Türkiye'de kişiliği, yaptıkları ve eseri üzerinde en fazla konuşulan görüş ifade edilen ve yorum yapılan tarihi şahsiyetlerin başında Mustafa Kemal gelmektedir. Onunla ilgili bu kadar çok konuşulmasına, rağmen onu çok az kişinin anladığı ve anlayanların da çoğu kez yanlış anladığı görülmektedir. Kurduğu Cumhuriyet, kovduğu düşman, getirdiği ilke ve inkılapları ile ülkedeki tartışmaların hem objesi hem de sujesi olmuştur. Milletinin onu anladığı kadar bu ülkede kendini aydın sanan gafillerin onu anlamadığı ya da kasıtlı olarak yanlış yorumladıkları bir gerçektir. Bu yüzden o hem sevenlerinin hem de düşmanların haksız ve yersiz eleştirilerine muhatap olmuştur. Psikolojik bir gerçektir; hiçbir şey yapmayanlar hiç eleştirilmezler. Kuşkusuz diz çökmüş bir milleti ayağa kaldırmak, sürüleşmİş sefil kitlelerden kahramanlar çıkarmak ve yok edilmiş milli bîr yapıyı yeniden inşa etmek sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Zoru seçen adamlar ve radikaller davalarına baş koymak zorundadırlar.
Hainleri saymazsak Atatürk'ü yorumlayanların biri masum diğeri gaflet eseri sayılabilecek iki önemli değerlendirme tuzağına düştüklerini görürüz. Bunlardan birincisi: Bîr çok aklı evvel bugünün şartlarıyla dünü değerlendirmektedirler. Yani onlar "anakronizmin tuzağına düşmektedirler, ikinci değerlendirme hatası da "Atatürk'ü ve yaptıklarını bir bütün olarak değil, herkes hesabına geldiği tarafı ele alarak onu değerlendirmeye kalkmaları ile ortaya çıkmaktadır." Yani burada da perakendeci bir mantıktan yola çıkılmaktadır. Bugünü tanıma, dünü adam gibi anlamakla mümkündür. Onun için her olayı kendi şartları, durumları ve ortamları içinde değerlendirmek gereklidir, Diğer yandan değerlendirme ve algılama hatası yapmamak içinde herşeyden önce olayları, süreçleri ve gelişmeleri ele almak gerekir. Parça, kısım ya önemli olursa olsun hiçbir zaman yeterli olamaz. Olaylara bir bütün olarak bakmadan da hiçbir zaman olayların gerçeğinin tamamım anlamak mümkün değildir.
Bizim yaklaşımımız şudur; Mustafa Kemal kendine Özgü karizması ile aniden ortaya çıkarak tarihi gidişi alt üst etmiş bir süpermen değildir. Mustafa Kemal'i ortaya çıkaran ferdi olmaktan kıvanç duyduğu Türk Milletinin üç yüz yıllık kötü ve makus kaderidir. Yani Mustafa Kemal; üç yüz yıldır sürekli olarak kafasına vurulan, ezilen, horlanan, "etraki bi idrak" olarak nitelenen, cephelerde can veren ve sömürgeleştirilmiş olan bir halkın kollektîf şuurudur.
O evcilleştirilmiş bir halka inadına Özgürlük talep eden bir kahramandır! Yine o, yenilgiden, kan ve can vermekten bıkan bir milletin üç yüz yıldır aradığı çıkış yolunu gösteren bir kılavuzdur.
Onun içinden çıktığı şartları, ortamları ve o zamanın zihniyetini anlamadan onun eserini, yaptıklarını ve onu anlamak mümkün değildir. Onun için o zamanın devlet yöneticilerinin zihniyetini kısaca göz önüne sermekte yarar vardır. Büyük bir uyuşukluk ve saplantı içine gark olmuş olan Osmanlı toplumu ile ilgili birkaç tarihi hususa temas edelim. Osmanlı Devletî, 1770'li yıllarda Venedik Cumhuriyetine bir nota verir. Bu notada Venediklilerin Rus donanmasına Baltık Denizi'nden Adrîyatik'e geçme izni vermesinden yakınılır. Yine o dönemden intikal eden çok sayıdaki belgeden Osmanlı'larda askerlik tekniğinin tecrübeye dayandığını göstermektedir. Türk denizcileri "pusulayı gerektiği gibi kullanmayı bilmezlerdi." Topçuların ancak bir kısmı "topun pratik kullanılış biçimini bilir; teori hakkında fikirleri yoktur. Belirli deneylere dayanarak çalışırlardı." Türkler paralel nişan çizgisini bilmezler. Topçular rastgele atış yaparlardı." Bu gerçeklerin sonuçları elbette korkunç olacaktır.
Biz burada özellikle Tarihi süreç içerisinde her şeyi yerine koyarak; bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bunun içinde ilk önce genç Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı Devletinin ayakta tutulması için gösterilen üç yüz yıllık bitmek tükenmek bilmeyen kurtuluş yolunu arama çabalarına kısaca temas etmekte yarar görüyoruz. Ondan Öncekiler:
Kuşkusuz Osmanlı kadroları (azınlıklar ve hainler hariç) devleti ayakta tutabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Aslında İmparatorluk 17. yüzyılda daha 4. Murat döneminde çöküşe doğru gittiğinin farkındaydı. Padişah 4. Murat tarafından hazırlatılan "Koçibey Risalesi" imparatorluğun kötüye gidişinin engellenmesi için alınması gereken tedbirleri ve yapılması gerekenleri açıklayan bir rapor kimliğindeydi. Yani İmparatorluğu kemiren hastalığın geçmişi üçyüz yıl öncesine dayanıyordu. Koçi bey ünlü risalesinde "Fatih Sultan Mehmet Han, "Yavuz Sultan Süleyman vb. dönemindeki talim ve uygulamalara dönmek" suretiyle Osmanlı'nın eski haşmet ve gücüne kavuşacağını yazmıştı. Yani "Kanunu Kadim'e (eski kanuna) dönmeyi öneriyordu. 4. Murat'tan sonra gelen padişahlar da devletin çöküntüye doğru gittiğinin farkındaydı. Kötüye gidişi engellemek için 2. Osman, 2. Mahmut, 3. Selim, Sultan Abdülmecit ve diğerleri tarafından sonsuz denebilecek ölçüde gayretler sarf edilmişti. Daha Napolyon döneminde Osmanlı, Batılı'lar tarafından "Hasta Adam" damgasını yemişti. Hasta, can çekişen ve birilerinin kucaklarında ölmek üzere bulunan bu "hasta adam"ın mirasını paylaşmak üzere hesap üzerine hesap yapılıyordu.
İşte bu yüzdendir kî, Osmanlı Yöneticileri Batı karşısındaki çöküşün sebeplerini yüzyıllar boyunca düşünmüş durmuşlardır. İlk akla gelen de şu olmuştur: Biz batı karşısında yeniliyoruz, yenilgimizin sebebi ordumuzun eğitim, hazırlık ve silahlar konusunda düşman ordularından geri durumda olmasındandır. O halde ordumuzu Avrupalılar gibi eğitir, silahlandırır ve savaşa hazır tutarsak; Avrupa karşısında eski topraklarımızı geri alabiliriz. Mehter Marşlarına da konu olan "İleri ileri, haydi ileri! Alalım düşmandan eski yerleri" şarkıları dilden dile söylenmiş durmuş. Bu amaçla o zamanın en iyilerinden olan bir çok parlak zafer kazanan Prusya ordusundaki subayları Osmanlı Ordusunu eğitmek üzere getirmişlerdir. Humbaracı Ahmet Paşa'lar, Baron De Tot'lar, Golça Paşalar ordunun düzenli hale getirilmesi ile görevlendirilmişlerdi. Kısa zamanda bu girişimden bazı sonuçlar alındı: "Rus ceketi, Belçika silahı, Türk külahı, Macar eğeri, İngiliz kılıcı ile donatılan ve çeşitli uluslardan gelen eğiticiler tarafından Fransız düzenine uygun olarak yetiştirilen yeni ordu" (2) meydana getirildi. Ancak askeri yönden gerçekleştirilen bu ıslahat hareketleri sınırlı başarılar sağlamasına karşın yenilgiler devam etmiştir. Zira yeni eğitimlere Yeniçeri'Ier "Biz keçeye pala sallamak ve testiye kurşun sıkmak isterük! Yeni talim istemeyuz" diyerek karşı çıkıyorlardı.
Yenilgilerin faturasını orduya çıkarmaya devam eden yöneticiler bu kez ordunun niteliğini değiştirmek üzere harekete geçmişlerdir. Nizami Cedit, Şekbani Cedit, Eşkinci Ocağı ve nihayet Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla da Asakiri Mansurai Muhammediye adlı yeni bir askeri örgütlenme biçimi benimsenmiştir. Ancak bu tedbirler de istenilen sonucu vermemiş, yenilgi ve çöküş artarak devam etmiştir.
O halde denmiş, yenilginin nedeni askeri değildir. Yenilginin nedeni ülkede özgürlüklerin yeterli seviyede olmamasıdır. Bütün tebayı kapsayacak bir özgürlük olmadığından, azınlıklara ikinci sınıf muamele yapıldığından, halkın tamamının yönetime katılmamasından dolayı batı karşısında başarısız kalınmaktadır. Önce ikinci Mahmut "Sened-i İttifak"ı ayanlarla imzalayarak merkezi hükümetin gücünü artırmaya çalışmış ve daha sonra da "Ben Hıristiyan'ı Kilisede, Musevi'yi Havrada ve Müslüman'ı Camide görmek isterim" diyerek dini özgürlüklerin bir kez daha altını çizmiştir. Abdülmecit döneminde de batıdan yeni dönmüş olan Mustafa Reşit Paşa'nın da katkılarıyla "Tanzimat Fermanı", Kırım Harbinin ardından da aynı amaca yönelik olarak "Islahat Fermanı" ilan edilmiştir. Bu fermanların amacı Osmanlının tebaası altında bulu nan farklı dinlerdeki kişileri aynı hak ve özgürlükler tanıyarak, sık sık hristiyanlara farklı davranılıyor bahanesi ile ortaya çıkan Rusya ve diğer Avrupa'lıları susturmaktır. Ancak ilan edilen onca fermana rağmen ne dış düşmanlar taleplerinden vaz geçmiş ne de devletin çökmesi, toprak kaybı ve mağlubiyetler önlenebilmiştir. Tarihi bir gerçektir ki, düşmanın isteklerine teslim olmakla, onların her söylediğini bir uşak ruhu içinde yerine getirmekle bağımsızlık, özgürlük ve varlığın korunması mümkün olmuyor.
Son dönemlerde ise kötüye gidişin nedeni olarak padişahın yetkileri ve rejimin niteliği üzerinde çalışmalar yoğunlaşmıştır. Önce 1876 yılında Birinci Meşrutiyet ile Kanuni Esası ilan edilmiş, ardından 1908 yılında İkinci meşrutiyet ve Meclisi Mebusan kurulmuştur. Bütün bu gayretler, fedakarlıklar ve yorgunluklara rağmen devlet yıkımdan kurtulamamıştır.
Hani bir söz vardır "araba devrilmeye görsün, yol gösteren çok olur" diye. İşte o yıkılış ya da çöküş anın da kurtuluş için yol gösteren, fikir ileri sürenler, tartışanlar, konuşanlardan geçilmez olmuştu. Bu sosyolojik bir vakaydı. Bunalım anları aynı zamanda felsefelerin üretildiği anlardı. Birbirinden beter kurtuluş yolları önerenler vardı.
Ünlü Mithat Paşa "Osmanlı'yı var etmek istiyorsak; hilalin yerine haç koymalıyız!"
Prens Sabahattin "Üzerinde Coğrafya ile üzerinde yaşayan halkın birbirine uymadığını ve yenilgilerimizin nedeninin de bu olduğunu söylüyordu.
Kurtuluşu "Anadolu'ya ingiliz ırkından aileler ithal etmeye" bağlayanlar bile vardı.
Şuna bütün kalbimizle inanıyoruz ki, vatanı sevmek, muhafaza ve müdafaa etmek uğruna bu insanlar canlarını, başlarını ve kanlarını ortaya koymuşlardı. Ancak büyük davalar için fedakarlık etmek, can vermek ya da kahramanlık yetmemektedir. Bütün bunların yanında aklı, mantığı ve ilmi de kullanmak gerekmektedir.
Bakın yıl 1920, Nisan'ın 23'ü. Meclise ilk sunulan yasa, "milli yükümlülükler yasasıdır." Bu yasaya göre; "Her Türk ailesi bir askerin, atletini, çorabını ve botunu" temin etmekle sorumludur. Bu denli yokluk, sefillik ve perişanlık içinde yedi ayrı niyetli, yedi ayrı dil konuşan düşman ülkenin yedi ayrı bölgesinden sökülüp atılır.
Hainleri saymazsak Atatürk'ü yorumlayanların biri masum diğeri gaflet eseri sayılabilecek iki önemli değerlendirme tuzağına düştüklerini görürüz. Bunlardan birincisi: Bîr çok aklı evvel bugünün şartlarıyla dünü değerlendirmektedirler. Yani onlar "anakronizmin tuzağına düşmektedirler, ikinci değerlendirme hatası da "Atatürk'ü ve yaptıklarını bir bütün olarak değil, herkes hesabına geldiği tarafı ele alarak onu değerlendirmeye kalkmaları ile ortaya çıkmaktadır." Yani burada da perakendeci bir mantıktan yola çıkılmaktadır. Bugünü tanıma, dünü adam gibi anlamakla mümkündür. Onun için her olayı kendi şartları, durumları ve ortamları içinde değerlendirmek gereklidir, Diğer yandan değerlendirme ve algılama hatası yapmamak içinde herşeyden önce olayları, süreçleri ve gelişmeleri ele almak gerekir. Parça, kısım ya önemli olursa olsun hiçbir zaman yeterli olamaz. Olaylara bir bütün olarak bakmadan da hiçbir zaman olayların gerçeğinin tamamım anlamak mümkün değildir.
Bizim yaklaşımımız şudur; Mustafa Kemal kendine Özgü karizması ile aniden ortaya çıkarak tarihi gidişi alt üst etmiş bir süpermen değildir. Mustafa Kemal'i ortaya çıkaran ferdi olmaktan kıvanç duyduğu Türk Milletinin üç yüz yıllık kötü ve makus kaderidir. Yani Mustafa Kemal; üç yüz yıldır sürekli olarak kafasına vurulan, ezilen, horlanan, "etraki bi idrak" olarak nitelenen, cephelerde can veren ve sömürgeleştirilmiş olan bir halkın kollektîf şuurudur.
O evcilleştirilmiş bir halka inadına Özgürlük talep eden bir kahramandır! Yine o, yenilgiden, kan ve can vermekten bıkan bir milletin üç yüz yıldır aradığı çıkış yolunu gösteren bir kılavuzdur.
Onun içinden çıktığı şartları, ortamları ve o zamanın zihniyetini anlamadan onun eserini, yaptıklarını ve onu anlamak mümkün değildir. Onun için o zamanın devlet yöneticilerinin zihniyetini kısaca göz önüne sermekte yarar vardır. Büyük bir uyuşukluk ve saplantı içine gark olmuş olan Osmanlı toplumu ile ilgili birkaç tarihi hususa temas edelim. Osmanlı Devletî, 1770'li yıllarda Venedik Cumhuriyetine bir nota verir. Bu notada Venediklilerin Rus donanmasına Baltık Denizi'nden Adrîyatik'e geçme izni vermesinden yakınılır. Yine o dönemden intikal eden çok sayıdaki belgeden Osmanlı'larda askerlik tekniğinin tecrübeye dayandığını göstermektedir. Türk denizcileri "pusulayı gerektiği gibi kullanmayı bilmezlerdi." Topçuların ancak bir kısmı "topun pratik kullanılış biçimini bilir; teori hakkında fikirleri yoktur. Belirli deneylere dayanarak çalışırlardı." Türkler paralel nişan çizgisini bilmezler. Topçular rastgele atış yaparlardı." Bu gerçeklerin sonuçları elbette korkunç olacaktır.
Biz burada özellikle Tarihi süreç içerisinde her şeyi yerine koyarak; bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bunun içinde ilk önce genç Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı Devletinin ayakta tutulması için gösterilen üç yüz yıllık bitmek tükenmek bilmeyen kurtuluş yolunu arama çabalarına kısaca temas etmekte yarar görüyoruz. Ondan Öncekiler:
Kuşkusuz Osmanlı kadroları (azınlıklar ve hainler hariç) devleti ayakta tutabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Aslında İmparatorluk 17. yüzyılda daha 4. Murat döneminde çöküşe doğru gittiğinin farkındaydı. Padişah 4. Murat tarafından hazırlatılan "Koçibey Risalesi" imparatorluğun kötüye gidişinin engellenmesi için alınması gereken tedbirleri ve yapılması gerekenleri açıklayan bir rapor kimliğindeydi. Yani İmparatorluğu kemiren hastalığın geçmişi üçyüz yıl öncesine dayanıyordu. Koçi bey ünlü risalesinde "Fatih Sultan Mehmet Han, "Yavuz Sultan Süleyman vb. dönemindeki talim ve uygulamalara dönmek" suretiyle Osmanlı'nın eski haşmet ve gücüne kavuşacağını yazmıştı. Yani "Kanunu Kadim'e (eski kanuna) dönmeyi öneriyordu. 4. Murat'tan sonra gelen padişahlar da devletin çöküntüye doğru gittiğinin farkındaydı. Kötüye gidişi engellemek için 2. Osman, 2. Mahmut, 3. Selim, Sultan Abdülmecit ve diğerleri tarafından sonsuz denebilecek ölçüde gayretler sarf edilmişti. Daha Napolyon döneminde Osmanlı, Batılı'lar tarafından "Hasta Adam" damgasını yemişti. Hasta, can çekişen ve birilerinin kucaklarında ölmek üzere bulunan bu "hasta adam"ın mirasını paylaşmak üzere hesap üzerine hesap yapılıyordu.
İşte bu yüzdendir kî, Osmanlı Yöneticileri Batı karşısındaki çöküşün sebeplerini yüzyıllar boyunca düşünmüş durmuşlardır. İlk akla gelen de şu olmuştur: Biz batı karşısında yeniliyoruz, yenilgimizin sebebi ordumuzun eğitim, hazırlık ve silahlar konusunda düşman ordularından geri durumda olmasındandır. O halde ordumuzu Avrupalılar gibi eğitir, silahlandırır ve savaşa hazır tutarsak; Avrupa karşısında eski topraklarımızı geri alabiliriz. Mehter Marşlarına da konu olan "İleri ileri, haydi ileri! Alalım düşmandan eski yerleri" şarkıları dilden dile söylenmiş durmuş. Bu amaçla o zamanın en iyilerinden olan bir çok parlak zafer kazanan Prusya ordusundaki subayları Osmanlı Ordusunu eğitmek üzere getirmişlerdir. Humbaracı Ahmet Paşa'lar, Baron De Tot'lar, Golça Paşalar ordunun düzenli hale getirilmesi ile görevlendirilmişlerdi. Kısa zamanda bu girişimden bazı sonuçlar alındı: "Rus ceketi, Belçika silahı, Türk külahı, Macar eğeri, İngiliz kılıcı ile donatılan ve çeşitli uluslardan gelen eğiticiler tarafından Fransız düzenine uygun olarak yetiştirilen yeni ordu" (2) meydana getirildi. Ancak askeri yönden gerçekleştirilen bu ıslahat hareketleri sınırlı başarılar sağlamasına karşın yenilgiler devam etmiştir. Zira yeni eğitimlere Yeniçeri'Ier "Biz keçeye pala sallamak ve testiye kurşun sıkmak isterük! Yeni talim istemeyuz" diyerek karşı çıkıyorlardı.
Yenilgilerin faturasını orduya çıkarmaya devam eden yöneticiler bu kez ordunun niteliğini değiştirmek üzere harekete geçmişlerdir. Nizami Cedit, Şekbani Cedit, Eşkinci Ocağı ve nihayet Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla da Asakiri Mansurai Muhammediye adlı yeni bir askeri örgütlenme biçimi benimsenmiştir. Ancak bu tedbirler de istenilen sonucu vermemiş, yenilgi ve çöküş artarak devam etmiştir.
O halde denmiş, yenilginin nedeni askeri değildir. Yenilginin nedeni ülkede özgürlüklerin yeterli seviyede olmamasıdır. Bütün tebayı kapsayacak bir özgürlük olmadığından, azınlıklara ikinci sınıf muamele yapıldığından, halkın tamamının yönetime katılmamasından dolayı batı karşısında başarısız kalınmaktadır. Önce ikinci Mahmut "Sened-i İttifak"ı ayanlarla imzalayarak merkezi hükümetin gücünü artırmaya çalışmış ve daha sonra da "Ben Hıristiyan'ı Kilisede, Musevi'yi Havrada ve Müslüman'ı Camide görmek isterim" diyerek dini özgürlüklerin bir kez daha altını çizmiştir. Abdülmecit döneminde de batıdan yeni dönmüş olan Mustafa Reşit Paşa'nın da katkılarıyla "Tanzimat Fermanı", Kırım Harbinin ardından da aynı amaca yönelik olarak "Islahat Fermanı" ilan edilmiştir. Bu fermanların amacı Osmanlının tebaası altında bulu nan farklı dinlerdeki kişileri aynı hak ve özgürlükler tanıyarak, sık sık hristiyanlara farklı davranılıyor bahanesi ile ortaya çıkan Rusya ve diğer Avrupa'lıları susturmaktır. Ancak ilan edilen onca fermana rağmen ne dış düşmanlar taleplerinden vaz geçmiş ne de devletin çökmesi, toprak kaybı ve mağlubiyetler önlenebilmiştir. Tarihi bir gerçektir ki, düşmanın isteklerine teslim olmakla, onların her söylediğini bir uşak ruhu içinde yerine getirmekle bağımsızlık, özgürlük ve varlığın korunması mümkün olmuyor.
Son dönemlerde ise kötüye gidişin nedeni olarak padişahın yetkileri ve rejimin niteliği üzerinde çalışmalar yoğunlaşmıştır. Önce 1876 yılında Birinci Meşrutiyet ile Kanuni Esası ilan edilmiş, ardından 1908 yılında İkinci meşrutiyet ve Meclisi Mebusan kurulmuştur. Bütün bu gayretler, fedakarlıklar ve yorgunluklara rağmen devlet yıkımdan kurtulamamıştır.
Hani bir söz vardır "araba devrilmeye görsün, yol gösteren çok olur" diye. İşte o yıkılış ya da çöküş anın da kurtuluş için yol gösteren, fikir ileri sürenler, tartışanlar, konuşanlardan geçilmez olmuştu. Bu sosyolojik bir vakaydı. Bunalım anları aynı zamanda felsefelerin üretildiği anlardı. Birbirinden beter kurtuluş yolları önerenler vardı.
Ünlü Mithat Paşa "Osmanlı'yı var etmek istiyorsak; hilalin yerine haç koymalıyız!"
Prens Sabahattin "Üzerinde Coğrafya ile üzerinde yaşayan halkın birbirine uymadığını ve yenilgilerimizin nedeninin de bu olduğunu söylüyordu.
Kurtuluşu "Anadolu'ya ingiliz ırkından aileler ithal etmeye" bağlayanlar bile vardı.
Şuna bütün kalbimizle inanıyoruz ki, vatanı sevmek, muhafaza ve müdafaa etmek uğruna bu insanlar canlarını, başlarını ve kanlarını ortaya koymuşlardı. Ancak büyük davalar için fedakarlık etmek, can vermek ya da kahramanlık yetmemektedir. Bütün bunların yanında aklı, mantığı ve ilmi de kullanmak gerekmektedir.
Bakın yıl 1920, Nisan'ın 23'ü. Meclise ilk sunulan yasa, "milli yükümlülükler yasasıdır." Bu yasaya göre; "Her Türk ailesi bir askerin, atletini, çorabını ve botunu" temin etmekle sorumludur. Bu denli yokluk, sefillik ve perişanlık içinde yedi ayrı niyetli, yedi ayrı dil konuşan düşman ülkenin yedi ayrı bölgesinden sökülüp atılır.
Aynı Dili konuşanlar Değil , Aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir
MEVLANA
MEVLANA