Çanakkale Destanları

      Çanakkale Destanları

      Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçik

      25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı’nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak siperlerden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor O’na bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor. Siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omuzuna attı. Bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp, kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar. Üsteğmen Casey (Sonradan Avusturalya Genel Valisi olmuştur.)

      DESTANLAŞAN ÇANAKKALE - MUSTAFA TURAN - PAPATYA YAYINLARI - SAYFA 69-70
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      ÇANAKKALE MUCİZENİN ADI : ONBAŞI SEYİT

      Gözlerinden sel sel akan yaşlar yerleri ıslatıyordu. Güzel dudakları aşk ve iştiyaktan şerha şerha yarılmıştı. ALLAH’IM! ALLAH’IM! BENDEN KUVVETİNİ ESİRGEME... Bu yakarış, şüphesiz, hiç kimseninkine benzemiyordu, benzemedi. Çünkü Seyit herkesten ayrı, herkesten başka türlü bir insan oldu, derin bir nefes aldı, Hak namına Hak yolundaydı. Aşk ile kendinden geçmesi ve 280 kiloluk top mermisini kucaklayıp omuzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit’in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu! Bu manzara tarihin hafızasına kazınacak kadar muhteşemdir. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi, savaşın kaderini değiştiren olayı meydana getirmiş ve İngilizler’e ait “OCEAN” isimli zırhlı bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştı. Olay müthişti. Sanki denizin üstüne Kıyamet Günü gelmiş gibi ortalık feryat ve figanla doldu. Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey, üçüncü merminin namluya sürülürken ve patlayışını gördü. Gözlerine inanamıyordu. Hayal gibi olayı izledi. Yüzbaşı koşarak ateşlenen topun yanına geldi ve o uzun heybetli namluyu elledi, ateş gibi sıcaktı! Dürbünü gözlerine ***ürdü, denizin üstünde alevler sarmış ve batmakta olan zırhlıyı görünce, efsane insan Topçu Neferi Seyit’e sarılıp defalarca öptü. Seyit onbaşı'yı daha sonra bir komutan ödüllendirmek istiyor ve diyor ki : Hadi bir daha kaldır şunu seyit kaldıramıyor kanter içinde kalıyor sonra ellerini toprağa sürüo ve bir daha denior yine olmuor ve diyor ki 'karşıma düşman çıksın yine kaldırırım.' yani savaşmanın verdiği azimle kaldırmış 280 kiloluk mermiyi...
      -Seyit onbaşı ya ödül olarak ne istersin diye soruyorlar..
      -Ben bir tayın ( ekmek ) ile doymuyorum...izin verirseniz bana iki tayın versinler der.. ama sonra diğer arkadaşlarınıda düşünerek bundan da vazgeçer..
      ve bunun üzerine onbaşılığa yükselir..

      DESTANLAŞAN ÇANAKKALE - MUSTAFA TURAN - PAPATYA YAYINLARI - SAYFA 100-101-102
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      MEHMETÇİK

      Çanakkale Savaşları’nda, Fransız Kuvvetleri’ni komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının bir kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor: Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu. Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo, kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, O’nun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık: - Niçin, öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi: - Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi. Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benimse kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!... Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk Askeri’nin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan göz yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı!..
      Az sonra ikisi de öldüler!!!!
      General GURO
      Fransız Kuvvetleri Komutanı

      DESTANLAŞAN ÇANAKKALE - MUSTAFA TURAN - PAPATYA YAYINLARI - SAYFA 68-79
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      ÇANAKKALE'DE 1 METREKAREYE 6000 MERMİ.....

      Turgut Özal Başbakan, Vehbi Dinçerler’in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında Türkiye’ye Japonya’dan bir eğitim heyeti gelir. Temas ve incelemeler yapacak, neticeyi yetkililere aktaracaklar. Gerektiği kadar da ikili işbirliği gerçekleştirecek. İşler buraya kadar çok iyi... Japon heyeti yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yapar. Sonra, bakanlıkta toplanırlar. Heyetin tespiti ilginç: “Sizin çocuklarınızda milli şuur yok” Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” Yine de fazla ses çıkarmazlar. Ne de olsa misafirdir!... Bizimkiler sorar, “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Neler yapılması gerekir?” Japon uzmanları anlatmaya başlar: “Biz gençlerimize daha ilköğretime başlamadan “şok testler” uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü neticesini görerek bir şok olurlar. Sonra... Bu şoktan sonra Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşeremediği, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan atom bombasının etkilerini gösteririz. Ve deriz ki; Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşamayacak biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye’de birçok teknik elemanlarımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz. - Peki Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir? Japonlar “Elbette var” derler ve şöyle devam ederler; “Bizimkinden çok daha önemli. Bir tanesi Çanakkale Savaşları’nın olduğu bölge. Bu bölümü gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile. Bir metre kareye altı bin merminin düştüğü savaşta, Türkler herşeye rağmen galip çıkıyor, olamayacağı olur hale getiriyorlar. En son teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, inancın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, müttefik güçler; sizin tabirinizle yetmiş iki millet var.”

      DESTANLAŞAN ÇANAKKALE - MUSTAFA TURAN - PAPATYA YAYINLARI - SAYFA 9-10-11
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000
      ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

      Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?

      En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

      -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

      Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

      Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

      Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

      Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

      Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

      Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

      Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

      Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

      Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

      Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

      Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

      Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...

      Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

      Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

      Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

      Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

      Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

      Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...

      Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

      Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

      Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

      Öteden saikalar parçalıyor afakı;

      Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

      Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

      Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

      Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

      Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

      Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

      O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

      Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

      Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

      Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,

      Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

      Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

      Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

      Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

      Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

      Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

      Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

      Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?

      Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

      Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

      Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

      Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;

      “O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

      Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

      İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

      Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

      O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

      Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

      Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

      Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

      Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

      Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

      Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

      Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

      “Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

      Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...

      Seni ancak ebediyetler eder istiab.

      “Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;

      Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

      Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;

      Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

      Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

      Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

      Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;

      Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

      Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

      Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

      Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

      Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

      Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

      Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

      Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

      Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

      O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

      Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

      Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

      Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

      Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

      Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

      MEHMET AKİF ERSOY
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      Destanin Adi : Çanakkale

      Siz hiç Çanakkale'yi gördünüz mü? şehit kanlarıyla sulanan o kutsal toprakları. Bağrından kahramanlar fışkıran o yüce ovaları, tepeleri, dağları. Uğruna yüz binlerce kahramanın kan döktüğü, can aldığı, gözünü bile kırpmadan can verdiği o eşsiz diyarı. siz o toprakları görüp de hiç sordunuz mu kendinize nereden geliyor bu heybet, nereden geliyor bu ihtişam diye hiç sordunuz mu?
      Sıradan bir yer değildir Çanakkale. Sıradan bir savaş meydanı hiç değil. Savaşın efsaneye dönüştüğü yerdir orası. Şehit olan yüz binlerce vatan evladının kanlarıyla inancın, kahramanlığın ve Türklüğün destanını yazdığı yerdir.
      Kötüye ,çirkine karşı bir milletin bütün gücüyle haykırdığı yerdir. Efsanelerin gerçeğe döndüğü, masalların hakikat olduğu topraklar o topraklardır. Orada bir başka doğar güneş, bir başka eser rüzgar, bambaşka yağar yağmur , bambaşka. kuşlar her geçişlerinde selam durur toprak altında yatan kahramanlara. Ağaçlar ninniler söyler onlara hiç bıkmadan ve usanmadan. Ya toprak. kara toprak da kanlarıyla sulandığı yiğitlere karşı görevini saygıyla ve kusursuzca yerine getirir. Bir anne şevkatiyle bağrında yatırır o aslan yürekli yiğitleri. Anasına doyamayanlara ana , sevgilisine kavuşamayanlara yar olur toprak, arkadaş olur.
      Peki nedir bu yüz binlerce insanı cepheye çeken, iki yüz elli binden fazla kişinin seve seve canını vermesini sağlayan güç. Hangi sevgi, hangi tutku, hangi inanç. bu soruları sorup durdular birbirlerine Türk milletini iyi tanıyamamış düşmanlar. Şaşırıp askerleriyle Türk yurduna saldırma çılgınlığına kalkışmazlardı kaldılar Türk askerinin gücü, inancı ve azmi karşısında. Akılları ermedi Türkün gülerek ölüme gidişine. Oysa bilselerdi Türk milletinin vatan sevgisinin ne denli büyük olduğunu böylesine şaşırmazlardı. Belki de dünyanın dört bir yanından topladıkları askerleriyle Türk yurduna saldırma çılgınlığına kalkışmazlardı.
      Saldırdılar da ne oldu? Ulaşabildiler mi kötü hayallerine? İki taraf için de cehenneme dönüştü Çanakkale. Sağanak sağanak bomba yağdı, mermi yağdı, ceset yağdı. Kırmızıya boyandı deniz, kırmızıya boyandı toprak. her iki taraf da büyük kayıplar verdi. Düşman bıktı, usandı, korktu. Ama Türk milleti yılmadı. vatanını düşman çizmesi altında ezdirmemek için kanının son damlasına kadar savaştı. Ulu Önder Mustafa Kemal askerlerimize ölmeyi emretti kahramanlar kahramanı Mehmetçik bir an bile tereddüt etmedi. Ölüm yiğitlerimiz için korku değil sevgili olmuştu. Şehitlik, ulaşılabilmek için can atılan en yüksek, en değerli, en şerefli mertebeydi askerlerimiz için. Ve vatan demek namus demekti her şeyden önce , şeref demekti. Vatan toprağını çiğneyecek düşman çizmesi onurumuza sürülecek en büyük lekeydi.
      Türkün namusunu düşmana teslim etmesi, tarihin hiçbir döneminde esareti kabul etmemiş olan bu yüce milletin esaret altına girmesi kabul edilemezdi. Kabul edilmedi de. İşte bu bilinçti Türk askerine kahramanlık destanları yazdıran. İşte bu azimdi kendisinden kat kat üstün olan düşmanını darmadağın ettiren. İşte bu inançtı gözünü bile kırpmadan ölüme koşturan. Bütün bu yüce duyguların birleşmesiyle yüz binlerce kahraman çıktı ortaya. insanlığa ders verdi bu yüz binlerce yiğit. Yüz binlerce destan yazdı, efsaneleri yeniden canlandırdı.
      Tarif edilemez duygular kaplar benliğimi Çanakkale'yi her görüşümde her duyuşumda. Kahramanlık türküleri çınlar kulaklarımda.Güneşin her batışında yeniden şahit olurum bir devrin batışına. Askerlerimizin etiyle, kemiğiyle, canıyla, kanıyla yeniden yarattığı tepeleri, sırtları görünce bir kez daha gururlanırım atalarımla. Gözlerim dolar toprak altında yatan şehitlerimiz aklıma gelince. En yüce duygularımla selamlarım onları. Başımı dikleştirir ve böylesine yüce bir milletin ferdi olduğum için iftihar ederim kendimle. Bir kez daha tekrarlarım o sihirli sözcükleri ; Ne Mutlu Türküm Diyene , Ne mutlu Türküm Diyene...
      SİNAN BURAK KURT
      Çanakkale’de şehit mektupları

      Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye. Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!..
      Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım:
      “Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti.
      -Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar.
      Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı:
      Mehmet oğlu Kara Ali!?..
      Değişik yerlerden sesler yükseldi:
      -Cennet-i A’lâ’da!..
      -Mertebesine erdi!..
      Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı:
      -Alsancak’tan Hayati oğlu Salim!
      Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı:
      -Ver! Buradayım!..
      Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu:
      -Kimden geliyor?!..
      -Dur, hele zarfın arkasını okuyayım.
      Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı:
      -Kadir oğlu Hüseyin!..
      Değişik yerlerden cevap geldi:
      -Şehit!..
      -Şehit!..
      Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı:
      -Hasan oğlu Rafet!..
      -?!..
      Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı:
      -Hasan oğlu Rafet!?..
      Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı:
      -Musa oğlu Muharrem!..”(1)
      Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!..
      *
      Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım:
      Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden
      Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
      Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza
      Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden
      Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
      Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen
      Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar
      Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken
      Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua
      Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men
      (...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...)
      (...Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...)
      (...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...)
      (...İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.)
      (Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!” )
      (1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390

      İSKENDER PALA
      Dosyalar
      • adsýz.bmp

        (157.99 kB, 824 defa indirildi, son indirme: )
      TEĞMEN ABDURRAHİM'İN ÜÇ RAPORU

      işte 25 nisan 1915 sabahı..düşmanın sekiz taburluk birinci dalga kuvveti Seddulbahir kesiminde karaya çıktı.elverişli araziyi var güçleri ile ele geçirmek istiyorlardı. 8 taburluk harekatı savaş gemileri de destekliyordu.

      silah ve malzemesi kat kat üstün olan düşman kuvveti akıl almaz direniş karşısında çakılıp kalmış ilerleyememişti.

      26 nisan sabahı düşman yeni birliklerle kuvvetini ikiye katladı.daha hırslı ve şiddetli taarruza geçti.cephenin bu kesiminde bulunan 57.ALAY ıniki taburunun o günkü savunmasını anlatabilecek kelimeleri ne yazık ki kimse bilmiyor.

      o gün eski Hisarlık mevkiinde görevli teğmen Abdurrahim komutasındaki bir PİYADE TAKIMI'ndan geriye üç rapor gönderildi.

      teğmen Abdurrahim in 1. raporu

      "...bölgemize bir bölük kadar düşman çıktı.savunuyoruz"

      teğmen Abdurrahim in 2. raporu

      "..karşımızdaki düşman kuvveti yeni çıkan birlikleriyle bir tabur oldu savunuyoruz..."

      teğmen Abdurrahim in 3. raporu

      "...düşman bir alay kuvvetiyle takımımıza taarruza geçti savunmaya devam ediyoruz.."

      teğmen Abdurrahim komutasındaki bu takımdan bi daha ses çikmadı.3 nolu rapor onların son raporu idi.hepsi şehit olmuştu.

      düşman alayı ancak onların mübarek naaşlarını çiğneyerek ilerleyebilmişti.

      BİR ALAYA KARŞI BİR TAKIM SAVUNMASI BÖYLECE TARİHE GEÇTİ...

      1915'te üç lise tek mezun veremedi çünkü bütün öğrencileri şehitti

      Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk vatan savunmasında kahramanlık örnekleri sergiledi. Öyle ki bütün öğrencileri şehit düşen Galatasaray, Konya ve İzmir liseleri 1915'te tek bir mezun veremedi

      Çanakkale ve İstiklal Savaşı'na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, "meçhul çocuk askerler" olarak Türk tarihinde yerini aldı. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Köstüklü, Türk milletinin vatan savunması verdiği dönemlerde erkek ve kadınlar kadar çocukların da çok önemli görevler üstlendiğini söyledi. Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini vurgulayan Köstüklü, Anadolu'nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerde, çocukların da bir destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergilediğini anlattı. Çocuk askerler üzerine bir araştırma yaptığını ve elde ettiği bilgileri bazı seminerlerde sunduğunu dile getiren Köstüklü, bunlardan bazılarını şöyle sıraladı: "Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa'nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey'in oğlu Hayri, şehit Yolağası'nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey'in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.

      Yeni Şafak
      Resimler
      • 1803g11.jpg

        26.13 kB, 0×0, 353 defa görüntülendi
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      KAHRAMANLIĞI TÜRKÜ OLDU

      Adanalı çocukların da İstiklal Savaşı'nda milli heyecan içinde hareket ettiğini dile getiren Köstüklü şöyle dedi: "Urfa'da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!..." Köstüklü, Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü'nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan'ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını ifade ett

      Yeni Şafak
      Resimler
      • 1803g11f.jpg

        7.88 kB, 0×0, 410 defa görüntülendi
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      YÜZLERCE GAZİ ÇOCUK

      Köstüklü, Çanakkale Savaşı'na katılan Galata-saray, Konya ve İzmir Liseleri gibi birçok okulun öğrencisinin şehit düştüğünü belirterek, savaşın olduğu dönemde bu üç lisenin mezun bile veremediğini söyledi. Türk milletinin kadını erkeği ve çocuğuyla tek vücut olarak düşmana karşı koyduğunu ve yabancı unsurları Türk topraklarından attığını belirten Köstüklü, "Türk çocuğu yeri geldiğinde omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi Türk askerine mermi götürdü" dedi.

      12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI

      Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey'in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyl e çeşitli muharebelere katıldığını anlatan Köstüklü, "Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı'nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede 'Kızlı Alay' denmişti" diye konuştu.

      FAKÜLTE SİYAHA BOYANDI

      Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele'ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.

      Yeni Şafak
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      TEK BACAĞIYLA SAVAŞTI

      Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail, şehrin durumu ile ilgili orduya dilenci kılığında bilgi götürürken düşman askerlerine yakalandılar ve hiçbir konuda düşman kuvvetlerine bilgi vermediler. Serbest bırakıldıktan sonra ateş açılması nedeniyle küçük Mehmet 4, İsmail ise 9 yerinden yaralandı. Mehmet'in hastanede ayağı kesilerek kurtarıldı. Ancak İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, geri döndükten sonra tek ayağıyla Milli Mücadelede yine görev aldı.

      Yeni Şafak
      Resimler
      • 1803g11a.jpg

        26.03 kB, 0×0, 375 defa görüntülendi
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000

      İngiliz Askerlerini Bulut Aldı Götürdü

      Kahramanlıkların tarih kitaplarına yazıldığı, ardında binlerce dramatik hikayelerin anlatıldığı Çanakkale Savaşları, 91 yıl sonra bile bazı bilinmeyenleriyle anılıyor. Çanakkale Boğazı'nı geçip, İstanbul'a ulaşmak isteyen İtilaf Devletleri, binlerce askerle Gelibolu Yarımadası'na ayak atmış, vatan topraklarını işgal etmişti. Her karış toprağında kanlı savaşların yaşandığı, anaların oğullarının başına kına yakarak savaşa gönderdiği bölgede, İngiltere'den gelen 4. Norfolk Taburu'nun Anzak Koyu'nda, bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu söylentileri, 91 yıldır hala konuşuluyor. Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşa katılan İngiliz Kraliyet Ordusu'na ait 4. Norfolk Taburu'nun, 12 Ağustos 1915 tarihinde Anzak Koyu mevkiindeki 60. Tepede büyük bir bulut kütlesinin içinde kaybolduğu iddia edilmiş, bu olay savaştan sonra çeşitli tarih kitaplarında yerini almıştı. Yeni Zelanda Kıtası'nın 1. Sahra Birliği'ne bağlı 3. Bölükte savaşa katılan F. Reichardt, R.Nevnes ve J.L. Newman adlı üç asker, bu olaydan 50 yıl sonra olayın görgü tanığı olduklarını iddia etmiş, güneyden esen 70 kilometre hızındaki rüzgara rağmen, yaklaşık 250 metre uzunluğunda, 65 metre yüksekliğinde ve 60 metre genişliğindeki bulut kültesinin yer değiştirmeden 60. Tepe üzerinde durduğunu ve İngiliz askerlerinin bu kütlenin içinde kaybolduğunu anlatmışlardı. Bu olay, kimilerine göre gerçek, kimilerine göre rivayetten başka bir şey değildi. Ancak, bu tür olaylar, tek bir gerçeği değiştirememişti; o da, "Türk'ün vatan ve millet sevgisi uğruna verdiği binlerce candı..."

      Yeni Şafak
      Resimler
      • 1803g11b.jpg

        7.73 kB, 0×0, 345 defa görüntülendi
      Ben Değil Biz Varız
      Naci KOBAL 2000