---Sanalevren Hikayeleri---

      ---Sanalevren Hikayeleri---

      SATICININ BÖYLESİ

      Atesli bir köy çocugu sehrin en büyük
      marketinde ise basvurur. Dünyanin bu en büyük alisveris merkezinde


      hersey ama hersey satilmaktadir.
      Patron sorar:
      - Daha önce hiç saticilik yaptin mi?
      - Evet köyümde bu isi yaptim.
      Patronun gözü cocugu tutar:
      - Iyi, yarin basliyorsun. Ertesi gün aksam olur ve patron çocugu


      karsisina alir;
      - Evet, bugün kaç satis yaptin??
      - Bir!
      - Ne bir mi? Digerleri 20-30 satis yaptilar, Nasil bir? Kaç dolar


      tuttu peki?
      - 320.334 USD dolari.
      Patron sasirir ve sorar:
      - Nasil becerdin bunu?
      - Adama basta küçük boy bir olta, sonra orta boy ve sonra da büyük


      boy bir olta sattim. Adama nerede balik tutucagini sordum. Kiyida diyince
      bir tekneye ihtiyaci oldugunu söyledim. Tekne bölümüne indikve çift
      motorlu, yelkenli, lüks bir yat sattim. Vosvosuyla bunu çekemeyecegini
      söyleyince son model 4x4 bir jeep sattim.

      Patron kendinden geçer:
      - Ne diyorsun, bütün bunlari bir küçük olta almaya gelen adama mi


      sattin?

      Genç çocuk cevap verir:
      - Yoo aslinda karisi için bir tane orkid istemisti... Ben de ona


      söyle dedim: "Haftasonun mahvolmus, sen en iyisi baliga git..."
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!
      İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş...

      Hep şikayetçi hep bıkkınmış...

      Birgün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler.

      '' Saklayalım, zor bulsunlar .Zor buldukları için belki kıymetini bilirler '' diyerek başlamışlar tartışmaya.Sorun büyükmüş.Mutluluğu saklamak kolay değilmiş çünkü.Kimisi '' Everest'in tepesine saklayalım '' demiş, kimisi '' Atlas Okyanusu'nun dibine'' demiş.

      Tac Mahal'in kubbesi,Mekke sokakları, İtalyan sofrası,bir hastanenin yeni doğan odası,dondurma külahı,şarap şişesi,sigara paketi,lale bahçesi...

      Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş...

      Derken meleklerden biri '' İÇLERİNE SAKLAYALIM '' demiş. '' Kimsenin aklına gelmez içine bakmak''

      İşte o gün bugündür mutluluk insanın kendi içinde saklıymış...

      Hiçbir mutluluk kolay gelmiyor.Kolay kolay gülmüyor insanın yüzü... Emekte ve insanın içinde saklı mutluluk.Ne başkasının ekmeğinde ,ne başkasının evinde, ne de başka bir şeyde......

      Bu yüzden gözünüz hep içeride olsun

      Siz dışını boşverin , içine bakın...
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!

      Borcun Var !

      BORCUN VAR !

      Adam genç kadına seslendi:
      - Bana gözyaşı borcun var!

      Genç kadın sordu:
      - Nasıl öderim?

      Adam gözlerini kırptı;
      - Haydi gülümse!

      Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini
      çıkarıp, borcunu sildi.
      Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki
      iç cebine koydu.

      Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde.
      İkisi de bahar kokuyordu...
      Biri ilkbahar, diğeri güz.

      Adam, seslendi yine;
      - Bana mutluluk borcun var!

      Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
      -Nasıl ödeyebilirim?

      Heyecanlandı adam
      - Haydi yat dizlerime!

      Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine
      usulca.
      Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının.
      Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış
      baharlara benziyordu.
      Çaresizliğini ördü sırasıra.
      Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını
      bağladı adam.
      Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı.
      Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu
      delice.
      Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu.

      Genç kadının gözlerinin içine baktı;
      - Bana yürek borcun var!

      Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
      - Bu borcumu nasıl ödeyebilirim?

      Adam kollarını uzattı
      - Haydi tut ellerimi!

      Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın.
      Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu
      avuçlarının içinde.
      Genç kadın gitmek üzereydi.

      Adam son kez seslendi;
      - Bana can borcun var!

      Kadın irkildi;
      - Can mı?

      Sigarasından derin bir nefes çekti adam;
      - Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!

      Hoşuna gitti sözler kadının
      - Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun?

      Adam, biraz daha yaklaştı;
      - Yum gözlerini!

      Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
      Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu
      kadının titreyen dudaklarına.

      - Bu ne şimdi yaptığın? diyerek çattı kaslarını
      kadın...

      Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi.
      Kekeledi;
      - Hayat öpücüğüydü!

      Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı
      şehvetle...

      Adam, şaşırdı;
      - Ya senin bu yaptığın neydi?

      Genç kadın kapıya yöneldi;
      - Veda öpücüğü!

      Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik
      ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin
      bırakıp gitti genç kadın.


      Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
      - Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...

      Genç kadın sümbülleri aldı:
      - Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!

      Adam sevindi:
      - Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!

      Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
      - Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!

      Haykırışı yağmura karıştı.
      Kadın, yağmuru hissetmeyen kalabalığa...
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!

      Beklemeyİn

      BEKLEMEYİN



      • Nazik olmak için bir gülümsemeyi ...

      • Sevmek için sevilmeyi ...

      • Bir arkadaşın değerini anlamak için, yalnız kalmayı ...

      • Çalışmaya başlamak için en iyi işi ...

      • Biraz paylaşmak için çok olmasını ...

      • Öğütleri hatırlamak için, düşmeyi ...

      • Dua ’ya inanmak için acıları ...

      • Yardım edebilmek için zamanınız olmasını ...

      • Özür dilemek için diğerinin acı çekmesini ...

      • … ne de barışmak için ayrılığı

      .....BEKLEMEYİN.....
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!

      Türküz biz :)

      Eyfel Kulesi´nin en üst katinda, balkonu çevreleyen korkuluklarin
      üzerinde,"Gülü bir gün, Felek´i her gün, gülü solana kadar, Felek´i

      ölene
      kadar sevecegim" yaziyormus.

      Notre Dame Kilisesi´ndeki kulenin en tepesinde, doğu tarafina bakan

      duvarda
      koca koca harflerle "T.C. EMINE" yazisi varmis.

      Avustralya´daki ünlü Bonde plajini çevreleyen duvarin biryerinde,

      devasa
      harflerle, "Nuray ara beni kusum" yaziyormus.

      Isviçre´nin Basel kentindeki en büyük kilisenin duvarinda "Ibrahim

      Tatlises
      tek tek" yaziyormus.

      Suudi Arabistan, Medine garindaki istasyonun duvarinda, "Tekrar

      gelecegiz"
      yaziyormus. Altinda da, "Osmanli" imzasi varmis.

      Malum, Londra´nin Greenwich kentinden 0 (sifir) meridyeni geçer.

      Temsili
      olarak duvara metalden bir çizgi çekilidir. Tam o çizginin yaninda, duvarda,

      "Burayi da gördüm ya,artik ölsem de gam yemem! "yaziyormus.

      Meksika´daki Maya tapinaklarinda, en büyük piramitin bir odasinin

      duvarina,
      "Ne mutlu Türküm diyene!" yazisi kazinmis...
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!
      HADİ BİRAZ MOLA VERİN...

      Bir filmde seyrettim; genç ve güzel bir kadin Paris'te bir cafe de bir erkeğe anlatıyordu. O da anlatıiklarini bir dergide okumuş; Meksika'da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog,
      birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu,
      kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı huzla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler
      kendi aralarinda konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii
      Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.

      Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola sonunda
      tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan iri, yaşlı rehbere soruyor,
      "hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? "Yaşlı rehberin
      cevabı o kadar güzel ki; "Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı.
      Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik..."

      Niye içimiz de hep bir eksiklik duygusuyla yaşadığımızı, niye mutlu olmayı
      beceremediğimizi, niye kendimiz olmayı başaramadığımızı ve "niye" ile başlayan daha bir dolu
      sorunun cevabını açıkça veriyor Inkalar'ın yaşlı torunu. Çünkü bu aptal hayat içinde o
      kadar hızla yol alıyoruz ki, ruhumuz çok arkada kaldı, hatta onu nerelerde unuttuğumuzu bile
      hatırlayamıyoruz. Çocuğunu kaybeden annelerin çılgınlığında bir sağa bir sola saldırıyoruz hepimiz,
      ama bir farkla, biz neyi aradığımızı bile bilmiyoruz...

      Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz
      ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız
      olunca biz de çok mutlu olacağız. Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan
      sikayetçi? Çevremiz de kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak
      kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamuyordur.

      Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların
      eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne
      kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş
      ruhumuzu bulmak gibi bir sansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de
      sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp,
      çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

      Gerçekte hiz çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe ,
      ne arkadaslarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmiyor.
      Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler
      bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim. Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla
      yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor işlerimizi bir
      telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile
      gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte! Bence doğanın kara bir
      laneti bu. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

      Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır, hızlılık
      ise unutturur" diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa
      yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Ben kendi adıma her zaman yavaşlıktan yanayım. Mesela
      uçaklardan hiç hoşlanmam, yeni bir şehre, yeni bir iklime hazırlanmaya, hatta hayal kurmaya bile
      vakit bırakmıyor bana "Küt" diye başka bir hayatın içine giriveriyorum. Ve en kötüsü de dönüşler,
      daha ayrılığın hüznünü bile yaşamadan İstanbul'da olmak sahiden de çok tatsız. Tabii ki ruhumun beni
      terk edip oralarda kalması da çok normal. Oysa trenler karanlık geceyi yırtan keskin düdüğü,
      uykuda olanlara yolculuk düşleri gösteren kara trenler... Dağları bölen, nehirlerle yarışan,
      köprülerden geçen, ağaçları selamlayan, çocuklara el sallayan, güne bakanlara göz süzen, geçmişin
      hüznünü, geleceğin umudunu yaşatan,yolcularına yepyeni dostluklar hazırlayan kara trenler var bir de.
      Uçak değil, tren olmak istiyorum. böylece ruhum benden hiç ayrılmaz.

      Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan
      yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye
      ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdigimiz gibi geçer. Iyi ya da kötü hızlı ya da yavaş... Her şey bizim
      elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...


      Can DÜNDAR
      Ne Mutlu Türk'üm Diyebilenlere!