Osmanlı İmparatorlarının Ölüm Nedenleri

      Osmanlı İmparatorlarının Ölüm Nedenleri

      Osman Gazi: Felç
      Orhan Gazi: Depresyon
      I. Murat: Şehit edildi (Savaş meydanında şehit olan tek Osmanlı Padişahı).
      Yıldırım Bayezid: İntihar
      Çelebi Mehmet: Dizanteri / Zehir / Felç (?)
      II. Murat: Felç
      Fatih Sultan Mehmet: Nikris – Şeker –Zehir (?)
      II. Bayezid: İntihar
      Yavuz Sultan Selim: Kanser
      Kanuni Sultan Süleyman: Felç
      II. Selim: Alkol – Düşme (Topkapı Sarayı’nda hamamda yıkanırken ayağı kaydı düştü).
      III. Murat: Felç
      III. Mehmet: Depresyon – Felç
      I. Ahmet: Tifüs
      I. Mustafa: (?)
      Genç Osman (II) : Boğduruldu
      IV. Murat: Siroz – Nikris (?)
      İbrahim: Boğduruldu
      IV. Mehmet: Nikris –Depresyon – Zehir (?)
      II. Süleyman: İstiska’
      II. Ahmet: Verem
      II. Mustafa: İstiska’ – Prostat
      III. Ahmet: Zehir (?)
      I. Mahmut: Felç
      III. Osman: Felç
      III. Mustafa: Kalp yetmezliği
      I. Abdülhamit: Felç
      III. Selim: Boğduruldu
      IV. Mustafa: Boğduruldu
      II. Mahmut: Siroz – Verem
      Abdülmecit: Verem
      Abdülaziz: İntihar
      V. Murat: Şeker
      II. Abdülhamit: Kalp yetmezliği
      V. Mehmet (Reşat) : Kalp yetmezliği
      VI. Mehmet (Vahideddin) : Kalp yetmezliği



      bakalım bizim sonumuz nasıl olur..
      Adı Sanat İdi...
      Sultan Abdulaziz in ölümü resmi tarih kitaplarına intihar olarak geçmiştir.Ancak annesi Pertevniyal Valide Sultan hatıratında Feriye Saray ına gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylüyor.Valide Sultan ın söylediklerinin doğruluğuna inanan bir çok tarihçi de bir insanın iki bileğinide keserek intihar etmesinin mantıken mümkün olmadığına işaret etmekte.

      Netpano
      Aşkta tıpkı ELİF gibidir isminde gizlidir ama okunmaz o olmadan da besmele sese gelmez o herşeyin içindedir hiç birşeyde görünmez...
      2.Selim in Şaraba ve cinselliğe düşkün bir padişah olduğunu Ann Chamberlin’in Safiye Sultan (Hadım edilmiş bir aşk) adlı eserinde okumuştum..resmi kayıtlara rahatsızlanarak öldüğü geçmiş..

      Osamanlı da harem hayatının tahtta ki etkileri gerçekten çok ilginç.
      Aşkta tıpkı ELİF gibidir isminde gizlidir ama okunmaz o olmadan da besmele sese gelmez o herşeyin içindedir hiç birşeyde görünmez...
      Muzaffer Abi okulda öğretilen tarihle ilgili başımdan geçmiş bi şeyi anlatmak isterim.
      Üniversitedeyken Tarih hocamız Fatih Sultan Mehmet le ilgili çok şaşırdığım bi şey anlatmıştı.Hani şu Fatih Sultan Mehmet in babasına tahta geçmesiyle ilgili yazdığı mektup;hocamız mektubu Fatih Sultan Mehmet in değil Sadrazam Ahmet paşa nın yazdığını söylemiş Fatih in mektubu babasına gönderdikden sonra Ahmet Paşa nın kendisinden daha üstün düşündüğü için boynunu vurduttuğunu söylemişti.
      Bunun gibi bi çok konuda şaşılacak olaylar anlattı Atamızın ölümünün siroz değil yanlış tedavi ve yanlış teşhis olduğunu söylemişti.Hatta 2 yıl boyunca kendisine verilen ilaçlarla hasta edildiğini söylemişti.

      Gerçi bununla ilgili yaptığım araştırmalarda rivayetten öteye gidemedim.
      Aşkta tıpkı ELİF gibidir isminde gizlidir ama okunmaz o olmadan da besmele sese gelmez o herşeyin içindedir hiç birşeyde görünmez...
      Arkadaşlar;
      Osmanlı Padişahlarının hayatları da ölümleri de kendilerini ilgilendirir. Eğer olaya böyle girersek o zaman Atatürk'ün özel hayatını da eleştirmeniz gerekir. Çünkü biliyoruz ki kendisi Rakı'ya oldukça düşkündü. Osmanlı Padişahlarını ya da herhangi bir insanı eleştirirken olayı asla kişiselleştirmeyeceğiz. Bunu yaptığımız takdirde bırakın tarihi şahsiyetleri dedelerimizi, babalarımızı hatta kendisimizi de aynı acımasızlıkla eleştirmek zorunda kalırız. Hepsinden daha önemlisi yarının bize nasıl bir hayat getireceğini asla bilemeyiz. Bütün bunlardan daha önemlisi bir insan diğer insanların hangi kusurlarını eleştirirse bilin ki bir gün kendisi o kusurları aynen işler.
      Elbette ki herkesi eleştirebiliriz ancak tarihi şahsiyetleri eleştirirken kişisel davranışları ile değil görev yaptığın dönemdeki uygulamaları ile eleştiri yapmak gerekir.

      Sultan Abdülaziz ise Mithat Paşa'nın tertipleri ile öldürülmüştür. II. Abdülhamit döneminde bu amaçla Yıldız Mahkemesi kurulmuş ve cinayete katılanlar idama mahkum edilmiştir. Ancak II.Abdülhamit idamalrı müebbet hapse çevirerek sanıkları Taif'e sürgün göndermiştir.
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...

      Osmanlı'yı Kim Batırdı?

      YAĞMUR ATSIZ

      Böyle giderse korkarım ki kabak benim tepemde patlayacak ve suç üzerime kalacak. Onun için iyisi mi yol yakınken savunmamı sunayım:

      Türk okur-yazarları arasında yaklaşık yüz yıldır iki eğilime sıkça rastlanır. Ya kendini dev aynasında görmek ya da dürbünün tersinden seyretmek eğilimleri... Bu, Tanzîmât'ın getirdiği bir hastalığın iki tezahürüdür. Yükselen Avrupa karşısında manevi ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılan Osmanlı/Türk kendine âid ne varsa hakir görmeğe, Avrupa'dan gelme herşeyi ise körü körüne yüceltmeğe yöneliyordu. Bir başka bölümü ise, fakat yine aynı aşağılık duygusunun neticesi olarak, kendine âid herşeyi kayıtsız şartsız üstün görme hummasına yakalanmışdı. Bu durum günümüze kadar uzanır.

      Ağustos Ayı sadece Türk Tarihi'nde Büyük Zaferler Ayı değil aynı zamanda Muazzez Türk Matbuâtı'nın Lâf Kıtlığında Asma Budama Ayı'dır da!. Bu Ağustos budanan asmalardan biri de şu oldu: Matbaa denen ''gâvur icâdı''nı bu kör olasıca Osmanlılar 283 yıl gecikmeyle alırken bu rötara sebeb yobazlıkları mıydı yoksa elyazması kitab üretimiyle geçinen loncaların ekmek parasıyla oynamama kaygısı mı? Herkes canı ne isterse onu tartışmakda elbet hürdür. Fakat iş tekrar dönüp dolaşıp birtakım Batı yanaşması Neo­ Tanzîmatistlerin ''fırsat bu fırsatdır'' diye Osmanlı'ya bir iki hakaretde daha bulunmasına ve böylece tatmin olmalarına vesile teşkil edince benim canım sıkıldı.

      Cumhûriyet'i kabûI etmek için Osmanlı'yı inkar et­mek gerekir sanan bu çorak gönüllü ve kavruk beyinlilere benim zâten ne hikmetse hep canım sıkılır... Tek bir yazıyı temel alarak hepsine cevap vermek istiyo­rum:

      14 Ağustos 2001 tarihli ''Cumhuriyet''de Orhan Bursalı adlı köşe yazarı ''OSMANLI'YI HATTATLAR ÇÖKERTTİ!?'' başlığı altında şu görüşlere yer veriyor:

      -Genç Türkiye; bilim, düşünce, bilgi bakımından Osmanlı'dan sıfıra yakın miras devralmış ve modern bilgi ve bilimi kendi kurmak zorunda kalmıştır.

      -Birtakım sağcı yazarlar, Niyâzi Berkes'in çok kısır ve Sığ bir yorumuna sarılarak matbaanın geç gelmesini dini sebeblere değil, nakkaşlarla hattatların geçimine engel olmama endişesine bağlarlar.

      -Ancak asıl sebeb, Osmanlı'da kitaba ve okumaya taleb olmamasıdır.

      -Avrupa'da prenslikler daha 11. Yüzyıl'dan itibâren

      eğitimi yaygınlaştırmaya başlamışlardı.

      -Hatta Almanya'da Büyük Frederik 5-14 yaş arası çocuk ve gençlere okul mecbûriyeti getirmişdi.

      -Hatta ve hatta 1642'de şehirli ve köylü çocuklara okuma-yazma, din, doğa bilimleri, müzik v.s. okutulmaya başlanmıştır.

      -Osmanlı, Avrupa'daki bu gelişimin tamamen dışındaydı.

      Eğer Rahmetli Arkadaşım Uğur Mumcu bu satırları okumuş olsaydı herhalde acı acı gülümser ve derdi ki "işte; Yağmur, benim hep söylediğim bilgi sahibi olmaksızın fikir sahibi olma meselesine iyi bir örnek..."

      Bu iddialar yine Merhûm Çallı İbrahim'in "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!" fehvâsına da uyar.

      Sırayla gözden geçirelim:

      -Sayın Bay Bursalı "hattat'' (kalligraf) ve "müstensih" (kopist) arasındaki farkı bilmiyor. Ayrıca "nakkaş", duvar ve tavanlara yağlıboya resim, motif ve süslemeler işleyen sanatkarlara verilen addır. Matbaayla ilgisi yokdur.

      Osmanlı Mimarisi, Eritre ve Sûdan'dan Polonya ve Çekoslovakya'ya, Fas'dan Doğu Hindistan'a kadar devasa bir bölgeyi yüzlerce yıl etkisi altına "sıfıra yakın" teknik yetenekle mi aldı? Tâc-Mahall'i, yahut dünyanın en büyük kubbesi olan Gül-Künbed'i Osmanlı mimarları inşa etmediler mi? Selimiye'nin minareleri "afsun gücüyle" mi dikildi? Budapeşte'deki hamamları Çinliler mi kurdu? Bugün Mogadişu'da hala kullanılan kanalizasyon şebekesini 17. Asır'da işletmeye açanlar Osmanlı mühendisleri değil miydi? Cançekişme devrimiz olan 1880'lerde Taif'de -yine bugün hala işler halde bulunan­ tuzlu su arıtma tesislerini yine bir iki mütevazı, ama yetenekli Osmanlı mühendisi değil de 11. Yüzyıl Avrupa prenslerinin okutduğu üstün zekalı veledler mi geliştirdi?

      -Tarih ve coğrafya alanlarında muazzam eserler veren ve Copernicus'dan yüz küsur sene önce " Acaibül­Mahlukaat" adlı eserinde (1415) arzın yuvarlak olduğunu vurgulayan Rükneddin Ahmed, ayrıca Piri Reis, Katib Çelebi, Hacı Halife yahut Evliya Çelebi gibi, eserleri daha mürekkebleri kurumadan Batı dillerine çevrilen ölümsüz bilim adamlarını yok saymak Bay Orhan Bursalı'nın -eğer varsa­ vicdanını hiç mi sızlatmıyor?

      Büyük Matematikçi, Silah Uzmanı, Kartograf, Ressam ve Tarihçi Matrakçı Nasuh Bey, ki aynı zamanda bir sancak beyi, yani tümgeneraldi, İstanbul resadhanesi Müdürü Takıyyeddin Efendi, Büyük Târihçi Naîmâ ve daha düzinelerce bilgin "Barbar Osmanlı"nın, o kitaba ve okumaya hiç ilgi göstermeyen "talancı kavmin" değil de muhayyel bir ülkenin övünç yıldızlarıydılar,

      Öyle mi, Bay Bursalı;

      Daha 15. Yüzyıl'da Batı Avrupa dillerine tercüme edilen şayan-ı hayret tıb araştırmaları, mesela Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin Efendi'nin 1465'de Fatih'e sunduğu "Cerrahiyye-i ifhaniyye" adlı büyük başvuru kitabından haberiniz var mıydı, Bay Bursalı? 19. Yüzyıl'a kadar akıl ve sinir hastalıkları tedavisinde dünyanın en ileri çizgisini muhafaza edebilen, ruh hastalıklarını (diğer metodların yanısıra) musıkî ile gideren, çiçek aşısını icad edenler de herhalde Eskimolardı, öyle mi? Sayın Bay Bursalı, siz Fatih Medresesi'nde okutulan cebir derslerinin, 15 Yüzyıl sonralarından itibaren sırasıyla Venedik, Padova, Bologna ve Floransa Üni­versiteleri'nde de aynen iktibas yoluyla okutulmaya başladığını biliyor muydunuz?

      Bu bahisler uzundur, Bay Bursalı, yorgun olduğu belli zihninizi daha fazla zorlamadan öbür noktalara geçeyim:

      -Avrupa'daki prensliklerin daha 11. Yüzyıl'dan itibaren eğitimi yaygınlaştırdıkları iddiası bir palavradır. O çağlarda, henüz asilzadeler arasında bile okuma yazma bilenlerin oranı yüzde onları, on beşleri aşmıyordu. O bir yana manastırlardaki rahiblerden bile on iyimser tahminlerle ancak yarısı harfleri tanıyordu. Siz bırakınız 11. yüzyılı, yâni (sizin gibiler bu asır konusunda biraz şaşırgandır, tasrih edelim) 1001-1100 yılları arasını, o tarihlerden 100/150 yıl sonra o sizin yerlere göklere koyamadığınız Avrupalılar Kudüs'de ve Kutsal Topraklar'ın diğer bölümlerinde gerek Müslümanlara gerekse Mûsevîlere akla hayale gelmedik eziyetlerde bulunuyor, derin bir vahşet içinde onların eserlerini de yokediyorlardı. 1492'den sonra İspanya'da etdiklerini -eğer biliyorsanız­ şöyle bir hatırlayınız, Bay Bursalı! Ama size kalsa Mevlana ve Yunus Emre'yi de Sorbonne mezûnu yaparsınız muhtemelen...

      -11. Yüzyıl'dan Büyük Frederik'e geçmenizi de anlayamadım. Belki Frederik Barbarossa ile karıştırıyor olabilirsiniz. Fakat Büyük Frederik 11. Yüzyıl'ın değil 18. Yüzyıl'ın bir hükümdarıdır. Bilginize...

      -1642 Yılı'nda şehirli ve köylü çocuklar arasında başlatıldığını iddia etdiğiniz muazzam eğitim kampanyası da bir garîbe... 1642, Avrupa'da Otuz Yıl Savaşı'nın (1618-1648) en feci şekilde ve bütün dehşetiyle, bütün sefaletiyle sürdüğü bir zamâna, savaşın en hummalı, en kanlı bölümüne rastlar. Öyle ki halk bazı kasaba ve şehirlerde insan eti yemeğe başlamışdı. O devirde yaygın eğitim seferberliği, öyle mi?

      Siz neden bahsetdiğinizin sahi farkında mısınız,

      Bay Bursalı? -Evet, Osmanlı bütün bunların dışındaydı. Dolayısıyla Vestfalya Barışı müzakerelerine katılmayan iki Avrupa devletinden biri olmayı tercîh etdi. (Öbür Vatikan) Son olarak şu noktayı vurgulamak isterim: 18. Yüzyıl'ın ikinci Yarısı'na, 1750'lere, kadar Osmanlı memalikinde okuma-yazma oranı çok yüksekdi. 1700'lere kadar okul sayısı da Avrupa ülkelerindekine nazaran adamakıllı daha yüksekdi.
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!
      Şimdi gelelim matbaa meselesine:

      Johannes Gutenberg'in 1444'de kullanıma sokduğu

      müteharrik madeni harflerden oluşan matbaa aslında ilk kez Çin'de geliştirilmişdir. Çinliler 1 041 Yılı'nda ilk olarak bu metodla kitab basmışlardır. Daha önce kullanılan klişe metoduyla basım ise ta 9. Yüzyıl'dan bu yana Uygur Türkleri, Çinliler ve Koreliler tarafından kullanılıyordu. Gutenberg tipi matbaa, daha ilk yıllarından itibaren Osmanlı imparatorluğu'nun bir çok şehrinde kullanılmaya başladı. En eskisi 1495'de, yani İspanya'dan sürülüp Türkler tarafından davet edilmelerinden hemen üç yıl sonra, Selanik'de kurulan Yahudi matbaasıdır. Yahudiler aynı yıl İstanbul'da da bir matbaa açmışlardır. ilk Ermeni matbaası 1567'de İstanbul'da, ilk Rum matbaası ise yine İstanbul'da ve 1627'de kurulmuşdur.

      Ancak ilk Türk matbaası 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvâsı ve Hakan-Halife III. Ahmed'in fermanı ile faaliyete başladı. Müesseseyi kuranlar İbrahim Müteferrika ve (daha sonraların Sadrazamı) Yirmisekizçelebizade Sâid Efendi idi.

      O sıralar sayıları sadece DerSaadet'de 90.000'e yaklaşdığı yabancı gözlemciler tarafından öne sürülen (Conte Marsigli, Y. müstensihlerin ekmek kapısı kapanmasın diye dini kitablar basımdan vareste tutuldu.

      Gerçi bundan önce de Avrupa'da pek çok Türkçe kitab basılıp Osmanlı topraklarında satılıyordu ama bunlara pek de büyük bir ilgi duyulmuyordu. Ne var ki bu az ilginin sebebi, birtakım körleme Batı hayranı zihni yanaşmaların iddiası gibi Türklerin kitab düşmanlığı değil tam tersine Türkler arasındaki kitab bolluğu idi.

      Türkleri kitab düşmanı bir millet olarak nitelemek, eğer tüyler ürpertici bir cehâletden kaynaklanmıyorsa, en az onun kadar feci hâinâne bir bühtandır. Gerek Fâtih Sultan Mehmed ve gerekse muâkıybleri Avrupa'da basılan kitabları her zaman incelemişlerdir. Üstelik mesela Floransalı Francesco Berlinghieri adlı bir coğrafyacı, eserini resmen ''Avrupa'nın En Büyük ilim Hamisi ve En Büyük Hükümdarı Sultan Mehmed''e, yani Fâtih'e, ithâf etmiş, ona sunmuşdur. Basımı 1480... Şimdi, başda Bay Bursalı olmak üzere, herkese soruyorum: Bu karakterde bir devlete ve topluma ''kitab düşmanı, bilimsel birikimi sıfır" gibi yaftalar yapıştırmak ve takıştırmak mantıkla bağdaşır mı? Her şeyden mühimmi ahlakla bağdaşır mı?

      Hayır, Türklerin matbaaya fazla ilgi göstermeyişleri, ellerindeki müstensih (kopist) ordusunun üretim gücünden ileri geliyordu. Zaten 18. Yüzyıl başlarına kadar matbaa basımı kitab elyazması kitabdan pek de öyle kayda değer ölçüde ucuz değildi.

      Neo­ Tanzimatistlerin bilmediği, yahut ezik egolarını tatmin için bilmezden geldikleri bir bilgiyi de bu vesileyle sunayım: 15., 16. ve kısmen 17. Yüzyıllar'da Avrupa ülkelerinin genel eğitim düzeyi, yukarıda işaret etdiğim gibi Türkiye'dekine göre çok geriydi ama üstelik bunun neticesi olarak oralardaki kitab sayısı da -matbaaya rağmen­ düşükdü. Batı Avrupa'da mesela bir 16. Yüzyıl hükümdarının bin kitaba sahip olması, efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Oysa o çağlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda on bin üzerinde elyazması kitaba sahip pek çok özel şahıs bulunmaktaydı. Bana inanmayanlar Süleymaniye Kütübhanesi'ndeki ''Yazma Eserler Kataloğu''nu inceleyebilirler.

      Bağlayacak olursak basma kitabın yazma kitaba gerçekden fark atmaya başlaması ancak 19. Yüzyıl başlarından itibarendir.

      Peki, o zaman Türkiye teknolojide ve öbür bilim dallarında niçin geri kaldı?

      Bunu Türklerin kitab düşmanlığıyla izah etmek isteyenlere bir soru: İspanya'da ilk matbaa 1474'de Valencia'da kurulmuşdur. Yani daha başından itibaren İspanya bu basma kitab işinin içindedir. Dünya Edebiyatı'nın en büyük yazarlarından Cervantes'in şaheseri ''Don Quijote" ise 1605 Yılı'ndaki ilk basımından sonraki iki yıl içinde, 1607'ye kadar, tam on iki bin nüsha satar!!! Bu tiraja eser'in ikisi Lizbon'da biri de yine İspanya içindeki üç ''korsan'' basımı dahil değildir.

      Tasavvur buyurulsun, bugün, 2001 Yılı'nda Türkiye'de bir roman 12.000 satsa yayıncısı sevincinden masaya fırlayıp göbek atar...

      Ve bu hadise 1607 Yılı İspanyası'nda gerçekleşiyor.

      Demek ki İspanyolların ''kitab düşmanı" olduklarını söyleyemeyiz. Zaten buna bizim Neo­ Tanzîmatist mahlûkaatın dili de varmaz. Çünkü onlar ''Avrupalı''...Eh, bizimkiler de öyle (!)... it iti ısırmaz!

      Ama o vakit nasıl oluyor da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu benzeri bir cihan devletinin varisi olan İspanyollar da son iki yüz yıldır teknolojik gelişmelere ayak uy­uramadılar?

      Eğer 18. Yüzyıl'dan bu yana hangi ülkenin Sanayi Devrimi'ne önayak olduğu ve ayak uydurabildiğini, hangilerinin ise -benzeri veya. değişik sebeblerden ötürü­ bu devrimi ıskaladığını incelerseniz bu sorunun cevabını daha sıhhatli bir şekilde verebilirsiniz.

      Onun için Osmanlı'yı öyle hattatlar mattatlar batırmamışdır... Hele nakkaşların bu meselede hiç taksîrâtı yokdur... Lâf aramızda ben de bu konuda herhangi bir mes'ûliyet kabûl etmiyorum! Belki mücellidler ve müzehhibler bir hergelelik etmişdir!

      Osmanlı Kainatı'na bakınca kapkara bir çölden başka birşey göremeyen Sayın Bay Bursalı'ya tavsiyem ''Bursa'da Zaman'' Şiiri'ni okusun... Zayıf ümîd ama belki içi aydınlanır... Eğer öylesine zifir bağlamış bir yerin aydınlanması mümkünse...

      Ha, bir de asırları doğru saymayı öğrensin... Muhabbetle...


      Köln, 25 Ağustos 2001

      Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi 336. sayıdan alınmıştır.
      HERKES HEMŞİNİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEŞİNLİ OLAMAZ
      HERKES HEMŞİNLİ SEVEBİLİR AMA HERKES HEMŞİNLİ ALAMAZ

      Doğrularımı götürücek kadar yanlış yapmadım bu hayatta çok sıkıştığım yerlerde boş bıraktım soruları... şimdi bıraktığım boşlukların birindeyim kimsenin doğrusunu götürmedim ve en önemlisi kimsenin yanlışı olmadım..!

      İşte Abdülaziz'in kanlı gömleği...



      Bileklerini keserek intihar ettiği ileri sürülen Sultan Abdülaziz'in kanlı giysileri ortaya çıktı. 131 yıldır Topkapı Sarayı'nın deposunda saklanan kıyafetler, cinayet iddiasını arttırıyor...

      Sultan Abdülaziz'in ölümünden birkaç gün önce çekilmiş son fotoğraf gündemeydi. Şimdi de padişahın 'şehadeti'nde üzerinde bulunan kanlı giysileri buldu. 131 yıldır saklanan kıyafetler, Topkapı Sarayı'nın depolarında ortaya çıktı. Giysiler pantolon, hırka, dizlik, gömlek, atkı ve iç kıyafetten oluşuyor. Yanlarında, Sultan'ın bileklerini kestiği iddia edilen bir makas da var. Tanıtıcı etikette, "Abdülaziz'in şehadetinde üzerinde bulunan giysiler" kaydı düşülmüş. Olayın üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen elbiseler hâlâ kan kokuyor. Padişahın cenazesini yıkayan imamın, "Hâlâ bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı." ifadesini doğrularcasına kıyafetler kanlar içinde. Ancak herhangi bir yırtılma yok.

      Resmî tarih, Sultan Abdülaziz'in 30 Mayıs 1876'da tahttan indirildikten dört gün sonra iki bileğini keserek intihar ettiğini yazsa da, tarihçilerin büyük bölümü öldürüldüğü konusunda hemfikir. Giysileri sandıkta saklayan Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun intihar ettiğine hiçbir zaman inanmadı. Hatıratında, Abdülaziz'in Feriye Sarayı'na gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söyledi.

      Pertevniyal Valide Sultan'ın, elbiseleri bugüne ulaşmasını sağlayarak tarihî gerçeklerin ortaya çıkmasını amaçladığı belirtiliyor. Tarihçiler, bir insanın her iki bileğini keserek intihar etmesinin mantıken mümkün olmadığına işaret ediyor.

      Abdülaziz dönemiyle ilgili çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Vahdettin Engin, padişahın öldürüldüğü kanaatini yineliyor. Serasker Hüseyin Avni Paşa ile meşrutiyet arayışında olan Yeni Osmanlılar'ın bir olup Sultan'ı katlettiğini düşünen Engin, tarihin bu belgeler ışığında yeniden yazılması gerektiğini söylüyor. "Sultan Abdülaziz neden öldürüldü?" sorusunu ise şöyle cevaplıyor: "Abdülaziz'den sonra başa geçen V. Murad, aklî dengesi yerinde olmayan sağlıksız biriydi. Bunu herkes biliyordu. Onun başarısızlığı halinde başa yeniden geçecek ilk isim Abdülaziz olacaktı. Darbeciler bu ihtimali göz önünde bulundurarak padişahı katletti." Tartışmalı tarihî olaylarla ilgili kitaplarıyla tanınan Dr. Erhan Afyoncu, "Sultan Abdülaziz'in öldürüldüğü şüphe edilmeyecek bir gerçektir. Bir bileğini kesen biri diğer bileğini nasıl keser? Bu bir kere akla mantığa ters. Sultan, gerek hapsedildiği sarayda gerekse bu saraya götürülürken ağır hakaretlere uğradı. Sadece o değil, Harem'de yaşayan annesi, ablası da hakaret gördü. O dönemde kimse tahttan indirilse bile padişah ailesine bunu yapmaya cesaret edemezdi. Öldürüldükten sonra padişahın cesedi günlerce karakolda bekletildi. Bu bile çok ağır ve birçok soruyu içinde barındıran bir durum. Zaten padişahın kayınbiraderi Çerkes Hasan, bir süre sonra Hüseyin Avni Paşa'yı öldürüyor. Bu cinayet de bize padişahın intikamını almak için yapıldığını gösteriyor." diye konuştu. Abdülmecid döneminde başlayan yenilik hareketlerini sürdüren Abdülaziz (1830-76), 14 yıl 11 ay 5 gün tahtta kaldı. Mithat Paşa'nın kışkırtmalarıyla üniversite öğrencileri 10 Mayıs 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenledi. 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha doğru saray Hüseyin Avni Paşa komutasındaki askerlerce basılmış ve Abdülaziz kansız şekilde tahttan indirilmiştir. Abdülaziz'in tahttan indirildikten 4 gün sonra, hapis hayatı yaşadığı Feriye Sarayı'nda sakalını düzeltmek için istediği söylenen makasla bileklerini keserek intihar ettiği iddia edilse de öldürülmüş olabileceğine dair kanıtlar var.

      Kanlar içindeki bu elbiseler ibret verici
      Evet gerçekten de Sultan Abdülaziz'in kanlı kıyafetlerinin Topkapı Sarayı Müzesi'nde saklanıyor olması son derece önemli. Bu her şeyden önce Osmanlı'nın tarihe, atalarının mirasına verdiği önemi gösterir. Müzecilik tarihi açısından da fevkalade önemli bir şey. Kanlar içindeki elbise ibret verici. Kanlı bir elbiseyi atmamış, yakmamış, bugüne kadar aynen korumuşuz. Atalarımızdan kalan Kaşıkçı Elması da, bir kumaş parçası da müzeciler için değerlidir. Sultan Abdülaziz'in ölümüne gelince, intihar etti demek mümkün değil, basbayağı öldürülmüştür. Bu kadar net.

      Öldürülmeden önceki son fotoğraf da yayınlanmıştı

      İki yıl önce yayınlanan Sultan Abdülaziz'in son fotoğrafı, Osmanlı sultanına reva görülen 'aşağılayıcı' tavrı gözler önüne seriyordu. Saray fotoğrafçılarından Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen fotoğrafta, padişahın giydiği kıyafetler ve arkasında lâubali şekilde duran sarayın alt görevlileri dikkat çekiyor. Endişeli gözlerle bir sandalye üzerinde oturan Abdülaziz'in arkasında duran iki görevli, sultanın omuzuna dirsek dayamış şekilde poz veriyor. Fotoğraf, Bahattin Öztuncay'ın hazırladığı "Hatıra-i Uhuvvet: Portre Fotoğraflarının Cazibesi 1846-1950" adlı kitapta yayınlanmıştı.

      haber7.com/haber.php?haber_id=220198
      Tarihte boyle seyler oluyor buda tarıhın nesnel olmamasını guclerdırıyor. bırde kıtaplarda hep gerek nesnesldır dıye cokkez hocalarla tartıstıgımı bılırım bu konuda ... yukardakı parcadan cıkarılan abdülazizin intihar etmedıgı sehıt edıldıgıne varıyoruz. Aymelek tesekkür ettım....
      Adı Sanat İdi...

      Yavuz Selim 10 Ekim 1467 tarihinde; II.Beyazit'in ucuncu oglu

      Gecen sayimizda kanuninin nasil; guvene kavusturulmus bir ulke ve
      dolu bir hazinenin basina; rekabet ve riskten uzak, zahmetsizce
      gectigini islemistik.
      Bu sayimizda ise ona bu saltanati hazirlayan; babasi Yavuz Sultan
      Selimin karakterini ve hayat hikayesini anlatacagiz.

      Yavuz Selim 10 Ekim 1467 tarihinde; II.Beyazit'in ucuncu oglu
      olarak; Amasya'da dogdu. Tek ogul olan Kanuni'nin tam aksine,
      Yavuz'un isi cok zordu; cunku tahta oturmasini neredeyse
      imkansizlastiracak sartlarda dogmustu.
      Taht kavgalarinin onunu almak icin Fatih'in koydugu kurala gore
      veliahtlik en buyuk ogulun hakki sayiliyordu. Bu duruma gore Yavuz'a
      siranin gelmesi mumkun degildi.

      Fakat Yavuz; yavuzlugunu gosteriyor ve babasinin tahttan cekilip
      yerini buyuk oglu Ahmet'e birakmasi kararina karsi cikarak tahta
      talip oluyordu.
      Bunun icin kayin pederi Kirim hani Mengli Girayin sagladigi askeri
      destekle babasinin ordusuyla savasa bile tutustu; ustelik yenildi ve
      Kirim'a kacmak zorunda kaldi.
      Ama yenicerilerin kendisini tahtta gormek istemeleri uzerine babasi
      II. Beyazit tahti Yavuz'a birakmak zorunda kalir.

      Ancak Yavuz'un bu atakligi sadece tahta cikma merakindan
      zannedilmemeli; aksine o babasinin; kardesi Cem sultanin rehin
      tutulmasi yuzunden pasif davranmasina dayanamamakta, tahta gecince
      yapmayi tasarladigi islerle yuregi kaynamaktadir. Agabeyleri Ahmet
      ve Korkut'un yonetim becerilerine guvenmemektedir.

      Gercekten de kucuklugunden beri, Yavuz onlardan daha zeki, iradeli
      ve cesur oldugunu gostermistir. Buyuk agabeyi Ahmet devlet idaresine
      ilgisiz, ikincisi Korkut ise cekingen karakterdeydi. Nitekim
      Yavuz'un ayaklanmasi uzerine Ahmet tahttaki hakkini devretmeye razi
      olmustur.
      Yavuzun haritasinda kardesleri gosteren merkur akrepte. Yavuzun
      kardeslerine karsi baskin ve devrimci kisiligini gosteriyor. Ayrica
      cok duzenli calisan bir casus teskilati kurmasi; bu sayede ulke
      icinden ve disindan istedigi bilgileri almasini da aciklayan bir
      konum.
      Sezgileri guclu, kuskucu, ama bazen de acimasiz olabilen bir
      kisiligi isaret ediyor.

      Yavuz; iktidari neden bu kadar israrla istedigini gostermekte
      gecikmez. Anadoluda dini boluculuk cikarmaya calisan Sah Ismail'e
      uyari gonderir.
      Daha sonra da doguya ve Misira birbiri ardinca seferler
      duzenleyerek, Islam ulkelerini Osmanli catisi altinda birlestirir.
      Zaten Yavuz'un en buyuk hayali, ulkesini bolunme tehdidinden
      kurtarmak ve buyuk bir dini birlik kurmaktir. Gunesi terazide,
      jupiteri yengecte olan Yavuzun; dini ve milli bir birlesme ve tek
      aile olma arzusu haritasinda goruluyor.

      Ozellikle; iyi yerlesmis Venus'u ve Jupiter'inin partil
      karesi; "Bana cihanda yalniz vatan aski kafidir." Diyen yavuzun ic
      dunyasini cok guzel acikliyor.

      Ayni zamanda genisleme ve bolluk isareti olan bu planetlerin iyi
      yerlesmis olmasi, Yavuzun zamaninda hazinenin misli gorulmemis bir
      sekilde dolmasina da uygun bir isaret. Gercekten de Yavuz'un yaptigi
      seferlerden sonra Akdeniz'in bir ic deniz haline gelmesiyle birlikte
      ticaret yollari Osmanli'nin eline gecti ve bu da buyuk gelir kaynagi
      oldu.

      Hatta onun su sozu uzerine Enderun hazinesi daima onun muhruyle
      muhurlendi;
      "Altin ile doldurdugum ambarlari benden sonra gelenlerden her kim
      akca ile doldurabilirse kendi muhru ile muhurlesin. Bunu
      yapamadiklari surece Hazine-i Humayun benim muhrumle muhurlensin. .."
      Ancak elbette Yavuz bunu kolaylikla basarmadi. O zamanin
      imkanlariyla basarilamaz denilen isleri, buyuk tehlike ve sIkintiyi
      goze alarak basardi. Mesela ordusuna kisitli bir azikla, ucsuz
      bucaksiz colleri gecirdi.

      Hatta bir ara orduda yilginlik bas gosterdi. Yavuz cadirindan cikip
      kisa ama etkileyici bir konusma yapti;
      "Karilarini ozleyenler donup onlarin yanina gidebilirler. Biz buraya
      geri donmek icin gelmedik! Rahat isteyen bu yola yakismaz! Olumden
      korkanlar geri donsun; mertler benimle gelsin! Eger icinizde er yok
      ise ben yalniz giderim!" dedi.

      Ay- Mars birlesimi ve Saturn'unun Kocta olmasi gibi isaretlere de
      uygun olarak askerlik hayatina ve mucadeleye uygun bir kisiligi
      vardi.
      Terazi burclular daha feminen ve sanatkar ruhlu olmasina ragmen,
      Yavuz'u adeta kendisiyle savasan bir kisi olarak goruyoruz. Mesela
      saray hayatina, hanimlarina hic duskun degildi. Hatta vezirleri,
      ardinda bir veliaht birakmasi icin ailesiyle zaman gecirmesi
      gerektigini soylemek zorunda kalmisti.

      Bir ozelligi de yine terazilerin en buyuk zaafi olan iyi giyinmek,
      begenilmek arzusu gibi ozelliklere prim vermemesidir. Oyle ki, elci
      kabul ederken bile giyimine ozen gostermezdi.

      Bir gun kendisine;
      "Dusmanlariniz giyim kusaminizla alay etmesin, elcilerinizi kabul
      ederken giymeniz icin iyi bir elbise yaptiralim" denmisti, o hic
      umursamadi ve elciyi kabul ederken onundeki kutuge kilicini sapladi.
      Bu kilic, arkadan gelen isigi yansitarak pirildiyor ve elcinin
      gozunu kamastiriyordu. Bu nedenle hukumdari dogru duzgun goremeyen
      elci; Yavuz'un kendinden emin konusmalari karsisinda adeta erimis,
      dehset icinde kalmisti.

      Daha sonraki padisahlarin gosterisli saraylar yaptirmasina, tantana
      icinde yasamasina karsin Yavuz; sadelik ve tasarruf icinde yasadi.
      Oglu Suleyman'in uzerinde gosterisli bir elbise gordugu
      zaman; "annene giyecek bir sey birakmamissin! " demisti.

      Yavuz'un ozguvenli ve inandigi seyler ugruna mucadeleden yilmayan
      bir kisiligi vardi. Bu nedenle ne kadar muhalefetle karsilassa da
      kolay kolay pes etmezdi. Bu kadar kararli olabilmesi; yaptigi ise
      inanmasinda gizliydi.

      O seferlerine sirf basari ve ganimet olsun diye degil; halkin
      guvenligini tehdit eden fitneleri ortadan kaldirmak icin cikmisti.

      Dusmanlarina soyle haber gonderiyordu;
      "Fitneler cikardiniz, Islam buyuklerine kufurler ediyorsunuz, bunun
      cezasi katildir, uzerinize geliyorum, isgal ettiginiz Osmanli
      memleketlerini geri veriniz."

      Bununla birlikte Yavuz son derece mutevazi bir kisilige sahipti.
      Bunun ay ve marsinin balikta birlesmesinde de gorebiliriz. Balik hem
      sinirlari eritip birligi saglamasina; hem de basarisini aralarinda
      bulundugu toplulukla paylasip, kendisini siradan bir nefer olarak
      gormesine uygun.

      Yaptigi isle boburlenmekten hoslanmayan, mahviyet sahibi bir insan
      olan Yavuz, Misir'a girdigi zaman; halk onun ihtisamini seyretmek
      icin pencerelere kostu ve caddeleri doldurdu. Yavuz ise, en onde
      degil, askerlerinin ortasinda yuruyordu. Kavugu ve elbisesinin de
      etrafindakilerden bir farki yoktu.

      Misir donusu Sam'da Cuma hutbesinde kendisinden
      bahsedilirken "Mekke'nin ve Medine'nin hakimi" (hakimu'l-harameyni )
      denince;
      "Yok yok, belki hizmetcisi" (hadimu'l-harameyni ) diye aglayarak
      cevap verdi.
      Seferleri basariyla tamamlayip Istanbul'a dondugunde gunduz
      Uskudar'a vasil oldular. Istanbul halkinin, kendisine buyuk
      tezahurat yapacagini haber aldiginda arkadasi Hasan Can'a:
      "Hava kararsin, herkes evine donsun, sokaklar bosalsin, ben ondan
      sonra Istanbul'a gireyim. Fanilerin alkislari, zafer taklari ve
      iltifatlari bizi maglup edip yere sermesin!... " dedi.

      Yavuz; sadece savaslarda degil; barisci konularda da atak bir
      padisahtir. Ulkenin bayindirlik ve imarini baslatma konusunda da
      oncu olmustur. Bu onun daha cok oncu burclarda yerlesime sahip
      olmasina da uygundur.

      Ancak tez canli bir kisiligi, doktorunun sozunu dinlemeyip,
      acelecilikle sirtindaki cibani sIktirmasina ve vakitsiz olumune
      neden olmustur.
      genc gelisim dergisinden
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!