Basından Hemşin Tarihi

      Basından Hemşin Tarihi

      Şimdiye kadar Hemşin tairihi ile ilgili gazetelerden okuduğum en iyi yazı.Bizim kendi hemşinli yazarlarımız bile orhan pamuk edasıyla davranırken.....
      bu yazı dizisi çok gzel olmuş hemşin adına.



      10 yıl rötarlı keşif

      Bu yazı uzun zaman hayal kurulduğu halde fırsat bulunamayan bir Doğu Karadeniz seyahatinin öyküsüdür... Bu seyahatin kahramanları birbirinden bağımsız kişiler olmalarına rağmen bir şekilde birbirine bağlı kişilerdir. İsterseniz farklı mesleklerden ve yaş gruplarından bir araya gelen bu kişileri tanıyalım, çünkü yazı ilerledikçe bu bilgiler önemli olacak.

      Şeref, grubun en yaşlısı doğaya aşık, hiçbir koşulda yüzündeki gülücüğü kaybetmediği için çekik gözlü kalan avukat, işadamı...

      Doruk, doğuştan şeker hastası, at meraklısı, Beşiktaş hastası, işadamı. Neslihan, bu seyahati yıllardır hayal eden dalmaya meraklı psikolog, işkadını.

      Mehmet Ali, halasının hayaline ortak olan sessizliği ile çığlık atan işadamı.

      Cengiz, gezmeyi ve muhabbeti kaçırmayan, gerektiğinde sıkı bir eleştirmen ve muhalefet olabilen eski arkadaşım işadamı.

      Deniz, Cengiz 'in oğlu, büyüdüğünü seyrettiğim küçük uşak, öğrenci.

      Zeynep, doğa sporları tutkunu, her gün iki saat ağır bir antrenman yapmazsa bunalıma giren kimyager, işkadını.

      Figen, tanıdıklarının çoğu doğa sporları ile kafayı yemiş ama kendisi çiçeği saksıdan başka bir yerde görmemiş bilgisayar mühendisi, işkadını.

      Nurhan, hayatta birçok şeyi merak etmiş, hırsını sevgisi ile törpülemiş, sonunda bir hazır yemek firmasında idareci olmuş, işletmeci.

      Ahmet, kaza ile gruba dahil olmuş deniz yüzbaşısı ve benim en küçük kardeşim.

      Ömer, tek suçu benim oğlum olması ve babasının artık ihtiyar olduğuna inandığı için onu dağlarda yalnız bırakamayan delikanlı.

      Musa, kuzenim bizi ağırlayacak.

      Ve tabii bendeniz kamber. Anadolu'da bir laf vardır kambersiz düğün olmaz derler buradan esinlenerek bu seyahate katılabilmek için adımı Kamber olarak değiştirdim.

      Hemşin Yaylası

      Ekibi hazır bir arada bulmuşken, gideceğimiz bölge ile ilgili biraz bilgi vereyim. Nasıl bir yer? Kimler yaşar? Nasıl gidilir? Nasıl barınılır? Ne yenir, ne içilir? Aslında bu soruların cevabını onlar da deli gibi merak ediyorlar. Öncelikle gitmek istediğimiz yaylaların bulunduğu Hemşin'den başlayalım. Elime bir kalem alıp önce bölgenin bir krokisini çizdim sonra anlatmaya

      başladım: 'Doğu Karadeniz bölgesi sıradağlarının en yüksek doruklarının bulunduğu Kaçkar Dağları ve civarında kırktan fazla köy ve yayla vardır. Hemşin bu köy ve yaylaların bulunduğu alandır. Bu bölgelerde yaşayanlar, kendilerine 'Hemşinli' derler. Herhangi bir ilde bir Hemşinli arayacaksanız 'en iyi pastane' neresi diye sorun, sahibi mutlaka Hemşinli'dir.'




      ---------------------------------------------------------------------



      Tam 10 yıl önce dostlara verilen unutulmuş bir söz nedeniyle çıktık Doğu Karadeniz yaylalarına... Yol arkadaşlarımın hiçbiri şimdiye kadar ne çadırda kalmış, ne de beş yüz metre bile yürümüş. Tam bir macera

      Her şey on sene önce Cengiz'in evinde bir kış günü başladı. Cengiz, birkaç kafa dengi dostun oluşturduğu Maşrukiye Evleri'nde, Doruk ve Neslihan'a komşu olarak oturdum. Onları da o zaman tanıdım. Ancak aradan geçen yıllarda rüzgar beni o kadar farklı yerlere savurdu ki bir daha Maşrukiye Evleri'ne gidemedim.

      Nihayet Cengiz bir gün arayıp 'Haydi Cemal bize verdiğin sözü artık tut' dedi. 'Hangi sözü' diyemedim çünkü Cengiz'e verilmiş epey sözüm var. Meğer on sene önceki o sabaha kadar kahkahaların dinmek bilmediği gecede ben, onları Kaçkarlar'a götüreceğime söz vermişim. Ben 'nasıl olsa bu ekip oralara gelmez, bu geceden sonra da bu istek unutulur' diye bol keseden 'tamam' demiştim. Aradan geçen on yıl içinde Kaçkar Dağları da unutulacağına daha çok meşhur olunca, Neslihan da o günden beri Karadeniz yaylalarını görmenin planlarını yapmaya başlamış ve yavaş yavaş çeteyi motive etmiş. Verilen sözün günü on yıl sonra bile olsa gelip çatmıştı. 'Tamam' dedim, 'Maşrukiye'de yine toplanalım da havaya girelim'. Bir akşam üzeri Doruk'un yaktığı mangal ateşinin dumanlarını izleyerek, on yıldır gitmediğim bir bölümü Gölcük depreminde yıkılan Maşrukiye Evleri'ni bulabildim. Ekibi havaya girmiş beni bekler buldum. Ben beş kişiye söz vermiştim ama listede yirmi üç kişi görünüyor. Donatılmış sofrada baş köşeye kuruldum. İlk sorular gelmeye başladı:

      Yağmur yağar mı?

      -15 Ağustos'ta bir karış kar yağdığını çok gördüm.

      Nerede yatacağız?

      -Vallahi sizi bilmem ama ben genellikle çadırı tercih ederim.

      Böcek olur mu?

      -Olmaz olur mu tabii olur.

      Yılan!..

      - Vallahi yok diyemem ne yalan.

      Peki ne yer ne içeriz?

      - Bir hafta kimse acından ölmez yemesek olmaz mı...

      Açıklamalarım etkisini göstermeye başladı gece ilerleyen saatlere doğru seyahate gelmek isteyenlerin sayısını onlu rakamlara kadar düşürmeyi başardım. Bir tek Neslihan ne söylersem 'Ay ne güzel' diyor, ben de 'bir şu kızın azmini kıramadım, diğerleri yelkenleri suya indirdi' diye düşünüyorum.

      Tabi ben de kontra sorular soruyorum, aldığım cevaplar karşısında şaşkınım:

      Hiç çadırda kalmamışlar, otuz yıldır beş yüz metre yürümemişler, bazıları diyabet hastası, kısacası bu seferki yol arkadaşlarım hiç alışık olmadığım bir takımdan oluşuyor. Kendi kendimi teselli ediyorum:

      ''Cemal, sen değil misin doğada en cılız canlılar bile hayatını sürdürebilir, güç önemli değildir' diyen. İşte sana fırsat iddianı ispatlayacaksın...'

      Aklıma geldiği kadar olabilecekleri anlattığımda elimdeki listede on üç kişinin adı kaldı; buna ben ve Zeyno dahil değil. Artık yörenin iyi taraflarını anlatabilirim şu an kalanlar kendileri ve doğanın oradaki sürprizleri ile yüzleşecek kişiler diye düşünüyorum.
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Roma'nın müttefikleri

      Roma İmparatorluğu'nun çökmesiyle bölgede yalnız kalan Hemşinliler İran'ın kuzeyinden bugünkü Hemşin Yaylası'na göç etmişler. Sahilden uzak durup, yükseklerdeki Ermeni köyleriyle ilişki kurmuşlar

      Macera arkadaşlarıma dün Hemşin Yaylası'nı anlatmıştım. Bugün de Hemşinliler'in nereden geldiği hakkında bilgi vereceğim: Güçlü rivayetlere göre Hemşinliler Hazar Denizi ve İran arasındaki dağlık arazide yaşıyorlarmış. Romalı'lar ile İranlı Mecusiler arasındaki savaşta, Hemşinliler, Romalı'ları desteklemişler. Sonraki yıllar Roma'nın çöküşü ile birlikte bu bölgeden kuzeye doğru göç ederek, Kars üstünden Çoruh Vadisine, oradan da Hödeçür Barhal Vadilerinden Kaçkar Dağları'nın kuzeyine geçmişler.

      Sahile inmeden buradaki yüksek vadilerde birbirine bağlı yurtlar kurmuşlar. Ana yerleşim yeri Rize tarafında Çamlıhemşin... Fırtına Vadisi'nin önemli kollarından biri Kale Deresi olsa da Pazar, Zuğa, Hemşin (burası yeni ilçe oldu) Çayeli, Büyükdere'nin başındaki İncesu, Fındıklı, Aslan Dere üstündeki Zaımos, Artvin tarafında Barhal Çayı üstünde, Altıparmak ve Hevek onlara terk ettikleri coğrafyayı aratmamış.

      Sahilden kız alıp vermemişler

      Bu bölgeler birbirine yakın olsalar da coğrafya olarak birbirine öylesine büyük farklılıklar gösterir ki bir günde bile insana birkaç iklim yaşatabilir. Bu sözü anlayabilmek için yörede yetişen meyve-sebze listesine baktığımızda bir fikir sahibi olabiliriz. Muzdan kivi ve çaya, portakaldan kayısıya hatta zeytine kadar birçok ürün bu yöredeki mikro klima iklimde yetişebilmektedir. Hemşinliler uzun yıllar bu saydığımız alanda kapalı bir ekonomi ile yaşamışlar, sahil kesimine inmemiş, sahile yakın bölgelerden kız alıp, kız vermemişler.

      Bunun yerine yörenin yüksek kesimlerindeki o zamanlar Ermeni köyü olan Elevit, Hödeçür, Marbudam gibi köylerle birçok alanda işbirliği sağlamışlar. Ermeni ya da Hemşinliler'in dediği gibi Hay'lara hayvancılığı deri ve dokuma işçiliğini öğretirken onlardan demircilik ve taş ustalığı konusunda deneyimler kazanmışlar. Geçmişten günümüze kadar farklı kültür ve insanlarla yüzleşen Hemşinliler, Hemşin'de farklı kültürlerle yoğrulmuş aydın ve renkli bir yaşantı oluşturmuşlar. Bugün bazı kimselerin Hemşinlilerin geçmişini Ermeniler'e dayandırmalarının temelinde geçmişteki bu işbirliğinin payı vardır. Günümüzde bile geçmişin bu iyi komşuluk ilişkilerinin hikayeleri anlatılır.

      Geçmiş yıllarda Ruslar'la birlik olan ve Erzurum civarında büyük katliam yapan Ermeni komitacıları kışın Hödeçuru basarlar, komiteciler buradaki Hemşinliler'in zarar görmeyeceğini belirtir ve isteyenin köyü terk edebileceğini söylerler, gitmek isteyenlerin sırtlarına beyaz bezler yapıştırarak köyden gönderirler, ancak mevsim kıştır. Kaçkar Dağları bu mevsimde geçit vermemektedir, arkadaki Hemşin'e gitmenin tek yolu Çoruh Vadisi'ne inip sahilden Hemşin'e geçmektir, onlar da böyle yaparlar, fakat Çoruh Nehri'nin karşısında mevzilenen Rus askerleri gidenleri bu beyaz bezden vurmaya başlarlar bunun üstüne Hödeçurlu Ermeni Malkom Bağdasar, kar-kış demeden üç bin metre yüksekteki Haçivanak Geçidi'ni aşarak, Elevit Köyü'ne geçer, Hemşinliler'den yardım ister. Hemşinliler de dağdan geri dönerek Hödeçür'deki katliama engel olurlar.

      Horoz gibi öten kavim

      Konu tarihten açıldığında Strabon, Hemşin'den sislerin arasında dağdan dağa horoz gibi öten esrarengiz bir kavmin yaşadığı yer olarak bahseder. Hatta bu yörede ağaçlardan yaptıkları kule evlerde yaşayan heptokometler denen bir kavmin kendilerini işgal etmek isteyen bir bölük Roma askerine deli bal ikram ettikten sonra bilinçlerini kaybettirerek imha ettiklerini söyler. Geçmişi geçmişe terk edersek günümüzde de sislerin egemenliğinde olan ve hala ormanlarında horoz gibi insanların öttüğü Hemşin'e geri dönelim.

      Yanımdaki Deniz sözümü böldü:

      'Ben senin 'Çan sesinin peşinde' diye bir yazını okumuştum. Orada da bu konuyu anlatıyordun

      - Bölge ile ilgili on senedir yazdıklarımı toplasam iki cilt kitap olur. Şimdi önüne gelen yazıyor zaten. O hikaye uzun, şimdi size biraz rotayı anlatayım.

      Başka bir ses soruyor:

      Peki niye hala dağdan dağa horoz gibi ötüyorlar.

      - Sürekli sislerin egemenliğindeki arazide başlarına bir şey gelirse komşuları ya da yol arkadaşlarının kendilerini nerede arayacaklarını bilmeleri için...

      Küçük bir sessizlik oluyor:

      Doruk, 'ağabey senle gitmek başka bir heyecan olacak yahu' deyip omzumu tutuyor.

      Ben, yine kötü adamı oynuyorum:

      - Az şey bekle hayal kırıklığına uğramayasın yoksa onca yorgunluk dayanılmaz bir eziyete dönüşür...

      Bu düşüncemi geçmişte güçlendiren tecrübelerim var. Bir seferinde arkadaşımın biri annesini babasını ve bir cümle emekli tayfasını toplayıp gelmişti de yağmurdan, sisten bir hafta aman bulamamıştı. Her şey planlanabiliyordu da dağların havası planlanamıyordu. Rahmetli dedem derdi ki, 'Dağın havasına şehrin parasına inanma oğul'...

      Başka biri soruyor:

      Ağustos ayındayız yahu, gerçekten yağar mı?

      -Keşke yağmaz diyebilsem ama hiç güneşi görmeme ihtimalimiz daha yüksek.

      Peki ya gerçekten hep yağarsa ne yaparız. Aklıma yörede yapılan bir seremoni geliyor: 'Publig yaparız' diyorum...
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Publig ayini, Vartevor şenliği

      Hemşin Yaylası'nda yağmur duası yerine, güneş açması için yapılan ayine Publig deniyor. Vartevor ise yaz ortasında 15 gün süren eğlencedir. Bölgedeki birçok evliliğin temeli de Vartevor'da atılır

      Bütün Anadolu'da yağmur duasına çıkılırken, Karadeniz'in sisli yüksek bu yöresinde Hemşinliler, güneş için 'publig' adı verilen bir ayin yaparlar. Köydeki küçük çocuklar toplanır, ahır silmekte kullanılan çalı süpürgesinden bir 'kukla' yaparlar. İki kişi kuklanın kollarına girer ve kapı kapı dolaşarak, yağ, un, şeker toplar. Gittikleri kapılarda hep birlikte şu tekerlemeyi söylerler:

      'Publig, publig ne ister?

      Allah'tan güneş ister

      Kaşık kaşık yağ ister.

      Verene bir koç oğlan

      Vermeyene kör topal kız ister.'

      Toplanan malzemeler daha sonra açıkta, çalı süpürgesinden yapılan kuklanın yakılması ile oluşan ateşte helva ya da höşmerim pişirilir. Pişen aştan ilk kaşık göğe savrulur ikinci lokma ise annesinin ilk çocuğu olan biri tarafından yenir.

      Grup meraklı, başka biri bunun işe yarayıp yaramadığını soruyor:

      'Umut etmeye ihtiyaç duymak, pozitif düşünmek için sebep yaratmak için' diyorum...

      Mayodan kazağa kadar

      Oldum olası soğuğu severim ve asil bulurum. Sıcak her koşulda insana bulaşırken, soğuktan korunduğunuzda sizi rahatsız etmez, bedenleri uyuşturmaz aksine dinamizm ve huzur verir. Başka biri, 'Peki yanımıza ne malzeme alacağız' diye soruyor.

      Mayodan kışlık kazaklara kadar her şey. Ama yükümüzü sırtımızda taşıyacağımızı da düşünerek hiçbir şey...

      Bu nedenle ilk başta temel kamp malzemelerinizi mutlaka almak gerekir. Bunlar da çadır, uyku tulumu, mat, sırt çantası, kafa lambası ve portatif bir ocaktır. Tabii kaşık çakı vs. diye devam eden bir liste bunu takip eder...

      Ben size bir liste yapacağım buradaki malzemeyi temin edeceksiniz. Doruk, devreye giriyor:

      'Yahu şu listeyi biz nerden buluruz çadır diyorsun nasıl çadır olacak ya da tulum.'

      Adam haklı. Elimdeki listede benim tayfayı da dahil ettiğimde on sekiz kişiyi buluyoruz. 'Zamanımız var bir bakınayım' diyorum... Sırt çantalarından tulumlara kadar tüm malzeme iki haftada eve geliyor. Doruğa telefon ediyorum. Neslihan'la geliyorlar, çadırın birini hemen salona kuruyoruz. Neslihan'ın yine ağzı kulaklarında. Hayatında ilk kez çadıra giriyor, matın ve tulumun konforuna bayılıyor. Gerçekten de seçtiğimiz çadır ev kadar güvenli, doğru kurulduğunda hiçbir yağmur, sizi ne alttan ne de üstten ıslatabilir. Böcek ve uçan haşereler de siz izin vermezseniz yanınıza bile uğrayamaz.

      Zeyno geliyor. Salonda kurulu çadırın önünde kurulmuş sofraya dahil oluyor. Doruk onun listesinden gelenlerin beş kişiye düştüğünü söylüyor. Derin bir nefes alıyorum bu işimizi yarı yarıya kolaylaştırdı. Uzun yıllardır benimle böyle bir seyahat yapmak isteyen iki arkadaşıma haber veriyorum, anında sayımız bizimle birlikte tekrar on dört kişiye çıkıyor.

      Yayladan yaylaya

      İkinci toplantıyı yine Maşrukiye Evleri'nde Doruk'un barbekü partisinde yapıyoruz. Seyahat tarihimiz Vartevor eğlencelerine denk geliyordu. Biz de seyahatimizin rotasını buna göre konuşuyoruz. Vartevor, yaz ayının ortasında yapılan bir yayla şenliğidir. Yörede her köyün iki yaylası vardır. Bu yaylalardan biri orman kuşağında bin beş yüz iki bin metre yüksekliğindedir. İkinci yayla ise Alp çayırlarının başladığı iki bin ve daha yüksek rakımlarda kurulur. Bu yaylalar Anadolu'daki yaylaların aksine belli bölgelerde mükemmel evler yapılarak, yerleşik düzende kurulmuşlardır.

      Bahar gelip köylerde bağ bahçe işi başladığında, çalışamayacak kadar yaşlı kadın ve erkekler, ineklerle birlikte orman kuşağındaki yaylaya göçer. Göçe tüm aile katılır ve bütün köy aynı anda yola çıkar. Yaylaya varıldığında, üç dört gün süren göç eğlencelerinde tüm köy hatta köylerin halkı horonlar oynar birlikte eğlenir. Sonra çalışmak için köye geri dönülür.

      Bir ay sonra orman kuşağı yaylasının otu tükenmeye ve havalar ısınmaya başlar. Yükseklerde karlar erir ve yeni otlar sürgün vermeye başlar. Buarada köyde bağ bahçe ile uğraşan kesim çalışmaktan yorulmuştur.

      Yayla göçü için gün saymaya başlarlar, göç onlara bir hafta eğlenme oynama şansı verecektir. Köydekiler genellikle haziran ortaları gibi olan ikinci yayla göçü için tekrar yaylada toplanırlar, bir iki gün ilk yaylada eğlendikten sonra bir sabah erkenden yaylanın o yılkı korucusu bağırır: 'Sığırların bağını boyunlarına verin'

      İnanılmaz bir seremoni başlar, bağı boynuna verilen inekler bu sefer ahırdan çıkıp otlağa yönelmek yerine ikinci yaylaya doğru yola koyulurlar. Beş altı saat mesafedeki yaylaya yaklaşıldığında ineklerin bağı boyunlarından alınır ve otlağa dağılırlar. Bir yıldır kapalı evleri açılır eşyalar yerleştirilir, akşam yaylanın ortak malı olan çardak denen binaya gidilir ve tulum eşliğinde horon başlar. Bu seremoni yılda dört kez tekrarlanır. Bir de beşincisi orta zaman eğlenceleri vardır, bazı yaylalarda ot biçimi şenlikleri ya da 'Ohnak' bazı yaylalarda 'Vartevor' adı ile yapılır. Dağlarda güz gelip soğuklar başladığında tekrar orman kuşağı yaylalarına geri dönülür. Bu yaylada genellikle mevsimin ilk karı yağana kadar kalınır.

      Rotamız Başhemşin yaylaları

      Yaz ortasında köyde rençberlik işleri hafiflemiştir. Bu sebeple günler rahat geçer, zaman boldur. İşte Vartevor tam bu zamana denk gelir, on beş gün kadar sürer. Vartevor'a yalnızca köylerdekiler değil hayatını gurbette geçiren şehirdekiler de katılır. Böylece şehirde yetişen yeni kuşaklarla köydeki kuşaklar birbiri ile tanışma şansı bulur. Akşamları çardakta kadın erkek, kaç göç olmadan birlikte eğlenir. Hemşin'deki birçok evliliğin temeli bu göç ve Vartevorlar'da atılır.

      İşte biz de bu şenlik tarihlerinde Amlakit yaylasında olacak şekilde İstanbul'dan ayrılacağız. Rotamızda Pokut, Hazindağ, Samistal, Palovit, Tirovit, Elevit ve tabi Hemşinliler'in ilk yerleştikleri Kaleyi bala yani Başhemşin yaylaları var.
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Hayallerim gerçek oldu

      Yıllarca kitabımın arasında taşıdığım fotoğrafın içine girdim, Çamlıhemşin Yaylası'ndayım ve çok mutluyum. Yerlerde inanılmaz çiçekler, renkli mantarlar yedi cücelerin ülkesi gibi...

      Seyahatimden bir gece önce çantaları hazırlıyorum, Kendimce lazım olan her şey var. Hatta minik kuştüyü yastığım bile! Trabzon Havaalanı'nda dünya tatlısı Burak, Ahmet, Ömer, Cemal, Zeynep bizi karşılıyor. , Aynı uçakla geldiğimiz Cemal'in arkadaşı Şeref Ağabey, Nurhan ve Figen'le de tanışıyoruz. Rize'de güzel bir yemek sonra Çamlıhemşin. Daha tik tak Yaşar'ın tik taklığını bilmiyoruz 'bulduğu her fırsatta bir duble içki içiyor bu sebeple arkadaşları ona tık tak diyormuş'. İşte Fırtına Deresi! Kahve molasından sonra dere üzerindeki eski köprüye gidiyoruz. İnanamıyorum. Çok mutluyum. Hayalimdeki yerdeyim. Geçen yıllar boyunca kitabının içinde taşıdığım fotoğrafın içine girmiş gibi hissediyorum. Mehmet Ali, Deniz, Cemal dereye giriyorlar. Pek keyifli, sonra çamurlar içindeki yoldan Atilla ağabeyin kamyonetinde sislere saklanmış yollara düşüyoruz. Çünkü diz boyu çamur olan Çamlıhemşin Sal Yaylası yolunu başka hiçbir araç geçemiyor. Sis, sis, sis iki metre önümüzü göremiyoruz. 'Daha sonra onların bulut olduğunu öğreniyorum'.

      Yol bitmeden karanlık bastırıyor, bir yandan sis su zerrecikleri halinde üzerimize boşalıyor, araba bir boşlukta yol alıyor ve bir sırtın yanında duruyor. Güleryüzlü, kırmızı montlu bir adam bizi mi karşılıyor, orada ne işi var, kimdir bilmiyorum. Çantaları bir yerlere taşımaya çalışıyoruz o herkesten fazla koşturuyor. Çadırları kuruyorlar, o adamın yani Musa'nın da bizimle olduğunu o zaman öğreniyorum. Bu arada karanlık iyice çöküyor, lambaları Doruk'un, 'Acaba İstanbul'da mı bıraktım?' telaşları; sonucunda bulup takıyoruz.

      Kocaman gölgeler

      Arkamdaki aydınlık siste dev bir gölgemin belirmesine sebep oluyor Sise doğru bakıp, kollarımı açıp kocaman canavar olduğumu düşünüyorum; 'huuu' diye bağırıp kendimi korkutuyorum. Bunun bedelini de gecenin bir vakti çadırımda uykum kaçınca ödüyorum.

      Fermuarı açıp kafamı çıkartıyorum, hiç ışık yok, kapkaranlık, göz gözü görmüyor, renk, ses her şey silik sadece sisteki kocaman gölgelerimiz var. Doruk'cuğum bana bir soda açıyor, yine uyuyor. Ben karanlıkta sodayı çadıra döküyorum, sonra da unutup kuş tüyü yastığımı koyuyorum. O da ıslanıyor. İçimden yarın Trabzon'a dönüp İstanbul üzerinden Göcek'e gidebileceğimi düşünüp dalıyorum. (Bu arada Figen'in de kapalı yerde kalma korkusu olduğu ortaya çıkıyor ve gece yarısı çocuklar onu Pokut Yaylası'ndaki Cemal'in dedesinden kalma eve götürüyorlar.)

      Sabah nerede olduğumuza bakıyorum, çok güzel bir alan, yemyeşil, uzaktan inekler geliyor. Bu arada Cemal çadırları kontrol ediyor, bizim çadırın kapısı sabaha açık kalmış bir imkansızı başarmış, çadırı su bastırmışım. Benim yüzümden 'çadırın içi ıslak' diye Doruk fırçayı yiyor.

      Horonlu gece

      Kahvaltıdan sonra toparlanıp Pokut'a doğru yürümeye başlıyoruz. Yerlerde inanılmaz çiçekler, renkli mantarlar yedi cücelerin ülkesi gibi. Filmlerde gördüğümüz Cemal'in dedesinin evindeyiz. Kim bilir kimler bu kapıdan girip çıkmıştır. Ağaçlarına dokunuyorum, kaç yüzyıllık. Cilalı gibi. Sonra asıl yürüyüş başlıyor.

      Pokut'tan Amlakit'e eski kervan yolundan gideceğiz. Yerler çamur ama yol inanılmaz güzel bazı yerler dev taş bloklarla kaplanmış, belli ki buralar geçmişte daha fazla çamur oluyormuş. Kaymamaya çalışarak yürüyoruz. Sırt üstünde ahşap ve tahta ustaca kullanılarak yapılan evlerin bulunduğu Hazindağ Yaylası'nı geçerken Cemal ve Zeynep bizi Ahmet'e bırakıp önden Amlakit'e gittiler bile, acayip hızlılar. Daha ne kadar yürüyeceğimizi düşünürken, Doruk dereye düşüyor, her tarafından çamurlar akıyor ama inanılmaz tatlı ve komik görünüyor. Ona yardım edeceğim yerde fotoğraflarını çekiyorum.

      İlk günkü çadır deneyimimiz Cemal'i tatmin etmemiş olmalı ki Amlakit'te Cemal'in bir akrabasının evinde kalıyoruz. Soba yanıyor, hava buz gibi ve Ağustos'un 20'si, inanılmaz. Yemekte lezzetli kırmızı noktalı alabalıklar yiyoruz. Sonra çardaktaki horona gidiyoruz. Herkes birlikte eğleniyor ve çok rahatlar. Duvarlarda Atatürk'ün fotoğrafları ve Gençliğe Hitabesi'nin posterleri asılıyor. Çağdaşlık adına her iz yöresel seremoniler arasında saklanmış, biz geçmişi bilemiyoruz ama bilenler bu çardağın elli yıl önce de aynı havayı verdiğini söylüyor. Sabah Cemal'in neşeli sesi yataktan çıkma zamanının geldiğini bildiriyor. Odalara gelip sabahki halimizi fotoğraflıyor. Musa'nın kızı Firdevs bütün tatlılığıyla yöresel giysilerini gösteriyor. Bugün Samistal'e çıkılacak. Yine sis, sis, sis...
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Niye dönüyorum ki ben

      Her şey rüya gibiydi ancak dönme vakti geldi çattı işte. Keşke hep burada yaşayabilsem. Yoldayken kulaklarımda Cengiz'in çok sevdiği bir söz kalıyor: Taşın kalbi yok ama onu da yosun sarar

      Evet, bugün Samistal'e çıkılacak. Ancak Doruk, Cengiz yarı yolda mızıklıyorlar. Bunun üzerine Amlakit'e geri dönüyoruz. İşte bizim yürüyüşümüz böyle! Ahmet bizi karşılıyor 'madem kaytardınız çenlakçur cezasına çarptırılacaksınız' diyor. Derken sisler içinden Musa, Salih ve çocuklar çıkıp geliyor mezeler hazırlanıyor, dere kenarına gidiyoruz, Çenlakçurun (buz gibi bir pınar) yanında çilingir sofrası kuruluyor. Musa'nın ikizlerinden birisi tulum çalıyor, şarkılar başlıyor, öyle güzel ki, horon tepiyorlar. Mutluluktan ağlıyorum, hayatımda belki 3-5 ağlamışımdır. Çenlakçur cezası düşene kadar içmekmiş. Masalsı bir ortam. Dans ediyoruz, şarkılar söylüyoruz horonlar oynuyoruz. Akşama doğru Cemal ve Zeynep Deniz'le birlikte sislerin arasında bizi buluyorlar; horonun sonuna yetişiyorlar. Mehmet Ali'ciğim (yeğenim) kaçırdı diye hayıflanıyorum. Akşam bir önceki gece olduğu gibi Cemal'in bilgisayarından fotoğraflara bakıp, çektiği fotoğrafları seyrediyoruz. Çektiği bir filmde Anadolu leoparını görüntülemiş. Buralarda leopar yaşadığına hayret ediyorum.

      SIKICA SARILDIK

      Kısacası her şey rüya gibi ancak artık dönme vakti! Tik tak'ın arabasına yerleşiyoruz. Gelen eşyalar sanki artmış gibi. Minibüsün üstü doluyor yine. Çay tarlalarından geçiyoruz... Niye dönüyorum ki ben, hep burada yaşasam. Gelecek yaza yine gelsem, Cemal ne olur bir daha gidelim! Kulaklarımda tik tak'ın söylediği Cengiz'in çok sevdiği bir söz kalıyor. 'Taşın kalbi yok ama onu da yosun sarar.'

      Seyahat sonrasında tanışmayan insanların ayrılırken daha sıkı birbirine sarıldığını ve birbirinin arkasından daha uzun baktıklarını fark ettim. Neslihan Doruk'un, Şeref Ağabeyi'nin Figen'in, Mehmet Ali, Cengiz'in ve diğerlerinin de duygularına tanıklık etti. Eminim hepsinin söyleyecek çok şeyi vardır ancak son birkaç sözü yine ben söyleyeyim.

      Dağlar bugüne kadar tüm aradıklarımı verdi bana, azametleri korkumu değil merakımı ve kaybolma isteğimi kamçıladı hep, kah sevdamı kah üzüntümü paylaştım onlarla.

      BULUTLARIN ÜLKESİ

      Soğuk sularında yorgun bacaklarımı dinlendirip kara çamlıklarının altında derin uykulara girdim, toprağı koklayıp yosun kokularıyla sarhoş oldum ve adaletine inandım onların. Dağları evime tercih ettiğimi sanıyordum ama son yıllarda dostlarımla onlara ulaşan her yolculuğumda onların benim evim olduklarını fark ettim.

      Duyguları anlatmak, hissettirmek midir? Sanmam, sanmam hissettirmek olsun. Görebilmek lazım anlatanın gönül taşkınlığını ve duyabilmek lazım sessiz çığlığını. Bazen şaşarım kendime, göğe sığmayan bulutlardan daha güçlü olduğunu sandığım duygularımın, küçücük bedenime ve gönlüme nasıl sığdığını düşünürüm. Özlemlerimin alevleri yakarken içimi, bir hasret dumanı tüter başımda, uzağımda kalanlar için... Oysa ne özleme tahammülüm var ne insana...

      Seçebilseydim yaşamı yeniden eğer, kimsesiz bir dağda garip bir çoban olmak isterdim. İnsanı kendisi kadar, dünyayı otlağı kadar sanan, garip mi garip bir çoban....

      Bilgi yüktür insana, beceri çile çoğu kez. Mutluluk, isteklerinle sahip olduklarını eşitlemektir dünyada.

      Düşünceler beynimde bin ayrı yöne; bedenim tek bir yöne saatlerce yürüyüp durur. Çevremi fark ettiğimde, alacakaranlık koyu sisi daha da karartmış olur. Kuşlar da yuvalarına çekilince, sise teslim bir ormanda tek ses, ağaçlardan süzülen damlaların şıpırtıları kalır. Şıp, şıp, çit... Sürüp giden damlalar seremonisi sessizliğin içindeki tek hayat belirtisi değil, tek sesin temsilcisi. Çevremle beraber, bedenimin de farkına vardığım böyle zamanlar, dağların o yerinde yorgun bir yolcudur bu insancık. Adım, adım, bulutların ülkesine gitmek isteyen.Öyle bir ülkedir ki bu ülke, tarzını gönlüm, sınırlarını hayallerim çizecek.

      Doğal jakuzi

      Sabah bu güzel yaylalardan eşyalarımızı toplayıp Elevit üstünden yolda Zilkale'yi gezip Çamlıhemşin'de dönüyoruz. Telefon ilk defa çekiyor. Bir sürü mesaj gelmiş. Herkes bizi merak etmiş filan. Kaç gündür televizyon seyretmedik, gazete okumadık. Dünya yansa haberimiz olmayacaktı. Tam bir beyin boşalması. Akşam Ayder'de Kuşpuni (kuş yuvası anlamına geliyormuş) Otel'de kalıyoruz. O gün çok turistik geçiyor. Gece mumları yakıp, gitar dinliyoruz. Ve de son gün; sabah Ayder'den ayrılıyoruz. Deniz bir gece önce Ömer Ahmet Burak'la birlikte Cemal'in köyü Boğaziçi ne gitmişti. Biz hem onları hem de çalışmaları ödül almış Veli Gülasın ballarını almaya Boğaziçi Köyü'ne gidiyoruz. Cemal'in babası Hasan amca Pavlov'la başlayan ismini unuttuğum bir ağacı tanıtıyor. Üç yılda yirmi beş metre büyüyormuş. Gerçek bir kurt olan dost ve bebeği Torpil'de orada Cemal onu bir kış günü bulmuş. Derken köyün yüzme havuzuna davet ediliyoruz.

      Zaten Deniz ve Burak çoktan oradalarmış. Billur gibi akan bir şelalenin dibinde suyu buz gibi bir göl.. İnanılmaz bir keyif! Bir daha denizden eskisi kadar zevk alabilir miyim acaba? Su buz gibi ama hemen alışıyor insan. Resmen doğal jakuzi.
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Vadileri o kadar yeşil ki...

      Rize yaylalarını son sayısına konu eden İngiltere'nin ünlü ekonomi ve siyaset dergisi The Economist, Çamlıhemşin mahreçli yazısında, doğal güzelliklerin giderek daha fazla turizme açıldığına dikkat çekti

      LONDRA Milliyet

      İngiltere'nın ünlü ekonomi ve siyaset dergisi The Economist, son sayısında doğa turizminde dikkat çekmeye başlayan Rize dağlarına ve yaylalarına yer verdi. Hemşin'deki vadilerin ve Ayder Yaylası'nın da aralarında bulunduğu doğal güzelliklerin giderek daha fazla turizme açıldığı belirtilen Çamlıhemşin mahreçli yazıda, bu ulaşılması zor yerlerin turizm sayesinde ya gelişeceği ya da mahvolacağı yorumu yapıldı.

      Mis kokulu dağlar
      "Vadileri o kadar yeşil ki" başlıklı yazıda, önceleri çok az kişinin gidip gezdiği "mis kokulu, vahşi çiçeklerle süslü" dağların bir dönem turizm sırrı gibi saklandığı, ancak bölgenin güzelliğinin artık giderek daha fazla kişi tarafından duyulmaya başlandığı belirtildi.
      Çoğu İsrail'den olmak üzere yeni nesil bir eko-turist kitlesinin buradaki yaylalara doğru gelmeye başladığının kaydedildiği yazıda, yeşil düşkünü insanları buraya çeken doğal güzelliklerin bir gün 'acemi şehir planlamacıları ya da fırsatçı yerel politikacılar' tarafından mahvedilebileceği uyarısı da dikkat çekti.

      Manzarayı bozanlar
      Economist'teki yazıda daha sonra şu ifadelere yer verildi:
      "Bu düzensiz turizmin yarattığı estetik tehlikeleri görmek için, bir zamanlar sükûnetiyle bilinen Hemşin Vadileri'ne tepeden bakan Ayder Yaylası'ndan uzağa gitmeye gerek yok. Türk ve yabancı turistler sayesinde artık buralar mangallardan tüten dumana boğuluyor. Otobüs ve otomobillerden hüzünlü arabesk nağmeler yükseliyor. Gösterişli moteller ve elişi eşyaların satıldığı tezgâhlarsa manzarayı bozuyor."
      Birçok Hemşinlinin bu durumdan şikâyetçi olduğunun belirtildiği yazıda, doğup büyüdükleri bölgeye sahip çıkmak isteyen duyarlı kişilerin, doğa turizmini geliştirmek adına yaylalara uzanan toprak yolların asfaltlanmaması gerektiğini düşündükleri de aktarıldı. Rize Valisi Enver Salihoğlu'nun da, doğayı korumaya yönelik bu tür önlemlere destek verdiğini kaydeden Economist, bazı Hemşinlilerin ise bu kadar çevreci bir yaklaşım içinde olmadığını iddia etti.


      milliyet.com.tr/2005/08/27/guncel/axgun02.html
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......


      Avrupalılar'a tulum satıyoruz

      Karadenizliler'in en ünlü enstrümanlarından biri olan tulum artık yurtdışına ithal ediliyor. Tulum çalmak için Rizeli olmak gerektiğine inanan bazı tulum ustaları ise yabancıların bu enstrümanı ancak süs diye duvara asabileceğini iddia ediyor
      Kadınlar da en az erkekler kadar iyi tulum çalabilir. Önemli olan kişinin güçlü bir diyaframa sahip olması

      Son yıllarda popülaritesi en çok artan müzik türünün Karadeniz müziği olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Volkan Konak, Davut Güloğlu, İsmail Türüt gibi Karadeniz müziği yapan sanatçıların en az bir pop sanatçısı kadar hayranı bulunuyor. Bu isimlerin müziklerinde kullandığı tulum, kemençe gibi yöreye özgü enstrümanlar ise yüzyıllardır bilinmelerine rağmen son yıllarda daha bir ilgi görür hale geldi. Özellikle çalınmasının zor olduğu bilinen tulum, sadece Türkiye'de değil, Avrupa'da da müzikseverlerin ilgisini çekiyor. Dünyanın en eski çalgılarından olan tulum birçok ülkede kullanılıyor. Özellikle dağlık bölgelerin enstrümanı olan tulum, İskoçlar'da gayda, Bulgarlar'da tekli tulum, Kafkaslar'da ise yine tulum olarak kullanılıyor. Türkiye'de ise Trakya ve Sivas yöresinde de görülse de daha çok Karadeniz'e, özellikle de Hemşin, Çamlı Hemşin, Çayeli ve Ardeşen yörelerine özgü bir enstrüman olarak tanınıyor. Gaydalarıyla ünlü olan İskoçlar son aylarda, kendi enstrümanlarına son derece benzeyen tuluma büyük ilgi göstermeye başladılar.

      DOĞAL STEREO SES
      Rizeli tulum ustası Süleyman Serin, İskoçlar'a bir yıldır Ardeşen ilçesindeki küçük atölyesinde imal ettiği tulumları satıyor. Tulumların tanesini 100 euro'dan satan Serin, gaydanın aslının tulum, tulumun anavatanının da Rize olduğunu iddia ediyor; "Tulum aslında Lazlar'ın çalgısıdır. İskoçlar teklisini çalabiliyor ama biz ikilisini çalıyoruz. Bizim yaptığımız tulumlar doğal sterio ses çıkarır onun için İskoçlar tulumumuzu tercih ediyorlar." İskoçlar'a ilk tulumu geçen yıl satan Süleyman Serin, kendisini nasıl bulduklarını da şöyle anlatıyor; "Elise Andrieu isimli İskoç kız, İstanbul'da gayda ararken, Karadeniz'de gaydaya benzeyen tulum olduğunu öğrenmiş. Tulumun peşinden buralara kadar gelmiş. İlk tulumu ona sattım." Andrieu ülkesine döndükten sonra kendisine başka siparişler de gelmeye başladığını söyleyen Serin, ilk satıştan sonra İskoçlar'ın yoğun tulum talebi ile karşılaştığını ve şu ana kadar 50 tane tulum sattığını anlatıyor. "Çok fazla istek var ama tulumun her parçası tek tek elle yapıldığı için şu an gelen yoğun talepleri karşılamam mümkün olmadı" diyen Serin, İskoçlar'a tulum satıldığının öğrenilmesi üzerine ilçede bazı tulum ustalarının evlerinde bu enstrümanı imal etmeye başladığını da sözlerine ekliyor. Süleyman Serin, tulum imalatının artmasıyla bölgede keçi üreticiliğinin de geliştiğini söylüyor; "Tulum keçi derisinden yapılır, ama bölgemizde keçi beslenmezdi. Hatta genellikle ikiz doğuran keçi yavrularından biri süt yüzünden kesilirdi. Tulum taleplerini karşılamak için keçi aramam üzerine vatandaşlar keçi yavrularını kesmez oldu. Onları büyüterek tulum imalatçılarına satmaya başladı." Ankaralı tulum sanatçısı Mehmet Demirci ise İskoçlar'ın tulum değil, ancak gayda çalabileceklerine inanıyor. Mehmet Demirci, tulum çalmanın sırrını "aşık" ve "Rizeli" olmak olarak açıklıyor. 30 yıllık tulum sanatçısı Mehmet Demirci; "Tulumu usulüyle çalabilmek için Rizeli olmak lazım. Tulumu aşık olmayan da çalamaz. Bunun için aşk acısını bilmek lazım" diyor. Demirci, sözlerine şöyle devam ediyor: "Birçok İskoç tulum almış olabilir ama çalamazlar, ancak süs diye duvara asarlar. Tulum gaydaya benzemez, akordu zordur, gaydadan iki perde azdır. Tulumun 'Do,re,mi'si olmaz, gelip Rize'de dinleyip öğrenmek lazım." Karadenizliliği ile olduğu kadar Karadeniz müziğini yeniden gündeme oturtmasıyla da tanınan Şahin Özer ise tulumun gördüğü yoğun ilgiyi hiç yadırgamıyor. "Türk halkının melodik anlamda çok önemli enstrümanları var. Bugüne kadar saklı kalan tulum, değişim rüzgarının da etkisiyle artık ön plana çıkmaya başladı." Geçtiğimiz yıl kurduğu Dance of Karadeniz adlı grupta kemençe ve tulumu özellikle ön plana çıkaran Şahin Özer, "Benim en çok istediğim şeylerden biri de öz müziklerimizi günün motifleriyle süslemekti. Buradan yola çıkarak Davut Güloğlu için kemençe ve tulumun enstrüman olarak bol bol kullanıldığı, pop denilecek bir tarzda albüm yaptık." Tulumun yeniden gündeme gelmesi benim ve Davut Güloğlu sayesinde oldu diyor. Özer, Mehmet Demirci'nin "Rizeli olmayan tulum çalamaz" sözünü ise şöyle yanıtlıyor; "Belki herkes Rizeli arkadaşımızın tulum çalarken verdiği heyecanı veremez ama en az onun kadar tulum çalan arkadaşlarımız var. Çünkü tulum artık Türkiye'ye mal olmuş otantik bir enstrüman. Karadenizli hemşehrilerim kendi sazları olduğu için üstüne çok yoğunlaştılar. Kendi heyecanlarını başkaları yaşayamazmış gibi düşünüyorlar galiba. Ama tulum çalmayı öğrenmek imkansız değil. Çok yakında tulumu sadece İskoçlar değil, Hollandalılar, İspanyollar da çalacak." Yaptığı müziği etnik pop olarak tanımlayan Davut Güloğlu albümleri için, Karadeniz bölgesinin en belirgin iki enstrümanı olan kemençe ve tulumun vazgeçilmez olduğunu söylüyor. Tulumun bu kadar ilgi görmesini ise Karadeniz müziği ve şarkılarının toplumun tüm kesimleri tarafından daha çok dinlenmeye başlamasına bağlıyor. Mehmet Demirci'- nin sözlerinde doğruluk payının bulunduğunu söyleyen ünlü sanatçı; "Yine de müziğin duygu işi olduğunu göz önünde bulundurursak, gerçekten tulum çalmak isteyen kişi, bu işin ustalarından ders alarak ve çok çalışarak başarılı olabilir" diye sözlerine devam ediyor. Türk Halk Kültürünü Tanıtma ve Araştırma Başkanı Veysel Atacan ise dileyen herkesin tulum çalabileceğine inanıyor. Tulum üzerine araştırma yazıları bulunan Atacan, son yıllara kadar tulum hep erkek enstrümanı olarak algılansa da aslında kadınların da en az erkekler kadar iyi tulum çalabileceğini söylüyor. Ona göre tulum çalmak için kişinin diyaframının güçlü olması yeterli. Veysel Atacan Karadenizli olmayanın tulum çalamayacağı görüşüne ise katılmıyor. Atacan, tulumun usta çırak ilişkisiyle öğrenilebileceğini söylüyor.

      Biz de yeniden keşfettik
      Tulumu İskoçlar'a tanıtan gayda meraklısı İskoç bir kadın oldu. Şimdi başta İskoçya olmak üzere birçok Avrupa ülkesi Karadeniz'den tulum alıyor. Tulumu Avrupalılar gibi biz de yeniden keşfettik. Davut Güloğlu ile Dans Of Karadeniz bunun en güzel örneği.

      Eylem Bilgiç - Ersin Ramoğlu



      arsiv.sabah.com.tr/2004/02/14/cp/yas111-20040214-101.html
      Hayat;
      .....Yokluğu var edecek kadar erdemli.
      Yanlızlık;
      ......Dünyaya haykıracak kadar yoksun.
      Sen;
      ......Beni yokluğunla sınayacak kadar acımasız.
      ve ben;
      .....Kendimle kavgalı.......