmış. Öyle bir haber aldık. Büyük ihtimalle doğrudur. Gerekçe de şuymuş: Efendim, bu suretle Anadolu (yâni Roma eyaleti "Anatolia") Liseleri ve kolejlerle eşitlik sağlanacakmış. Demeli, bir toplulukta bazı kişilere virüs bulaşıp hastalanmışlarsa, eşitlik olsun diye herkese virüs bulaştırıp hastalandıralım! İşe bak. Herhalde sorsan, "Atatürk'ün Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na da böylece uyum sağlayacağız" demekten utanmazlar. Vah Türkiye'm vah! Vah Atatürk'ün ruhu vah!
      1953'te Türk okullarında İngilizce ile eğitimin başlatılıp yaygınlaştırılmasından beri eğitim niteliği hızla düşmüş, bugün eğitim her düzeyde âdetâ sıfırlanmıştır. Yalnız ben mi diyorum? Hayır. Eğitimin durumundan herkes şikâyetçi. Yabancı dille eğitim yapan liselerin, evrenkentlerin öğrencilerinden, mezunlarından, öğretmenlerinden, velilerden, hattâ bazı idarecilerinden yüzlerce e-mektup alıyorum. Herkes yakınıyor. Türk'ün Türk'e Tarzanca konuşmasındaki haysiyet, onur kırıcılıktan öte, kimse bir şey öğrenemiyor. Birkaç şey ezberleyip mezun olanlar, meslekle ilgili iş de bulamıyorlar. Avrupa'da iş bulacaklarını sananlar da avuçlarını yalayacaklar: oraların kendilerinde işsizlik var. Yabancı düşmanlığı da cabası. Üstelik Avrupa'nın, şu perişan İngiltere dışında, dili de İngilizce değil ki. Daha yeni Amsterdam'da idim: Tek kelime İngilizce göremiyorsun. Mâmullerinin üstünde sadece Hollanda dilinden yazılar; İngilizce'si hiç yok. "Avrupa Birliği'ne gireceğiz de..., onun için eğitim dili İngilizce olmalı" [AB'ye kim girmek, kim almak istiyorsa...] terânesi tam bir yalan. AB'nin dili İngilizce falan değil. Öyleyse neden İngilizce? Küresel kıraliyetçiler Türkiye'yi tasfiye etmek için öyle öngörüyor da ondan. Onların yerli kuyrukçukları gizli cemiyetlerin çoğu İngiliz, Amerikan bağlantılı.
      Hazırlık sınıfı neye hazırlık? Ülkedeki her bireyin 250 kelime Tarzanca'dan başka bir şey öğrenememesi, Türk kimliğinin yok edilip ulus-devletin tasfiye edilmesine hazırlık. Milletvekillerine (Amerikalılarla daha iyi anlaşabilsinler diyeymiş!) İngilizce kursları açılıyor. Devlet dairelerinde İngilizce yazışmalar başladı. Tüm bunlar resmî dilin İngilizce yapılmasına hazırlık izlenimi veriyor. Bir de "Kürtçe eğitim"den bahsediyorlar? Peki, kendini Türk addedenlerin eğitimi ne olacak? Türkçe eğitim kalmıyor ki.
      Bütün bu olanların karşısında Türkiye'nin dört bir bucağında "Büyük Uyanış" başlamıştır. Türkçe'nin yok edilmesi için sessiz sedâsız çıkarılan kararlara imzayı basan birkaç kişi artık telâştadır; uykuları kaçıyor. Onlara böyle önemli kararları alma, oldu bittiye getirme yetkisini kim verdi? Elbette halk vermedi. Şimdi artık kendilerine binlerce faks (belgeçekerden), binlerce te'lin e-mektubu yağmaktadır. Yabancı dille eğitim anayasaya aykırıdır, Atatürk'ün en temel ilkesine aykırıdır. Hukukçular toplu hâlde, suç duyurularında bulunmağa, dâvâlar açmağa hazırlanmaktadırlar. Biraz geç oldu ama, nihayet Türk, kendi insan haklarına, kültür, eğitim haklarına, bağımsızlığına, şerefine, mutlu geleceğine sahip çıkmaya başlamıştır.
      1 Mayıs 2002, Yollarda.
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000