İstiklal Marşımızın Şair'i Mehmet AKİF

      İstiklal Marşımızın Şair'i Mehmet AKİF

      Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir
      Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir.

      Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kızkardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)
      Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:
      “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
      Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk”“Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzdeyüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur
      Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.
      Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır.Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.
      22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve Ma’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir
      Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.
      Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır.
      Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.
      1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi.
      17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır.
      23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir
      Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.
      Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür

      Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile nihayete erdikten sonra, galip devletler Türk vatanını parçalamak ve paylaşmak için dört taraftan saldırmağa başlamışlardı. Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, vatanını müdâfaa için silâha sarıldı. Âkif, vatan müdâfaasının ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halkı, istiklâlini muhâfaza etmek için savaşmaya çağırdı. Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayılması üzerine, Anadolu'ya iltihâka karar verdi
      1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.
      Zaferden sonra İstanbul'a geldi. Abbâs Halîm Paşanın dâveti üzerine 1923'te Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirip, baharda döndü. Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu.İstanbulda Hastanede yattı, tedâvi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 târihinde vefat etti. Edirnekapı Mezarlığında YATMAKTADIR.

      Kaynak : Mahammad Faruk
      Mehmet Akif, Nurettin Topçu, Tergah Yay., İst. 1998
      Türk Edebiyatı Akif Özel Sayısı.
      BAŞLICA ESERLERİ :

      Safahat (1911)

      Süleymaniye Kürsüsünde (1911)

      kASTAMONU nASRULLAH CAMİİ KÜRSÜSÜNDE

      Hakkın Sesleri (1912)

      Fatih Kürsüsünde (1912)

      Hatıralar (1917)

      Asım (1919)

      Gölgeler (1933)
      "İttihat yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür
      Kur'an Tefsirleri
      İman ve Ahlak
      İSTİKLAL MARŞIMIZ

      ''Bu marşın, İstiklâl davamızı anlatış cihetinden büyük bir mânâsı vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur:
      Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
      Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin İSTİKLÂL

      Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır.''

      M.Kemal ATATÜRK
      Resimler
      • ataturk.jpg

        3.69 kB, 0×0, 3,261 defa görüntülendi
      • Kmaev_resim62.jpg

        1.6 kB, 0×0, 3,184 defa görüntülendi

      Büyük yazar...

      İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif ERSOY u ölüm yıldönümünde bende rahmetle anıyorum.Çok acıdır ki bazı insanlara hakettikleri değer verilmiyor. Rıfat hocam istiklal Marşı yazarımızın hayatını çok güzel özetlemişsin ancak öldükten sonra cenazesinin nasıl kaldırıldığı, nasıl ilgilenildiği konusuna hiç girmemişsin. Bu olayla ilgili birkaç yazı okudum ve çok üzüldüm. umarım okuduklarım uydurma,asparagas yazılardır.Onların sayesinde biz şimdi ülkemizde bağımsız bir şekilde yaşıyoruz,hakettikleri değeri elimizden geldiğince vermeliyiz...

      MEHMET AKIF"IN ÖLÜMÜ DE HAYATI GIBI HAZIN OLMUSTUR

      Sayin can kardesim , Mehmet Akif"in cenazesi hayati gibi hazin bir sekilde kaldir1ldi ,Gazetelerde bir kaç satir da olsa maalesef yer almamistir.
      MEHMET AKIF"IN CENAZESINDA BULUNAN TARIHÇI MITHAT CEMAL KUNTAY BÖYLE ANLATIYOR.

      27 ARALIK 1936
      Cenaze Beyazıd meydanından kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin kalkacağı belli değil. Çok sonra bir kaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.
      Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversitelilerin bir ürperme manzarası alan elleri üzerinde gidiyordu. Cenazenin ardında yekpare bir karaltı yürüyordu; bunda bir damla “teşkilat” yoktu; bunlar, bir işaretin, bir teşekkülün topladığı insanlar değildi; kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı; sırf cenazeye gelmişler, ve bu şahidi olmayan güzel bir dostluktu. Cenaze arabası, tekerleklerinde, beygirlerinde şuurlaşan bir durgunlukla arkadan uzaktan geliyordu...

      Mezarlıkta maketini almak istediler, bana danıştılar: Tabutunu açabilir miyiz? Ona bu kadar yakın olmaktan utandım ve üniversite gençlerini gösterdim:

      — Çocuklarına sorun! dedim.

      İstiklal Marşı ile gömdüler. Fetihten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölü!”

      İlk okunduğunda bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın ayakta alkışladığı ve büyük bir coşkuyla defalarca okunan İstiklal Marşı için konulan devre göre oldukça yüksek bir meblağ olan 500 lirayı kahraman orduya bağışlamış, Mısır’da rahat bir yaşam sürmesine karşın vatanında ölmek için Türkiye’ye dönmüş Mehmet Akif Ersoy’un cenazesi işte böyle kaldırılmıştı
      Mithat Cemal Kuntay- Mehmet Akif

      İSTİKLAL MARŞIMIZIN KABULUNUN 85. YILI

      İSTİKLAL MARŞIMIZIN KABULUNUN 85. YILI

      İSTİKLAL MARŞIMIZ , KUVA-YI MİLLİYENİN YÜREĞİ OLMUŞTUR...

      iSTİKLAL marşımız bundan tam 84 yıl önce, 12 mart 1921(1337) tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından resmen kabul edilir.

      1920 yılı sonlarına doğru, millî mücadele ruhunu dile getirecek bir millî marş musabakası açılır. Ve musabakayı kazanacak şaire 500 lira mükafat verileceği de ilân edilir.
      Musabakaya 724 şiir gönderilirse de hiç birisi tatmin edici değildir. Akif ise, musabaka şeklini, hele verilecek mükafatı tasvip etmediğinden musabaka ile hiç ilgilenmemektedir. Para için şiir, hele millî marş yazmak, ona son derece garip gelmektedir.
      Hasan Basri Çantay, AKİFNAME isimli eserinde Akif´ in nasıl ikna edildiğini ve musabakaya nasıl katıldığını bütün teferruatıyla anlatır. Çantay kendisine musabakaya katıl-masını teklif ettiğinde hep :
      "- Ben ne musabakaya girerim, ne câize (mükâfat) alırım! " cevabını verir ve Çantay rica ettikçe:
      "-Bırak yazsınlar. Ben bu yaştan sonra yarışa mı çıkacağım, ayıp değil mi? " der.
      Akif´in böyle bir musabakaya katılmayacağı anlaşılınca, zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey, ona şöyle bir mektup yazar:
      "Pek aziz ve muhterem efendim,
      İstiklâl marşı için açılan musabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettiği ne vara hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hurmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim."
      Bu mektup bile Akif´in tereddütlerini izale edemez. Hasan Basri (Çantay) gibi yakın arkadaşlarının da teşviki neticeinde Mehmet Akif, şiiri yazmaya karar verir. İstiklâl marşı kısa sürede tamamlanarak merciine teslim edilir. Fakat Akif, şiirinin beğenileceğinden emin değil-dir. Kaç kişiye okumuş, beğenip beğenmediğini sormuştur.
      Maarif Vekâleti 724 şiirden sadece yedisini seçerek Meclis´e sevkeder. Şeçilen şirler ayrıca yazılarak milletvekillerine de dağıtılır. Marşla ilgili müzakereler 1 martta başlarsa da, Marşın resmen kabulü 12 mart 1921 tarihinde olur. Marş, meşhur hatip ve zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından, Meclis kürsüsünden iki defa okunur. Mebuslar marşı ayakta ve büyük bir heyecan içerisinde dinler.
      Büyük şair marşına gösterilen büyük ilgi karşısında utanmış ve yavaşca Meclis´ten kay-bolmuştur. Bu görülmedik bir tevazudur.
      Bizde çoğunlukla iki satır şiir yazan kendisini şair-i âzam sanır. Evvelden beri bu böyledir. Ama eserlerini beğenmeyen tek şair Akiftir.
      Önce Meclis´te şiirler tek tek okunur, sonra da oylamaya geçilir. Mehmet Akif´in şiirine gelinceye kadar, hiç birisi ekseriyeti temin edemez. Son olarak onunki oylanır. Reis Bey, neticeyi şöyle ilân eder: " Ekseriyet-i azîme ile kabul edildi."
      Bundan sonra Kırşehir Mebusu Müfid Efendi, marşın Hamdullah Suphi Bey tarafından bir kere daha okunmasını teklif eder. Artık bundan sonra, kabul edilen marş, İstiklâl Marşı olarak zabıtlara geçmeye başlar. Hamdullah Suphi´nin ikinci defa okduğu marş, ayakta alkış-lar ve gözyaşları arasında dinlenir.Çantay, bu açıklamasına şu dipnotu düşer:
      " Mustafa Kemal Paşa, marş okunurken sıraarının önünde onu ayakta dinliyor ve mütemadiyen alkışlıyordu."
      Merhum Akif, vaad edilen o ikramiyeyi almaz ve yoksul kadınlara örme işleri öğret-mek üzere açılan " Dârü´l Mesâî " ye verir. (1)
      İstiklâl Marşı´ndan söz açınca Mehmet Akif´ten bahsetmemek mümkün değildir. Akif İstiklâl Marşı´nın yazıldığı günlerde parasızdır. Ankara´nın dondurucu soğuğunda paltosu olmadığı için de ceketle dolaşmaktadır. O, buna rağmen marş için vadedilen mükafatı almaz, yukarıda da bahsettiğimiz gibi bu parayı, bir hayır kurumuna bağışlar.
      AKAF ' İN DEDİĞİ GİBİ : " -ALLAH BİR DAHA BANA İSTİKLAL MARŞINI YAZDIRTMASIN " işte bu kadar çok önemlidir.

      ya isiklal ya ölüm der sevgili atam

      “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!”
      Tarih : 12.03.2006


      Yıl 1897...
      Cephe Dömeke: Paçamıza salınan Yunan Ordusuyla hesaplaşıyoruz...
      Hemen arkasından Makedonya'da varlık mücadelesi veriyoruz. 1911'de Osmanlı mirasından Libya'yı aparmak isteyen İtalya ile savaşıyoruz. Trablus Savaşı bitmeden Balkanlar alevleniyor, oraya koşuyoruz. Karşımızda Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karabağ; yeni haçlılar!
      Anadolu'nun ter temiz gençleri Balkan topraklarında kalıyor bu kez; İmparatorluğun sınırları ise Edirne'de çiziliyor...
      Yıl 1914...
      Cephe bütün vatan. Yine kan, barut, ateş... Bu ateşin içinde yine biz. Üstelik İmparatorluğumuzun merkezi kendi içine kapanmış… Politikacılar iktidardan pay kapmaya çalışırken, Allahüekber Dağları’ndaki buz cehennemine 86 bin vatan evlâdını şehit veriyoruz.
      Ve Çanakkale...
      Dünyanın en güçlü, en teknik, en eğitimli orduları dünyanın en yorgun milletine saldırıyor. 18 büyük zırhlı, 24 denizaltı, 13 torpido gemisi ve uçaklardan oluşan Müttefik Kuvvetler, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski, demode 150 top var. Atılabilen mermi sayısı sadece 370. Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise, mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaret.
      Yahya Çavuş, Seyid Onbaşı, Kınalı Murad gibi serdengeçti delikanlılarımızın fedakârlığı sayesinde “Çanakkale Geçilmez” oluyor, ancak müttefiklerimizin mutlak mağlubiyeti direncimizi kırıyor; başkentimiz dahil, vatanımız dört taraftan işgale uğruyor.
      Yeni savaşın adı “İstiklâl Savaşı”dır…
      Tam bir ölüm-kalım savaşı!
      Parola, “Ya istiklâl ya ölüm!”
      Çete baskınlarıyla başlayan mücadele, yerini git gide düzenli ordulara bırakırken, yorgun milletin ruhunu kışkırtıp moralini takviye edecek bir “İstiklâl Marşı”na ihtiyaç duyuluyor…
      Yıl 1921…
      Maarif Vekâleti tarafından açılan 500 lira nakit para ödüllü “İstiklâl Marşı” yarışmasına tam 724 şiir geliyor. Oluşturulan jüri tarafından tek tek değerlendirilen şiirlerden hiç biri beğenilmiyor. Şiirler çala kalem, sırf yüksek para ödülü için yazılmış gibidir. Oysa istenilen evsafta bir şiiri maddi mülâhazalarla yazabilmek mümkün değildir. Onu yazabilmek için anonim imanın ruhuyla ruhlanmak gerekmektedir…
      Bu öyle bir şiir olmalıdır ki, yüzyıllar süren savaşlardan yorgun düşmüş bir milleti ayağa kaldırmalıdır…
      Tarih boyunca yaşanan acılar yansıtılmalı, bir şiirin içselliğinde geçmiş geleceğe bağlanmalıdır…
      Bunu, yüreğini Peygamber yüreğinin ritmiyle bütünleyebilmiş bir şair ancak yazabilirdi. Çünkü şiire konu olan millet, sünneti devletleştirip yüzyıllarca zirvede tutmuş bir milletti.
      Devrin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Hamdullah Suphi Beye göre, bu işi en iyi şekilde Mehmed Âkif yapabilirdi; Zira Âkif hem milletinin değer ölçülerine sımsıkı bağlı bir vatanseverdi, hem de yürek vuruşunu Peygamber’inin yürek vuruşuyla bütünlemiş bir şairdi.
      Yarışmaya katılmamıştı, çünkü para için yazmak istememişti. Onun hatırına para ödülü kaldırılıyor. Ancak ondan sonra Mehmed Âkif, Tâceddin Dergâhı’na (Ankara’da) kapanıp İstiklâl Marşı’mızın ilk mısrasının ilk kelimesini “besmele” eşliğinde döşüyor: “Korkma!..”
      Bu kelime, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında sığındığı mağarada, muhteşem yol arkadaşı Hz. Ebubekir’in endişelenmesi üzerine söylediği teselli cümlesinin ilk kelimesinden alınmıştır:
      “Korkma ey Ebu Bekir, Allah bizimledir!”
      Yüreğini ilhamının kaynağına kilitledikten sonra, Âkif, marşın gerisini hızla getiriyor:
      “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
      “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak;
      “O benim milletimin yıldızıdır parlayacak,
      “O benimdir, o benim milletimindir ancak.”
      Eserini 17 Şubat 1921'de tamamlayıp Maarif Vekâleti’ne gönderiyor. Âkif’in şiiri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1921 tarihli oturumunda söz alan Hamdullah Suphi tarafından okunurken, her kıtası milletvekilleri tarafından coşkulu bir şekilde alkışlanıyor.
      Ve 12 Mart 1921... Türkiye Büyük Millet Meclisi, o gün Mehmet Akif’in şiirinin “Milli Marş” güftesi olmasını kararlaştırıp kanunlaştırıyor. Âkif’in şiiri kanunlaşıp resmiyet kazandıktan sonra, Hamdullah Suphi tarafından Büyük Millet Meclisi kürsüsünden tekrar tekrar okunuyor ve bütün mebuslarca ayakta alkışlanıyor.
      “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
      “Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
      “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
      “Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
      “Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!”
      İstiklâl Marşı’mızın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulünün bugün (12 Mart 2006) 85. yıldönümüdür. Kutlu olsun.

      Bu Yazı Toplam 285 Defa Okunmuştur.
      Resimler
      • 18335226122005_bahadir.jpg

        1.66 kB, 0×0, 3,092 defa görüntülendi
      • milletvekili.jpg

        5.05 kB, 143×200, 3,597 defa görüntülendi
      • makifamblem.gif

        5.03 kB, 161×61, 3,515 defa görüntülendi
      www.medyakaradeniz.com

      www.beykozmedya.com

      haber portallerim

      www.dursunaliyilmaz.com.tr

      kişisel sitem yapımda

      haber portalı

      istiklal için

      mehmetakifersoy.com/main/ana.asp

      Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Akif Ersoy

      Dr. Yılmaz Karakoyunlu

      1. Giriş

      Mehmet Emir Erişirgil, Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü anlatan kitabını yazmağa karar verdiği yıllarda başından geçen bir sevimsiz olayı anlatır. Bu olay, Türk toplumundaki kolay suçlama alışkanlığının örneğidir. Vapurda karşılaştığı bir kişi, Erişirgil’in Safahat’ı okuduğunu görünce sorar:

      “Beyefendi nereden hatırınıza geldi bu softa ?”

      Erişirgil bu soru üzerinde neler düşündüğünü anlatır. Kendi döneminde yaşlılar için her mekteplinin “züppe”; gençlere göre her yaşlının “softa” olarak suçlandığını aktarır. Mehmet Âkif’in yaşam öyküsünü, sanat anlayışını, fikirlerini yazmağa kararıverişinin derin tahlillerini yaptıktan sonra Erişirgil, Meşrutiyet Tarihinin düşünce akımlarını en iyi yansıtacak zeminlerden birinin Mehmet Âkif’in yaşam öyküsü olduğunu belirtir.

      Her gün ulusal onurlar ve gururlar duyarak okuduğumuz ve çocuklarımıza öğrettiğimiz İstiklâl Marşımızın şairini “softa” gibi değerlendirmenin aslında yobazların eline koz vermek olduğunun acaba farkına varabildik mi ?

      Âkif’in karşılaştığı en ağır suçlama ise, “Balkan Harbi” sırasında düşmanın Türk halkına reva gördüğü eziyetler karşısında “tükürün yüzüne bu medeniyetin” dediği için bu aydınlar tarafından “geri kafalı adam” suçlamasına maruz bırakılmıştı. Mahalle Kahvesine hücum etmiş, orada vakit öldürüp tembellik yapanları eleştirdiği için bu kahvelerde vakit öldürmeyi entelektüel faaliyet sayanlar tarafından geleneklere saygısı olmayan “züppe” olarak yorumlanıyordu.

      1908 Temmuzunda sokağa fırlayan mitingcileri eleştirdiği için, “hürriyete düşman zavallı” olarak isimlendirildi.

      Halide Edip’in önerdiği Amerikan mandasına karşı çıktığı için, azınlıklar tarafından “ortaçağ kafalı tehlikeli adam” olarak değerlendiriliyordu.

      Mısır’da entari giyip dolaşmak yerine ceket, pantolon ve frenkgömleği giydiği gerekçesiyle “Hıristiyan Âkif, gavur Âkif” olarak tanımlanıyordu.

      En ilginç iddia, Âkif’in şapka giymemek için Mısır’a gittiği idi. Oysa, Mehmet Âkif’in Mısır’a gittiği yıllarda, şapka devrimi henüz yapılmamıştı ve Cumhuriyet Meclisinin milletvekilleri fes giyiyordu.

      Mehmet Âkif öldüğünde hakkında yazılanlar öyle küçük bir hatırlama fasiküllerine sığacak ölçekte değildi. Çoğu kitap olacak boyutta idi. En lirik tespiti Hüseyin Cahit Yalçın yapmıştı: “Mehmet Âkif’in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir...”

      2. Âkif’in Uygarlık Anlayışı

      Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu.

      Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti.

      Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı.

      Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu.

      Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler.

      Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi.

      İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti.

      Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir.

      Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadim şiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu.

      Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti.

      İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda

      veriyorum.

      “Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder,

      Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!

      Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza

      Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza.

      Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün.

      Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün.

      Tükürün milleti alçakça vuran darbelere,

      Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere...

      Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne!

      Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

      Medeniyyet denilen maskara mahluku görün:

      Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!

      Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin,

      “Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in;

      O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,

      Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini

      Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…"

      3. Necid Çöllerinde Âkif

      Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı.

      Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı:

      “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...”

      Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti...

      Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor:

      «...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar....

      İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... »

      Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi

      En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi...

      Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya

      Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya.

      Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı

      Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı»

      Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

      Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi.

      «Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.”

      4. Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif

      Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti.

      Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti.

      Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.

      Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

      Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale

      Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale

      Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum.

      Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum!

      Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

      Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

      Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım

      Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım.

      5. Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif

      Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir.

      Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor .

      «Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.

      - Bunlar kim? dedim.

      - Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı

      Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.

      Mithat Cemal devam ediyor;

      - Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!

      Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;

      Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.

      - «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”

      6. Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı

      Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti.

      İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu.

      Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi.

      Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu:

      Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm

      Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.

      Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz;

      Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz...

      Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir.

      Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;

      Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz;

      Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab;

      Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb!

      Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm.

      Unutmayın şunu lâkin : "Zaman : zamân-ı ulûm!"

      Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir.

      Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır.

      Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır.

      Eyvah bu zilletlere sensin yine illet,

      Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,

      Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs,

      Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs.

      Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel

      Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

      Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun.

      “İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun.

      Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden.

      Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen.

      Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ?

      Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!

      7. Meclis’te Mehmet Âkif

      1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur:

      “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...”

      Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır;

      “Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim."

      Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı milliyenin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır.

      O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer.

      Âkif’in yaşamı elbette ki bir konferans çerçevesine sığması mümkün olmayan genişliktedir. Bu sunuşta Âkif’in özellikle uygarlık anlayışı üzerinde durulmuştur.

      ASIM'IN NESLİ
      Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
      En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
      - Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
      Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
      Ne haysızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
      Nerde - gösterdiği vahşetle "bu bir Avrupa'lı"
      Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
      Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
      Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
      Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer
      Yedi iklimi cihanın duruyor karşında
      Ostralya'yla beraber bakıyorsun Kanada!
      Cehreler başka, lisanlar, deriler, rengarenk;
      Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
      Kimi Hindu, kimi yamyam, kime bilmem ne bela...
      Hani, ta'una zuldür bu rezil istila!
      Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
      Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
      Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına;
      Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
      Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...
      Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsz.
      Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbab,
      Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
      Öteden saikalar parçalıyor afakı;
      Beriden zelzeleler kaldırıyor a'makı;
      Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
      Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
      Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
      Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
      Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
      O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
      Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
      Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
      Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
      Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
      Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
      Sürü halinde gezerken sayısız teyyare.
      Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
      Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
      Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
      Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?
      Hangi kuvvet onu, haşa edecek kahrına ram?
      Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkam.
      Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
      Beşerin azmini tevkif edemez suni beşer;
      Bu göğüslerse, Hüda'nın ebedi serhaddi;
      "O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.
      Asım'in nesli... diyordum ya...nesilmiş gerçek:
      İşte çiğnetmedi namusunu, çignetmiyecek.
      Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...
      O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,


      Mehmet Akif Ersoy
      (Safahat, Asım adlı şi'rinden)
      Resimler
      • evi.jpg

        9.13 kB, 0×0, 3,136 defa görüntülendi
      www.medyakaradeniz.com

      www.beykozmedya.com

      haber portallerim

      www.dursunaliyilmaz.com.tr

      kişisel sitem yapımda

      haber portalı