4000 Yıl Önce Türk Tiyatrosu/1

      4000 Yıl Önce Türk Tiyatrosu/1

      4000 Yıl Önce Türk Tiyatrosu


      M.M. Nikoliç isminde bir muharririn Belgrad'da verdiği bir konferans
      ve Belgrad'da Politika gazetesinin 24 Ocak 1934 tarihli sayısında
      yazdığı bir makale, o sıralarda dilimize çevrilip, Ankara ve
      İstanbul gazetelerinde ve bazı dergilerde yayınlanmıştı. Bu Sırp
      muharriri Türklerin zamanımızdan dört bin yıl önce bugünkü mânâsı
      ile bir dram san'atı vücuda getirdiklerini söyleyerek Türk kültür ve
      medeniyetinin geçmiş çağlardaki üstün manzarasından bahsediyor ve
      iki bin yıl önce yazılmış olduğunu söylediği bir Türk piyesi
      hakkında malûmat veriyordu. Aşağıdaki satırları Nikoliç'in
      yazısından alıyoruz:

      Tiyatro kültür seviyesi yüksek olan milletlere mahsus bir varlıktır;
      tiyatrosu olan memlekette şair, aktör ve seyirci bulunması gerektir.
      Bundan dört bin yıl önce, Türkler, büyük ve kültür seviyesi yüksek
      bir millet ve Orta Asya'da tesirli bir varlıktılar. Türk milleti iyi
      harbederdi, bu topluluğun içinde yüksek soydan gelmiş olanlar, halk
      ve yabancı milletlerden alınmış köleler vardı. Asilzadeler kuvvetli
      ve hâkimdiler, onlar güzel san'atları korumuşlardır; güzel san'atlar
      ilerlemiş ve Türkler arasında dünyanın en eski tiyatrosu meydana
      gelmiştir.

      En eski Türk piyeslerinden birinin bir parçası, bugün de mevcuttur.
      Bu parça, eski Türk tiyatro edebiyatının epik olduğunu gösteriyor.
      Piyesin konusu Türklerin o zamanki harblerinden birinde kazandıkları
      zaferdir. Eski Türk tiyatro san'atından kalmış ikinci eser,
      birincisinden az daha yenidir. Bu piyes, Türklerin Çin'e hücumları
      zamanından kalmadır. Vakanın kahramanları üç kişidir. Bir Türk
      kahramanı harbe gidiyor, evde güzel karısı ile küçük çocuğunu
      bırakıyor. O gittikten sonra bir Çinli eve gelerek güzel Türk
      kadınını elde etmeye çalışıyor. Kadın Çinliye karşı kendisini
      kahramanca koruyor. Çinli kazanamayacağını anlayınca kadına fenalık
      etmek için onu yüzünden yaralıyor; daha doğrusu Türk şairinin dediği
      gibi onun namusunu çalamayınca güzelliğini çalıyor. Harb meydanına
      doğru ilerlemekte olan Türk, bir aralık hamaylısını evde unuttuğunu
      hatırlamış, geri dönmüştür; muhaberede muvaffak olabilmek için onun
      mutlâka boynundan geçirilmiş olarak göğsünde asılı bulunması
      lâzımdır; eve geldiği zaman güzel karısının uğradığı felâketi
      görüyor, öcünü alıyor ve facia kanlar içinde bitiyor.

      Joseph Gregor: "Dünya tiyatro tarihi" adılı eserinde bu piyesten
      bahsediyorsa da hiç bir komanter yapmıyor. Biz birkaç söz söylemek
      lüzumunu duyuyoruz. Türk Milleti arasında tiyatro san'atının
      kendiliğinden vücut bulmuş orijinal bir şey olduğunu kabul etmek
      lâzımdır. Zamanımızdan iki bin yıl önce Türklerin Çinlilerden başka
      kültür seviyesi yüksek komşuları yoktu; halbuki Çinliler bundan iki
      bin yıl önce tiyatro ile uğraşmıyorlardı. Çinliler ancak İsa'nın
      doğuşundan sekiz yüz yıl sonra tiyatro oynamaya başlamışlardır .Bu
      tarihteki Çin tiyatrosu da sırf dekoratif ve çocukça bir şeydir. Ve
      Türk tiyatro san'atından çok farklıdır. Zira, Türk tiyatro san'atı
      etik meseleleri ve anlaşamamazlıkları tetkik ve halletmekte, tiyatro
      tekniğine uygun bulunmaktadır. Demek ki, Türk tiyatrosu, Türk
      Milleti arasında kendi kendisine genişleyip yükselmiştir. Türk
      tiyatrosunun karakterleri bakımından bir noktanın daha dikkate
      alınması gerektir ki, bu da o devirdeki Türk tiyatrosunda mistisizm
      bulunmayışıdır. Türk dramının bu merhalesinde ne ilâhlar, ne ruhlar,
      ne de yaradılış üstü şeyler vardır. Bu, o zaman ki Türklerin cemiyet
      ve bilgi seviyelerinin yüksekliğini - tiyatronun dinî âyîn
      mahiyetinden yola çıktığını - gösteriyor. Bu devirde Türk kültürü
      mistisizmden, karanlıklardan uzak ve tamamiyle insanîdir. Eski Türk
      tarihinde ve Türk tiyatrosunda fertleri hür, yüksek insanlık vekarı,
      ideal, aşk ve şerefle bezenmiş görmekteyiz. Eski Türk dramının
      karakteristiklerinden birisi de edebî formu ve yazılış üslûbundaki
      lirizmdir. Aşk, ruh inceliği, ve hasret duygusunun ifadesi için bu
      dil çok müsaittir. Türk dili Türkün büyük, hasretli, geniş ruhundan
      doğmuştur .

      Zamanımızdan iki bin yıl önce Çinin şimal sahasında Hiyung-Nu
      Türkleri kuvvetli bir hükûmet kurmuşlardı; bunların Çin'e yaptıkları
      akınlardan kurtulmak için Çinliler General Mong-Tiyen teşebbüsü ile
      meşhur Çin duvarını yaptırdılar (M.Ö.215).

      Milâddan evvel 163 yılında Yue-Şi Türkleri Kâşgarda yerleşmiş
      bulunuyorlardı; sonraları Ceyhun'un güneyindeki Ta-Hiya ülkesine
      kadar gelmişler ve birçok yerleri ele geçirerek (M.Ö.120) Orta
      Asya'daki Yunan hâkimiyetine son vermişlerdir. Böylece Büyük
      İskender'in orada kazanmış olduğu zaferlerin maddî neticeleri
      ortadan kalkmıştır. Yue-Şi'ler daha sonraları Keşmiri de ele
      geçirmişler, fakat Hintteki hâkimiyetleri kısa bir müddet içinde
      yerli prenslerin eline geçmiştir. Yue-Şi'ler Hint İskitleri de
      denilen Türklerdir, milâddan sonraki asırlar içinde bulundukları
      yerler Ak Hun'ların eline geçmiş, bu suretle ortadan kalkmışlardır.
      Zamanımızdan iki bin yıl önce, bir yandan da Hiyung - Nu Türklerinin
      Çinlilerle uzun savaşlarda bulundukları, kuvvet ve kudretlerinin en
      parlak dereceye çıktığı, Asya'nın en kuvvetli devleti oldukları çağa
      rast geliyor. Mete hakanın altın devri aşağı yukarı bu sıralardır.
      Sonraları Hiyung-Nu'lar Çinlilerin sürekli hücumları karşısında
      garbe doğru çekilerek Hun Türkleri adı altında dünya tarihine yeni
      bir gidiş yolu çizmişlerdir.

      M.M. Nikoliç'in bahsettiği Türk piyesleri bu Türk boylarından
      hangisine ait? Türklerin zamanımızdan beş bin yıl önce Çin'e girerek
      orada bir medeniyet hayatı uyandırdıkları ve sonraları Çin
      Tiyatrosunun kurulmasına sebep oldukları göz önüne getirilirse
      Nikoliç'in bahsettiği devirlerde mütekâmil bir Türk tiyatrosunun
      bulunduğunu kabul etmek kolaylaşır. Zaten, evvelki bahislerden
      birinde gördüğümüz gibi Çin tarihi boyunca o çağlarda Türklerin
      dramatik san'atla olan ilgileri geçmiş zamanın karanlıkları arasında
      tam bir aydınlık içinde belirmektedir. Sinoloji profesörü Dr.
      Wolfram Eberhard Çinde askerlikle alâkalı piyeslerin doğmasına kuzey
      kavimlerinin sebep olduğunu söylemişti; bu kuzey kavimleri, evvelce
      de işaret ettiğimiz gibi, Çinin şimâlinde oturan Türklerdir.
      Nikoliç'in anlattığı muharebe ile ilgili Türk dram eserleri Çin
      tiyatrosundaki bu tesiri daha iyi aydınlatıyor.


      Devam edecek../
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!

      4000 Yıl Önce Türk Tiyatrosu/2

      .M. Nikoloviç'in bahsettiği iki bin yıl önceki Türk dramı hakkında
      Joseph Gregor'un Dünya tiyatro tarihi isimli eserinde de kısa
      malûmat vardır.

      Kitabın eski çağlar tiyatrolarına ait bölümünde eski Türklerden
      bahsedilerek şöyle denilmektedir:

      Eski Türklerdeki dramların dinle çok az münasebeti olduğu
      anlaşılıyor. Elde bulunan en eski ve tanınmış esere ait parça, aşağı
      yukarı milâddan iki bin yıl önceye ve Türklerin Orta Asya da
      oturdukları zamana aittir. Münir Hayriye göre, bu bir koro ile
      birlikte söylenilerek oynanılan bir harb oyunudur. Bu eserin
      Türklere ait bilinen en eski eser olduğu anlaşılıyor. Yunan dramında
      da benzerleri bulunan ve meselâ Koralı bir protagonisin vedasını
      tasvir eden vak'aya yakın bir vak'ası vardır. Bundan başka daha yeni
      olarak Türklerin Çin'i işgal ettikleri zamana ait bir eser
      gösterilebilir. Üç aktörle oynanan bu eserde ahlâk ve karakter
      tasviri vardır. bir Türk harbe gitmek üzere yol çıkar, çocuğu ile
      karısını şehirde bırakır. Bu arada kadını kaçırmak isteyen bir Çinli
      görünür; kadın onunla gitmek istemediği için Çinli kızar, kadının
      yüzüne saldırır ve onun güzelliğini çalar. Hamailini evde unuttuğu
      için onu almak üzere geriye dönmüş olan Türk, bu faciayı görür ve
      bunu kanlı bir sahne takip eder .

      Başka Başka Türk Toplulukları Arasında

      Çeşitli iklim sebepleriyle Orta Asya'dan çıkarak değişik
      istikametlerde göç eden Türklerin Ön Asya'da Mezopotamya'da ve
      Anadolu'da kurdukları medeniyetlerden ve bu medeniyetin Ege
      medeniyetine ve oradan geçerek Yunan medeniyetine yaptığı tesirden
      evvel ki fasıllarda bahsettik; göçler esnasında Orta Asya'dan
      geçerek cenuba Çin ülkesine inen Türklerin oradaki tesirini de
      inceledik. Orta Asya'dan Anadolu'ya inerek kısmen Balkanlar üstünden
      ve kısmen deniz yolu ile - Milâddan önce 1500 ve 1000 yılları
      arasında - İtalya'ya geçip yerleşen ve orada ilk medeniyeti kuran
      Etrüsklerin muhaceretini de ilâve edelim. Bunlardan başka uzak
      ülkelere göç etmeyip Orta Asya'da kalan ve sadece yer değiştirmekle
      yetinen bir kısım Türklerin bulunduğunu da bundan önce söyledik.
      Orta Asya'da kalmış olan çeşitli Türk toplulukları milâddan önceki
      ve sonraki zamanlarda buralarda birçok devletler kurmuşlardır.
      Bunlardan bazıları şunlardır:

      Orta Asya'da Türk - Hun İmparatorluğu.
      Volga ve Ural nehirleri arasında Batı Hun Devleti.
      Volga - Tuna arasında İskit İmparatorluğu
      Batı Türkistan ve Kuzey Efganistan'da Ak Hunlar Devleti.
      Orta Asya'da Tu-Kiyu ve Kutluk Devleti.
      Aral gölü güneyinde Samanoğulları Devleti.
      Aral gölünden Hindistan'a kadar uzanan sahada Gazneliler Devleti.
      Sir nehri doğusunda Karahanlılar ve Karahatalar Devleti.
      İran, Mezopotamya, Anadolu ve Suriye sahalarında Selçuklular Devleti.
      Merkezi Semerkant olan Büyük Timur İmparatorluğu.
      Asya, Avrupa ve Afrika'da Türk - Osmanlı İmparatorluğu.

      Bütün bu devletler arka arkaya veya bir kısmı ayni zamanda başka
      başka yerlerde kurulmuşlardır. Bunların siyasî tarihleri hakkında
      oldukça bilgi mevcut olmakla beraber birçoklarına ait içtimaî hayat
      tarihi, denilebilir ki, şimdiye kadar hemen hemen yeter derecede
      tetkik edilememiştir. Bu yüzden islâmlığın Türkler arasında
      yayıldığı zamana kadar olan çağlarda halk hayatı, halk âdetleri,
      san'at ve medeniyet eserleri hakkında da elimizde henüz geniş bir
      bilgi yoktur. Bu sahalarda arkeoloji araştırmaları, tarih, etnoloji
      ve folklor tetkikleri de yeter derecede yapılmamıştır.

      Yedinci asırda çıkmış olan İslâm dini Türkler arasında sekizinci
      asırdan itibaren zayıf bir surette yayılmaya başlamış ve on birinci
      asırda oldukça geniş bir kitle bu dinin çerçevesi içinde
      toplanmıştır; bu surette bu yeni dinin tesiriyle Türkler arasında
      büyük bir âdet değişikliğine yol açılmıştır. Bununla beraber birçok
      zümreler eski alışkanlıklarını muhafaza ettikleri gibi islâmlıktan
      önceki dinlerini değiştirmemiş olan Türk toplulukları da vardır.

      Bilinen şudur ki, en eski çağlardan itibaren bütün Türk kolları
      arasında musikî ve raks daima ehemmiyetini muhafaza etmiştir; dinî
      bir kaynaktan gelmiş olmak bakımından önceleri uzun zamanlar cemiyet
      içinde yüksek bir yere sahip olan; sonraları da millî âdet ve
      eğlence halinde devam eden oyunlar da bu aradadır.

      Milâddan önce, Hun Türklerinde saray büyüklerine musikî âletlerinin
      hediye olarak verilmesi âdetti; hanların birbirlerine gönderdikleri
      hediyeler arasında da musiki aletleri başlıca bir yer tutuyordu.
      Türklerin yabancılarla münasebetlerinde de ayni şeyi görürüz.
      Atillâ, Burgindiya kıralına çalgı çalan ve türküler söyleyen bir
      musiki heyeti göndermişti. Daha sonraki devirlerde Tu-kiyu
      Türklerinin musikiye fevkalâde düşkünlük gösterdikleri, Türk
      erkeklerinin Çinlilerin hyupu şeklinde söyledikleri bir musiki âleti
      çaldıkları, Türk kadınlarının da çelik çomak oynamayı sevdikleri Çin
      kaynaklarından öğreniliyor. Türklerin söyledikleri şarkıları karşı
      karşıya durarak, diyalog şeklinde teganni ettikleri de ayrıca
      kaydedilmiştir. Uygurlarda da kadın ve erkekler bir araya toplanarak
      musiki âletleri çalıp raksederler ve şarkılar söylerlerdi. Milâddan
      önceki ve sonraki Hun, Uygur, Tukiyu Türklerinde ananevî kopuzdan
      başka muhtelif musiki âletleri vardı. Eski Turfan vahası Türkleriyle
      yakından alâkadar olan Çin tarihçileri Türklerin musikiye olan
      bağlılıklarını kaydederken bunların seyahate çıktıkları zaman bile
      musiki âletlerini yanlarında dolaştırdıklarını yazıyorlar. Milâddan
      sonraki yıllarda onbirinci onikinci asır Uygur Türkleri arasında
      kopuz çalan san'atkârlar hususî bir ehemmiyeti haizdi. Onbirinci
      asırda Karadenizin kuzeyi ile Moldaviya taraflarını işgâl eden
      Kapçak Türkleri millî musiki âleti olan kopuzu buralara da
      getirmişlerdi. Ondördüncü asırda yazılmış Koman-Fars-Lâtin lûgati
      olan Codex Cumanicus'da kopuzcu kelimesine rastgelinmektedir.
      Onüçüncü asırda Türkistan'da seyahat eden ecnebi seyyahlar Batu ve
      Mengü hanların saraylarında muhtelif musiki âletleri gördüklerini
      söylemişlerdir. Bu seyyahlardan Plâno Karpini 1246 yılında Batu Han
      nezdinde bulunmuştu; hanın büyük meclisler esnasında ancak şarkı
      söylenirken veya saz çalınırken masaya oturduğunu kaydediyor. Bu,
      Moğol saraylarında musikiye büyük saygı gösterildiğine işarettir.
      Seyyah Marco Polo, Moğol ordusu arasında muharebeye girişmeden önce
      hücum emri beklenirken şarkılar söylendiğini, çalgılar çalındığını,
      bunun bir gelenek olduğunu yazıyor. Karaim, Kırgız, Altay, Teleut,
      Sagay, Kaç, Baraba, Kazak ve Özbek Türklerinin dillerinde Türk
      musiki âletlerine ait sözler bulunması, bunların hayat ve âdetleri
      arasındaki musiki severliği gösterir.

      Bütün bu devirlerde başka başka Türk kolları arasında eski Türk
      gelenek ve âdetleri devam ediyordu. Bu arada umumî av ve ziyafetler
      geniş ölçüde eğlenceler düzenlenmesine sebep oluyordu. Bu sıralarda
      eğlenceler arasında musiki ve raksdan başka dramatik mahiyette
      oyunlar da tertip edildiğini açıkça gösteren vesikalara henüz sahip
      değiliz. Bununla beraber onbirinci asırdan itibaren Anadolu da
      hükûmet kurmuş olan Batı Selçukluları tarafından Konya sarayında
      verilmiş olan bir komedi temsili hakkında mevcut olan kesin bilgi,
      daha evvelki zaman içinde de bu cins oyunların Türkler arasında
      malûm olduğunu bize, tereddütsüz düşündürmektedir. Anadolu
      Selçuklularının saraylarında, İran hükümdarlarının debdebeli hayatı
      başlamış olmakla beraber eski Türk geleneği de bütün özellikleriyle
      devam ediyordu. Genel ziyafetler, sürek avları ve bu münasebetle
      yapılan eğlenceler bu aradadır. Konya sarayında 1116 yılında verilen
      komedi temsilini de her halde Selçuk Türkleri, yani Oğuzlar
      Anadolu'yu istilâya başladıkları 1071 yılından itibaren geçmiş olan
      yarım asır içinde öğrenmiş olmayacaklar.

      Kaynak:
      Türk Tiyatrosu Tarihi I,"Eski Türklerde Dram San'atı", Refik Ahmet
      Sevengil,

      Kitabın Basım tarihi:1959 (Dili o yüzden biraz eski )
      Sitemizin Referans Sistemini kullanın*

      Işığın gölgesi ile yetinme ışık ol!
      Geçmişimizi,kültürümüzü ne kadar biliyoruz,malesef çok az:(
      Gerçi bu durum öğrenim hayatımızda bize okutulan kitaplardanda kaynaklanıyor.Tarih kitaplarını hatırlarsanız tarihimiz anlatılırken varsa yoksa kuruluş,yükseliş,yıkılış,savaşlar,antlaşmalarvb.Diğer konular üstün körü geçilir.Tarihte bizim kadar imparatorluk,devlet kuran başka bir millet yoktur ama bu devletleri kuran insanların,yaşayışından,sosyal hayatlarından pek haberdar değiliz gibi...
      Eline sağlık bilgilendirici bir yazıydı Purkina...
      Can Kardeşim;
      Acaba bu tarih öğretimi ihmal ve bilgisizlikten mi yoksa kasıtlı bir ihanetten mi kaynaklanıyor?
      Şu eski Türk filimlerini seyrederek büyüdük. İhanet sadece eğitimde değil dört koldan yapılmış.
      Hacı Murat, Battal Gazi, Hüseyin Gazi vb. tarihi kahramanlarımız Bizans Saraylarında Kraliçelerin koynunu mekan tutuyorlar.
      Oysa gerçek Hacı Murat, Battal Gazi, Hüseyin Gazi'ler birer Alperrendir.
      Bizi kendi tarihimizden bile nefret ettirmediler mi?
      Hala tanımamışlar / Hemşin'deki BİZ'leri / Hemşin temizleleyecek / İçindeki TİZ'leri...
      ÇOCUKLAR BİZE SORUYOR : HOCAM HİÇ BİLGİNİMİZ YOK MU ?

      MAALESEF 17.ASIRDAN SONRA YOK GİBİ AMA EVVELİYATIDA BİLİMLER TARİHİNDE HİÇ YOK.

      1- BİLİMLERİN TASNİFİNİ BATILILAR YAPMIŞ
      2- BİLİMLER TARİHİ VE ANSİKLOPEDİLERİDE BATILILAR YAZMIŞ.
      3-KÜLTÜR VE SANAT TARİHLERİDE ÖYLE
      4-KÜTÜPHANE TASNİFLERİDE ÖYLE

      SONUÇ :

      TÜRKİYAT VE ŞARKİYAT YADA İSLAMİYET DÖNEMLERİ HIZLA ATLANMIŞ AMA KEMİKLERİ KALMAMIŞ HAYALİ ESKİÇAĞ BULUŞLAR(!) NEREDEYSE ÇAĞDAŞ HALE GETİRİLMİŞ ..

      ÇOK İŞ DÜŞÜYOR ÇOK , İNKARCILIKLA YADA TAKLİTLE BU MEMELEKTE HİZMET OLAMAZ.

      MÜNEVVER YETİŞTİRELİM ,BU MİLLETİN DİMAĞINI GELİŞTİRSİN ,BÖYLE VARLIKLARIMIZI ORTAYA ÇIKARSIN...
      ÇOK İŞİMİZ VAR ÇOOK.