Çanakkale Geçilmez!
-
-
-
-
“... Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki: Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıbka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin .”
(Oğlu Asker Hüseyin'i teşyî' ederken [uğurlarken])
Sonbaharın aysız gecelerinden biriydi. Bulutlar birbiri üzerine yığılmış, hava toprakla bu bulutlar arasında sıkışmış, ağırlaşmış göğüs darlığı çeken insanlar gibi sıcak dalgalarıyla teneffüsü boğucu bir tazyik altına almıştı. Karanlık o kadar yoğun idi ki sakin yıldızlı geceler bu korkunç karanlığa nispetle adeta gündüz sayılabilirdi. Yağmur bardaktan boşanırcasına dökülüyor, şimşekler, gökleri yere indirecek gibi yıkıyor, parçalıyor, güya cenge koşan askerleri top ve bomba bombardımanlarına alıştırmak istiyormuş gibi kulakların zarını patlatacak derecede kesilmeksizin devam ediyor, yıldırımlar birbirine rekabet edercesine zikzaklı ve ateşli hatlar çizerek tesadüf ettiği tabii ve sınaî her tabyayı tahrib ve ihrakta olanca şiddetiyle çalışıyordu. Tabiatın kıyametten bir numûne olan bu dehşetli hengamesi arasında beşerin kudret ve azmine delil olacak bir askeri faaliyet, bütün intizamıyla, bütün sakinliği ve ihtişamıyla devam ediyor; harekâtına zerre kadar halel getirmeden bir dakikasını bile kaçırmıyordu.
Bilecik İstasyonu’nda bir askerî tren harekete âmâde idi, lokomotif istim hazinelerinde fazla geleni keskin bir hışırtıyla semâya savuruyordu, otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularını taklid edercesine dizilmişti.
İkinci kampana çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. Fakat askerî trenlerin ikinci kampanalarıyla üçüncü kampanaları arasında epeyce zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin ân-ı hareketini ihtar eden kondüktörlerin “Tamam, tamam” nidaları askerî bir trenin harekete hazır olduğunu itham edemez. O sağdan saydıran, mevcudun adedini anlatan başka bir usule, başka bir ‘tamam’a tâbi olduğundan askerî memurlar bütün mevcudiyetleriyle çalışıyorlar, vazifelerini ikmâle uğraşıyorlardı.
Trenin tam karşısında ve kapısı açık kırk beşlik bir vagonun hizasında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdulkadir Kemal bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti, evvela nöbetçidir diye hükmetti. Hakikatte bu bir evlâd-ı vatan bekleyen şefkatli bir anneydi.
Yanına yaklaştığı vakit, vücudu manevi kederlerin büktüğü bellerin rükû şeklini andırır bir şekilde biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekcik sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, kendisinin sessiz lisanına ve inleyen kalbine tercüman olan mukaddes bir maksadla canlı bir abide gibi orada kakılmış kalmış bir Türk anasıydı. Yıldırımların salıverdiği kuvvetli projektörlerin aydınlığı sararmış, çizgili çehresini gösterdi. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına akçıl saçlarına yapışmıştı. Şimşek çaktığı her kısa zaman aralığında gözleri vagona yöneliyordu.
Abdulkadir yaklaştı:
- Valide burada ne duruyorsun? Sualiyle aşağıdaki konuşma başladı:
- Şimendiferde asker oğlum var; onu geçirmeye, selametlemeye geldim.
- Oğlun kimdir, nerelidir?
- Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından Mahmud oğlu Hüseyin...
- Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
- Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana duâ ederim.
Abdulkadir vagona koştu. Bir künye okudu. Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses:
- Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Akgünlü’den.
- Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Şimşeğin ışığı altında seçilebilen levendine bir vücud, filiz gibi bir boy, Hüseyin Polat, müheykel gibi hazır ol vaziyetinde sağ el selam ve ihtiram mevkiinde Abdulkadir’in karşısında emre âmâde idi. Beraberce yürüdüler. Muhterem validenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
- Hüseyin... Dayın Şıbka’da, baban Dömeke’de ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şibka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.” dedi.
Hüseyin bu sözleri kalbinin en derin ahd ve vefa yerine gömdüğünü îma eden bir saygı ile dinlemişti. Anasını ve Abdulkadir’i selamladı, gitti. Abdulkadir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı, sordu:
- Valide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?
- Yalnız bizim soy değil, oğul. Elli yıldır köylü, mezarlığa delikanlı gömemedi. Din dursun da; ko biz hep ölelim.
- Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
- Köyümüz bütün erkek dolu.
Bizi beğenemediniz mi, hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelden nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın dedi. Abdulkadir bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iki iftihar damlası salıverdi ve bir îman ve kanaatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı:
Milleti doğuran da ana, yaşatan da. Türk anası hâlâ oradaydı, trenin hareketini bekliyordu.
Harp Mecmuası Sayı: 17, s. 267, 269.Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir
MEVLANA -
-
-
HER TÜRK EVLADININ MUTLAKA GELİBOLU ŞEHİTLİKLERİNİ GÖRMESİ LAZIM GELDİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM.
ORDA, O ANI YAŞADIĞINI HİSSEDİYORSUN. KİTAPLARDA HEP SİPERLER ARASINDA SEKİZ METRE MESAFE VARDI DİYE OKURDUK. ORDA ONU GÜRÜP HAYRET EDİYORSUN, TEK BİR TEPE ÜZERİNDE BİR GECEDE ÖLEN ONBİN İNSANIN (KANLI SIRT) NASIL ÖLEBİLDİĞİNİ ANLAMAYA ÇALIŞIYORSUN AMA ANLAYAMIYORSUN. VELHASIL, HAŞA KABE ZİYARETİ GİBİ OLMASA DA ONUN GİBİ GİDİP GÖRÜLMESİ GEREKEN YER! -
Türkiye'ye Japonya'dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçekleştirecek. İşler buraya kadar çok iyi...
Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin hakkımızdaki tespiti ilginç: "Sizin çocuklarınızda milli Şuur yok".
Bizimkiler şaşırır! Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır." Yine de fazla ses çıkarmazlar! Ne de olsa misafirdir ! Bizimkiler sorar, "Peki, Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır?"
Japon uzmanları anlatmaya baslar: Biz gençlerimize ilk mektebe başlamadan "şok testler" uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu bas döndürücü neticesini görerek bir sok olurlar.
Sonra...
Bu şoktan sonra Hiroşima'ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediğini gösteririz. Ve deriz ki "Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşamayacak biçimde size bırakıp giderler.
Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye'de birçok teknik elemanlarımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz."
Bizimkiler şaşkınlık içinde sorarlar:
"-Peki ya Türkiye için tespitiniz var mı? Varsa Gözlemleriniz nedir?"
Japonlar; "elbette var" derler. "Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölge. Bu bölümü gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türk'ler her şeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında
tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.
Evet M²'ye 6.000 Mermi!...
M²'ye 6.000 Mermi!...
6.000 Mermi!...
Bileniniz var mıydı ?
ŞEHİTLERİMİZİN RUHLARI ŞADOLSUN.... -
Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi`nin Mallıca köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı.Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı. Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı.Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :
-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı g elenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu.Sıra o çocuklara geldiğinde,o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri;"Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi.
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler.Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye.Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar.Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı.
Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah`a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana.
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .
O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!..
İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu.
Ben ağlıyordum.
Kahvede kim varsa ağlıyordu.
Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi;"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi`nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktanBen Değil Biz Varız
Naci KOBAL 2000 -
Bağımsızlık derin sevdadır bizde
Savaşmışız her dem dağda denizde
Bir vatan düşünün hep içimizde
Gönüldeki canan gibi sevmişiz
Bize nasıp olmuş en mahir devlet
Dünya görmemiş hiç, böyle bir kudret
Biz ki içi dışı temiz bir millet
Yuvasız canlara yuva, evmişiz
Atalar dünyayı dize getirmiş
Şer nerde, işini orda bitirmiş
Tüm söyleyeceği iki satırmış
En keskin kalemle, sözle dövmüşüz
Gün gelmiş zalimin hali görülmüş
Yüreği yandıkça merhem sürülmüş
Sinesine şevkat kat kat örüşmüş
İyiliğe hayra her an tavmışız
Yaşarken neler görmüş bu millet
Bir çileymiş başlı başına zillet
Vatanı sarmış mı her koldan illet
İman gücümüzle aşkla kovmuşuz
Şerife bacı, Koca Seyidi
Vatanın en mümtaz iki yiğidi
Biri kahramanı biri şehidi
Dünyadaki iki büyük devmişiz
Ülkem banisiyse o ulu önder;
Gelmemiş böylesi, benzeri; ender
Ay yıldız bayrağı, astığı gönder
Bizi yücelttikçe o’nu övmüşüz
Yazan:ENGİN NAMLI 13.02.2008
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
TÜM ŞEHİTLERİMİZİN RUHLARI ŞAD OLSUN
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENEBizim sözümüz DOSTA tatlı, DÜŞMANA kurşundur
NAMERTE hançer, canımız DOSTA feda, DÜŞMANA beladır.
SEVDAMIZSA YÜCEDİR NE ALINIR NEDE SATILIR -
-
Çanakkale’de hiç şehit vermeyen il var mı? İnsanın aklına ‘acaba’diye bir soru işareti gelebilir ama 250 bin şehit verdiğimizi düşününce ‘yoktur’ cevabını da verebiliriz..
Gazeteci- yazar Osman Özsoy, bu konuda "Şehit vermeyen tek bir ilimiz bile yok” tesbitinde bulunuyor. İnternet dünyasının en çok okunan köşe yazısı ünvanını alan araştırma yazısı şöyle:
Çanakkale Destanı’ndan bir kesit.
Çanakkale bir ölüm kalım savaşıdır; bütün bir milletin, mutlaka zafere odaklanmış bir şekilde ‘Ya zafer ya ölüm’ kararını verişidir; vatanın kapısına dayanmış ve elini gırtlağına kadar uzatmış olan bir düşmana ‘Dur!’denilmesidir.
Ülkenin her köyünden, her dağ başından kopup gelen ana kuzularının aslanlaştığı yerin adıdır Çanakkale. Çelikten bir saldırıya karşı etten ve kemikten savunma demektir. Acımasızlığa, canavarlığa, yalan yanlış önyargılara karşı, insanlığın vicdanın, merhametin adıdır.
Çanakkale, birlik ve bütünlüğün, okumuş ile oluk görmemişin kaynaşmasının, kardeşleşmesinin şahlanışıdır.
Geçtiğimiz yıl “Çanakkale’de en çok şehit veren il” başlıklı yazı kaleme almıştık.
İlginçtir, yazıdan sonra, “Çanakkale’de hiç şehit vermeyen il var mı?” şeklinde çok sayıda e-mail geldi. Konuyu bu yönüyle hiç düşünmemiştim.
Sözü hiç uzatmadan baştan söyleyeyim; Çanakkale’de hiç şehit vermeyen tek bir ilimiz bile yok…
Mademki Çanakkale Zaferi’ne bu kadar yoğun ilgi var, okuyucularımız da soruyorlar, o günden sonra konu üzerinde daha fazla yoğunlaşma ve Çanakkale şehitleri üzerine araştırmaları derinleştirme ihtiyacı hissettim..
Sözü hiç uzatmadan baştan söyleyeyim; Çanakkale’de hiç şehit vermeyen tek bir ilimiz bile yok…
Yazının sonunda yer vereceğim linklerde, il il tüm şehitlerimizin isimlerini bulabilirsiniz. Hem de köylerine varıncaya kadar…
Doğduğunuz köyün son 100 seneki geçmişi hakkında bilginiz varsa, ya da anne babalarınızdan 3–4 göbek önceki dedeleriniz hakkında bilgi sahibi olmuşsanız, kim bilir Çanakkale’de şehit düşen kendi akraba çevrenizden insanların da nerede şehit olduğunu buradan öğrenebilirsiniz.
Mesela Bursa ve Balıkesir’den çok şehit verilmesi Çanakkale’ye yakınlıkla izah edilebileceği gibi, Kastamonu’dan çok şehit verilmesi de, Kastamonu’nun denize açılan kapısı olan İnebolu’dan İstanbul’a olan deniz yolculuğu kolaylığının da bunda etkisi olabilir. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’da Anadolu’ya geçtiğinde çok kullanışlı olan ve mesafeyi epey kısaltan bu güzergâhı seçmişti.
Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgesindeki vatandaşlarımızın örneğin Sarıkamış cephesinde, Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın da yoğun olarak Mısır’daki Kanal, ya da Yemen veya Irak cephelerine sevk edilmiş olabileceği düşünülebilir.
Burada bir acı gerçek de ortaya çıkmaktadır ki; o da, bu konulardaki araştırmaların yetersizliğidir. Tarihine bu kadar ilgisiz kaç millet vardır acaba? Yazının sonunda, Çanakkale araştırmaları üzerine özel bir yayınevi kuran kıymetli bir ekibe aşağıda teşekkürümüz de olacak.
Şehit sayıları neden farklı…
Çanakkale Zaferi’nden söz edildiğinde merak edilen konulardan birini de, Çanakkale’de şehit olanların sayısıyla ilgili farklılık oluşturmaktadır. Şunun hemen altını çizelim; bu tartışmaların bir kısmı şehitliğin tanımından kaynaklanmaktadır. Askeri kaynaklarda yalnızca cephede ölenler şehit olarak kabul edilmekte, sonrasında ölenler ise şehit kabul edilmemektedir. Savaş sırasında her ne şekilde hayatını kaybetmiş olursa olsun, tüm kayıplar o ülkenin yitirilmiş beşeri sermaye tanımı içerisine girmektedir.
Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, Çanakkale’de yitirdiğimiz beşeri sermayenin milletimize olan faturası tahmin edilenlerin çok ötesindedir. Üstelik yitirdiğimiz insanların eğitim düzeyleri dikkate alındığında kayıplarımız daha da derinleşmektedir. Zira ülkedeki eğitim düzeyinin oldukça düşük olduğu o dönemde savaşta kaybedilenlerin önemli bir bölümü eğitimli kesimden oluşmaktaydı. Lise çağındaki çocuklar bile “iş başa düştü” deyip kalemi bırakıp silaha sarılmak zorunda kalmıştı. Bir İngiliz generalinin şu sözleri konuya ışık tutması açısından önemlidir. “Çanakkale’nin İngilizler açısından kazancı, Türk milletinin okumuş aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin elinden alınmasıdır.” Adamların sevindiği şeye bakın. Türklerin geleceğini yetişmiş insan gücü açısından kararttık diye seviniyorlar. Anadolu insanının çeşitli nedenlerle okuma imkânının elinden alınmasını bir de bu zaviyeden değerlendirmenizi öneririm. Güncel tartışmalar dâhil…
Türk’e yapılan vahşet…
Söz Çanakkale’den açılmışken, o günkü tabloyu anlatan birkaç anekdota yer vermemek eksik olur. Çanakkale’de düşman askerlerinin sergilediği vahşete M. Niyazi Özdemir’in kaleme aldığı satırlarla bir örnek verelim. Aşağıdaki satırları okurken, bugün işgal altındaki diğer Müslüman coğrafyada yapılanları göz önünde tutmanızı da öneririm. Bakın bakalım değişen bir şey var mı? Şöyle yazıyor Sayın Özdemir;
Çanakkale Savaşı’nı Mehmetçik Burnu önlerine demir atmış ünlü Queen Elizabeth zırhlısından komuta eden Müttefik Orduları Başkomutanı Hamilton, cephenin durumunu inceleyip, askerlerle konuşup moral verdikten sonra, kurmay heyetiyle Hunter Weston’a veda ederken kıyıda dikilen esir alınmış 22 asker dikkatini çekti. Giyimleri, bakımlı olup olmadıkları onu ilgilendirdi; fena değillerdi.
Değişik yerlerden bakan Türk askerlerinin gözünü yıldırmak için Yüzbaşı Weistock’un yaptığı bu vahşetten General Hunter Weston’un, Başkomutan Hamilton’un haberi yok mu idi?
Başkomutan oradan ayrılıp Hunter Weston da ileri hatlara gidince, Yüzbaşı John Weistock, Seddülbahir’in en uç kısmında tahtadan bir baraka yaptırdı. Yirmi iki esirin yirmisi Türk, ikisi Alman’dı. Onları bu barakanın içine doldurttu; benzin döktürdü, paçavraları yaktırarak attırdı. Anadolu tarafındaki Kumkale’den Arıburnu’ndan, Seddülbahir’in tepelerinden görünen baraka tutuştu. Yirmi iki esir sağa sola kaçışmaya çalıştılar. Alev ağaç boyunca yükselip baraka çöktü. Feryat figan arasında yirmi ikisi de can verdi. Çevreyi feci bir insan eti kokusu sardı.
Değişik yerlerden bakan Türk askerlerinin gözünü yıldırmak için Yüzbaşı Weistock’un yaptığı bu vahşetten General Hunter Weston’un, Başkomutan Hamilton’un haberi yok mu idi? Haberleri olmasaydı, işlenilen bu cinayetten dolayı Yüzbaşı Weistock hakkında soruşturma açmazlar mıydı?
Sadece bu kadar mı?
Bugün Irak ve başka yerlerde yaşananlarla ne kadar da benzeşiyor değil mi?
Bu kadar mı? Elbette değil… Bugünü anlama adına şunları da kaydetmemek eksiklik olur. Şöyle yazmışız;
Gelelim asıl savaş ayıbına. İngiltere Birinci Cihan Harbi sırasında 10 binden fazla Türk’ü kör etmiştir. Evet, 10 binden fazla Türk İngilizler tarafından kör edilmiştir.
Meclis 1921 yılında aldığı kararla konunun 2 mebus tarafından takip ve kobay olarak kullanılan Türk askerlerinin tespit edilmesini kararlaştırdı.
Osmanlı askerlerinden 150 bine yakın esir 2 yıl süreyle Seydibeşir’de kaldılar. Bu 150 bin kişiden yaklaşık 15 bini zorla içi krizol dolu çukurlara sokuldu, içmek zorunda bırakıldı. Zavallı askerler başlarındaki süngülü askerlerin iteklemesiyle başını suya sokmak zorunda kalıyor ve birkaç dakika içinde kör oluyorlardı. Bir savaş suçu olan bu davranış 2 yıl boyunca sürdü. Hem de İngiliz tabiplerin eşliğinde.
Ankara’da TBMM açılınca konu Büyük Millet Meclisine taşındı. Meclis 1921 yılında aldığı kararla konunun 2 mebus tarafından takip ve kobay olarak kullanılan Türk askerlerinin tespit edilmesini kararlaştırdı. Lozan Müzakereleri, yeni kurulan Cumhuriyet derken bu işle görevlendirilen iki mebus olan Şeref ve Faik Beyler ellerindeki bilgileri düzenleyip meclise sunamadılar. Böylece olay İngilizlerin yanına kar kalmış, bir savaş suçu olan bu olay yüzünden ne tazminat ödemiş, ne de özür dilemiştir. Olan 15 bin kör kalan askere olmuştur.
Emanet ölüler…
Onlar böyle yaparken biz ne yaptık…
İngiltere`de yayımlanan dünyanın saygın gazetelerinden The Independent`in ünlü köşe yazarı Robert Fisk, Gelibolu`nun hayaletlerinden alınacak dersler" başlıklı makalesinde, Atatürk`ün Gelibolu`da savaşta ölen yabancı askerler için söylediği sözlerin, bir lider tarafından sarf edilmiş en şefkatli ifadeler olduğunu yazdı. Robert Fisk yazısında, Atatürk’ün, Çanakkale’de ölen yabancı askerler için, "Şimdi dost bir ülkenin topraklarında yatıyorsunuz. Huzur içinde uyuyun. Bizim için Mehmetler ile Jonny`ler arasında bir fark yok”, dedikten sonra, yabancı şehitlerin annelerine de, "Oğullarını uzak ülkelerden buraya gönderen anneler siz de gözyaşlarınızı silin. Oğullarınız şimdi bizim bağrımızda huzur içinde yatıyor. Canlarını bu ülkede kaybederek, onlar artık bizim de evlatlarımız oldu" sözlerine yer verdi.
Kısacası, kültürümüzde alçaklığa alçaklıkla mukabele etmek yoktur. Kötülükte onlar bizim hocamız olmayacak, bizler iyilikte onlara örnek olacağız. Her ne şart altında olursa olsun… Göreceksiniz, sonunda insanlık kazanacak. Biz kazanacağız.
Çanakkale Zaferi’ni kazandık da ne oldu, düşman daha sonra elini kolunu sallayarak geçti demeyin. Bu zafer bize Türkiye Cumhuriyeti’ni kazandırmıştır. Çünkü Mustafa Kemal, Çanakkale ruhunun, Türk Kurtuluş Savaşı’nın dinamosunu oluşturduğunu ifade etmiştir.
Yararlı linkler…
Yazıyı bitirmeden önce, Çanakkale Zaferi hakkında ayrıntılı bilgi almak isteyenlere kaynak önermiş olalım. Özellikle Yarımada Yayıncılığın okuyucunun istifadesine sunduğu Çanakkale’ye özel kitaplar bu alanda büyük bir boşluğu doldurmaya yardımcı oldu. Kısa sürede yayınladıkları çok sayıda kitabın yanı sıra, internet ortamında da önemli bilgileri okuyucuların istifadesine sundular. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Bunlardan bazıları…
1- İl İl Çanakkale Şehitleri
2- Çanakkale’de Kürt Civanlar
Çanakkale’de sadece Müslüman halk değil, bu topraklarda yaşayan ve Türklerle et tırnak gibi kaynaşan Gayrimüslim vatandaşlarımızdan da vatanı için hayatını verenler oldu. (M. Gündem’in araştırmasına buradan ulaşabilirsiniz)
Tüm şehitlerimizi saygı ve rahmetle anıyoruz.
tumgazeteler.comBen Değil Biz Varız
Naci KOBAL 2000 -
İŞTE TÜRK
Bu yaşanmış öyküyü aktaran* sayın Dr. Ömer Musolu 85yasindadir ve halen
İstanbul Moda`da oturmaktadır.
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi`nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD`ye gitmiştim. Görev yaptığım hastane de başımdan geçen ilginç bir hadiseyi şöyledir:
Amerika`ya gittiğim ilk yıllar... New York`da Medikal Center Hospital`da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak* kan vermek* serum takmak* elektrokardiyografi çekmek gibi isler...
Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muayenesine* tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam* tahminen yetmiş beş yaşlarında
'kan vereceğim kolunuzu açar misiniz?'dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım* baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti*kendisine sormadan edemedim:
'Siz Türk müsünüz?'
Kaşlarını yukarıya kaldırarak 'hayır' manasına bir işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum.
'Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?'
'Aldırma öylesine bir şey iste.' dedi.
Ben yine ısrarla: 'Fakat benim için bu çok önemli* çünkü bu benim milletimin bayrağı* benim bayrağım...' dedim..
Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
'Siz Türk musunuz?'
-Evet Türk`üm.
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı. Anlatmaya başladı:
'Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye`de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben* Avustralya Anzaklarındandım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:
'Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karsı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.'
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karsı Topladığı askerlerin tamamını Çanakkale`ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır`a getirdiler* orada birkaç ay talim gördük* sonra da bizi alıp Çanakkale`ye getirdiler.
Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düsen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor* gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türkler deki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi
sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda
zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar Meğer bu barbarlıktan değil yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz* bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz* bizi yine püskürtüyorlar Tekrar taarruz ediyoruz... Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim
bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum.
Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar* vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim* bana hiç de öfkeli bakmıyorlar* yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime:
'Bu adamlar isteseler beni su anda öldürürler ama öldürmüyorlar* beni doyuruyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine ***ürdüler.'
Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla`Yazıklar olsun bana` dedim. Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum*niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış* ne kadar Türk düşmanıymış` diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu iste.'
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
'Talihin cilvesine bakin ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türklerdi. Simdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya`dan Amerika`ya gelirken bir Türk ile böyle karsılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar* buna bütün kalbimle inanıyorum.'
Bu sözlerin ardından nemli gözlerle 'Bana adınızı söyler misiniz?'dedi.
'Ömer' cevabini verdim. Merakla tekrar sordu: 'Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?'
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben* 'Evet* Müslüman adı.' deyince yüzüme baktı* doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
'Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller` şimdiden sonra 'Anzaklı Ömer' olsun.' 'Olsun' dedim.
-Peki hekim beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım* nasıl da birdenbire Müslüman olmaya Karar vermişti? Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.
'Tabii' dedim. 'Müslüman olmak çok kolay.' Sonra kendisine imanın ve İslam`ın şartlarını anlattım* kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriyor* hem de ağlıyordu. Mırıldandı:
'Siz Müslümanlar tespih çekersiniz* bana da bir tesbih bulsan da ben de
yattığım yerden tesbih çekerek Tanrı`yı ansam olur mu?'
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında
Tanrı`yı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Sonrasında bir tespih bularak kendisine getirdim.
Hasta yatağında tespih çekiyor* biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti: 'Beni yalnız bırakma olur mu?'
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslam`ı anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim* bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum* hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum: 'Doktor Ömer* lütfen* 217 numaralı odaya gelin!'
Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih* açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı* göğsünde imanıyla koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum* kendisine kelime-i şahadet söylettim* o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
(Nakleden: KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf DENKTAS* Yeniçağ Gazetesi*
01.08.2005 )HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ
Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..! -
Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor!
-----------------------------------
Şehitler tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor..
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgâr bekliyor.
Türbesi yakışmış bir kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş Meçhul Asker diye?
Destanını yapmış, kasideye kanmış...
Bir el ahretten uzanmış,
Edeple gelip birer birer
Öpsün diye faniler.
Öpelim temizse dudaklarımız...
Fakat basmasın toprağına
Temiz değilse ayaklarımız.
Rüzgarını kesmesin gövdeler...
Sesinden yüksek çıkmasın
Nutuklar, kasideler!
Geri gitsin alkışlar, geri...
Geri gitsin ellerin
Yapma çiçekleri!
Ona oğullardan, analardan
Dilekler yeter...
Yazın sarı, kışın beyaz
Çiçekler yeter.
Söyledi söyliyenler demin...
Gelin süngülü yiğit, alkışlasınlar,
Şimdi sen söyle, söz senin!
Şehitler tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor...
Ve bir bayrak dalgalanmak için
Rüzgâr bekliyor.
Destanı öksüz, sükûtu derin
Meçhul Askerin...
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli...
Kim demiş Meçhul Asker diye....
Arif Nihat Asya -
Müzesi Orman Bakanlığında, mezarları Allah'a emanet. Anıtlarının harfleri dökülmüş, okurken bilmece çözmektesin. Gavur mezarlıkları tertemizken senin mezarlıklarını otlar bürümüş. Attığm her adımda haşyetle tirerken, gördüklerimden kahroldum.
Affedin bizi ey Bedrin Arslanları misali şehitlerimiz. Ne emanetinmizi koruyabildik ne döktüğünüz kana sahip çıkabildik.
Çünkü sizin geçilmez kıldığınız Çanakkale geçildi...Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri... -
SEYİT ALİ ONBAŞI: Çanakkale Savaşları'nda Deniz Savaşları sırasında Seddü'l- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddü' l- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı.
bugun.com.tr/foto-galeri/14405…de-4-mucize-galerisi.aspxBen Değil Biz Varız
Naci KOBAL 2000 -
Atlas Tarih bu sayı “Bilinmeyen Yönleriyle Çanakkale 1915” dosyası hazırladı. Çanakkale araştırmalarının uzman ismi Prof. Haluk Oral’ın, Askeri Müze’nin özel izniyle hazırladığı dosyada, cephede ele geçirilen İngiliz miğferlerinin ve yine cephede bulunmuş bir flamanın bilinmeyen hikâyesini anlatılıyor.
ASKERİ Müze’nin Çanakkale Savaşı’yla olan ilgisi daha savaş devam ederken başlamıştır. Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nin 6 Teşrinisani 1331 (19 Kasım 1915) tarihli nüshasında “İngilizlerden Alınan Ganaim Askeri Müze’de” başlıklı kısa bir haber yer alır. Bu haberde, Harbiye Nezareti’nin Seddülbahir’de düşmandan ele geçirilen on adet büyük İngiliz bandırasının, on adet işaret flamasının, kara ve deniz subay ve eratına ait 39 şapkanın sergilenmek üzere Askeri Müze’ye verildiği yazmaktadır.
Şapkada mor mürekkeple imza
Şimdi müzede bu 39 şapka sergilenmiyor ama Çanakkale Savaşları reyonunda 57’nci Alay’ın kahraman kumandanı Hüseyin Avni Bey’in şehit olduğunda üzerinde bulunan üniformasının sergilendiği vitrinde iki şapka var. İngilizlerin Wolseley güneş miğferi dediği şapkaların birinin arka siperinde mor mürekkeple “19. Fırka Kumandanı” Mustafa Kemal’in imzası var. Yanında şu yazı okunuyor:
“57. Alay tarafından Korku Deresi’nde (Arıburnu) iğtinam edilmiştir. 30/1 2/3 331
57. Alay K. Kaymakam Hüseyin Avni”
‘Size ölmeyi emrediyorum’
Yani şapka miladi tarihle söylersek 13-14 Mayıs 1915 gecesi ele geçirilmiş. Yazıyı yazan ve imzalayan da efsanevi 57. Alay’ın kumandanı Binbaşı Hüseyin Avni. 25 Nisan 1915’te Arıburnu Çıkarması başladığında 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) yanına bu alayı ve bir dağ bataryasını alarak düşmanı ilk karşılayan 27. Alay’ın yardımına yetişmişti. Ayrıca 57. Alay, Mustafa Kemal’in sözlü olarak verdiği meşhur “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir” emrinin de muhatabıdır. 57. Alay, Arıburnu Cephesi’nde hep ön saflardadır. Düşmana karşı elde edilen başarılar sonucu Hüseyin Avni Bey haziran başında yarbaylığa terfi etti. 13 Ağustos 1915’te de karargâhına düşen bir obüs mermisiyle şehit oldu. Tümen Kumandanı Mustafa Kemal, “Arıburnu Muharebeleri Raporu”nun kapanış satırlarını yazarken onu unutmamış ve “Arıburnu muzafferiyetinin ilk ve metin temel taşı olan elli yedinci alayın” kumandanı Hüseyin Avni Bey’i “hürmet-i mahsusa” ile yâd etmişti.
Çanakkale’de Türklere karşı savaşmış bir İngiliz’e ait bu Wolseley güneş miğferi Mustafa Kemal ve 57. Alay kumandanı Hüseyin Avni’nin imzalarını taşıyor
hurriyet.com.tr/gundem/17301736.asp?gid=373
Büyük Zaferin Gizli Kalmış Fotoğrafları Tıklayın
fotogaleri.hurriyet.com.tr/Gal….aspx?cid=21214&p=1&rid=2Ben Değil Biz Varız
Naci KOBAL 2000 -
Çanakkale’de emperyalizme geçit vermeyen kahramanların direniş mücadelesi
18 Mart Deniz Zaferi
Bağımsız Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasının temel taşı bugün Çanakkale’de atıldı
Bugün 18 Mart 2011, Çanakkale Deniz Zaferi’nin 96’ncı yıldönümü. 19 Şubat 1915’te başlayan ve 18 Mart 1915’te Mehmetçiğin toplarıyla, Nusrat’ın denize döşediği mayınlarıyla işgal kuvvetlerinin kendilerince o yenilmez armadasını Çanakkale Boğazı’nın derinliklerine gömdüğü tarihtir 18 Mart 1915...
’Tek Adam’ adlı yapıtının girişinde Şevket Süreyya Aydemir Atatürk’ü şöyle tarif eder; "Mustafa Kemal’in zuhuru Çanakkale Muharebeleri ile başlar. ’Tek Adam’ kendi hammaddesini kendinde, asıl, Çanakkale Muharebelerinde buldu. Bu hammadde; irade, karar gücü, dayanma gücü, kararlarında isabet, nefsine inanmak ve gerektiği anda sorumluluktan kaçmamak vasıflarıdır. O bunları orada denedi ve yoğurdu."
Denizden giriştikleri saldırılarda geri püskürtülen düşman, daha sonra kara saldırısına geçti. Bu saldırılarında karşısında Anafartalar Kahramanı Yarbay Mustafa Kemal’i buldu. Deniz savaşlarında uğradığı bozgunun ertesinde, karada da ardında binlerce ölü bırakarak Çanakkale’yi terk etti.
Bu yazı dizimizde çeşitli kaynaklardan derlediğimiz 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi ile ilgili bilgilerin ışığında; savaşın öncesi, savaşın başlaması ve dakika dakika 18 Mart deniz muharebesini aktaracağız...
Bu arada tarihin akışını değiştiren Nusrat mayın gemisinin öyküsü ile İngilizlerin Agamemnon zırhlısıyla ilgili ilginç bilgiler de vereceğiz... Ancak ana konuya geçmeden bazı tarihi anekdotları hatırlamamızda fayda var diye düşünüyoruz...
3000 yıl önce Troya’da (Akhalıların komutanı Agamemnon Troya’ya saldırmış ve türlü hilelerle Akhilleus’un, Troyalıların yiğit savaşçısı Hektor’u öldürmesini sağlamış ve şehri ele geçirmişti.) karşımıza çıkan Agememnon, bu defa 1915’te Çanakkale’de toplarını kuşanmış olarak karşımıza çıkıyor, fakat Türk topçusunun kesif ateşi sonucu aldığı 7 yara ile savaş dışı kalıyordu. Ancak bu yenilgiyi hazmedemeyen İngilizler bunun intikamını almak için fazla beklememişler, 30 Ekim 1918’de Mondros teslimiyet antlaşmasını; Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey’e(Orbay) imzalatmışlardı.
"Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur" düşüncesiyle hareket eden İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdı. Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç düşünülemezdi. Hele ki yıpranmış, teknoloji açısından zayıf ve parçalanmak üzere olan Osmanlı, bu armada ile asla baş edemezdi.
Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışmaların ve kahramanlıkların en üst düzeyde gösterildiği Çanakkale Cephesi Savaşları Türk ve Dünya tarihleri arasında önemi inkar edilemeyecek bir yere sahiptir. Kuşkusuz tarihte hiçbir cephe Çanakkale Cephesi gibi dünya tarihinin akışını değiştirmemiştir. Bağımsız Türk Cumhuriyeti’nin kurulmasının temel taşlarından birini teşkil eden, ayrıca Emperyalizme karşı verilen bu üstün direnişin tarihi Türk milletinin cesareti sayesinde zaferle sonuçlanmıştır.
yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=47517Ben Değil Biz Varız
Naci KOBAL 2000 -
canakkale
Söyle Arkadaşım' dedi Anadolulu Mehmet
yanıbaşındaki Anzak erine
'nereden kopup gelmişsin,
neden çökmüş bu mahsunluk üzerine?'
'DUNYANIN ÖBÜR UCUNDAN' dedi gencecik Anzak
'Öyle yazmışlar mezar taşıma.
doğduğum yerler öylesine uzak,
örtündüğüm topraksa gurbet bana.'
'Dert edinme arkadaşım'dedi Mehmet
'değil mi ki bizlerle birleşti kaderin,
değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet,
sende artık bizdensin,
sende bencileyin bir Mehmet'
Çanakkale'de toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.
'ya sen dedi Mehmet
oyun çağındaki İngiliz erine,
'yaşın ne senin kardeş
böylesine erken buralarda işin ne?'
'yaşım sonsuza dek onbeş'
dedi ufak tefek İngiliz eri.
'köyümde askercilik oynar
coştururdum trampetimle bizimkileri
derken kendimi cephede buldum
oyun muydu, gerçek miydi anlamadan,
bir sahici kurşunla vuruldum.
Sustu boynumdaki trampet,
son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu'da bana da bir mezar kazıldı
mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ' yazıldı.
Öyküm de künyem de bundan ibaret.'
Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
gozyaşları düşerek üstüne sanki
damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
sahibini yitiren bir trampet.
'ya sizler' dedi Mehmet
dünyanın dört kıtasından
mezarlar dolusu erlere,
'hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiniz yerlere'
kimi İngilizdi, kimi İskoç
kimi Fransızdı, kimi Senegalli
kimi Hintli kimi Nepalli
kimi Avustralya'dan kimi yeni Zelanda'dan Anzak
gemiler dolusu asker
her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolu'nun oya gibi koylarından şizarak
tırmanmışlardı dağa bayıra
siper siper yara gibi yarılan toprak
mezar olmuştu savaş ardından onlara.
Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
kiminin de mezar taşında
on altı on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı.
Çanakkale topraklarında,
her birinin erken biten yaşam öyküsü
eski yazıtlar gibi taşlara böyle kazılı.
'Anlamaz mıyım' dedi 'halinizden kardeşler'
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolulu Mehmet
'ben de yuzyıllarca yaban ellerde
neyin uğruna bilmeden can vermişim
kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
ilk kez Çanakkale'de ermişim.
Uğrunda can verdikce vatandı ancak
ekip biçtiğim padişah mülkü toprak
değil mi ki sizler alamasanız bile
bu topraklar almış sizi sizleri basmış bağrina
sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale.
Çanakkale'de toprağının
üstü cennet altı mezar
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.
Bir garip savaştı Çanakkale savaşı
kızıştıkça kızginlığı dindiren
ara verildikçe ateşe
düşmanı kardeşe
döndüren bir savaştı.
Kıyasıya bir savaştı
ama saygı üreten bir savaş
yaklaştıkça birbirine
karşılıklı siperler
gönüller de yakınlaştı
düştükçe vurusanlar toprağa
dostlar gibi kaynaştı.
Savaş bitti.
Ölenler kaldı sağlar gitti
köylü köyune döndü evli evine
kır çiçekleri geldiler akın akın
çekilen askerlerin yerine
yaban gülleri, dağ laleleri, papatyalar,
kilim kilim yayıldılar toprağa.
Siper siper
toprağın savaş yaralarını örttüler
koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine.
Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
silah yerine saban tutan elleriyle
geri aldi savaş alanlarını doğa
can geldi toprağa silindikçe kan izleri.
Yeryüzünde cennet oldu öylece
o cehennem savaş yeri
şimdi Çanakkale Gelibolu
bahçe bahce, ülke ülke
mezar dolu.
Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının
kavga bitmiş mezarlarda
kaynaş olmuş yiten canlar.
Huzur içinde uyusun
vuruştukları toprakta
kavgadan kinden uzakta
yanyan dostça yatanlar.
Bülent Ecevit
Ruhları şad olsun Allah O koşulları bir daha yaşatmasın. -
KİM DİYOR ÇANAKKALE GEÇİLMEDİ DİYE...
Dün bir yere yazdım bugün de bir kere yazayım.
Bizim Milli Eğitim Bakanlarımızdan biri Japonya'ya gitmiş. Orada Japon Eğitim Bakanı ile görüşürken sormuş;
"Japonlar (sizler) nasıl oldu da bu kadar çalışkansınız? Bunu nasıl becerdiniz "
Japon Eğitim Bakanı;
"Bizler ilkokul çağında tüm çocuklarımızı bir sefer de olsa Nagazaki ve Hiroşima’ya götürüp Atom Bombası felaketini yerinde anlatırız. Çocuklara -Eğer çok çalışmazsanız yine böyle olur- deriz" demiş.
Bunun üzerine bizim Bakan;
"İyi ama bizim Nagazaki ve Hiroşima'mız yok!" deyince Japon Bakan cevaplamış;
"Sizin bir tane Nagazaki ve Hiroşima'ya bedel Çanakkale'niz var!"
Yukarıdaki örnek bile bu ülke eğitiminin nasıl bir aymazlık içinde olduğunu göstermiyor mu? Şahsi kanaatim bu durumu aymazlıkla açıklamak safdillik olur. Ben özellikle Eğitim sistemimizde BİLİNÇLİ BİR İHANET olduğuna samimi olarak inanıyorum. Bu ihanet Köy Enstitülerinin kapatılması ile başlayan ve günümüze kadar da farklı şekillerde devam eden uzun soluklu bir İHANET PROJESİ’DİR.
Şöyle düşünün! Hepimiz Ortaokul'da 3 sene, Lise'de 3 sene (Şimdi 4 sene) İngilizce gördük. Devlet okullarından Lise mezunları olanların bu kadar sene İngilizce ders almalarına rağmen bilgisi 3-4 cümleyi geçmez. Çoğunluk adını bile söyleyemez.
Çanakkale'ye dönecek olursak; Ben Çanakkale'yi ilk kez 6 sene kadar evvel gördüm. O güne kadar Çanakkale hakkında onlarca yazı, şiir okumuştum. Hatta 2 tane de roman türü kitap okumuştum. Tarih dersin de okuduğumuz da cabası. Ancak Çanakkale'ye gidip de Gelibolu Yarımadası'nı gezmeye başlayınca sinirden, kızgınlıktan ağlamaya başladım. Gördüğüm bize anlatılan ve okuduğum Çanakkale değildi.
İlk şoku daha ilk adımda müze girişinde yaşadım. Müze görevlilerine gezeceğim bölgeye ait bir tanıtım broşürü olup olmadığını sordum. Aldığım cevap "Hayır!" idi. Sadece A2 ebatlarında ve üzerinde yer isimleri olan bir harita olduğunu ve bunun da 2,5 TL'den satıldığını söylediler. Yani Alçıtepe, Conk Bayırı vb. yerlerin adını görecektim ama burada neler olduğunu yerinde okuyup göremeyecektim. Oysa bölgeye gezen yabancılar için her dilden broşürler civarda bulunmaktaydı.
Bölgeyi gezmeye başladığımda kahrım ve acım iyice artmaya başladı. Türk tabyalarının olduğu her bölgede inanılmaz bir bakımsızlık hatta pislik vardı. Kocaman bir bölgede doğrudürüst tuvalet bile yoktu. Tuvalet ihtiyacı için sıkışan çocukları anneleri kısa makilik ve çalılıklardan oluşan ağaç diplerine götürüyordu. Muhtemeldir ki sıkışan büyükler de ihtiyaçlarını aynı şekilde gideriyordu. Yani “HER KARIŞINI KANIMIZLA SULADIĞIMIZI” söylediğimiz o kutsal topraklara millet olarak işiyorduk.
Sonra tabyaları ve anıtları gezmeye başladım. Bir çok anıtın üzerine "Cumhuriyeti emanet ettiğimiz" gençler tarafından "FB, GSS, BJK, Ali Ayşe'yi Seviyor gibi yazılar ile anlamını bilmediğim ama Satanistlerin yazı türünde simgeler püskürtme boyalar ile yazılmıştı.
Gençler böyle idi de orayı korumakla görevli olan koca koca adamlar nasıldı?
Onlar gençlerden daha büyük ihanet içindeydiler. Devasa anıtlardaki kabartma taş yazıların birçoğu kendiliğinden kırılmış, dökülmüş ve yazılar okunmaz hale gelmişti. Yazıları okumak bulmaca çözmek gibiydi.
Acı içinde üzüntü ile ve ağlayarak gezdiğim bölgeden çıkışta müze sorumlularına tüm kızgınlığımı haykırmak için gittiğimde en büyük sürpriz ile karşılaştım.
Müze Müdürüne;
"Siz nasıl Kültür Bakanlığısınız? Bu rezalet nedir?" dediğimde aldığım cevap ile şok oldum;
"Biz Kültür Bakanlığı değil Orman Bakanlığıyız!!! Gelibolu'daki orman yangınından sonra bu bölgeyi Orman Bakanlığına bağladılar"
Arkadaşlar hepiniz bilin ki ÇANAKKALE GEÇİLDİ. O gün boğaza dayanan saldıran demir zırhlıların sahipleri İngilizler, Fransızlar, Anzaklar tarafından değil, İçimizde yaşayan ve onlara benzemeyi Çağdaşlaşmak, Batılılaşmak zanneden “GAFLET ve DELALET” sınırını aşmış BİLİNÇLİ HAİNLER tarafından GEÇİLDİ ÇANAKKALE. Çanakkale “Bir devrin kalbinin attığı yer” olarak değil korunması gereken bir ormandır artık.
Hepiniz iyi bilin ki Anadolu'dan yeni bir BAĞIMSIZLIK RUHU devşirip ÇANAKKALE YENİDEN FETHEDİLMEDEN ülkenin geleceği tehlike içindedir. Eğer bunu yapmazsak o topraklarda yaşayan binlerce şehidimizin kanı bizi tutacaktır.Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
-
Paylaş
- Facebook 0
- Twitter 0
- Google Plus 0
- Reddit 0
-
Çevrimiçi Kullanıcılar 6
6 Misafir